Dinsiz Milliyet Olur mu?
Prof. Dr. İ. Hakkı BALTACIOĞLU
Henüz pek gençtim, 16 -17 yaşlarında idim. Yanmyamalak Fransızcamla Jean Jacques Rousseau’nun Emile’ini okuyordum. Devrimcilik ülküsünü ondan alıyordum. Türkiye’yi kalkındıracak manivela’nın ancak terbiye olabileceğini sanıyordum. Bu inanç, içimi tutuşturuyordu. İçimdeki yangının alevlerini saçacak bir yer arıyordum.
Yıl 1908. Meşrutiyet ilân ediliyor. Her yönden ihtilâl, hürriyet yelleri esiyor. Rousseau’nun ateşli yazıları ile hürriyet hatiplerinin coşkun sözleri arasında bir benzerlik buluyorum. Büsbütün ateşleniyorum.
Çarşamba’da açılan Darülmuallimi- ni Iptidaiyeye yazı muallimi oluyorum. Müdür, kâtip medrese kafalı insanlardı. Yeniliğe karşı duruyorlardı. Aralarında kalmaktan sıkılıyordum.
31 Mart irticai oluyor. Müdürün mürteci olduğu anlaşılıyor, işten el çektiriliyor. Yerine Mustafa Sati bey getiriliyor. Yeni müdür mektebi Avrupalılaştırıyor. Sati Bey yakamı bırakmıyor. Pedagoji ve el işleri öğretimi üzerinde incelemeler yapmak üzere Avrupa’ya gönderilmeme delâlet ediyor. Maarif nazırı bulunan Emrullah Efendi teklifi kabul ediyor. Bütün Avrupa’yı dolaşıyorum. Okulları, öğretmen okullarını, teknik okullarını, anıtları, müzeleri, sergileri, parkları, kiliseleri yakından görüyorum. Sonunda gözlerimin önünde şu iki gerçek beliriyor.
1- Avrupa’da Rousseau’nun terbiye anlayışını geçen hiçbir yenilik yoktur.
2- Avrupa koyu Hıristiyandır. Kilisenin hıristiyanlar üzerindeki etkisi pek büyüktür.
Yurda dönüyorum. Pedegoji Avrupasını unutuyorum, ancak Roussau’yu hiç unutamıyorum. Emile’i hep düşünüyorum. Pedagojide ilk ihtilâlci eserimi veriyorum: Talim ve Terbiyede İnkılâp. Eseri alkışlıyorlar. Çok geçmeden «Mahalle mektebi» tipi mektep yıkılıyor. Maarifte yenilik hareketi başlıyor, iptidailer, sultaniler, âliler, yeni darülfünun kuruluyor. Türkiyenin maarifle kalkınacağına yine inanmaktayız.
Birgün geliyor, Ziya Gökalp’le tanışıyorum. Sonra darülfünun edebiyat medresesinde buluşuyoruz. Bana karşı hep iyi davranıyor. Bu devir milliyetçilikle, Türkçülükle en çok uğraşılan devirdir. Ben ise bu devirde terbiye ve iman, din ve hayat adlı kitaplarımı yayınlıyorum. Ziya Gökalp bu ikinci kitap üzerinde duruyor. Darülfünun da muavini bulunan Necmeddin Sadık’tan bu eser için bir yazı yazmasını istiyor. Bu yazı Yeni Mecmua’da çıkıyor.
Ben de sosyoloji anlayışında Gökalp gibi Emile Durkheim’ci idim. Metot bakımından aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu. Yalnız, bir nokta beni bu düşünce ve inanç arkadaşımdan ayırıyordu. Ona göre din içtimaî müesseselerden biridir. Böyle olunca bütün cemiyet müesseselerine olduğu gibi dine de yeri verilmelidir. Yine Gökalp’a göre toplumca kalkınma, sosyal morfoloji temeli üzerinde içtimaî müesseselerin hep birden kalkınması ile olabilir.
Şimdi ben kendi düşüncemi açıklıyorum. Durkheim’a göre sosyal olgular oniki tanedir: Sosyal morfoloji, din, dil, ahlâk, hukuk, san’at, bilgi, ekonomi, ahlâk, âile, devlet, eğitim. Ben bunlara verilen değeri yerinde buluyorum. Ancak, bunların görevce eş değerde kurumlar olarak düşünülmesini doğru bulmuyorum. Bütün bu kurumları toplumun yaşayışı için aynı derecede önemli saymıyorum. Gerçi Emile Durkheim sosyal morfolojiyi temele koymaktadır. Ancak, ötekileri o da önemce eşit görmektedir.
Son yıllarda ilkel toplumlar üzerinde yaptığım araştırmalar bana şu kanaati vermiştir: Sosyal morfoloji temelde olmakla birlikte, sosyal olgular arasında şu üç olgu ana olgular işini görmektedir: Din, Dil, San’at. Çünkü bu üç olgu olmayınca toplumda olmuyor. İşte en ilkel topluluk tipi olan Avusturalya’nın iki Klanlı totemci oymakları. Bu oymaklarda ahlâk, hukuk, bilgi devlet olguları yoktur. Ancak, şu üç ana olgu vardır: Din, Dil, San’at. İşte bu üç olgunun ana olgular, yaratıcı olgular olduğu görülür. Bütün öteki kurumlar sosyal iş bölümünün ilerlemesiyle, bu üç olgudan çıkmıştır.
Ben bu anlayışımı ilk defa olarak Institüt Internotional de Sociologie’nin onbeşinci kongresine sunduğum Esquisse d’une Division rationelle de lâ Sociolojie» adlı bildirimle açıklamıştım. Bu teze göre sosyal olgular temelden çatıya doğru ayrılmalıdır:
1- Anatomi olguları
2- Kuvvet olguları
3- Görev olguları
4- Ülkü olguları
Görülüyor ki anatomi olguları temelde, kuvvet olguları ilk katta bulunmaktadır.
İşte din dediğimiz olay dil ve san’- atla birlikte ilk katta bulunmaktadır. Bütün öteki sosyal olgular bu ilk katın üzerine kurulabilmişler, din, dil ve san’atla var olabilmişlerdir. Bu üç kuvvet bilgiye, tekniğe benzemiyor. Onlar gibi basit, yalın olgular değil. Kendileri ile birlikte birçok değerleri gelenekleri de taşıyan kaynaşık olgulardır. Topluluk yaşayışında dinin, dilin, san’- atın girmediği, karışmadığı, kaynaşmadığı kurum yok gibidir. O, toplumun ana kuvvetlerinden biridir.
Cami namaz kılınacak bir yerdir. Ancak, her namaz kılınacak yer cami değildir. Namaz açık havada, bir çayır üzerinde de kılınabilir. Oysaki çayır cami değildir. Cami müslümanları toplayan, toplu olarak yaşatan bir yerdir. O kadar da değildir. Türk camisi, Türk kültür geleneklerinin kaynaştığı bir yerdir. Türk camisi Sinan’ın mimarlık anlayışı, Hattat Mustafa Rakım’ın celileri, İlyas Ali’nin çinileri, Dede Efendi’nin musikisi, bir tek Allah’a tapan, Muhammed’in Kur’ân’ın Tanrı buyruğu olduğuna inanan müslümanların toplandığı, kaynaştığı, birleştiği yerdir. Türk camisine giren insan yalnız müslümanlaşmaz Türkleşir de…
Dinin bu son derece katışık, kaynaşık olan varlığını açıklamak için san’atı ele alalım. Dinin ahlâkla, hukukla, eğitim ile doğrudan doğruya ilintisi olabilirse de güzel sanatlar ile ne ilintisi olabilir? İlkin böyle düşünebiliriz. Ancak, güzel sanatların ilk kaynaklarına doğru çıktıkça bu inancımız değişecektir. Burada örnek olarak Türk Plâstik sanatlarını alıyorum: Heykel, minyatür, hattatlık, mimarlık, bezeme. Bu san’atlarla Türklerin din inançları arasındaki bağlantıyı araştıralım.
Yüzyıllardanberi yaşıyagelen Türk Plâstik san’atları, hep soyutluk karakteri taşımıştır. Bu san’atlar tabiatı doğrudan doğruya taklit etmemiş, yalnız yorumlamışlardır. Türk san’atları tabiatçı san’atlar değildir. Sürrealist san’atlardır. Oğuz heykellerinden tutun da, Selçuk, Osmanlı mimarlıklarına: Osmanlı ve îran – Türk hattatlıklarına kadar Türk Plâstik San’atları hep bu sürrealistlik harakterini taşımaktadır. Bu soyutluk bir bakıma akıldan geliyor. Ancak bu akılcılık herhangi bir matematikçinin ki değildir. Canlı tabiatın karşısında yaratma sırlarını düşünerek yapılmış olan felsefî bir soyutlamadır. Tarih boyunca Türk Plâstik San’atları yöneten ana düşünce canlı varlıklar düşüncesidir. Türk’e göre varlıkların felsefesi şöyle özetlenebilir:
1 – Canlı varlıklar geometri dışında kalan varlıklardır.
2 – Canlı varlıklar türlü organların türlü görevleriyle yaşarlar.
3 – Bu organlar, bu görevler hep yaşama bütünlüğü içindir. Türk’ün plâstik sanat felsefesi bu olduğu içindir ki eski Türk heykelciliği Yunanlınınki gibi natüralist değil sürrealisttir. Türk minyatürü ne anatomi, ne de perspektif tanımaz, resmin primitif soyundandır. Arabeskleri de yapan Türklerdir. Türk hattatlığı sürrealist resmin kendisidir. Türk mimarlığı da organizisttir.
Türk plâstik sanatlarında bulduğumuz bu soyutluk nereden geliyor? Bunun en büyük kaynağı, İslâm dininin inançlarıdır. Ancak sanıldığı gibi İslâmiyette canlı resmin yasak olması değil, bu sanma Kur’ân âyetlerine aykırıdır. Allah Âdem’i özlü topraktan, balçıktan yoğurdu. Ona suretlerin en güzelini verdi. Sonra da eşi Havva’yı yine böyle yarattı. İşte Türk plâstik sanatlarına soyutluk karakterini veren bu Allah inancıdır. O Allah ki varlığı kaplıyan bütün suretlerin dışındadır, yarattığı bütün somut varlıkların dışındadır. Böyle bir dini taşıyan sanatçılar natüralist olamazlardı, ancak sürrealist olabilirlerdi.
Dinin ne kadar yaratıcı bir kuvvet olduğunu göstermek için plâstik sanatlar üzerinde yaptığım bu incelemeyi metod sahibi bir dilci, dil sosyologu dinin dil üzerindeki yaratıcılığını göstermek içinde yapabilir. O zaman din özel varlık görüşüyle plâstik sanatları nasıl yoğurmuşsa yine bu varlık görüşüyle dilin yapısını da öylece yoğurmuş olduğunu görecektir. Böylelikle dinin ana kuvvet olarak rolü daha geniş anlaşılacaktır.
Görülüyor ki din, din sosyologlarının sandığı gibi din inançları ile, törenleriyle sınırlanmış bir duygu alanında kapalı kalan bir kurum değildir. Din, herşeyden önce bir varlık, bir güzellik, bir mantık anlayışıdır.
Onun felsefesi, feylesofların ki gibi sistemli olmamakla birlikte, son derece yaygın, son derece girgin, son derece güçlü bir varlık felsefesidir. Din san’at gibi hayâl ile yoğrulmuş, başı boş denilebilecek kadar bağsız bir kültürü bu kadar yöneltirse dil üzerinde o kertede tesirli olmaması, düşünülebilir mi? Oysaki milliyet dediğimiz geleneklerin temelinde işte bu üç kuvvet: Dil, Din, San’at vardır. Geleneklerin taşıyıcıları, koruyucuları bunlardır. Bunlarsız milliyet olmuyor. Dinsiz, din geleneklerini taşımıyan milliyet hiç olmuyor. Dini şu ya da bu düşünce ile yaşama dışında bırakmak yeni ulusların kendisine dört elle sarıldıkları milliyeti yıkmak demektir.
KAYNAK: Millî Hareket, Sayı:44