Hüseyin ÖZBAY: CENGİZ AYTMATOV Hakkında…

 

CENGİZ AYTMATOV

KONFORMİST MİYDİ ?    

                 

Hüseyin ÖZBAY

 

Bence üç tür  yazardan söz edilebilir:

  1. a) Sadece yazanlar. Bunlar, yazdıklarının dışına çıkmayanlardır. Hikayenin , romanın konuları ile hayatın gidişatı karşısında bir tutum almayanlar. Bir bakıma edebiyatın kendileri için sağladığı bir konformizm içinde yaşarlar. Bunlar için edebiyat, uyumcul hayatları ve keyifleri için şahane bir araçla
  2. b) Yazdıkları ile ulaştıkları konformizmi alalamak için sadece ideolojilerini ilgilendiren konularda hassasiyet göstermeye çalışan açıkgöz , tekgözlü ya da akıllı yazarlar. J. P. Sartre , Nazım Hikmet gibiler sadece kendi adamları için acınır, nutuk çeker, şiir yazar , dövünür görünürler. Bu tür yazarların meseleleri hümanite değil  ideolojik ülküselliktir. Hatta Sartre iyi bir amaç için milyonlarca insanın öldürülmesini mübah, kötü amaç için bir kişinin öldürülmesini ise kırım görür. Bunu da utanmadan yazar. Nazım da böyledir. Moskova’da yakaladığı konformizmi yalancı nostaljik edebiyat uydurarak alalayanlar artık beni hiç mi hiç  ilgilendirmiyor. Bunlar için edebiyat ideolojilerinin bir aracıdır.
  3. c) Eserlerinin konularıyla yazdıklarının dışında da ilgilenen entelektüel yazarlar. Bunlar edebiyatı  aynı zamanda özne olarak görürler de yazdıklarına iştirak ederler. Ayırım yapmadan bireyi, özgürlüğü, insanı ve insanlığı edebiyatlarının dışında da savunurlar hatta bunun uğrunda büyük tehlikeleri göze alırlar.

Bu anlayışta olan yazarlar, beğenmedikleri bir dünyayı hem eserleriyle hem de gerçek dünyadaki   mücadele ve tutumlarıyla değiştirmek isterler. Yazdıklarıyla  insanı ve kitleyi harekete geçirip  kıyıya çekilenlerin aksine,  entelektüel yazarlar eserlerinin izinden giderler. Rus edebiyatında Maksim Gorki, Bulgakov, Gomulov, Mayakovski, Soljenitsin böyledir. Gorki büyük suskunluğuyla  çiğnenen insan hakları ve hürriyet mücadelesinin yanında yer aldı.  Edebiyatta pasif mukavemetin ilk örneklerinden biriydi ,bir tür edebiyatın erken Gandi’si.  Dosto, Çar’ın idamından zor kurtuldu. Mayakovski, Yesenin gibi büyük şairler intihar ederek yeni Sovyet konformizmine  tekme attılar. Sultan Galiyev, Çolpan, Mağcan, Ahmed Cevad gibi cedidci ve yurtsever Türk soylu yazarlar da sadece yazıp kalmadıkları ve yazdıkları gibi  oldukları için  yok edildiler. Aleksander Soljenitsin büyük bir Rus yazarıydı ve insan hakları ve zulme yıllarca karşı koydu. Kırım Türklerinin vatanlarına dönebilmeleri için akıl almaz mücadele verdi ve tehlikelere atıldı. Yıllarca hapiste yattı, onu akıl hastanesine bile tıkadılar. Nobel ödülünü almaya gitmesi  için bile müsaade etmediler. Nazım ise konformist bir hayat yaşadı. Sadece ideolojisi için edebiyatını kullandı. Büyük Fransız yazarı  Emile Zola başına geleceklerine aldırmadan merkezin suçlayarak  cezalandırdığı Dreyfüs’ün  davasında aslanlar gibi mağdurun yanında durdu ve onun suçsuzluğunu kanıtlamak için bütün gücünü kullandı.

Ünlü yazarı Albert Camus,  Fransa’nın Cezayir’in kurtuluş mücadelesi  karşısındaki vahşetine kalemiyle olduğu gibi bilfiil de karşı çıktı.

Aytmatov’a gelince hikaye ve romanları dışında bir entelektüel kişilik sergilemedi, bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi vermedi. Mesela Kazakların ünlü aydını Oljas Süleymenov  gibi Semey -Nevada Anti-nükleer Birlik kurup aktif üyesi olmadı. Romanlarında ya da romanlarıyla kaldı. Türk, Şark ve İslam dünyasının büyük hastalığı olan  konformizmi ve şöhreti sevdi. Salican Cigitov, Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra elinde büyük gücü olduğu hâlde Aytmatov’un  Kırgızistan’da ve bölgede  demokrasinin yerleşmesi ve gelişmesi konusunda bir mücadele vermediğini söyler.

Oysa konformist bir insanın   Aytmatov gibi bütün dünyada ilgi uyandıran ve sevilen bir yazar olması zordur. Tam bu noktada  Aytmatov’un özel durumundan hatta denilebilirse kaderinden , ontolojik varoluş haritasından kaynaklanan  bir paradokstan söz edilebilir. Bu kaderi anlamak için onun yazarlık sürecine dikkatle bakmak gerekir. Nasıl coğrafya milletlerin kaderiyse bir insanın doğduğu ve yaşadığı belli bir süreç de onun kaderidir.

Aytmatov 1928’de doğdu. Aşağı yukarı bütününe yakını Stalin kâtilinin kanlı elleri tarafından yok edilen Cedidci aydınlardan çok sonra ve ikinci dünya harbinden öncedir bu tarih. Sovyet öncesinde ya da sovyetleşme sürecinde değil Sovyetlerde gözlerini dünyaya açtı. Lenin ölmüştü. Kızılordu yıkılacak devletleri yıkmıştı, koparılacak başları koparmaya başlamıştı. Şark’ta, Türk ve İslam etkisi sıfırlanmıştı. Stalin’in vahşi döneminde daha çocuktu Aytmatov. Babası çocuk olmadığı için şanssızdı. O ise halk düşmanının oğlu muamelesinin dışında sadece yaşama  hakkına dokunulmayan bir arayış çocuğuydu. Sovyetin en azgın ve faşist döneminde o daha on yaşındaydı. Ergenlik ve delikanlılık dönemi  ise kimsenin kimseye bakmadığı  İkinci Dünya Savaşının gürültüleri içinde geçti. Bu savaş Batı’nın aptallığı sebebiyle Sovyetler Birliği için yıldızların en yükseğe çıktığı an olsa bile Aytmatov  daha elini kalemine sürmemişti. Stalin katili 1953’te ölünce  Aytmatov daha Gorki Edebiyat Akademisinde öğrenci bile değildi. Aytmatov’un ödüllü ödülsüz bütün büyük eserleri Stalin sonrasının birinci detant sürecinde ve sonralarında yazılmıştı.

Tarih ve talih onu korumuştu. Repressiyada babasını kurban vermişti ama bu da onun edebi motivasyonu için yükselen talih yıldızı oldu. Daha Moskova’da dokuz yaşında bir çocukken babası Törekul KGB tarafından tutuklandı. Annesi mecburen dört çocuğuyla birlikte Kırgızistan’a, doğdukları yer olan Talas’ın Şeker köyüne döndü.

Aytmatov’un acı çocukluk yılları belki de bir dâhi romancıyı burada hazırladı. Hemingwey dehâyı mutsuz geçen bir çocukluk  üzerinde yükseltir  ya aynen öyle oldu Aytmatov’un genetik ve astrolojik kaderi de. Kimileri   için erken yaşta yaşanan trajedi, kahramanının yıldızını  en yüksek derecede parlatır işte. Edebî kader de budur.

Cengiz Aytmatov, babası Törekul,  KGB vicdansızları tarafından tutuklanıp  çok sonradan öğrenildiği gibi bir kireç ocağına atılmasaydı ve  merak,  ümit, heyecan ve büyük korkuları yanında “halk düşmanı”nın çocuğu olarak itilip kakılmasaydı  acaba bir dâhi romancı olabilir  miydi?

Babasından koparılmış, bütün çocukluğu yoksulluk, yoksunluk, acı ve korku içinde geçmiş biri dünya çapında bir yazarlık zırhı içinde nasıl olur da konformist olabilirdi? Bu sorunun cevabı zordur ve Aytmatov’un aysbergini düşünmeye götürür bizi.

Aytmatov Sovyet havuzunda yaşadı. Babasını ve amcasını bu havuzdayken  kaybetti. Çok zor da olsa  kaderin olumlu bir cilvesi olarak bu havuzda yüzdü. Babasının canını verdiği döşekte yatan bir çocuk gibiydi. Dünyayı burada ve  buradan anladı. Büyük edebiyat adamlılığına buradan ulaştı. Suyu, havayı ve toprağı Sovyet’te tattı. Onun havuzu içinde kalarak onun attığı yemle beslendi, onun çizdiği sınırlar içinde kalıp büyük oyununu burada oynamaya başladı.

Sovyetler çökene kadar bu havuzda kalan Aytmatoov’un konformizmi elbette anlaşılmazdı. Kana dayanan genetiği bile bastıran bir MEM’in, bir kültürel genetiğin doğal emriyle belki yazarken bile planlamadığı bir yazma ve var olma sürecini yaşamaya başladı. Bu havuzda onun bu ikinci genetiği ya da genetik mutasyonu tabii ki anlaşılmazdı. Çünkü Sovyet edebiyatında sübjektif  yazmalara , satıraltı ve hermeneotik metin yorumlamalarına ,  bireysel eleştirilere yer yoktu. Benzer yüceltmeler ve benzer alçaltmalar hâkimdi. Farklılıklar anlaşılır farklılıklardı. Çizilen sınırlar içinde ya da dar alanda paslaşmayı hatta bunun sirk cambazlığına evirilmesini; hayat ve yaşama refleksi, hayatta kalma güdüsü, doğal olarak ayarlıyordu. Belirli ideolojik sınırlar içinde marifetli manevra alanları yaratılıyor ve kaçak bir semboller ve metaforlar dili kullanılıyordu.

Diğer taraftan Aytmatov’un   Stalin sonrası yazmaya başlaması da onun tarihi kaderini tayin etmişti. Stalin’in 1953 yılında  ölümünden sonra savunulan birinci detantın “ yumuşak gücü”( soft power) nden  ustalıkla yararlanan Aytmatov otuzlu yaşlarında Sovyet’in en büyük iki ödülünü alabilen tek yazardı. Lenin ödülü ile Sovyetler Birliği Kahramanlık ödülünü, çocuk yaşındayken  babasını elinden alan bir sistemin kanlı ellerinden alarak ferdi ve milli varoluşunun zaferiyle büyük öcünü almış oluyordu. Adeta “Siz benim babamı benden aldınız, bense sizin madalyalarınızı sizden alıyorum.” der  gibiydi. Sovyet ondan babasını, o Sovyet’ten madalyasını aldı yani.

Aytmatov’un konformist meyilleri ise Sovyet yıkılıp onun havuzundan çıktıktan sonra ortaya çıktı. Motivasyon duvarları çöken bir yazar için Batı’da, yeni hayat kurmaya ya da onların mitolojik ve güncel kültür ve tarihleriyle ilgilenerek yeni motivasyon alanları yaratmaya gitmek, bence kandırıcıydı. Ondaki edebiyat ateşinin sönmeye durması  Sovyet demirperdesinin çökmesiyle başladı.

Sovyet ideolojik ortamında bastırılarak  örtülenmiş konformist kişiliği yerini, küçümsenen halkını bir yerinden tutup tarihe, coğrafyaya (Kırgızistan’ı görenler coğrafyanın bir yazar için nasıl bir ana motivasyon oluşurabileceğini iyi anlarlar) ve milli esatirî bir hafızaya çekmek   gibi   bir misyona bırakmıştı. Bu  ülkücü tavır, Aytmatov’un  biricik kişilik özelliği değil  içinde bulunduğu ağır şartların sağladığı bir motivasyondu bana göre.

O, trajik itki ve güdülerin   sağladığı  bir direnç olağanlığı  içinde,   halkını  tarihin ve  insanlığın  yüksek yerine yeniden oturtmak  isteğiyle  sosyal ve tarihsel kültür genetiği(Mem)ni  kalemiyle ortaya çıkarıyordu. Birçok romanını saran Manas kültü, onun bu arayışının göstergelerinden biriydi.

Baskıcı ve hatta korkutucu dönemler, insanın derin yapısında büzüştürdüğü ya da  unutmaması gerekirken unuttuğu millî ve hümaniter  kimlik efektlerini ortaya çıkarır. Bir türbülans yaşanır bu dönemde. Bir kişilik bozulması değil yaşama rutinini sağlamak bakımından bir insanın içine girdiği ve kimi zaman bunu büyük bir isteklendirici arzu  olarak kullanmaya durduğu bilinçdışı sarsılma sürecidir bu.

Böylece Aytmatov içinde yüzer göründüğü Sovyetik konformizmden de yararlanarak ailesi ve milletdaşlarının başına gelenleri bulabildiği harika bir “çifte açılımlı dil”le anlatarak vicdani bir telafi mekanizmasını da  işletmiş oldu. Öyle ki  o bu ilk döneminde  konformist eğilimlerinin yanına millî ve evrensel insan sorumluluğunu  getirerek ve bunu çok iyi kullanarak bir yazma ve yaşama koridoru buldu. Korku, heyecan, ümit dolu bir koridorun sonunda parlayan bir ışık konformizme davet anlamına da gelebilirdi ve sonunda geldi de.

Bu ışıkta yazar ne yazabilirdi  ki? Babasını elinden alan ve milyonlarca insanı yok eden bu sistemin germesiyle attığı oklar şimdi tembel bir tüy gibi sallanmaya ve havada dans etmeye başlamıştı. Aytmatov artık havuzun dışına düşen bir balık gibiydi burada. Elbette derdi ve meselesi olan bir büyük yazar içindi bu.

Konformist kişilik;  nefse buyur diyen kendisini bu ya da şu dava için tehlikeye atmayan, etliye sütlüye karışmayan ya da bir davaya adanmayan rahatlılığı ve edilgenliği ifade eder daha çok.

O, Sovyet havuzunda yüzerken mankurtlaştırılan insanlara kimliklerini, kültürel ve tarihsel genetik evirimlerini romanlarıyla sağlamaya çalışarak kısmi bir aydın tavrı göstermişti. O zamanlar o, halkı gizli açık kamulaştırılan ,bunca zahmetle kurulan bu faşist diktatörlüğün  bireysel arzu ve alışkanlıklarla yıkılmaması adına kıyılan, sürülen, öldürülen, savaş olunca da “Haydi aslanlarım, büyük vatan vuruşmasına” naralarıyla onlar için  sahte bir vatan sınırı  çizebilecek derecede yalan  dolu uygulamalar yapan bir sistemin içinde böyle kalabildi ve böyle vicdani görevini yaptığını düşündü. Kamulaştırılan ve mankurtlaştırılan halkını ve onun kimliğini yeniden bir varoluş kozmogonisine çekti.

Yakup Kadri de büyük romancıydı. Onun motivasyonu, yok edilmek istenen bir milletin sadece kendisi için değil bütün mazlum milletler adına  verdiği kurtuluş mücadelesi ve antiemperyalist davranış modeliydi. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında  “ kaht-ı ricâl” zorunluluğu ile büyükelçi olarak görevlendirilince  haletiruhiyesini şahane tasvir eden “Zoraki Diplomat” kitabını yazdı. Burada istemediği hâlde adam yokluğundan diplomat yapıldığını anlattı Karaosmanoğlu.

Aytmatov ise önce Bağımsız Devletler Topluluğu’nu sonraları da Kırgızistan’ı temsilen İskandinav ülkelerinde Büyükelçilik görevini yaptı. Yakup Kadri için zoraki olan diplomatlık Aytmatov için istendik ve keyfiydi.

Oysa entelektüel bir yazardan diplomat olamazdı, olmamalıydı. Sanatçı ve yazarın dili özgür, diplomatın ve diplomasinin dili ise “bağlı bir dil” dir. Bağlı bir dil bütün üretkenlik heyecanını öldüren ya da körletip işlevsiz kılan dildir. Bağlanan dil  enenen insan gibidir. Aytmatov uzun yıllar içinde İskandinav atmosferinde yaşadı ve yangından sadece, o da nasıl oldu bilinemez bir Batı mitolojisini güncelleyen “Kassandra Damgası”nı kurtarabildi. Aytmatov’un ülkesine döndüğünde eski havuzunu hatırlaması ve “Dağlar Devrildiğinde” romanını yazması ise son bir gayretin, Kuğunun Son Şarkısının sesi oldu, yoksa küllerinden çıkıp canlanan Semender ya da Feniks değil.

Kısaca tekrarlamak gerekirse Aytmatov kıvrak ve özgür dilini bir müddet susturarak bağladı , diplomatik jargonu kullanarak büyükelçilik yaptı. “Kassandra Damgası” ise onun “Batı havuzunda da yüzebilirim .” iddiası ile yazıldı ama az daha yazarını boğuyordu.

Ebedî Gelin( Sonra “Dağlar Devrildiğinde”  adıyla çevrildi)  ise boğulma tehlikesi (Buna “tükenmişlik sendromu” da  deniyor ama Aytmatov için işin vehameti bu derecede olmadı, diyebilirim) içinde olan bu büyük yazarın rehabilitasyon çabasıydı. Aslında bir ırmakta iki kere yıkanılmadığı gibi bir havuzda da iki kere yüzülmüyordu işte.

Son olarak Dağlar Devrildiğinde  romanının saygı değerliliği, sadece onun başarılı kurgusundan  değil aynı zamanda yazarına Batı havuzunda bir  Gregor Samsa kaderini yaşatmamasından da kaynaklanıyor bana göre.

NOT: Aytmatov’un konformist kişilik taşıdığı savına karşı gelenler olursa  onları elbette ve seve seve dinlerim. Ben  onun konformist olmadığını gösterebilen bir yazar için asla karşıt sav aramam. Razı olur, teslim olur, rahatlarım. Nazım Hikmet’in  “Büyük bir vatansever olduğunu kanıtlayan için de karşı sav aramayacağım gibi. Çünkü ben Necip Fazıl’ın yazılarındaki ve şiirlerindeki  incelikleri hayatında da  öngördüğüne ve yaşadığına dair zayıf da olsa bir belgeye, Nazım Hikmet’in ülkesini terk etmediği  ama onun kendisini af yasasıyla hür kılan insanlar tarafından zorla sürüldüğüne ve onun Türkiye’yi bir Sovyet Peyki yapmak istemediğine dair  ortaya konulabilecek  bir kağıt parçasına, Yahya Kemal’in o kadar da kendini beğenmediği ve Ahmet Haşim dahil etrafındaki cücelere şair denmeyeceğine dair bir görüşü asla öne sürmediğine dair bir zayıf kanıta bile  hemen inanmaya hazırım. Her geçen zamanda daha iyi anlıyorum ki bendeki “ inanmak ihtiyacı” istisnalar dışında bir şeyleri ve birilerini şu ya da bu sebeple, bilinçle ya da bilinçsiz tarzda yüceltmek ya da batırmak için öne sürülen kanıtların zayıflığından hatta sahteliğinden geliyor. Sahte kanıttan daha tehlikelisi ise  değiştirilemez, eleştirilemez, dokunulamaz bir dogmatik yargının  savunulması için kullanılan “ belge seçiciliği”dir.