H. Nihal ATSIZ: BİZ NE İSTEDİĞİMİZİ BİLİYORUZ

Ne istediğini bilmeyen yani programsız, plânsız olan insan gibi ne istediğini bilmeyen milletin de güçlükler, başarısızlıklar ve bozgunlarla karşılaşacağı muhakkaktır. Hele günümüzde milletlerin dörder veya beşer yıllık plânlarla kalkınma ve güçlenme savaşı yaptıkları bir sırada ne istediğini bilmemenin, şuurunu kaybetmekle eşit bir felâket olduğu meydandadır.

Tabiî, plân ve program derken, kalkınma derken, bunun yalnız maddî yönünü kastetmiyoruz. Ülküsüz maddecilik insanları hayvanlığa götüreceği için, kalkınmanın manevî tarafını da birlikte ele alıyoruz.

Milletimiz tarih boyunca plânlı, istekli ve ülkülü yaşamış, ülkü olarak büyük devlet, yasa düzeni ve cihan hâkimiyeti fikirlerini benimsemiştir. Yalnız Orta Asya’da yaşadığımız çağlarda Mançurya ile Hazar Denizi arasındaki bölgeyi tek yasa altında birleştirip düzen kurmak Türk’lerin değişmez amaçlarıydı. Bu sınırlarda ileri gitme ve geri kalma olsa da cihana hâkim olmak düşüncesinde hiçbir değişiklik olmazdı.

Selçuklularla birlikte Önasya’nın alınmasından sonra ise hedefler değişmiş, eski cihan hâkimiyeti ve büyük devlet düşüncesi Kızılelma adını almıştı. Osmanlı fütuhatının nasıl büyük bir devlet plânına dayandığı gittikçe daha çok gün ışığına çıkmaktadır.

Bundan ne kazandık diye sorulabilir.

Tarihin diri ve yiğit milleti olduk. Azlık olmamıza rağmen çokluklara hükmederek büyük devlet kurduk. Büyük devletin tabiî sonucu olarak büyük kültür ve medeniyetler yarattık. Yüzyıllarca, dünyanın geniş bir bölgesinde düzen kurup yasanın hâkimiyetini sağladık. Savunmaya geçtiğimiz bu geniş toprakları bir hattan bir hatta koruyarak yok olup tarihten silinmeyi önlemiş olduk. Dahası ne?

Ne kazandık diye sorunca her nesneye bir kulp takmak mümkündür. O zaman da sorulabilir: Eski Yunan medeniyeti oldu da ne oldu? Bugünkü teknik ilerlemeye Yunan felsefesinin ve sanatının ne etkisi olmuştur? İnsanlar nasıl olsa bu seviyeye ulaşacaklardı.

Fakat bu düşünce temelinden sakattır. Bir milletin bin yılda on yıl yüksek yaşaması bile bir kazanç ve övünçtür.

Günümüzde ise Türk milleti plansızlığın, ülküsüzlüğün dağınıklığı içindedir. Uygulanmakta olan beş yıllık plânlar işin yalnız maddî tarafına aittir. Kalkınma düşüncesi millî bir ülküyle mânâlandırılmadıkça kısır kalmaya mahkûmdur.

Beşer yıllık üç plânın da yüzde yüz başarı ile sonuçlandırıldığını kabul etsek bile; bu kalkınmış, İsveç seviyesine çıkmış memleketin, eğer bir millî ülküsü yoksa, geleceğine güvenle bakılabilir mi?

Zengin, kültürlü ve sağlam yapılı olduğu halde, hayatta isteği kalmamış olduğu için intihar eden insanlar gibi, gayesiz milletler de ölüme mahkûm değil midir?

Türk milletinin ülküden yoksun olduğu sık sık söylenmekte ve bunun acılığı, millî başarısızlığa uğradığımız zamanlarda daha çok duyulmaktadır. Kıbrıs konusunda, Birleşmiş Milletlerdeki son başarısızlık sırasında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in gazetelere geçen bir sözü çok ilgi çekicidir. O zaman Gürsel: ‘Yunanlılar Kıbrıs’ı, Bulgarlar Trakya’yı, Ruslar Kars’ı istiyorlar. Biz ne istediğimizi bilmiyoruz” demişti.

Buradaki “biz” zamiri şüphesiz Türkiye’nin resmî çevreleri, resmî sorumluları anlamında kullanılmıştır ve bu sorumlular cidden ne istediklerini bilmemektedir. Çünkü millî bir program yoktur. Siyaset bilgisi onlara göre “idare-i maslahat” tır. En büyük zekâ, köylü kurnazlığı ile karşısındakini kısa bir süre için aldatabilmektir. Bir tehlikeyi iki üç yıl geriye atmak bir zaferdir. Oysa ki Türkiye’de ne istediğini bilen bir zümre vardır. Bu zümre Türkçülerdir ve bütün Türklerin tek devlet halinde birleşmesini istedikleri için, yerine ve zamanına göre maceracılık, emperyalistlik, faşistlik ve kafatasçılıkla suçlanmaktadırlar.

Küçük ve zayıf Yunanistan kurulduğu günden beri Megalo İdea yani Bizans İmparatorluğunun diriltilmesi düşüncesinin ardında koşarken, dağınık ve geri Arap İran Körfezinden Atlas Denizine kadar Arap Birliği isteğinin arkasında iken, Afrika’nın eni çelimsiz devletleri kendilerine göre birer dış hedef gözetirken, geçmişin nice büyüklüklerinin mirasçısı olan Türk milleti millî bir ülkü gütmekten alıkonuyor ve bunu dış düşmanlar değil, Türk aydını olarak bilinen bir güruh yapıyor.

Bu uyuşuk güruh siyasî bir paratoner olan “yurtta barış, cihanda barış” formülünü bir hayat prensibi diye benimsemek istiyor.

Peki ama senin dışarıda gözün yok diye başkalarının da sende gözü olmayacak mı sanıyorsun budala? İşte örnekleri ortada: Sen uyuşuk uyuşuk oturduğun için, milletine dış hedef göstermediğin için başkaları seni dış hedef olarak gösteriyor ve Kıbrıs’tan sonra sıranın İmroz’a, İstanbul’a ve Ege’ye geleceğini açıkça söylemekten çekinmiyor.

Türkçüler, millî ülkünün temsilcisi olan kimselerdir. Bu türlü temsilcilikler demokratik seçimle değil, düşünceyi ileri sürmekle, onu savunmakla, uğrunda fedakârlığa, hatta belâya katlanmakla elde edilir. Bu temsilcilerin vergi kaçıran tüccarla, yalan söyleyen politikacı ile, satılık kalem sahipleriyle bir tutulmaya tahammülleri yoktur.

Türkçülere: “Milliyetçilik sizin tekelinizde mi?” diye sık sık sorulmuştur. Elbette öyledir. Herkes milliyetçi olsaydı, Türkiye bugünkü güç şartlar içinde bocalamazdı. Parti kavgaları, sınıf düşmanlıkları, kazanç ve kâr davaları tabiidir ki milliyetçilik olamaz. Bunlar bir milleti ancak batmaya götürür. Hele kelime kavramlarının alabildiğine kötüye kullanıldığı çağımızda, Türkçülük düşmanlarının “biz Türkçüler” diye yazı yazdığı, Moskova uşaklarının milliyetçilikten dem vurduğu günümüzde Türkçülük elbette küçük bir zümrenin tekelinde olacak ve Türkçülük olunca da en sarmal sonuç olarak ister istemem ırkçılığa gidilecektir. Bu ırkçılık bir takım şarlatan maskaraların ileri sürdüğü gibi kafa ölçmek, kan tahlil etmek, yedi ata saymakla ilgili değildir. Irkçılık kan ve ırka dayanmakla beraber Türklük şuurunda olmak, yabancı bir ırkın şuuruna sahip çıkmamak davasıdır.

Türkçülerin iç davası olan ırkçılık, Türkiye’nin kaderine Türklerin hakim olması, kilit noktalarında Türklerin bulunması ilkesidir. Birinci Cihan Savaşında, Osmanlı ordusundaki Arap ırkından subayların nasıl ihanet ettiğini okumak, o savaşlarda bulunanlardan dinlemek aklı başında olanlar için ebediyen unutulmayacak bir derstir. Balkan Savaşında Arnavutların, Cihan Savaşında Arapların bu topyekûn ihanetini gördükten sonra ve Arapların Türkiye den bir Hatay isteği varken Türkiye’nin yerli fellâhlarını Harp Okuluna alarak subay yetiştirmek, Mülkiyeden çıkararak vali yapmak, parti listelerinden mebus seçerek Bakanlığa getirmek doğru mudur, değil midir?

Bugün Türkiye’de bir kürtlük ve kürtçülük akımı varken ve bunlar sıkı yönetim mahkemelerine kadar götürülmüşken bunları mebus veya senatör yapmak, bunları memleketin kilit noktalarına getirmek doğru mudur?

Türkçüler, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde Türk olmayanların ihanetlerinin en büyük rol oynadığını bilmekten doğan bir şuurla devlet makinesinin başında bunlardan kimsenin bulunmamasını ister. Bir insanın sadık mı, hain mi olduğunu kestirmeye tabiî imkan yoktur. Fakat o insan Türk topraklarında iddiası olan bir cemaate mensupsa ihanet etmesi daima ihtimal içindedir. Bu sebeple onu kilit noktası getirmek, gaflet, hamakat ve ihanetten başka bir şey değildir.

Türkçülerin dış prensibi bütün Türklerin birleşmesidir. Dışarıdaki Türklerin kaderiyle ilgimizi kesmenin bize hiç bir güvenlik sağlamadığı son otuz yılın tecrübesiyle belli oldu. Irkdaşlarının yok edilmesine göz yuman bir millet zaten yok olmaya mahkûmdur ve buna layıktır. Milletleri millet yapan, uğrunda ölecekleri yüksek ilkelere bağlanmış olmalarıdır. Bugünkü kuşaklar neye, hangi ülküye, nasıl bir düşünceye bağlanmıştır?

Sağdan sola her topluluk tarafından sözde benimsenen Atatürkçülük genç kuşakları heyecanlandıracak bir ülkü müdür? Atatürkçülük denen nesne bir ilâç, bir panzehirdir. Hastalanmış veya zehirlenmiş bir ülkü değildir. Ülkü bir milleti iliklerine kadar heyecanla sarsan düşünce demektir. Uğrunda kanların ve canların harcandığı bir inançtır.

Irkçılık ve Turancılıktan katışma olan Türkçülük bu milleti heyecanla birleştirip yeniden büyük devlet durumuna getirecek ilke olduğu için yürütücü kuvvettir. Başka her düşünce, bugün piyasada olan her ilke, her inanç, her doktrin bölücü, dağıtıcı, üstelik de yabancı köklüdür.

Birleştirici, yürütücü, kalkındırıcı olan yalnız Türkçülüktür. Dışardan gelmemiş olan, millî ürün olan Türkçülük…

Bundan dolayıdır ki biz ne istediğimiz biliyoruz. Mütareke yıllarında kurtuluş yolu olarak Bolşevikliği yahut Amerikan mandasını gören soysuzlaşmış aydınlar gibi, bugün de yine Moskova veya Amerika’ya yüz döndürmüş olan soysuz aydınlarla Türkiye’nin kurtuluş davası yürütülemez. Didişmelerini yalan ve iftira kampanyasıyla yapan siyasî partilerden ise hiçbir hayır yoktur. Oy toplamak için kürt şeyhlerine yahut İmroz Rumlarına taviz vermenin bir vatan ihaneti olduğunu anlamaktan âciz aşağılıkların millet kaderinde söz sahibi olması korkunç bir felâkettir.

Atatürk’ün “Türk milleti, başına geçireceği insanların kanındaki cevheri asliye dikkat etmelidir” sözü açık anlamı ile “Türk ırkından olmayanları başına geçirme” demektir. Bu söz mücerret bir övünme veya şatafat değil, acı denemelerden doğmuş bir gerçek, yabancı soyluların getirdiği felâketlerden alınmış bir derstir. Bunu Atatürkçü geçinip de Türkçülük düşmanlığı yapanları uyarmak için hatırlatıyorum. Yoksa Atatürk bunu söylememiş olsaydı biz yine ırkçı olacaktık. Aklımız büyük olaylardan ders almayı emrettiği; tarih kendi derslerinden faydalanmayanları bağışlamadığı için ve en sonra yüzyılların gerisinden gelip bize şeref veren millî şuur ve gururumuz böyle gerektirdiği için ırkçı olacaktık.

Şeref meselesine önem vermemiş toplumların sonu kölelik ve hayvanlıktır. Çünkü şeref yalnız insanlarda olan bir duygudur.

Irkçı değil misin? Irkçılığa düşman mısın? Öyleyse sen günün birinde Athenagoras’ı Türkiye Cumhurbaşkanı görmekte sakınca bulmazsın. Belki de Batı Hıristiyan dünyasının sevgisini ve yardımını kazanırız diye düşünürsün.

Sen bir Yahudi sarrafın maliye bakanı olmasına da ses çıkarmazsın. Kendi kesesini doldurmasına ve İsrail’e transferler yapmasına rağmen bütçeyi kabartacağı için sevinç bile duyarsın. Hattâ kürt devleti kurmak için bunca Türk’ün kanına giren Şeyh Said’in torunlarından birinin başbakan veya devlet bakanı olmasına da ses çıkarmazsın.

Sen yalnız Türkçülüğe karşı, çıkar, Türk ırkçılığını yerer, Turancılığa düşmanlık edersin. Çünkü sen ya Türk ırkına yüzyıllarca kölelik etmiş bir milletin mensubu yahut da beyni işlemeyen, yobazlaşmış, okuduğunu sindirememiş bir budalasın.