Halim KAYA: Mamak Zindanlarında İnsan Olmak (Kitap Tanıtımı)

Mamak Zindanlarında

İnsan Olmak

Halim KAYA

“Mamak Zindanlarında İnsan Olmak” kendi tabiriyle Kenan Evren’in asmayıp beslediği Ülkücü Mehmet Öztepe’nin daha önce yayınladığı “Mamak Hatıralarım” adlı kitabını genişleterek yazdığı Mamak Cezaevinde yaşadıklarını anlatan bir kitap. Genişletilmiş ikinci baskı da diyebiliriz. Cezaevi şartlarında zaman zaman kitabını yazacak kâğıt bulamayan Mehmet Öztepe gelen mektupların zarflarına yazarak bu eserinin bizlere ulaşmasını sağlamıştır.

Kitap, Hoşgörü Yayınları tarafından 1.Baskı olarak Eylül 1212 de 304 sayfa olarak basılmış. Basım tarihinden anlıyoruz ki 1980 darbesinin 30. yılında ona bir cevap olarak düşünülmüş. İdam cezası almış Mehmet Öztepe vasıtasıyla Ülkücüler tarafından, asmayıp da besleyelim mi diyenlere İnsanın kaderini Allah’ın takdir ettiğinin güçlü bir nişanesi olarak cevap olmuş. Kitap; Kafes: Mamak’ta İlk Durak, Tutukluları Karıştır-Barıştır, Yıl 1981. Mamak’ta Ülkücüler ve Devrimciler, Cehennemde Gün Başlıyor!, Kasıtlı İşkence Yapılıyor, Temiz Havayı Kirletmeyin Lan, Zindanı Medrese’yi Yusufiyeye çeviriyoruz, Yakılan Kur’an-ı Kerimler, “Ben Vatan Hainiyim!”, İstiklal Marşı Okuma Suçu İşliyoruz, İşkenceci Subaylar, Türkeş Asılmadıktan Sonra, Raci Tetik’in Tehdidi, Türkeş’e Bakmak Yasak, Askerler Arasında Gizli Örgüt, CHP İktidarında Verilen Rapordan MHP Sorumlu, Türkeş Hastaneye kaldırılıyor, Aramıza Tefrikalar Giriyor!, Mamak Cehenneminde Ölüm Yolculuğu!, Tecrit Uygulaması, Hücrelerden Kurtuluş, Namaz takkesi Yüzünden dayak, ölüme Yolculuk, Mamak’taki Zulmü Allah’a Havale Ettiler,  Ülkücülere Görüş Yasak, Ülkücüler Tecritte, Yıl 1988…Mazlumun Ahı Yerde Kalmaz, İnsan Haklarında Eşitlik, Bu Bir Mucize Mi, Zalimler Tükürdüklerini Yalıyorlar, Mamak Zindanlarından Kurtuluş gibi 114 başlık altındaki uzun veya kısa yazılardan oluşuyor.

Mehmet Öztepe Kasım ayının karlı, yağmurlu bir gününde Dolmuş ile alınmışlar, dolmuş ile nereye götürüldüklerinin merakıyla Dolmuş içinde bulunan on beş kişi siren çalarak ilerleyen Ford Dolmuş ile Mamak Askeri Cezaevinin önüne gelince nöbetçi asker Dolmuş şoförüne nereye gittiğini sormuş, şoför de daha tanıyamadın mı demiştir. Bütün bu yaşananlar kişilere bir tutuklama tebligatı ya da işlemi yapılmadığını, sivil bir dolmuşa insanların yolculuk yapmak düşüncesiyle bindiği, Cezaevi önündeki nöbetçi askerin sorgulaması dolmuşun ve şoförün resmi görev emaresi taşımadığı anlaşılmaktadır. Bu da resmi bir görev yapılarak değil de devlet ciddiyetinden uzak, tamamen planlanmış bir kandırmaca üzerine insanların sivil dolmuşa binmeleri sağlandıktan sonra da resmi bir işlem yapmadan götürüldüklerini göstermektedir, bu işlemin yapılışında devlet ciddiyetinden uzak gayrı ciddi bir durum ortaya çıkmaktadır. Muktedirlerin iktidarsızlığı söz konusudur.

İnsan onur ve haysiyetini kırıcı, hukuk devletinin yüz karası sürünerek girilen mahzen gibi bir yer olan C5 denilen işkence hane hemen hemen her Ülkücünün uğradığı dosyasının hazırlanırken itiraflarının alındığı bir nokta. Bura da sorgulama hukuk kuralları içinde yapılmaz, sorgulama yapanlar tutuklulara Filistin askısı, elektrik verme, ıslatmak, çırılçıplak soymak, tazyikli su tutmak, falaka, yaralara tuz basmak, cinsel uzuvlara şişe, cop vs. ile müdahale, küçük dolaplara iki büklüm tıkmak, hanımını, kızını veya anasını karşısında işkence yapmak, her gün herhangi bir saatte istiklal Marşı ve andımızı okutmak, Tuvaletin kapısını söküp koğuşta kalan herkesin göreceği şekilde ihtiyaç gidermeye zorlamak, tuvalet ile mutfağı birlikte kullanmak, hücre cezası, argo sözler ile taciz, sık sık askeri yürüyüş yaptırmak, yürüyüşte “Ne Mutlu Türküm, Vatan sana canım Feda” vs. cümleleri yüksek sesle hep birlikte söyletmek, günde iki defa dışarı çıkararak sayım yapmak, koğuşlarda günde iki defa arama yapmak arama yaparken koğuşun altını üstüne getirmek yiyecek maddelerini birbirine karıştırmak, hakaret, küfür, dayak gibi her türlü ızdırap ve elem verici yolu dener, kendi söyledikleri, daha önceden yazdıkları iddianameye imza atmaya mecbur bırakırlardı. Mehmet Öztepe’de bu C5 den işkence haneden geçenlerdendi. C5’de işkenceyle kabul ettirdikleri suçun komünistlere de kabul ettirildiğinden bihaberler, mahkemede anlaşılıyor suçu hem ülkücülere hem de komünistlere yüklendiği ve suçun işlendiği silah sol görüşlü kişide çıkıyor.

Mehmet Öztepe, Mamak Askeri Cezaevini ve spor yaptırılan kafesi“… etrafı demir parmaklıklarla çevrilmiş, iki bölümden oluşan hayvanat bahçesinde gördüğüm aslanların, kaplanların, maymunların kafesine benzeyen bir kafesin içine coplarla tekmelerle dolduruyorlar.” (S:35) şeklinde tasvir ediyor. Bu tasvirde iki anlam yüklü, birincisi aslan ve kaplanlar gibi yiğit ve cesur kişilerin bu kafeslere doldurulduğu, ikincisi de verilen komutlarla hareket ettirilen maymun gibi muamele etmeye çalıştıklarını anlatmaya çalışmıştır. Cuntacıların ve görev verdikleri insanların insanlığının tükenmiş, insaflarının kurumuş canilerden oluşu işkencenin her türlüsünü denemeleri onları hayvanlardan daha aşağı bir sıfat ile vasıflı kılıyordu. Onları vasfedecek kelime Türkçe lügatinde yoktur. Vatana kendini feda edenlere vatan haini muamelesi yapmak, Atatürk’ü milliyetperver insanlara öğretmeye çalışmak işkencenin en hafifiydi belki de. Mahkûmlarla muhatap olan asker, gardiyan hepsi şartlanmış, farklı düşünme melekeleri yoktu hepsi aynı reflekse kilitlenmişlerdi, insani vasıflarını kaybetmişlerdi, her sözleri argo ve küfür, her harekette copla vurmak onların bildiği tek doğru olmuştu.

Cezaevinde insanlar zor şartlarda birtakım angajmanlara girmişler ve kendilerini işkenceden korumaya çalışmışlardır. Mehmet Öztepe bu hususta kişileri “… biraz bedbaht olan, dava inanıcı zayıf olan, hayat karşısında zayıf, pısırık olanlar olmuştur.” ve “Hem solculardan hem de ülkücülerden bazı kişilerden idare ile arası gayet iyi olanlar vardı. Bunlar yeri geldikçe aleyhimize, yeri geldikçe solcuların aleyhine çalışıyorlardı.” (S:55) vasıflandırarak onların Mamak zulmünü bertaraf etmenin yolu olarak takındıkları tavır ve izledikleri yolları eleştirmektedir. Kimsenin aynı mukavemette olması beklenemeyeceği gibi bu mümkün de değildi. Belki ancak o gün sergilene bilinecek bazı istenmeyecek davranışların bu günkü siyasi yapının da emareleri olduğu gerçekliği yadsınamaz.

Sabah Sabah Mahkûm sayımı alınacak, mahkumlar maltaya çıkarılır ancak bir kısım asker gaz maskesi takmış, elinde gaz bombası ve parmağı bombanın piminde tetikte bekliyor, başka bir kısım asker elinde siyah coplar, palaskalar, kalın kalaslar, olmak üzere savaş tertibinde sanki çıkabilecek bir Yunan savaşına! hazırlar. Koğuş kıdemlisi 13. Koğuş 120 kişi Sabah sayımına hazırdır komutanım dedi mi iş tamam. Ama sade zulüm ve işkence yapmak için sayım. O cuntacılar ve görevlendirdikleri işkenceci cezaevi sorumlularına göre “Hürriyetinde aslan kesilenlerburada kedi gibi uysallaş”tırılıverdiler.(S:73)

Yemekler de ayrı bir işkence unsuru olarak kullanılmış. Kalite ve kalori düşük. Sabah bulgur çorbası, pirinç lapası, zaman zaman çorba niyetine kaynatılmış salçalı yağlı su, Öğele yemeği olarak taşlı nohut, bulgur pilavı, akşam yemeğinde ise, kışın kapuska, pırasa, doğranmamış temizlenmemiş yıkanmamış ıspanak, Kuru fasulye, makarna daimî yemeklerdendir. Tahıl türü yemekler ayıklanıp yıkanmaz tarlada nasıl çuvallandığıysa öylece pişirilir. Kasıtlı taş ve kum ilavesi cabası. Bir gün karavanın içinden bir yoğurt kasesi taş çıkar, bunu biriktiren mahkumlar komutana verirler ancak bu itiraz yemeğin taşının kumunun artmasına yaramıştır. Kantinden yesen gül reçeli ve margarine mahkumsun. Bu da yasaklanırsa kuru ekmeği ıslatıp üzerine tuz ya da toz biber ekerek yermek zorundadırlar.

19 Ağustos 1981 tarihinde MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası başlamıştır.587 sanık için Başsavcı Nurettin Soyer tarafından 942 sayfa iddianame düzenlenmiştir. Mahkeme Kıdemli Hâkim Vural Özenirler, Üye Hâkim Ali Fahri Kayacan ve Mahkeme Başkanı Albaydan oluşmuştur. Daha sonra bu heyet davadan çekilmiş ve 5 kişilik bir heyet görevlendirilmiştir. Davanın ilk günü bütün Ülkücüler Alparslan Türkeş salona girerken ayağa kalkmış ve cezaevinde işkence olarak her saat söyletilen İstiklal Marşımızı gönüllü olarak hep bir ağızdan coşkuyla söyleyip davanın lideri salona girerken mahkeme heyetini ayağa kaldırtmışlardır.

Ali Bülent Orkan 13 Ağustos 1982 tarihinde tan yeri ağarmadan idam edilerek infaz edildi. İnfazdan önce Mamak’ta hiç konuşmayı tercih etmeyen Ali Bülent Orkan Kelime-i şehadet getiriyordu. İdam sehpasında ayakları altındaki sandalyeye kendisi vurmuştu tekmeyi. Boynundaki ipte sallanırken darağacında yönü kıbleye dönmüştü, çevirdiler başka yöne ancak tekrar kıbleye döndü yüzü, tekrar başa tarafa çevirdiler yönünü ancak Ali Bülent Orkan Kabe’ye döndürmüştü zaten yönünü. Dünyaya gülerek veda etmiş.

Bazı dönemler emri veren net belli olmasa da kraldan fazla kralcılar bazı dini gördükleri seccade, teşbih, takke vs. malzemelere karşı savaş açıyorlar, onları yasaklıyorlardı. Bunu uygulayan erat da sorsan ferdi olarak Müslüman olduğunu söyler, din dersi eğitimi aldığını, hatta babasının ya da anasını hacı olduğunu söylerler. Sanki teşbih veya takke suç işliyormuş gibi engel olunca suçu mu önleyeceğini sanırlar yoksa? Ben de kısa dönem askerliğimi yaparken acemilerden bir imam er asker vardı, akşam koğuşta “Hocam bu akşam rahmetlik babam aklıma geldi bir aşır oku da dinleyelim.” Dedim. Hoca ezberinden aşır okumaya başladı. Etrafımızda hemen bir eğitim çavuşu peyda oldu. Bolulu İsmail çavuş o aşır bitene kadar etrafımızda dolandı. Aşır bitince acemi askere niye Kur’an Okudun diye hücum etti. Ben araya girdim. Bir suçlu var ise ben okuttum. Çocuğa sataşma dedim. O sırada bir üst ranzadaki benim gibi kısa dönem asker Amasyalı Rumi ranzadan inerek İsmail Çavuşa o da müdahale eti. İsmail Çavuş, ben Kur’an Kursunda okudum burada Kur’an okuyamazsınız, diyor başka bir şey demiyordu. Ben de Kur’an okumanın bir sakıncası olmadığını ezbere abdestsiz Kur’an okunabileceğini söylüyor, eğer yasak koğuş içinse git istediğin yere şikâyet et, Kur’an-ı ben okuttum, dinen sakıncalı dersen ben de İHL mezunuyum hiçbir sakıncası yok diyerek cevaplıyordum. Ortam gerildi bizi seven acemi askerler de olaya müdahil olmak istediler yatıştırdık. Bütün eğitim çavuşları toplandı bize karşı ancak Malatyalı Mehmet gelince mevzunun koğuşta Kur’an okumak olduğunu öğrenince herkesi aldı götürdü, ortalık yatıştı. Bu arda Malatyalı Mehmet Çavuş arkadaşlarını götürürken İsmail çavuşa da fırça atıyordu. Mehmet Öztepe o cop sallayan asker için “Yok yok, o saf Anadolu gencidir, emir kuludur. “Vur!” dendi mi vurur. “Öldür!” dendi mi, öldürür… Sonra, yetkili komutanlar geriden kıs kıs güler ve sorumluluk almaz… Başı derde giren, saf Anadolulu gencim olur…” (S:138) en doğru hükmünü verir.

O kadar işkenceden geçerken ağlamayan Ahmet Bilgin, bana işkence yapıldı diye şikâyetçi olduğu davada soruşturma yapan savcının kendisini dinlemesi ve “size bu kadar işkence yapıldı mı” diye sorması üzerine duygulanarak ağlamaya başlar. Savcılıktan cezaevindeki koğuşuna gelene kadar ağladığı halde koğuşta arkadaşlarının teselli çabalarına rağmen bir müddet daha ağlar. Ve nihayet kendinden geçerek sakinleşir. Ahmet Bilgin işkenceden ağlamaz ama kendisini dinleyenlerin olması, işkence gördün mü, nerede işkence yaptılar sorularına cevap verirken dinleyen, hal ve hatırını soran bir kişinin olmasına duygulanıp ağlar. Cezaevindeyken nişanlanır, nişan yüzüğü Gali erdem tarafından kıza takılır, ancak cezaevine ulaştıramadıkları yüzüğü mahkemede vermek isterler ama izin verilmez, başka bir fedakâr bacımız riski alır ve ördüğü hırkanın içine koyarak yüzüğü cezaevine sokar, Ahmet Bilgine ulaştırılır. Ahmet Bilgin, havalandırmada yüzüğü takmış olmanın sevincinden fazlaca gökyüzüne bakmış, bunu fark eden asker de neden sen yukarı fazla bakıyorsun diye ellerine copla vurmuş ve yüzük daha ilk günden eğilmişti. En kıymetlisi eğildi diye o munis insandaki hiddeti sorma gitsin.

O cezaevi ki insanı kendine getiriyor, maneviyatını güçlendiriyor. Allah’a daha yakın olduğunu hissediyor insan. Tıpkı dağ başında dervişlik yapan insanın hali gibidir. Sabır ve sahipsiz olduğunu, yalnız olduğunu hissediyor insan. Beşerî bir sahipsizliktir… Sahibinin yalnız Allah olduğunun şuurundadır.” (S:154) Bu yalnızlık içinde bu cezaevini, bu işkence haneyi Medrese-i Yusufiye’ye çevirmişti ülkücüler. Kur’an okumayı bilmeyenler Kur’an okumayı öğrenmiş, amel eksikleri olan kazlarını eda etmiş, ramazan ayı dışında da çeşitli günlerde Oruç tutmuşlar, zikir ve tefekkür ile vakit geçirmişler, birbirlerine verdikleri seminerlerle de ilmi eksiklerini tamam etmişlerdi. Bugün Medrese-i Yusufiye’den mezun olup da bürokraside görev almış, avukat olmuş, profesör olmuş nice ülkücü bulunmaktadır.

Akıncı ve Tarikatçı olduğunu söyleyenler cezaevinde koğuşa gelince Ülkücüler ve devrimciler şu koğuşlarda kalıyor, siz hangi koğuşta kalmak istersiniz diye sorulup, kendi tercih ettiği koğuşa alınırdı. Hüsnü Aktaş da koğuşa geldiğinde Koğuş kıdemlisi Devrimci ile Koğuş Kıdemli yardımcısı Ülkücü tarafından durum izah edilip sorulduğunda Hüsnü Aktaş solcular içinde kalacağın söyleyerek tercihini yapmıştır.  Ancak Mehmet Öztepe’ye göre Hüsnü Aktaş “Bir Müslüman mürtetlerle birlikte kalıyordu. Türk İslam Ülkücülerinin İslami yaşantısını beğenmiyor, sonra da dışarı çıktıktan sonra fitne, fesatlık yapabilmek için “Mamak’ta Ülkücüler beni içlerine almadılar vs…” diye üç günlük Mamak yaşantısını kitap haline getiriyor” du. (S:161) Halbuki nice cemaat ve tarikat mensupları kalmak için Ülkücülerin koğuşlarını ve namaz kılmak içinde Ülkücü namaz cemaatini tercih ediyordu. Tıpkı Bangladeşli Müslüman tutuklu ve namaz kılan klasik CHP’li silah kaçakçısı mahkûm gibi.

Mehmet Öztepe İslam adına hareket ettiğini söyleyen ancak kendinden başka Müslüman tanımaya cemaat ve siyasi gruplar tarafından hakkı teslim edilmeyen Ülkücü Hareketi ve hareket mensuplarının yaptıkları mücadelenin önemini ve mevkiini hakkıyla tespit etmiş.  “Birlik, beraberlik ve kardeşlik bağını İslam dininden almıştık. Güneyde bir Müslüman kardeşimizin ayağına diken batmışsa, bunun acısını Doğudaki Ülkücü arkadaşım hissetmiştir. Öyle bir kardeşlik bağı vardı ki tefrikaya düşmeden, ifrat ve tefrite sapmadan Türk-İslam davasını binlerce Ülkücü müdafaa etmişti. Hangi cemaat, hangi fikir akımı ne derse desin, Allah rızasını kazanmaya talip Ülkücüler; kanıyla, nizam-ı âlem davasını savunmuştur. Geride tertemiz bir mazi bırakarak bir tarih yazmışlardır. Sahipsiz bir nesle sahip çıkmıştır Ülkücüler. Hiçbir cemaatin yapamadığını Ülkücüler yapmıştır. (Cemaatler) Ancak hazır yetişmiş bir nesil var mı, onu hemen sahiplenmişlerdir. İşte bu büyük Ülkü çınarının etrafında toplanan milyonlar gerçek kurtuluşu bu büyük çınarın altında toplanmada bulmuştur.”(S:166)Gurbette Üniversite okuyan herkes yaşamıştır. Bizimde başımızdan şöyle bir olay geçti. Üniversiteye kayıt yaptırırken yanımıza yaklaşan siyasi bir İslamcı kalacak yeriniz yoksa size yer temin edebiliriz dedi. Biz de kalacak yerimiz yok, bakalım, deyip kalmamız için söyledikleri evlerine gittik. İlahiyat son sınıf öğrencisi ağabeyleri kim olduğumuzla ilgili birkaç sual sorduktan sonra yarım saat konuşmadan bizi süzdü. Deri montum ve bıyıklarım onları ürkütüyordu. Diğerleri namaz kılıyor musun, İHL mezunu musun vs. benim dini duygu ve yaşantımı öğrenecek sorular sordular. Bizim namazımızı kıldığımızı, orucumuzu tutup ibadetlerimizi aksatmamaya çalıştığımızı öğrenince ayrıca içki, sigara kullanmadığımızıvs. de söyleyince nihayet ağabeyleri eğer kalacak yer bulamazsan burada bizim şartlarımıza uyarak kalabilirsin dedi. Tabi biz kalmadık. Rahmetli babama bunlar falan siyasi partiden benimle her gün tartışırlar, huzur vermezler ben burada kalmak istemiyorum, dedim.

Cezaevi havası, işkenceleri, yeterli beslenememe, imkânların kıtlığı, kalabalık oluşu vs. gibi olumsuz sebeplerden dolayı mahkûmları ağır ağır hasta ediyor, dert sahibi yapıyordu. Bunlardan biri de İsmail Şimşek’ti. İsmail Şimşek revire gittiğinde sarılık olduğu söylenmişti. Ancak İsmail’in karnı şişiyor göz bebekleri sararıyordu. Nihayet cezaevinde yatamaz raporu verilmişti ancak idareye raporun ulaşması da sıkıntılı olmuş, tahliyesi biraz gecikmişti. Av. Galip Erdem’in çabalarıyla rapor nihayet cezaevi idaresine ulaşmış ve İsmail Şimşek arkadaşlarıyla helalleşerek tahliye olmuştu. Belki son günlerini sivil hayatta biraz daha iyi bakılarak geçirecekti. 1985 yılı Mayıs ayında vefat ettiği tarihe kadar bir yıl hürriyetin havasını teneffüs edebilmişti.

Mahkûmlar, mahkemeye götürülüp getirilirken otobüsün camından hasret kaldıkları yeşilin tabiatın seyrine doyamazlar, Adliyenin bahçesindeki çiçeklerden demet yapmak, çam ağaçlarına dokunup yeşil yapraklarından koparmak suretiyle 4 yıllık özlemlerini gidermek isterler ancak askerden “ağaçlara dokunma lan” ve “çamlara elini sürme lan” gibi bir kaba söz ile de taciz edilip psikolojik baskıya maruz kalırlardı. Ama olsun onlar için ellerine aldıkları bir çiçek ya da bir çam ağacı dalı umut demek, yaşamak demek, gelecek demekti. Kendilerini hayata bağlıyorlardı. Eski genel başkanları Muhsin Yazıcıoğlu’da hem göz zevkini ve hem de hayata olan bağını kesmemek için her hafta bir bağ maydanoz alıp koyduğu suda bekleterek yeşil görme, yeşile bakma duygusunu kaybetmemeye çalışmıyor muydu? Birkaç gün sonra da solmadan hemen önce yeşillik, sebze yeme zevkini midesine tattırmıyor muydu? Ne gam askerin argo sözlerle bağırmış, onları bu bağırmalar yeşile dokunma zevkinden alıkoyabilir mi. “Zaman zaman mahkemeye gidip gelirken otobüsün penceresinden o güzel tabiatın yeşilliğini seyretmek yok mu!… (…) Ellerindeki copu şiddetle savurur, buna inat tutuklular yine de yeşili, yani hayata dokunarak giderdi.” (S:187) Bir şeyden yoksunluğun ne olduğunu ancak o şeylerden yoksun olanlar anlar. Hani damdan düştükten sonra durumunu anlatabilmek için dememiş mi, Nasrettin Hoca “Bana damdan düşen birini getirin” diye. Mahkeme salonuna giren kuşlar özgürlüğüne kavuşmak için salondan çıkış için çabalar, umutsuzca uçarak çıkış arar, camlara vuru kendini ama nafile bir çıkış bulamaz. Halsiz düşüp yorulunca tükenen umuduyla sessizce bir köşeye konar, daha önce salondaki herkes gibi kuşu seyreden mahkeme başkanı sıcakladığı için “kapıları, camları açın” talimatı verir. Kuş da açılan camlardan özgürlüğüne uçardı. Mehmet Öztepe öyle iyi gözlemcidir ki her şeyden kendilerinin özgürlüğüne bir yol buluyordu.

Aslında mahkemelerde yaşanan acayip olayları konu alan ve cuntacıların işkencecilerin düştükleri komik olayları işleyen senaryolar yazılıp filimler ve skeçler çekmek gerekir. Bugüne kadar cezaevlerinin dramatik halleri konuları yazıldı, çizildi. Komedi türü ile de İhtilalin, darbeciliğin, işkenceciliğin matah bir şey olmadığı, bu durumlara teşebbüs edenlerin halkın gözünde küçük düşürülerek alay konusu olacağı işlenebilir. Böylelikle bir daha darbeye teşebbüs ve işkence yapmayı toplum zihninden silmek kolaylaşacaktır.

Yıl 1986 olmuş, içerde insanlar hala tutuklu statüsünde 6 yıldır yatıyor, hal suçu sabit olmamış, cezası kesinleşmemiş olmalarına rağmen işkence görüyor, sonucunun ne olacağını bilmeden umutsuzca bekliyorlardı. Mahkeme başkanı davadan çekilmek istemiş ve gerekçe olarak da “Bu yargılamada tarafsız olamam” gibi bir mazeret ileri sürmüştü. İlk bakışta müspet yönden de düşünülerek tutukluların lehindeymiş gibi görülse de aslında tamamen tutuklular aleyhinde olacak bir beyandır bu. Ama ne gam ülke de demokrasi ve adalet var! Tutukluluk Süresinin uzaması tutuklular üzerinde olumsuz bir etki oluşturmuş, verilecek cezayı kabullenme, takdiri ilahi görme anlayışına sevk etmişti. Adil bir yargılamanı olduğu, tutuklunun savunmasını özgürce yaptığı, şahitlerin yalandan arındırıldığı, delillerin eksiksiz toplandığı, sahte delil ve şahit uydurulmadığı yerde ancak verilecek ceza takdiri ilahi sayılabilir.

Aramalarda; şeker zeytinyağı yerlere dökülür, her şey kirlenir, temiz kirli ayrılmaz çamaşırlar yerlere atılır, yataklar alt üst edilirdi. 22 Aralık 1986 tarihine ki tecrit aramasında da durum farklı değildi. Her taraf dağıtılmıştı. Yan tecritteki arkadaşı Mehmet Öztepe’ye “Ne var ne yok Mehmet, hasar çok mu?” (S:212) diye sorunca Mehmet “Kardeşim, bu kadar da olmaz ki… Her şey yerde, senin anlayacağın bir tek mandalinalar kalmış soyulmadık” (S:212) diyerek -Neredeyse mandalinaların da içine bakacaklar gizli bir şey var mı diye- mecazi manada ne kadar sıkı arama yapıldığını aramanı işkenceye döndüğünü anlatmaya çalışmıştır.

Biraz da darbecilerin teşvik ettiği ve cezaevine doldurdukları selefi dini kitaplar okuyarakfarklı İslami akımlara kapılan Ülkücülerden, ya da başına gelenlere karşı Ülkücülüğü sorumlu tutanlardan bazıları Ülkücülerden ayrılmış, farklı gruplar olarak aynı koğuşta ayrı yaşamaya başlamışlardı.

Mehmet Öztepe’nin Mamak Askeri cezaevinde karşılaştığı ülkücüler; Başta Mehmet Öztepe’nin kedisi  olmak üzere Gültekin, Namık Kemal Zeybek, Sami Bal, Şevki Köksal, ODTÜ de okuyan Ö.K., Osman Başer, Muhittin Kılıçaslan, Davut Türk, Mehmet Kara, Orhan Yalçınkaya, Yakup Odabaşı, Önder Kule, Amca dedikleri Mehmet, İsa Y, Yılma Durak, Emin Demirel, Av. Adem Erdem, Adanalı Sabri Erdem, Erzurumlu Binali Ç. Hoca, Mustafa Pehlivanoğlu, Sabri Hoca, Hasan Alemlioğlu, Bekir Bağ, Ali Bülent Orkan, Haluk Kırcı, Fikri Arıkan, Adanalı Mahmut Dayı, Davut Işık, Mehmet Irmak, Necati Gültekin, Ahmet Bilgin, Muhsin Yazıcıoğlu, D.T., Bolulu MHP yöneticisi İsmail S., Sirozdan ölen İsmail Şimşek, Hüsamettin, İstanbullu namıdiğer gaddar Davut, Özcan, Trabzonlu Oğuzhan, Murat Y., hemşerim olan şehit Hüseyin Kurumahmutoğlu, Bafralı Muzaffer, Hüseyin Yurdakul, İstanbul Davasından idam alan Mehmet Kaya, Emir Kuşdemir, Erhan, İsmet, mahir Damatlar, Mustafa Uncu, Şevket Ertaş,Cemal, Murat, Erol, İ. Cici, İsmet Karaalioğlu, İsmet dayı, Kemal Türker, Vecdet Ersoy, Caner Erdinç ve Mehmet Bal  Mehmet Öztepe’nin Mamak Zindanlarında karşılaştığı ya da ilişki kurduğu Ülkücü tutuklular.

MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında avukatlık yapan Av. Galip Erdem, Av. Kaya Alpkartal, Av. Mehmet Çelik, Av. Sırrı Erkuş, Av. Şerafettin Yılmaz, Av. İsmail Hakkı Yılmaz ve Av. Şerafettin Özdil Mehmet Öztepe’nin gördüğü avukatlardır. Adları geçen Ülkücü ağabey ve avukatları saygı ile anıyorum, Allah cümlesinden razı olsun, Ahirete intikal etmiş olanlara rahmet olsun, yaşayanlara Allah sağlık ve afiyet versin.

Mehmet Öz tepenin tespitlerine göre “800 kişilik kapasitesi bulunan Mamak Cehennem’inde 1981 yılında 1500 tutuklu, koğuşlarda üst üste istif edilerek yatırılmıştır.” (S:261) 26 Ağustos 1987 tarihinde gazetecilerin cezaevi şartlarını yerinde görmek için yaptıkları ziyarette “Bu gün kala kala 350 kişi kalmıştı.” (S:261) diyor. 1981 yılında kalan 1500 tutuklunun tamamı ülkücü değildir, karıştır barıştır politikası icabınca solcular ve ülkücüler oluşturuyordu bu 1550 kişiyi, ancak çoğunluk da solculardaydı.

1987 yılından başlayarak Mamak Askeri Cezaevindeki işkenceler son verilmesi ve cezaevi şartlarının yumuşatılıp insanca muamele görmek için açlık grevleri ve basın açıklamaları yapan Ülkücü tutuklulara aileler de dışarıdan açlık grevi ve basın açıklaması ile destek vermiş ve cezaevi yöneticileri zor da olsal isteklerini kabul ederek Ülkücü Tutuklular 1988 yılı içinde sivil Cezaevlerine nakledilmiştir.

Mehmet Öztepe sadece kendisine yapılan işkenceleri değil de sanki Mamak Askeri cezaevinin işkence tarihini yazmış. Mamak Askeri Cezaevine getiriliş ve dış kapıdan bahçeye giriş ile başlayan işkence tahliye olana kadar devam etmiş. Öyle bir işkence tarihi ki sanki günün yirmi dört saatinin her saniyesine hangi işkence yapılacak diye askeri cunta ve işkenceciler tarafından bir program uygulanmış, uygulanan bu programı yazılı hale Mehmet Öztepe getirmiştir. Sadece hangi fiilinize hangi işkence cezasının uygulanacak olduğunu kitabı okuduktan sonra unutmamak üzere öğreniyorsunuz. Çünkü işkence cezaları işkencecinin inisiyatifine kalmış, aklına estiği gibi işkence uygulamışlar, komünist olduklarını ve Ülkücü düşmanlıklarını gizlemek için bu işkence işlerini yaparken şerefli Türk Askerinin manevi kimliğini alet etmişlerdir.