Halîm Sâbît: Şimâl Türklerinde Türkçülük Ve Tatarcılık

Şimâl Türklerinde Türkçülük Ve Tatarcılık*  

Halîm Sâbît

Çeviri-yazı: Mehmet Kaan Çalen & Halûk Kayıcı,

 

***

Ruslar, bugünkü Türk illeri gibi ayrı ayrı şubeler hâlinde zayıf zayıf yaşarken, memleketlerinin yanı başında şimâl, şark, sonra cenûb-i şarkî cihetlerinde kanlı canlı, çoluk çocuğuna varıncaya kadar hepsi atlı kalabalık kavimlerin yaşadığını görürlerdi. Bu kalabalık bazen sinema şeridi gibi Rusların önünden gelip geçerdi, bunların bazen Rus illerinin içerilerine kadar nüfûz ettikleri de olurdu. Bu hâl asırlarca devam etti. Rus illerinin, bil-âhire birleşip muhteşem imparatorluk teşkîl etmelerini hazırlayan bu komşularına karşı ebedî bir düşmanlıkları vardı. Rusların evvelâ, bunlara nasıl ad verdikleri malûm değil ise de sonraları “Tatar” demeye başlamışlardı.

Hâlbuki Rusların Tatar diye yâd ettikleri bu kalabalık yalnız Tatarlardan ibaret değildi. Bunlar arasında dilleri, örfleri, âdetleri birbirine uyan uymayan birçok uruğlar, iller, kavimler vardı. Bunlar umûmî çizgileriyle şöyle üç zümre itibar edilebilirdi: 1) Türkler 2) Tatarlar 3) Moğollar. Milâdın iki asır evvellerinden başlayarak Rusların istilâsına kadar geçen müddet zarfında Türk, Tatar ve Moğollardan hepsi sıra ile buraların hâkimiyetini ellerine almışlardı. Fakat Ruslar hiçbir devre, hiçbir zümre fark etmeksizin bu hâkimiyetlerin hepsine Tatar hâkimiyeti diyorlardı. Bu kalabalığın hepsi Ruslara nazaran Tatar’dı. Eski zamanlarda komşu kavimlerin yanlış anlaşılması, kendilerinin bilmediği, işitmediği isimlerle yâd edilmesi keyfiyeti hemen umûmî bir hâldi.

Rusların hâkimiyeti ele aldıktan sonra da tahkîke lüzûm görmeksizin bütün bu kalabalığa yanlış olarak Tatar demekte ısrar ettiler. Hâlbuki istilâları altına giren kavimlerin hepsi Türk olup birer Türk uruğ ve ili idi. Bunların kendi aralarında türlü türlü isimleri vardı: Mişer, Tipter, Yasak, Başkurt, Kazak… vesaire. “Tatar” kelimesini yalnız Ruslardan işitiyorlardı.

Ruslar bir müddet sonra Avrupa ile temasa başladılar. Aralarında tarih, ilm-i akvâm ile uğraşanlar, müsteşrikler zuhûr etti. İstilâ ettikleri memleketlerin kavimlerini az çok tetkik ediyorlardı. Çok geçmeden Tatar tabir ettikleri kalabalık içinde Başkurtları, Kazakları keşfetmeye muvaffak oldular. Kalanlar ise yine hep “Tatar” idiler.

Rusluk âleminde millî bir intibâh devresi açıldı. Siyaset millî bir şekil aldı, muayyen bir surette tecelli etti. Ruslar Osmanlı Türklerini tanımış, Kafkasya’yı, Türkistan’ı da ellerine geçirmişlerdi. Bu defa evvelce Tatar nâm-ı umûmîsi altında yâd ettikleri kavimlerin kahraman Osmanlı Türkleriyle kardeş ve büyük Türk âleminden bir il olduğunun farkına varmışlardı. Fakat bu defa şimâl Türklerinin “Tatar” olarak kalmaları Rus siyasetinin iktizâsından oldu. Artık bunlara kimse “Türk” diyemezdi.

Aynı zamanda şimâl Türk uruğları da müstebit bir idarenin tazyiki altında kalınca kardeş kardeşi bulmak kabilinden birbiriyle karışıp kaynaşmaya başladılar. Irkları, âdetleri, hatta yazı heceleri birleşti. Bu suretle şimâl Türklük âlemi Başkurtlar da dâhil olduğu hâlde büyük bir il olarak meydana çıktı. Bu sebebe binaen heyet-i mecmuasına şâmil bir ünvân bulmak ihtiyacı duyulmaya başladı. Çünkü Mişer, Tipter, Yasak… gibi herhangi bir küçük uruğ isminin müttehideye şâmil olamayacağı anlaşılıyordu. Bir vakitler bu müttehide kendisinin “Müslümanlık”, “Muhammedîlik” ile anılmasını istiyordu. Çünkü uruğ isimlerinin dar olacağını anlıyor, “Tatar” adını da umûm kabul etmiyordu.

Hatırımda kaldığına göre Ruslar ile daha ziyâde temasta bulunan Mişerler, husûsî bir tecvîd ile konuşan Kazanlılara ve havalisi halkına “Tatar” diyorlardı. Fakat bunlar da “Tatarlığı” reddederek kendilerinin “Yasak” olduklarını ileri sürüyorlardı. Hülâsa il adlarından herhangisi kitlenin hoşuna gitmiyordu. Bu suretle resmî evrakta, kendi aralarında “Müslüman” tabiri kullanmaya başladılar. Rus hükümeti de bu tabiri kabul etti, tahrirâtta hep “Müslümanlar”, “Muhammedîler” diye kullanırdı.

Son asırlarda Rusların, şimâl Türk yurtlarını, Bulgarı, Kazanı… istilâlarından evvel bu illerde istimâl edildiği katiyen malûm olmayan bir “Tatar” adının meydana çıkmakta olduğunu görürüz. Ruslar gayr-ı resmî yazılarında, muhaverelerinde, tarihlerinde, hele misyonerler, muallimler beyannâmelerinde, risâlelerinde, takrirlerinde, eserlerinde bu Türk müttehidesini hep “Tatar” adıyla yâd etmekte idiler. Rusların münevver tabakası da bunlara “Tatar” demekte ısrar ediyordu. Fakat bu illerin halkı Ruslar tarafından verilen bu ünvânı bir türlü kabul edemiyordu. “Niçin biz Tatar olalım, biz Tatar değiliz.” diyorlardı.

Ananelerden anlaşıldığına göre bir iki asır evvellerinden beri Ruslar ile şimâl Türkleri arasında bu hâl adeta bir mesele hâlini almıştır. Halk “Tatarlığı” bir türlü hazmedemiyordu. “Tatar” diye kim tarafından söylenirse söylensin hakaret telâkki ediliyordu. Kendi aralarında “Tatarım”, “Tatarsın” gibi sözler katiyen işitilmezdi. Yüz yüze Ruslar tarafından söylendiğine göre de mutlaka bir arbede kopar, bazen kan dökülürdü. Bunun için temasta bulunup iyi geçinmek isteyen Rus halkı Müslümanlara kendi aralarında olduğu gibi “dost”, “tanıdık” der; daha nezâketle muâmele lüzûmunu hissettiği zaman prens demek olan “Knez” ile hitâp ederdi.

Bilemiyorum, şimâl Türklerinin Tatarlığı kabul edemeyişleri, düşman Rus tarafından verilen bir isim olduğundan mı, yahut tarihinde Türk âleminin düşmanı olan bir kavmin adı olduğunu duyduklarından mı, ileri geliyordu? Herhâlde malûm olan bir cihet varsa, bunlar kendilerini “Tatar” saymıyorlardı ve Tatarlıktan nefret ediyorlardı. İhtimâl ki Tatarlık ile Türklüğün bir yerde içtimâ edemeyeceğini, bunların birbirine yabancı iki millet olduğunu duyar gibi oluyorlardı. Mesele daha ilmen tetkik edilmiş değildi. Bu henüz bir his hâlinde idi. Mamafih dillerde dolaşan bazı klişe cümlelerden, öteden beri gelen ananelerden kendilerinin Türk olduklarına dair gizli bir kanâat mevcut olduğu anlaşılıyordu. Kendi lehçelerine ve bu lehçe ile yazılan eserlere “Türkî”, “Türkî kitap” diyorlardı. Çocukları az çok heceleyerek okuyup yazmaya başlayınca “Türkî okuyor”, “Türkî yazıyor” cümleleri ile ifade ediyorlardı. Halk arasında bu hâl bugün de böyledir. Halk Ruslar tarafından gelen cereyana “Tatarca okuyorum, yazıyorum, Tatarca kitabet, Tatar edebiyatı” gibi sözlere iştirâk etmedi. Gizli bir duygu, halkı bu cereyâna iştirâk etmekten men eyledi. O, öteden beri, Tatar olmamaya çalışıyor; Ruslar tarafından gelen propagandalara şiddetle mukabelede bulunuyordu. O, okuyup yazmaya dair olan mahdût cümleleriyle kendisinin Türk olduğunu anlatmak istiyordu. Fakat hâlâ “ben Türk’üm” diyerek meydana çıkmak için zaman gelmemişti. Çünkü hâlâ il ve şa’b hayatı yaşıyordu. Halkın bunu söyleyebilmesi için bu safhayı atlatması lâzımdı. Mamafih bu safha atlatılmak üzere bulunduğu bir sırada kitle müteaddit uruğlardan müteşekkil bir müttehide hâline girdiğinden heyet-i mecmûasını ifade edebilecek umûmî bir tabir bulmak mecburiyeti kendisini gösterdi. Halk kendi kendine kalmış olaydı bu tabiri yine kendi vicdanında bulacak, “Türkî dili konuşan, Türkî yazan” bir kitlenin “Türk” olduğunu anlamakta gecikmeyecekti.

Harsı teşekkül etmemiş her yerde, her memlekette olduğu gibi, burada da nûrunu milletin vicdanından değil, yabancı irfândan alan münevver tabaka, halkı şaşırttı; millî vicdana müracaat edecek fırsat bırakmadı. Rusların asırlardan beri propaganda ettikleri “Tatar” kelimesi gizli bir mecrâ bularak hemen sokuldu. Bu, herhangi bir uruğun husûsî adı olmamak itibariyle müttehide için de umûmî bir ad olabilecekti. Yalnız bu yabancı kelimenin il içinde kabul edilebilmesi için bir yol başçı, bir fetvâ lâzımdı. İşte bu fetvâyı şimâl Türklerinin en büyük üstâdı olan merhûm Şahabeddin Mercanî Hazretleri verdi. İctihâd sahibi olan bu âlim, Ulûm-ı İslâmiye’den başka Türk tarihiyle de iştigâl ediyordu. Bu bapta birkaç cilt mühim eserler de meydana getirdi. İşte bu tetkikâtı esnasında mensup olduğu kavmin müteaddit illerden müteşekkil bir müttehide olduğunu görmüş, fakat bunlar için millî ve umûmî bir isim hatırlayamamış olduğundan “Müstefâdü’l-Âhbâr” nâm eserinde bunlar için “Tatarlık” unvânının en münâsip bir tabir olacağını ileri sürdü. Bu kitap şimdilik nezdimde yoktur. Hafızam beni aldatmıyorsa merhûm bu hususta şöyle bir mütâlaa dermiyân ediyordu: -meâlen söylüyorum- “Her cemâatın, her milletin bir adı vardır. Bizim de bir adımız olmak icap eder. Fikrime göre Tatar ordularının memleketimizde galebesiyle isimleri de bize geçmiştir. Biz ân-asıl Tatar olsak olmasak bunu kabul etmek mecburiyetindeyiz. Tarih bize bunu yükletmiş, ne yapalım, kabul etmez isek ne olacak, kendimize ne diyeceğiz?.. Halkın “Tatarlık” unvânını kabul etmeyişi cehâlet ve taassup eserinden başka bir şey değildir.” diyordu.

Görülüyor ki merhûm bu husûsta efkâr-ı umûmiyeye, rûh-ı âmmeye muhalif bir harekette bulunduğunu kendisi de hissediyordu. Zaten daha o devirlerde, bundan otuz kırk sene evvel milliyet cereyânları İslâm medreselerine henüz girmemiş ve Türkçülükten nâm ve nişan bile yok idi. Şu hâle göre merhûm bu husûsta tamamıyla mazûr görülebilir.

Mamafih merhûmun kendisinin de anladığı gibi halk, efkâr-ı umûmiye ve örf bu mütâlaayı kabul etmiyor, bunu bir cüret telâkki ediyordu. Fakat merhûmun bütün doğru fetvâları gibi, bu yanlış mütâlaaları da muakkiplerince hüsn-i kabul gördü.

Bu devirden itibaren “Tatarlık” unvânı hakkında efkâr-ı umûmiyede açık bir tezebzüb görülür. Halk eski ısrarında, Tatarlığı kabul etmemekte devam ediyordu. Münevverler iki zümreye ayrılmışlardı. Biri yazdığı eserlerini, hatta konuştuğu ve yazıda kullandığı lehçesine “Müslümanca” diyordu. Halk da bazen bunlarla beraberdi. Diğeri de Tatarcılıkta musirr görünüyordu. Birtakımı da bazen birinci, bazen de ikinci zümreden oluyor, yahut bu meseleye karşı lâ-kayd kalıyordu. Daha doğrusu bu meselede bir ıttırât görülmüyordu, gelişigüzel bir gidiş vardı.

Rus-Japon harbini müteakip Rusya’da kopan sosyalizm ve ihtilâl hareketlerinden sonra “Tatarcılık” cereyânı birden bire canlandı. Çünkü Türk gençlerinden bazıları ihtilâle iştirâk mecburiyeti dolayısıyla sosyalizme meyletmişlerdi. O vakitler sosyalizmin Rusya’da kabul edilen şekli müfrit halkçı olup geniş milliyet fikirlerini reddediyordu. Bu cereyâna az çok kapılan Türk gençleri de halkçılığı pek ince manâsıyla anlamaya başlamışlardı. Bittabi Mişercilik, Yasakçılık… yapmakta manâ yoktu. Bu uruğlar artık birleşmişlerdi. Binaenaleyh ilcilik yapmak kalıyordu. Zaten Rus irfânından müteessir olan bu gençler ili de daima işite gelmekte oldukları “Tatarlık” ile tabir ediyorlardı. Bundan böyle “Tatarca, Tatar edebiyatı, Tatar matbûâtı, Tatar neşriyâtı…” denilmeye başladı. Artık gençlerden bir takımı hiç de şaşırmadan açıktan açığa “Tatarcı” olduklarını ilân ediyorlardı.

Bu bir cüret idi. Ruslar asırlardan beri efkâr-ı umûmiyeyi hazırlamaya çalışmış olmakla beraber halk, hatta münevverlerden birçoğu bunu kabul etmiyordu. Birtakımı, hatta halk yine eskisi gibi “Müslüman”, demekle iktifâ ediyor, bir takımı da umûmî vicdanı keşif eyleyerek “Türk’üm”, diyordu, bazen bunların türedî Tatarcılık ile mücadeleye giriştikleri de olurdu.

Nihayet çok geçmeden İstanbul’da inkişâf etmekte olan “Türkçülük” ve milliyet cereyânlarının şimâldeki inikâsları doğrudan doğruya bu milliyetçi zümrenin imdadına yetişti. Rûh-ı âmmeye muvâfık olan “Türkçülük” şimâl illerinde gizli duygu hâlinden çıkarak şuûrlu bir akide hâlinde tecelli etti. Şimâlin milliyetçileri meseleyi artık halletmişlerdi. Büyük bir iman ve kanâatle Türkçülüğün müdâfaasına koyuldular.

Fakat yine anlaşılmayan bir cihet vardı. Tatarcılar, hatta bazen Türkçüler de Tatar’ı Türk addediyorlardı. Türkçülük ile Tatarcılığın arasında bir tezât görmüyorlardı. Bu hâle göre Tatar, Osmanlı, Tarancı, Özbek… gibi Türk illerinden birinin adı oluyordu. Fakat halkın efkâr-ı umûmiyesi böyle bir tevîli de nedense hoş görmüyordu. Gönüllerinden gelen gizli bir ses: “Hayır, biz doğrudan doğruya Türküz, böyle dolambaçlı yollara hâcet yok, Rus misyonerînin çıkardığı bu adı neden kendimize mâl edinelim…” diyordu.

Filhakika bu hâl henüz ilmî tetkikler ile teyit ve izâh edilmeyen bir hadsten ibaretti.

Harb-i umûmî başlamadan evvel, şimâlde Türkçülük cereyânının kuvvetlenmekte olduğu, hatta Tatarcı gençlerin dahî Türklüğü kabul etmekte oldukları görülüyordu. Zaten buradaki Tatarcılar da Tatarlığı bir taassup neticesi olarak değil belki müttehideye şâmil müşterek bir unvân olmak üzere kullanmakta olduklarını söylüyorlardı. İşte hâl bu merkezde iken harb-i umûmî başladı. Araya perde indi…

Son günlerde şimâlden gelen gazetelerden, mecmûalardan, mevsûk haberlerden anlaşıldığına göre evvelce başlamış olan Türkçülük cereyânı şu harb-i umûmînin devamı müddetince hayli ilerlemiş ve Tatarcılık cereyânı ise hissedilecek derecede zayıflamıştır. Kahraman askerlerimizin muzafferiyeti neticesi olarak Türk illerini boyunduruğu altında bulunduran bütün Rus saltanatının inhidâmı, bütün Türk illerinde olduğu gibi, şimâlde de Türkçülüğe karşı büyük bir itimât uyandırmış ve millî vahdet mefkûresi eskisine nazaran şuûrlu bir surette inkişâf etmekte bulunmuştur.

Burada harpten evvel Tatarcı olan yahut millî cereyâna karşı tamamıyla lâ-kayd kalan birçok âlimlerin, muharrirlerin Türkçülük cereyânının başına geçtikleri ve bu uğurda mücâhedeye başladıkları anlaşılıyor. Hatta şimâl Türklerinin de bil-âhire ihyâ ettikleri hükümetin millet meclisinde teşekkül eden fırkalardan en kuvvetlisi “Türkçüler” fırkası oluyor. Kalan iki fırkadan biri “Toprakçılar”, diğeri de “ittihat-ı İslâmcılar” fırkasıdır.

Görülüyor ki münevver geçinenler arasında öteden beri Tatarcılık güdenler bulunmakla beraber bunlar millî mecliste bir fırka teşkili lüzûmunu hissetmiyor ve yahut edemiyorlar. Mamafih bu mecliste Tatarcılık güdenler de yok değildir. Bunlar her vesile ile Tatarcılığı ileri sürüyorlar. Fakat karşılarındaki fırkada bu yanılanları daima irşâda çalışıyor, neticede muvaffakiyetinden emin olarak her vesile ile Türkçülüğe sadakatini ibraz ediyor.

Şimâlde Türkçülük, Tatarcılık cereyânlarının iyice anlaşılabilmesi için bu sene Kânûn-ı Evvel’in on sekizinde inikât eden mühim bir celse müzakeresinden bir kısmını nakledelim. Muhtariyet lâyihası müzakere edilecekti. İptidâ lâyihanın birinci maddesinde olan “Dâhilî Rusya ve Sibirya Müslüman Türk-Tatarlarının muhtariyeti” cümlesi müzakereye konuldu. Ve buradaki “Türk” ve “Tatar” kelimeleri nazar-ı dikkati celp ediyordu. Yirmiden ziyâde mebus söz aldı:

Ganî Abiz Efendi: “İdil (Volga) boyu Tatarlarının muhtariyeti” diyelim. Çünkü Rusya’da ki Türk uruğları arasında Tatarlar mühim mevki işgâl etmektedirler. Tatarların mâzileri de çok zengindir” sözü ile başlayarak Tatarlığın mefâhirini hatırlatmaya çalışıyor, Şahabeddin Mercânî, Kayyûm Nâsırî merhûmların Tatarlığı meydana koyduklarını söyledikten sonra: “Bir vakitler Tatar dili kaba dillerden sayıldığı hâlde şimdi edebîleşti. Bununla nutuklar söyleyebiliyoruz. Edebiyatımız var, inkılâptan sonra içtimâlar akt ettik. Millî şurâlar yaptık. Biz bunlara bütün Rusya Müslümanlarının içtimâı, otuz milyonluk Türk Tatarların millî şurâları demiş isek de hakikatte böyle değildi. Başka illerin bütün mebusları gelemiyordu. Netice itibari ile bütün bunlar yine İdil boyu Tatarlarının kendi kendilerine içtimâları olup kalıyordu.

[2] ***

“Bizim bütün Türk uruğlarını birleştirmeyi düşündüğümüz gibi Ruslar da bütün Islav şubelerini toplamaya kalkışmışlardı. Fakat yürütemediler: Bütün teşebbüsleri, dostluk ve ittihât yerine düşmanlık ile, kan ile neticelendi. Nihayet Rus, Bulgar, Sırp, Karadağ, Çek, Leh… hep kendi başlarına kalmaktan başka bir çare bulamadılar. Biz de artık yeni baştan böyle hatalara düşmeyelim. Türk uruğlarının (illerinin) kendi istedikleri gibi tekâmüle doğru yürümelerini serbest bırakalım… Binaenaleyh maddeyi “…Tatar muhtariyeti..” şeklinde tashîh edelim” diyor. A. Şeref Efendi de Ganî Efendi’ye iştirâk ediyor. Türkistan, Kafkasya ve sair yerlerde bulunan Tatarlar muhtariyete iştirâk ettikleri hâlde bizim yanı başımızdaki Kazaklar (Kırgızlar) Türk Tatar cinsinden oldukları hâlde muhtariyete iştirâk etmek istemiyorlar. Bunlardan Bukaylılar şimdiye kadar Ufâ mahkeme-i şerriyesini tanımak husûsunda bizimle beraber idiler. Fakat bu defa millet meclisine vekil göndermediler. Orenburg’daki Kazak kongresi millî, medenî işlerde bizden ayrı harekete karar verdi. Rusya’da bulunan Başkurt, Tipter, Mişer, Nogay, Kazan Tatarları nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bu muhtariyete iştirâk ediyorlar. Evet, bugün Başkurtluk meselesi yok değil, fakat bunun millî bir hareket olduğu söylenemez. Toprak meselesi halledilir edilmez arada nizâ kalmayacak. Başkurtlar ayrı dilleri, ayrı edebiyat ve medeniyetleri bulunduğunu iddia etmiyorlar.” diyor.

Ulemâdan Ziyâ Hazret: “Şimâl Türk muhtariyeti” diyelim, Tatar’a falâna lüzûm yok. Büyük bir Türk milleti vardır. O parçalanamaz, o birdir, ilh, şa’b asabiyetiyle onun, o büyük milletin dağılmasına taraftarlık edemeyiz. Cenab-ı Hakkın Kur’an-ı Kerîm’inde: “Summe lâ yekûnû emsâlekum[1]” âyet-i celîlesiyle tebşir edilmiş olan bu büyük Turan yekpare olarak kalacaktır ve kalmalıdır” diyordu.

Ömer Tirigul Efendi: “Rusya’da bulunan Türkler 15 seneden beri hayli tekâmül etti. İçtimâî hayatta şuûrlu hareket başladı. Evvelleri hakiki manâsıyla ne mektep, ne medrese, ne de millî sahne ve musikimiz vardı. Şu 15 sene zarfında bunlar hayli ilerledi ve yoluna konuldu. Evet bunların yoluna konulması husûsunda Tatarların çok himmetleri dokundu. Fakat meydana gelen ve gelecek şey yalnız Tatar’ın değil, belki bütün Türk uruğlarının millî malıdır. Millî sahnelerimizde Başkurt musikisinin büyük revâcı vardır. Tatar, Tipter, Mişer hepsi bu musikide millî zevk duyuyor, mâzinin bütün ananelerini hatırlıyor. Başkurt’un “Aşkazar”ı, Kazan’ın Rus musikisinden iktibas ettiği “Güzel Çiçek”inden bin defa daha tesirli. Gönüllerin başka hiçbir türlü harekete gelemeyen en hassas damarlarına ihtizâz veriyor. Bütün bunlar, bizim birbirimizden ayrılmayacak bir millet olduğumuzu gösteriyor. Bizim dilimiz bir, edebiyatımız bir, musikimiz birdir. Lehçelerimizde az çok fark var ise de bu da birbirimizle anlaşamayacak kadar bir şey değildir. Tatarların unuttukları kelimeler Başkurtlarda, Kazaklarda yahut diğer illerde kalmıştır. Fennî bir eser yazılırken Tatarca kifâyet etmiyor. Hayvânât, nebâtât isimlerinden birçokları unutulmuş, Başkurtçada, Kazakçada bunların hepsi yaşıyor. Biz, diğer Türk illerinde yaşayan bu gibi kelimeleri neden Rusçadan, bilmem nereden alalım. Bizim Osmanlı Türkleri de kendilerinde, yahut diğer illerde bulunması mümkün olan birçok kelimeleri Arapçadan, Farsçadan, Fransızcadan alarak lehçelerini, diğer lehçelerden uzaklaştırdılar. Türk vahdeti mevzuubahis olduğu gün bakalım bu işin içinden nasıl çıkılacak. Burada Tatar’ın mâzisinden, mefâhirinden, yaptıklarından bahsettiler. Acaba diğer Türk uruğlarının, diğer illerin de mâzisi yok mu? Hepsinin var. Şu müşterek medeniyetimiz, irfânımız hep bütün Türk uruğlarının yardımıyla meydana gelmiştir. Binaenaleyh ortaktır. Evet, şimâlde Tatarlar daha evvel uyanarak işe başlamışlar ise, bu fazileti onlara verelim. Fakat biz buraya mefâhirden bahsetmek için toplanmadık. Belki büyük bir Türk ilinin temelini kurmak istiyoruz. Bu temel ve üzerine kurulacak bina sağlam olmak lâzımdır. Bu böyle olmazsa, müthiş dalgalar, kasırgalar bu binayı temelinden yıkar, yaşatmaz. Her türlü zora karşı mukavemet edebilecek sağlam temel üzerinde sağlam bina yapabilmek için bir milyonluk Tatar’ın kuvveti kâfi değildir. Bunun için bütün şimâl Türklerinin bir can bir ten birleşerek çalışmaları lâzımdır. Şa’b asabiyeti, il asabiyeti tamamıyla unutulmalı. Bugün hariçten gelecek hücuma karşı koymak mecburiyetindeyiz. Güreş meydanına yalnız Tatar isminden çıkmak doğru bir hareket olmaz. Biz, büyük bir Türk milleti olarak meydana çıkalım. Rus misyonerleri Tatar, Başkurt, Tipter, Mişer… diyerek bizi birbirimizden ayırmaya çalıştılarsa da muvaffak olamadılar. Bütünlüğümüzü muhafaza ederek bu güne nasıl eriştikse bundan sonra da bunu bozmayalım. Burada “Tatar muhtariyeti” diye bir karar verilirse iftirâke yol açılmış olur. Bugün Başkurt ayrılsa, yarın da Mişerlerin ayrılmayacağını kim temin edebilir? Hâlbuki bir taraftan Başkurtlar ile birleşmek istiyoruz, millet meclisi isminden onlara vekil gönderiyoruz. Diğer taraftan da böyle Tatarcılık etmeye çalışırsak ateş üzerine yağ atmış oluruz. Halkın hâlet-i rûhiyesi acâyiptir. Küçük bir vesile ile ayrılmaya hazır duruyor. Millet meclisinde Tatarları yükseltmişler, diyecekler. Binaenaleyh şa’b asabiyeti sezdirmeyelim” diyerek Türkçüler fırkasının teklifine taraftar olduğunu söyledi ve sürekli bir alkışa mazhar oldu.

Sait Efendi de söze karışarak maddenin “Tatar muhtariyeti” şeklinde tashîhini istedi ve: “Tatar millet meclisinde vekilleri kendilerinin isimlerini arıyorlar, Tatarlıktan kaçıp kendilerine Türk demek istiyorlar. Biz Türk isek neden ayrıca mektep kitapları yazıp uğraşıyoruz. Osmanlı Türklerinin kitaplarını alalım da mekteplerimizde okutalım. Fakat çocuklarımız anlayabilir mi, evet, biz de kendimizin Türk uruğlarından bulunduğumuzu inkâr etmiyoruz. “Türk” umûmî adımız ise “Tatar” da husûsî ismimizdir. Bizim kendimize göre husûsiyetimiz vardır. Başkalarının da öyle… Binaenaleyh her il kendi istidâdına göre kendi husûsiyeti dâhilinde terakki etmelidir.” dedi.

Ayaz İshak Efendi: “Burada “Türk” denilse, Türkün hangi uruğundan olduğumuz anlaşılmıyormuş, Türk-Tatar denilirse uzun olurmuş, binaenaleyh “Tatar” demek en münâsip bir tabirmiş. Hâlbuki yalnız “Tatar” demekle de mesele halledilmiş olmuyor, iltibâs yine bâkî: Kazan Tatarı mı, Kuban Tatarı mı, Kırım Tatarı mı? Belli olmuyor. Bence “Türk-Tatar” tabirinden kaçıp yalnız Tatarla iktifâ etmek, “Abdullah” adını Ruslar bilmiyorlar diye şivelerine uydurarak “Abdül” demek kabilinden oluyor. İlimizin çok yerlerinde halk kendilerinin “Tatar” adıyla yâd olunmalarını hakaret sayıyor ve bundan nefret ediyorlar. Evvel Rus misyonerleri bizi muhtelif ağızlar, adlar ile ayırıp parçalamaya çalışıyorlardı. Şimdi de biz kendi kendimizi parçalamaya yelteniyoruz. Bir zaman Duma’da maârif işleri tetkik edilirken “umûmî talim mecburî olur, Müslüman Tükler kendi dilleriyle okurlar” diye bir madde teklif edilmişti. Meşhur kara yüzlerden Purişkiviç itiraz etti ve dedi ki: “Rusya’da Türk yok ki ‘Müslüman Türkler kendi dilleriyle okur’ diyelim. Burada türlü milletleri zorla Türk yapmak istiyorlar, bu böyle olamaz. Tatar-Mişer-Tipter…” bilmem kimler diye kırk sekiz kadar il adı saymıştı. Hatta Ganî Abiz Efendi Purişkiviç’in bulup çıkardığı o isimlerin hepsini bulamamış -handeler- Purişkiviç burada söylenen sözleri işitmiş olsa idi bugün kendisini müsterih addeder ve rahat uyurdu. Encümenin teklifini kabul edelim, meselenin katî olarak ilmen halini âtinin akademisyenlerine bırakalım, âlimler meseleyi sırf ilim nokta-i nazarından tetkik ederler, belki de o vakit hiçbir kayıt falân ilâve etmeksizin yalnız “Türk” demenin kâfi geleceği anlaşılır. Tatarcıların teklifini kabul ederek tarihi bir hata irtikâp etmeyelim” dedi.

  1. Battal Efendi: “Bizim adımız ne imiş? Çermişlerin kitabını buzağı yemiş derler; acaba bizim adımızı da mı buzağı yemiş! Bir vakitler “Tercüman” gazetesinin “dilde, fikirde, işte birlik” deyip bütün Rusya Tatarlarını Türkleştirmek istemesine karşı “Nûr” Gazetesi’nde hücum ederek Tatarlığımızı ispat etmeye çalışmış olan Ayaz Efendi bu defa Türkçü olmuş; “İki Yüz Yıldan Sonra İnkirâz” nâmındaki eserinde Bulgarcı idi. Ne acayip tahavvüller! Evvel biz kendimizi Müslüman diye söylüyorduk, dilimize de Müslümanca diyorduk. Şahabeddin Mercânî Tatar tarihi, Kayyûm Nâsırî Tatar sarfı yazdıktan sonra Tatarlığımızı anlamış olduk. Şimdi mekteplerimizde Tatarcaya yer verildi. Tatar tarihi ders olarak okutuluyor. Demek oluyor ki bizim Tatar olduğumuz hakkında zerre kadar şüphe edilmemek lâzım.”

Habîb Zeynî: “Battal Efendi’nin dediği gibi, bizim ismimizi buzağı yemiş, değildir: Bizim ismimiz “Türk”tür. “Tatar” Cengiz ordusundan bir kolordunun adıydı. Hareket esnalarında daima ileriden giderdi. Bu sebebe binaen hariçte bütün Cengiz ordusuna “Tatar” denildi. Bizim ise bunlarla hiç münâsebetimiz yok. Şu hâlde neden Tatar olalım. Ayaz Efendi’nin evvel Tatarcı, sonra Türkçü olduğunu söylediler. Bu da pek tabiî bir hâldir; canlı fikirler dâimâ hareket eder, tekâmüle doğru yürür. Hatta evvelce ben de Tatarcı idim. İstanbul’da tahsilde bulunduğum esnada -Türkçülere karşı olmak üzere- bir de Tatarcılık fırkası teşkil etmiş idik. Fakat sonralara doğru hayat, tekâmül beni de Türkçü etti; şimdi Türkçüyüm.”

Ayaz Efendi: “A. Battal Efendi sözleri arasında benim hakkımda da bazı şeyler söyledi. Hayli eski “Nûr” Gazetesi’nde yazdığım makalemi, türlü eserlerinde kullandığım Bulgar, Türk sözlerini alıyor da beni evvelce Tatarcı, sonra Bulgarcı daha sonra Türkçü oluverdi, diyerek hayret ediyor. Burada hayret edilecek bir şey görmüyorum. Ben validemden bile Türkçü olarak doğduğumu iddia ettiğim yok. Eserlerimde yerine göre türlü türlü yazmış olabilirim, bu pek mümkün ve tabiî. Lakin mesleğimde tebeddül yoktur. Evvelde elimden geldiği kadar milletime hizmet etmek istiyordum, şimdi de aynı fikirle çalışıyorum. Ben rüzgâra göre tebdil-i istikâmet edenlerden değilim.”

Müzâkere kâfi görülerek madde encümenin teklifi veçhile kabul ediliyor.

Görülüyor ki bugün şimâl Türkleri arasında biri “Türkçülük” diğeri de “Tatarcılık” olmak üzere iki cereyân vardır.

Tatarcılık cereyânı Rusluk kadar eski olduğu hâlde şimâl Türkleri için tamamıyla ârızî ve marazî bir hâldir. Bunun böyle olduğu gittikçe anlaşılıyor; Türk milliyetçiliği inkişâf ettikçe bunun daha ziyâde sürüklenip gitmesine imkân yoktur. Binaenaleyh Tatarcılık cereyânı katiyen ölüme mahkûmdur ve ölmelidir.

Türkçülük cereyânı ise bin-nisbe yenidir. Fakat doğrudan doğruya halkın vicdanından kopup gelen bir cereyândır; son günlerde şimâl Türklerinin millet meclisinde resmî bir fırka olarak teşekkül etmiştir. Binaenaleyh Türkçülük, buralarda Rusluğun nüfûzu azaldıkça daha ziyâde canlanmaya, daha ziyâde kuvvetlenmeye, millet fikri ilerledikçe Tatarcılık gibi yabancı cereyânları def edip millî Türk vahdetine erişinceye kadar tekâmül etmeye nâmzettir.

______________________________

KAYNAK: Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik,

Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2014, s. 221-233.[1]

* Makalelerin çeviri-yazı metni şu eserden iktibas edilmiştir: Mehmet Kaan Çalen & Halûk Kayıcı, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2014, s. 221-233.

** Yeni Mecmua, Birinci Sene, C. 2, S. 40, 18 Nisan 1918, s. 267-268.

*** Yeni Mecmua, Birinci Sene, C. 2, S. 41, 25 Nisan 1918, s. 293-294.

[1] Kur’an-ı Kerîm, 47/38.  [Yay. Haz.]