EDEBİYAT ÖĞRETİMİ / Seyyid Ali Eşref

EDEBİYAT ÖĞRETİMİNDE

İSLAM İLKE VE YÖNTEMLERİ

 

 Seyyid Ali Eşref

 

 

I

Açıklama

Edebiyat, insan faaliyetinin bir biçimidir. Hiçbir insan faaliyeti özellik bakımından tarafsız değildir. Ya iyi, ya kötü ya da ikisinin karışımıdır. Hatta iyi alanı daha üstün gelir. Hiçbir insan faaliyeti tamamen iyi veya tamamen kötü değildir. Çünkü sadece Tanrı kesin olarak iyidir ve Şeytan da tamamen kötüdür. “Edebiyat yararlı mıdır?” sorusu, işte bu aşamada doğmaktadır. Eğer değilse, öğretmemeliyiz. Yararlıysa, bu durumda nasıl yararlı olduğunu öğrenmeliyiz. Bu demek oluyor ki, edebiyatın ne anlama geldiğini ve fonksiyonunun ne olduğunu somut terimlerle açıklamamız gerekiyor.

Edebiyat, insanın hayat deneyimini incelemesinden yararlanabilmek için dilin yardımıyla yarattığı yazı çeşitleridir. En belirgin özelliği romansal niteliğidir. Yazar, deneyimleriyle edindiği hayat kavramını kutsal olarak kabul ederek, kendince bir yaşam hayal yaratır. Bilim olaylara dayanır. Çünkü gerçekleri inceler ve sonuçta toplanan bilgiler bir karara varır: Bir yazar, hayatın gerçeklerini yanıtlar ve Gerçek’in sezgi ile anlaşılan sonucunu okuyuculara sunar. Bu sonuç, daima deneysel gerçeği simgeleyen hayatın bazı çekici biçimsel araçlarıyla sunulur. Böylece Gerçek, güzelliklere bezeniyor ve bizi, yazarın varoluş kavramına kadar götürüyor. Bu güzel biçim, özellik bakımından olaylara dayanmaz. Şiir, roman ve tiyatro, o şekillere göre kalıplar halinde şimdiye kadar gelişmiş en çekici biçimleridir.

II.

Bir Bilim Formu Olan Edebiyat

Edebiyat, bilimin, bir çeşididir. Bu bilim genel değil, ama gerçektir ve içtendir. Genel değildir, çünkü o sadece bir bireyin gerçeklik deneyimidir. O birey de nihayetinde bir insan olduğu için, deneyimi hiçbir zaman mükemmel olamaz. Sadece Allah tüm bilgiye sahiptir. Fakat deneyim devamlı büyüdüğü için, bu bilim de devamlı ilerliyor ve gelişiyor. Bilimin bu gelişimi, kişinin sürekli yeniden yaratılması anlamına geliyor. Çünkü herhangi bir şey hakkındaki bilgi herhangi bir şeyi hayatımızın bir parçası haline sokmakta aracıdır, insanoğlunun Tanrı, doğa ve özgür dünya ile olan ilişkisi hakkında bilinçli olması, kendi kişiliğinin farkına varmasından dolayıdır. İnsanoğlunun benliği, bu varlık içinde farklı durmaktadır. Bu benlik hakkında Allah meleklere: ”Onu yapıp rûhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın, ”demişti.(l) İşte bu, Allah’ın Âdem’e (A.S.) her şeyin ’ismini’ öğrettiği zaman insan bir anlayıştır.(2) Her şeyin ismi demek, eşyanın özü demektir. Her şeyin özü de hiçbir şeydir; ama Allah’ın yetkilerinin belirmesidir. Böylece Allah’ın tüm isimleri onun içinde yeşermiş ve Âdem de (A.S) isimleriyle ifade edilen Allah’ın sıfatlarını açıklayarak halifetullah (Tanrı’nın halifesi) olmuştu. Bu yüzden nefisin farkına varmanın en yüce biçimi bu sıfatların ve Allah’ın ispatı olan büyük Gerçek’e ilişkin öz varlıkların farkına varıştır, işte yalnızca bundan dolayı evrendeki her şeye, Tanrı’nın alâmeti (işareti) olduğu gözüyle bakılır. Fakat bu gerçeğin farkına varış, Allah’ın insanoğlunu bahsettiği yaradılıştan dolayı her birey için kolay değildir. Bir taraftan Allah insanı en güzel şekilde yaratmış(3) ve ona İlâhî bir ruh(4) vermiştir. Bir taraftan da onu dünya meseleleri içine bırakarak(S) aşağıların en aşağısı kaldıktan sonra, ona aşırı tutkuları olan bir nefis vermiştir.(6) Büyük, günahkâr güç Şeytan, insanı doğruluktan alıkoymaya çalışmasına rağmen, Allah tarafından durdurulmamıştır.(7) Bu yüzden insan, daima kendisiyle ve onu çevreleyen kuvvetlerle çekişme içindedir. Bundan dolayıdır ki, Allah’ın seçkin peygamberleri aracılığıyla (Allah’ın selâmı onların üzerlerine olsun) insanoğlunun açıkladığı doğruluk örneğine insanın içindeki ilâhi ruhla karşılık verilebilir. Aynı zamanda, bu dünyadaki geçici menfaati için kabul etmeye sevkeden içindeki ve dışındaki kötü güçlerin sahibi olan bencilliğin örneği de onun kafasında bir çatışma yaratır, işte yazarın dikkatini çeken de bu çatışmalı durumdur. O, bu çatışmanın ne kadar karmaşık olduğunun farkına varır. Hayâl, çeşitli deneyimler ve algılar arasındaki karşılıklı ilişkiyi görmesine yardıma olan, insanın içindeki yetenektir. Ayrıca algılarını sentezle birleştirir ve böylece görünüşte bölünmüş ve parçalara ayrılmış olan evrenin arkasındaki birliği görebilmesini sağlar. Bunun için insanın değişik duyuları, örneğin bir masayı gördüğünde veya sezdiğinde farklı algılar getirir. Ama o, masanın tek bir tane olduğunu düşünme yeteneğine sahiptir. Bu teklik kavramı insanın içindeki İlahî gücü fark etmesini sağlayan İlâhî birlik kavramından kaynaklanmaktadır. Şiir dilindeki imge, yaratıcı bir yetenektir. Belleğin, insanın elde ettiği deneyimler dizisi üzerine yüklediği-katı zaman ve yer birliğini kırmasına ve okuyuculara gerçeklik görüşünün ifade edildiği güzel bir fikri verebilmek amacıyla bu deneyimler dünyasının dışında, tekrar yeni bir dünya ya­ratmasına yardım eder.

Başka bir deyişle, imge ruh ve benlik arasındaki ve bundan dolayı da manevî gerçek* ile maddi varlık arasındaki ilişkiyi kuran insanın içindeki güçtür. Bu yüzden, insanın duyu algılarını, akla yatkın ifadelerini ve manevî kavrayışı yeniden bütünlemesini ve böylece değişik biçim ve renklerde kendi tekniğini sunmasını sağlar, işte bundan dolayıdır ki, imgeye tek bir neden olarak dikkat edilmelidir. Ama bir düzeydeki imge, izlenimleri sentezle birleştiren bir etken olarak iş görür. Yaratıcı düzeyde, manevi benliğin ona açıkladığı deneyiminin anlamına kulak vermezse, değerli hiçbir şeyin yaratıcısı olamaz. Bu durumda imge gücü, günlük olaylarla devamlı ilişkisi nedeniyle insan benliğinde yığılı bulunan konu dışı öğeler tarafından zarara uğramıştır. İşte yazarın kendi benliğini, temiz kılması, ayrılması ve hiç bir etkiye bağlı kalmaması gerektiği bundan dolayıdır. Fakat daha büyük bir gerçeğin yokluğuna inanma ve doğru imaları tek başına açığa vuran Tanrı’ya hiçbir kanaati olmayan bir ayrılık, kesin olarak açıklanamayacak şekiller meydana getirir. Bu düşüncenin aynısı aşağıda gösterildiği şekilde hemen hemen benzer sözlerle Ananda K. Coomaraswamy tarafından ifade edilmiştir:

“Sanatın yaptığı herhangi bir şeyin üretiminde birisi birine ve diğeri ötekine ait olmak üzere yaratıcı ve etkin özgür ve gurursuz iki güç bir arada bulunurlar; ilk bahsedilen; kusursuz, eşsiz şekil kavramından ibaret, sonrakisi de şekillendirici birkaç materyaldeki bu görülmez örneğin taklidindedir. Bütün sanatların ayırıcı özelliği şudur; biri aklın, diğeri de elin becerisidir. Yaratıcı gücün bu iki görünüşü “içimizdeki iki kişi” görüşüne benziyor. Yani bu demek oluyor ki manevî veya entellektüel benliğimiz ile duyarlı ve iradesini kullanan kimse beraber çakışıyorlar. Bir sanat eserinin tamamlanması, egonun benliğe hizmet etmek isteme derecesine veya bir örneklemeyle işçinin karşılıklı anlayışlarının ölçüsüne bağlıdır.”(8)

Dalgınlığın doğurduğu ve şefaatin açığa vurduğu Gerçek’in yansımasını almak amacıyla akıl ve beden arasındaki ruhsal benliğin arıtılması gerekiyor. Modeli karısı olduğundan, kusursuz güzelliğin hayalini çizemeyen ressam örneğini veren Coleridge’in Edebi Biyografisinde anlattığı dalgınlık düşüncesi işte budur.(9)

Yazar Tanrı’ya veya herhangi bir yüce norma inanmadığından bunun eksikliğini hisseder ye kendisine buyurması için bir norm veya bir dünya yaratmaya çalışır. Ya da gerçek hakkındaki tarafsız anlayışına bağlı kalır ne bu anlayışa evrensellik ve bütünlük rolü verir. Ona uyarak da insanın formunu bozar. Bu 20. yüzyıl yazarlarının karşı karşıya oldukları bir güçlüktür. İnsan da zamanla kısımlara ayrılıp dağılmıştır. Bazı önemli çağdaş yazarların, kavramlarını yeniden formüle edip, yeni bir çevrede insan yaradılışını saptayarak insanoğlunu tekrar bütünlemeye çalışmaları bundan dolayıdır, Ezra Pound, Years veya D.H. Lawrence da bunu yapmaya çalıştılar. Fakat zorluk, bu yazarların gizli üslubunda ve birçok ayrı kavram yaratmaya çalıştıklarını görme yetersizliklerinde yatmaktadır. Tarafsız anlayışları, her şeyi kavramaları gerektiği iddiaları tarafından bozulmuştur.(10)

Elbette şu gerçek ki, İlahî Gerçek’e olan kendi inançlarının tamamıyla farkına varmayanlar bile dinde sunulan iyi ve kötü arasındaki temel anlaşmazlığı kabullenmek şartıyla güzel edebiyat yaratabilirler. Değişik yazarların iyi eserler, vermeleri, değerlerin bu manevî çatısından dolayıdır. Bu anlayışın içten ve gerçek oluşu, yazarın çatıyı kabullenmesine bağlıdır.

Bu çatının kabulü zaten hep entellektüel veya sosyal bir alışkanlıktır. Bir yazar, bu çatının değerini duygusu yönden anlamaya ve kararlar alıp, tercihler yapması gerektiği hayatın zorluğu ve gerginliği boyunca onu kendinden bir parça yapmaya devam eder.

Böylece yazar gelişir ve ahlakı da onunla birlikte gelişmesini sürdürür. Büyük bir yazar, çeşitli imkânları, tercihleri ve nitelendirilmiş kavram ile anlayışların olanaklarını fark etme yeteneğine sahiptir. Onun için her dakika yeni bir başlangıçtır. Fakat ancak son bir hedef ve mükemmel bir çatı olduğu zaman, bu başlangıç; gelişme, başarı, büyüme ve gerçekleşme gösterir. Aksi takdirde, hiçbir yönü olmaksızın gezinir durur. İslâmiyet bize, yani insanoğluna son bir hedef vermiştir. Dahası yüce ve daha büyük hiçbir hedef akla gelmemiştir. Görüş alanındaki bir hedef ve insanın bilgi ile faaliyet bakımından kendini alıştırmasını ve ilerlemesini sağlayan ahlâkî bir yasa sayesinde, yazar yeni bir kadere ve yepyeni anlayışlara doğru ilerleyebilir.

III.

Eleştirmenin İlkeleri ve Öğretmenin Yöntemleri

Edebiyat insanların duyarlığını eğitmek için en iyi eleştiriyi sağlar. Bundan dolayı edebiyat öğretimi yazarların insanoğlucu incelemelerine ve derinden hissedilen hayat anlayışlarım ifade etmelerine yardımcı olur. Ve öğrencilerin belirli değerlerin evrensellik ve mutlakiyetini fark etmelerini sağlamada etkili bir vasıta olabilir. Bu his ve ‘gerçek’ anlayışı daima kişisel bir meseledir. Edebiyatın büyüklüğü, yazarın evrensel değere sahip birşey sunarken kişisel sınırlamalan aştığı gerçeğinde yaratmaktadır. Başka bir deyişle, onun anlayışı kesinlikle kişisel olmasına rağmen, toplumsal ve kültürel çevrenin olduğu sayılan bölgeye gitmesi için kendisini bir dine veya bir kaideye inanan biri ise, bu kaidenin veya inanan nabız boyunca duygusu ve kalpte hissedilen deneysel bir gerçek olduğunu fark etmesi gerekir. Böylece, din bir kavram haline dönüştüğünde ve şairin benliği mutlak sonsuzluğun içine daldıktan sonra yeni bir bilinç haline girdiğinde, dinî şiir de gerçek şiir olabilir. Büyük dinî şiir, işte böyle doğmuştur.

Hayatı tecrübe etmede ve bir kimsenin varoluş gerçeklerine karşı tutumunu düzeltmede dinî çatıyı bir vasıta olarak kullanmak da mümkündür. İslâmiyet Müslüman dünyasına böyle bir çatı verdiğinden, hem şu anlayış, hem de dinî olarak doğruya yönelmiş bir tutum, kolaylıkla toplumsal geçerlik bulabilir. Sorun, nedense, toplum temel dinî yolundan saptığında ortaya çıkmakta ve bu gerçekleştiğinde okuyucu bilinçsiz onayını bu çatıya kolaylıkla verememektedir. Ayrıca yazar, kendisinin ve okuyucusunun arasındaki yakınlaşmanın yetersizliğinin farkına varır ve sanatkârane bağlantı için artık bir dil bulmak amacıyla deneyimlerini incelemeye başlar. Geleneksel deneyimlerini kolaylıkla kaynak olarak kullanabilir ve ortak bir özelliği olan toplumu kuvvetlerinde bulunan sembolü kullanır. Jung, bu kuvvetleri “ilk örnekleri” olarak nitelendiriyor. Fakat toplumsal duyarlık ayrımı manevî bir bağlılık eksikliğine sebep olmaktadır. Sürekli değişen toplumsal ricadan da, bir kimsenin kültürünün ilk geleneğiyle bir çelişki içine girer. Yazar ve okuyucuyu kendi ruhunda kesinlik, güvenlik ve ölümsüzlük bulmaya teşvik eden ve yazarın derin kişisel bir ortamda fikirlerini ve görüşlerini formüle etmeye mecbur eden de bu çelişkidir. Bu Batılı yazarların sorunudur. Şimdiye kadar, her nasılsa Müslüman dünyasında güç bir sorun olmamıştır. Bizim toplumumuz hâlâ bütün bir toplum olmasına karşın din dışı güçler Müslüman dünyanın değişik kısımlarında gitgide üstünlük kazanmaktadır. Türkiye, Endonezya ve Bengladeş gibi bazı ülkelerde dindışı ve dini güçler arasındaki bölünme anlaşmazlık yaratıyor. Her müslüman ülkede Batılı seküler bir eğitim sistemine göre eğitilmiş bir grup bulunmaktadır. Bunlara rağmen, dinden alınan temel bir değerler normuyla ilişkili edebiyat öğretmek hâlâ mümkündür. Şimdi tartışacağımız, bu normu kullanma yöntemidir.

Edebî Eleştiri ve İnsanın İslâmî Kavramı

Edebiyat etkili bir şekilde ve aynı zamanda da öğrencilerin ahlâki ve manevî eğitimi bakımından bir vasıta olarak öğretmek için temel ihtiyacımız, İslâmiyet’in sağladığı ‘insan’ kavramına tamamen uygun olan edebi bir eleştiri düzenidir.

Ne kadar bilinçli olursa olsun, hiçbir yazar kendi anlayışından kurtulamaz. Ancak yazar, insanı kendi tarzıyla anlamaya çalıştığında, dini amaçlarla çelişki içine girer. Çünkü kendi anlayışı aşırı derecede kişisel ve sınırlıdır. Edebi eleştirinin iyi ve kötü anlayışa sahip olması bundan dolayıdır. Esasında böyle bir kavrama sahip olmak hiç de güç olmamıştır. Başlıca sebebi belirli değerlerin, insanın yargılanmasına uygun bir şekilde evrensel olarak tanınmasıdır. İslâmiyet her zaman evrende sadece tek din olduğunu iddia etmiştir. Bundan dolayı hep temel, evrensel bir ’iyi- kötü’ ahlak ilmi vardır. Edebiyat evvela bu dünyadaki insan hayatıyla ilgilendiği için, öğrencilerin neyin iyi edebiyat ve neyin kötü edebiyat olduğunu fark etmelerini sağlamak amacıyla edebi eleştirmenin bakması gerektiği işte bu evrensel ilimdir.

Sorun, yazar kesin olarak fikrini yazdığında ortaya çıkar. Bir yazar, insan hallerinde de açıkça gösterildiği gibi sevgi, şefkat, yardımseverlik, merhametten ve bunların di­ğer etkenlerle olan çelişkilerinden bahsettiğinde, her yaştaki insanlarla ilgili şeylerden bahsediyordur. Fakat deneyiminin temelinde bir kural formüle etmeye çalıştığında/diğer insanların fikirleriyle çatışmaya girer. O, gerçekte akıcı edebiyat diyarının ötesinde, felsefi görüşün diyarına sapar. Örnek olarak D. H. Lawrence meselesini düşünün. İnsan karakterini ve belki insan hallerini sunuşu doğal bir geçerliğe sahip. Ama sunuş tarzı duygulan canlandırma ve cinsiyetin en baskın ve en etkili rolü oynadığı yaşam düzeni için okuyucunun onayım isteyiş yöntemi, okuyucunun, dini duygularıyla onun doğru ve gerçek şeklindeki hayat yorumunu kabullenmesini güçleştirir. Onu yaptığı fazlısıyla ki­şisel olan bir konuyu genelleştirmeden başka bir şey değil­dir. Bu tarz tamamıyle yanlış değil ama nadiren çok etkilidir ve kısmi olduğu için de bir doğmadır. Ayrıca yeni teoriler ortaya atar. Bu yüzden Müslüman eleştirmenlerin, öğrencilere, böyle bir anlayışın ne kadar kısmi olduğunu vur­gulaması mantıklıdır. Bundan dolayı cinsellik hakkındaki doğma da eleştiriye uğrar. Bu tip eleştirinin bir doğmaya dönüşmesinde elbette büyük tehlike bulunmaktadır. Eleş­tiri, ancak, insan hayatıyla ve olaylarıyla ilişkili olan edebiyat çerçevesinde yapıldığında bu önlenebilir.

Başka bir örnek de, çok daha büyük bir yazardan, Shakespeare’den alabiliriz. Romeo ve Juilet oyununu ele alırsak, hemen farkederiz ki, Shakespeare iyi ve kötü arasında bir çatışkı sunar, ama aşkı hem yaratıcı hem de yıkıcı olarak sunmakla, kesinlikten uzak durmuş olur. İsterseniz iki intihardan yanı Romeo’nun zehiri içip öldüğü ve Juliet’in de kendisini öldürdüğü son sahneyi ele alalım. Sunuş tarzından belli ki duygusallığımız o an beliriyor, ama intihar etmelerine rağmen Romeo ve Juliet’i suçlamıyoruz. Aslında endişe ötesinde aşk sayesinde özgeciliğin tüm başarısını ispatlamış olduğunu anlıyoruz. Bu sevdalılar için Shakespeare’in yarattığı bu tutum din dışı mıdır? Shakespeare’in, okuyucuların ve seyircilerin akıllarında intihar ilkesi için bir hayranlık uyandırdığı gibi din dışı da davranabilirdi. Shakespeare öyle yapmaz. Diğer taraftan olayı, kontrollerinin ötesindeki kuvvetler sebebiyle iki gencin hayatının acıklı bir yıkımı şeklinde sunar. Sevginin yaratıcı ve neşe verici olması gerektiğine inanır. Aşkın iyi sonucunun önlenmesi, kahramanları, hayal kırıklığına ve talihsizliğe sürüklemiştir. Bu yüzden Shakespeare’in tasviri hayatın dini kavramıyla büyük bir uyum içindedir.

Çok ağır bir piyes olan Anthony ve Kleopetra’yı ele alsak bile, orada da Wimsatt’ın patlamaya çalıştığı şekilde Shakespeare’in esasen din-dışı olmadığını görürüz. Hem aşığı hem de sevgiliyi yüceltip öven bir şey olarak neyin yasak sevgi olduğunu sunduğu da gerçektir. Kleopetra dar bencil sınırların ötesine gittiğinde ve büyük bir aşığa dönüştüğünde bile okuyucu ne Anthony’nin, ne de Kleopetra’nın sevgilerinde hiç saflık olmadığı hissine kapılıyor. Doğru ile yanlış, görev ile sevgi arasında Hegelci bir çatışma var gibi gözükür. Arıca Shakespeare sevgiyi, Anthony ve Kleopetra’nın ruhunu yücelten ve güçlendiren bir kudret olarak değil, yıkıcı bir güç olarak tanımlıyor. Anthony’nin savaşta yenik düşmesi öyle bir tarzda anlatılıyor ki, okuyucu ve seyirci hem Anthony; hem de Kleopetra’yı ahmaklıkları için kınıyor. Sevgi için feda ettiği onurunun büyük derecede övülmeye değer bir şey olduğunu ise hiç anlamıyorlar. Doğrusu hissedilen duygu kökü bir kayıptır.

Kleopetra hiçbir yerde özgecil bir aşık olarak tanıtılmaz. Anthony’ye olan sevgisi hep bencillikle karışıktır. Bundan dolayı, Anthony ve Kelopetra’yı tartışırken, öğretmenin, iyi ve kötü arasındaki çelişkinin kaçınılmaz bir şey olduğunu göstermek amacıyla dini kaidesini arzetmesi gerekmez. Shakespeare’in bahsettiği insanlık hali, dini duygu ile uyum içindedir.

Onun için dini tutum ve duygulan altüst etmeden veya karşı çıkmadan tüm edebiyat çeşitlerini öğretmek mümkündür. Yalnız, öğretmen öğrencilere yazarın insan deneyimi sahasında ne şekilde sınırlandığını veya sınırlanmadığını, yazarının kullandığı değerlerin ne derecede gizli, kişisel ve kesin olup olmadığını göstermesi gerekir. Öğretmen, yazar ancak tabii ve normal bir gerçek anlayışının sınırlarını aştığı zaman, öğrencilerin, edebiyatın kınanabileceğini fark etmelerini sağlamada haklıdır. Bu aşırı gitme, yazarın bir felsefe ile dindar bir insanın kabul etmeyeceği bir hayat tarzını ifade etmede edebiyatı bir vasıta olarak kullandığı felsefe ve kaide alanındaki insanlık deneyimi nedeniyledir. Okuyucu, yazarın sunduğu insanlık hallerine yalnızca karşılık verebilmek için isteğiyle yazara uyup, ona olan güvensizliğini geçici olarak durdurabilir. Yazar bir felsefeyi yaymaya çalıştığında, edebiyat dışında, yani bir düşünürün görüş noktasına göre eleştirilmelidir.

Edebiyat, Ahlâk ve Din Bakımından Bağımsız mıdır?

Öğretmenin nereye kadar gidebileceği ve bu halleri sunması nedeniyle edebiyatı eleştirmek için öğretmenin kendi kaidesini kullanıp kullanamayacağı sorusu doğal olarak ortaya çıkar. Şimdi de edebiyattan tamamen ayrı bir soru bulunmaktadır. Acaba edebiyat, hayatın tüm ahlâkî ve toplumsal düzenine aykırı olduğu gözüyle bakılması gereken bir disiplin midir? Onun Gerçek anlayışı kıymeti bilinsin diye, bütün diğer gerçeklerin unutulmasını, yaşam sorununun durdurulmasını ve bütün değer yargılarına önem verilmemesini gerektirecek kadar kutsal mıdır? Belki bir kimse bu belirgin edebiyat kavramıyla aynı fikirde olmayabilir. Eğer edebiyatla bütün sosyal, ahlâkî ve manevî kurallar bakımından tüm bağımsızlık verilecek olursa, aynı bağımsızlık tabiî ve sosyal bilimlere ve gerçekte diğer bütün insan ilminin branşlarına da verilmelidir. Böylece insan ilminin her branşı, hiçbir tutarlığı ve doğaüstü hiçbir birliği olmayan bağımsız ayrı bir varlık haline gelir. Bu tutum, Batı’da olduğu gibi insan kişiliğinin ayrılıp dağılmasına sebep olur. İslâm’ın insan anlayışı ve üstün yasalarca icat edilen bütüncül bir kişilik kavramı olarak sünnet ve Kur’an-ı Kerim’de bize sunulmuştur. Üstün yasaları, mutlak değerler üzerine kurulmuş bir hayat kodu ve yasalar bütünü anlamında kullanıyorum. Bundan dolayı, bireylerin veya toplumların herhangi bir zaman aralığındaki bu değerlere ait bütün kısmî görüşleri, tam ve kusursuz sayılamaz. İnsan kültürü tamamiyle bu mutlak değerlerle bağlantılıdır, ama belirli değerler üzerindeki baskı, değişen çevreye bağlıdır. Çevredeki bu değişim, insanın, bilgisini hayata uygulamasından dolayıdır. Bu durum, “Âdem ve Havva zamanından beri süregelmektedir ve dünyanın sonuna kadar da devam edecektir. İnsanoğlu, uygarlığın gelişimi için sürekli yeni aletler üretiyor ve bunlar bireylerin ve toplumlarının sosyal çevresini değiştiriyor. Fakat temel kültürel değer değişmemiştir. Edebiyatın büyüklüğü, insanın ilk geleneklerini oluşturan mutlak gerçeklerle ilgili hayatın temel problemlerine eklemlenen çevreleri etkileme kabiliyete bağlıdır. Bir yazar, insan sorununu, daha doğrusu insanın yeni durumlarda temel değerlere bağlılık sorununu anlayabildiğinde, sonraki kuşaklara hitap edebilecek bir gerçeğin içine girmiş demektir. Aeschylus, Sophocles, Homeros, Firdevsi ve Japonya’nın piyes (no) yazarlarının, bizim yirminci yüzyılda takdir ettiğimiz ve karşılık verebildiğimiz o halleri sunmasını sağlayan, işte bu gelenektir.

Eleştirmen Olarak Öğretmen

Edebiyat öğretmeni de bir bakıma eleştirmen rolü oynamalıdır. Yazarların yüzeysel sosyal ve bireysel şartların ötesine gidebilme ve gerçeklik alanına girebilme kabiliyetine göre, eserlerin derinliğini sezmelidir. Kişisel önyargıların, gizli kaidelerin ve kısmî metafiziğin çağdaş örtülerini kaldırmalı ve insanlık hakkındaki yalın gerçeği görmelidir. Hiçbir yazar bu gerçeğe ait tam bir bilgiye sahip olamaz; bundan dolayı hiçbir eleştirmen hiç kimse için böyle bir mükemmelliği iddia edemez. Zaten bir yazar da, kaidesinin veya metafiziğinin tüm okuyucular tarafından kabul edilmesini isteyemez. Bir eleştirmen olarak öğretmen, gizli kaidelerin veya yanlış anlaşılan metafiziğin yazarın görüşüne ne kadar renk kattığını, yazarın insanlık durumuna olan hissi karşılığı ve bunun günlük adet ve geleneklerce nereye kadar idare edileceğini ve sosyo-kültürel gelişmelerle çevrilir veya çağdaş sosyo-kültürel şartlar sebebiyle garip tutum ve güçlüğü olan önemli, evrensel insan sorumları üzerinde dikkatini toplarken ne kadar başarılı olabildiğini görmelidir.

Bir Dinî Önder Olarak Öğretmen

Eleştirmeni (veya öğretmen) ancak hassas bir maneviyatı olduğunda ve gerçek insanlığın ne demek olduğunun farkına vardığında, öğretmenlik ve dini önderlik ikili rolünü başarıyla üstlenebilir. İslâm bunu, ona hayatın kurulu düzeni sayesinde öğretir. Fakat o, sadece bunu kendisine uyguladığında insani görüş açısı ve beraberindeki sorunlar bir öncelik meselesine dönüşebilir. İşte bir Müslümanın, insani sınırlamalardan, şeytanca tasvirlerden ve insanın büyüklüğünden haberdar olan o geniş hisli maneviyata sahip olması bundan dolayıdır. Öğretmen, o geniş görüşe, derin anlayışa ve Allah’ın vekili kavramındaki gibi kutsal olarak kabul edilen insanın soyluluk ve büyüklüğüne ait yüce amaca sahip olmadıkça, iyi bir eleştirmen olamaz. Ve anlama kabiliyeti edebiyatta sunulan deneyimleri inceleyecek kadar fark edici değildir.

Edebiyat hayatı, ‘bireysel yazarlarca denen en ve anlaşılan’ şeklinde tanıttığı için, ona, tamamen bağımsız veya hatta “insanlık” kelimesiyle anladığımızın dışında bir şeymiş gibi davranılamaz. Ve İslâmiyet, bize insanlığın en yüce kavramını verdiği, doruğa ulaşmamızı sağlayan hayat tarzını ve ayrıca nefsin yok olmasına neden olan bir farz gösterdiği için, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü ayırabilen temel bir yöntemimiz bulunmaktadır. Bir öğretmen bu yöntemi öğrenir ve ondan, neredeyse bilinçsiz bir şekilde onu desteklemesi beklenir. Yöntem hakkında ne kadar bilinçlenirse, kendi hakkında o kadar zamanında karar verebilir ve bu yönetim çocuklar arasında da yaygınlaştırabilir. Tanrı’nın kulu olarak ve evde, okulda, toplumda ve doğadaki bir varlık olarak insanın görevleri ve sorumlulukları hakkındaki bu yönetimi ve tahminleri Müslüman çocukların kavramları gerekmektedir. Bunlar, eleştirmene (veya öğretmene) standartlar sağlayan başlıca tahminlerdir. Bu standartlarla yazarın kendi edebiyatında gösterdiği şekilde hayata verdiği karşılığın büyüklüğünü ölçebilecektir. Ayrıca bunlar, yazarın alanını ve yegâne farklılığını ve edebiyatta kutsal olarak kabul edilen insanî durumlara tipik olarak verdiği bireysel karşılık şeklinin değerini tayin etmede ona yardımcı olacaktır.

Büyük tehlike, bu yönteme, adet haline gelmiş bir yöntem dizisiymiş gibi davranmakta ve insanın tercih hakkı ve özgürlüğünü hesaba almayarak onları her aşamada uygulamaya kalkmaktadır. İslâmiyet’in sağladığı yöntem, insanlık için en yüksek, en evrensel ve en akla uygun yöntemdir. Fakat bu yöntem, bir çeşit adet haline geldiği zaman, sadece Müslümanlara uygulanabilir bir kural olarak sınırlanmış olur. Üstelik, yerleşik gelenekler zamanla değiştiğinden, eleştirmenin uygulaması gereken şey, adet haline gelmiş kural çeşidi değil, geleneklerin büyümeye, değişmeye ve gelişmeye devam ettiği kaynaklardaki temellerdir. Tereddütlü bir sevgi, insanı yasak bir ilişkiye sürükleyebilir. Eğer buna ‘istek uyandırıcı’ denilirse, sakıncalı bir yöntem savunulmuş olacağı için yanlıştır. Ama iki kahramanın ha­fızalarında bir çelişki kaynağı olduğu söylenebilir, işte burada, yazarın tutumu, tıpkı o kuralın başlıca tahminlerini kabullenmiş bir insanın kişi gibidir.

Diğer yandan, eğer öğretmen, yeterince şıkı olmayan bir tavır takınır, hayat anlayışı İslâmi ilkelere tamamen aykırı olan bir yazara tolerans gösterirse ve öğrencilerini bir boşlukta bırakıp istedikleri gibi esere karşılık vermelerine, yahut ondan etkilenmelerine göz yumarsa ne edebiyata, ne de öğrencilere haklı muamele etmiş olacaktır. Edebiyat, fazlasıyla çekici ve hatta aldatıcı, yıpratıcı ve zararlı olabilir. Profesör Hoggart bu noktayı Uses of Literacy (Edebiyatın Yararları) adlı kitabında çok güzel biçimde kanıtlamıştır. Edebiyat, bir propaganda makinesi olarak kullanılabilir. Öğretmen öğrencilerin duyarlığına öyle bir tarzda muamele etmeli ki, bu tür propagandaya yenilmesinler, fakat ayrıca insan durumunun içtenliğinin değerini daima bilsinler. Örneğin tipik bir komünist yazar, zengin bir adamı veya bir kapitalisti her zaman kötü bir kişi olarak görür. Bu demek oluyor ki o, onun tasarladığı ve birçok toplumda aynı şekilde bulunmayan bir tipi simgelemektedir. Bir insan, ne zaman belli bir insan problemi doğsa, günden güne değişen bir tarza, bilinçsizce başvurur. Onun insanlığı, kapitalizmden veya sosyalizmden daha üstündür. İslâmiyet, işte o insanî yöntemin üzerinde durmaktadır..

Edebiyatın Müfredat Programına Seçilmesi

Öğretmenin böylece yasal yollarla açığa vurabileceği düşünce, tıpkı insanın yaptıklarının sorumluluğunu kabullenen ve aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’de ‘Şeytan’ın ve nefsin kuvvetleri’ diye belirtilen, çalışırken karşılaştığımız çeşitli kuvvetlerin farkına varan bir kişininkine benzer. Öğretmen, ancak o düşüncesi açığa vurduğunda, standart edebî eserleri seçip insan hayatının karışık durumuyla ilgili güdüleri inceleyebilir. Bu karışık durum, çağdaş psikologlar ve sosyologlar tarafından farklı olarak yorumlanmıştır. Ama bazı zamanlarda insan, kontrol ötesi dış ve iç kuvvetlere hemen hemen tamamiyle bağlı bırakılıyor. İnsanın, imkânları içerisinde Gerçek’e ulaşabilecek yetenekte olduğunu belirten İslâm kuramının, büyüklüğü ve doğallığı burda yatmaktadır. Çünkü Tanrı, insanı yaratıp ona ruhundan üflemiştir. Fakat aynı zamanda onu, Gerçek’in yolundan saptıran güçlerle başbaşa bırakmıştır. Bu sebeple edebiyat, bireysel bir yazarın insan hakkındaki bu gerçeğe ait çeşitli anlayışları şeklinde öğretilmelidir. O anlayışı yaygınlaştırmak, hep yazarın girişimi olmasına rağmen, bu açıkça kısmi ve bireyseldir. Ahlaki anlayışların bu farklılığı sebebiyle, hiçbir yazarın hayattaki her şey hakkında tam gerçeği bulamamış olduğunu, öğretmenin kabullenmesi gerekir. Bundan dolayı, bir sınıf öğrencinin çalışacağı ders kitaplarının seçimi değişmelidir. Fakat bununla beraber öğretmen, değişik anlayış tipleri ve değişik hayat görüşü çeşitlerini simgeleyen birkaç standart eserin üzerinde dikkatini toplamalıdır. Eski ve yeni edebiyatta ve hatta büyük edebiyattaki ahlaki yetersizlikleri gösterebilmeli ve İslâmi görüş noktasından tüm büyük edebiyat ve sanatın sugötürmezcesine mükemmel ve insancı olduğunu savunan bir tavır takınmamalıdır. Buna olarak, insan bireyinin değişik görülüşlerini farklı yazarların ne şekilde yorumladığını açıklamalıdır. Bu ifade elbette insanın daima aynı özü taşıdığını kabul eder, ama hayat yolundaki sosyal ve ayrıntılı farklar sebebiyle, insan tarihinin farklı dönemlerinde insan kişiliğinin değişik görünüşleri kendini göstermiştir. Öğretmen müfredat programını düzenlerken, bu yüzden, yalnızca çağdaş eleştirmenlerin yargılarıyla yetinmemelidir. Edebiyatın tam gelişimi hakkında ayrıntılı bir görüşe sahip olacak kadar çok yönlü olmalıdır. Öğrencilerin, edebiyatın çeşitlilik ve derinliğini tanımalarını sağlamak amacıyla, hem şaheserleri, hem de önemli dönemlerin eserlerini seçmelidir.

Sınıf çalışması için edebi yapıtların seçiminde dikkat edilmesi gereken diğer önemli bir ilke de etkilerin değişkenliğidir. Bu etkilerin her biri tamamiyle ahlaki bir ilkeyle bağlantılıdır. Aristo’nun acıma ve dehşetin trajik etkisi hakkındaki analizini okuduğumuzda konu daha da iyi anlaşılıyor. Bu etkileri ve yazarın sunduğu karakter tipleri ve tipleri, bunların insan halleriyle olan bağıntısını analiz etmekle öğretmen, öğrencilerin sadece sanatsal duyarlığını değil, aynı zamanda ahlâki duyarlığını da eğitebilir. Bu tabiî ki edebî etkinin, ahlâkî etkinin aynısı olduğu anlamına gelmez, ama kesinlikle ahlâkî yargıların edebî yargılarımıza girdiğini belirtmektedir. Bu yüzden, Kral Lear, gibi bir oyundaki olay ve durumların yarattığı trajik duygulara karşılık verirken, kendi ahlâkî yargılarımızı ortaya atarız. Çünkü Kral Lear ıstırap ve derdine olan değerlendirmemiz bütünüyle Goneril ve Regan’ın tavır ve davranışlarını kınamamızla bağlantılıdır. Harold Pinter’inkilerdeki gibi oyunlarda şaşkınlık ye ahlâkî sonuç eksikliklerine baktığımızda bile, tahminlerimiz insan olarak temel eğitimimizden kaynaklanan ahlâkî tahminlerdir. Karışıklık ve amaçtan sapma görürsek, bunların hayatın istenmeyen öğeleri olduğunu anlarız. Böylece, bu tip modern edebiyatın bizlere sunduğu amacın saptırılması hakkında öğretmenin öğrencileri bilinçlendirmesi beklenir. Onlara düşük kaliteli edebiyat sunulsa bile, öğretmen onun düşük kalitede oluşunun sebebini belirtmelidir. Böylece, yine burada, edebiyat seçimi ve öğretim yönteminin ikisi de bütünüyle hayatın ahlâkî çatısıyla bağlantılıdır.

İslam’ın Bilinmesi Gereken Şartları ve Değer Yargıları

Edebiyat yapıtları, incelemek için kendi kendilerine ahlâkî bir çatı belirleyemez. Ahlâkî görüş noktasından iddia edilecek tek bağımsızlık, yazarın kendisi için iddia edebileceği bağımsızlıktır. Yazar, her yazarın hayat görüşü yekparedir’ demekle, içinde bulunduğu hayat gözardı edemez. Bu sebeple bağımsızlığı, kişisel bir Gerçek kavramı iddiasında ve bu kavramı edebiyat sayesinde sunma tarzında yatmaktadır. Bu anlayış bütün değil, kısmîdir, fakat anlayışla karşılamak amacıyla kendi kişisel yargılarımızı geçici olarak durdurabilmeli ve yazarın o sanat yapıtında yarattığı dünyada bulunanlarla kendimizi bir tutabilmeliyiz. Ama bizim bu belirli anlayışımız, Tanrı’nın öğrettiği kavramlardaki sözgelimi toplam hayat görüşüne bağlanarak yargılanmalıdır.

Dindar bir kişi olarak bir Müslüman, dinsel bilgi hariç her çeşit bilginin kısmî kaldığına inanır. D.H. Lawrence, Conrad, W.B. Yeats veya Maxim Gorki gibi yazarlara karşı ne kadar sempatik olursa olsun, onların ahlâkî çatılarının bireysel yargının ötesinde olduğunu kabullenmez. Aynı zamanda buluşlarının son derece büyük, reddedilemez ve kesinlikle kabul edilebilir olduğunu düşünemez. Yapabileceği tek şey, yazarın insan yaradılışı, insan motifleri ve insanî davranışların çeşitliliği hakkında sunduğu gerçek için yazara kredi vermektir. Öğretmenin, öğrencileri bir yazardan veya bir başkasından etkilenmelerini önlemek amacıyla uyabileceği en iyi yöntem, herbiri birbirinden farklı olan değişik yazarların eserlerini onlara okutmaktır. O zaman öğretmen ve öğrenciler değişik yazarların ahlâkî çatılarını nesnel olarak inceleyebilir ve yargı ile anlayışlarının ne kadar çelişkili olduğunu görür. Bunun yanında, anlayışların çeşitliliğine rağmen, bu yazarların çeşitli durumlardaki insan hakkında gerçekçi fikirleri nasıl sunabildiklerini bulmaya çalışıyorlarsa, öğrenciler için bu oldukça öğretici bir inceleme olacaktır.

Eğer bu karşılaştırmalı yöntem izlenirse, o zaman edebiyat, insan motivasyon ve duygusunu anlama ve değerini bilmede bir vasıta olarak kullanılabilir. Daha sonra öğret­men dikkatini karakter kavramında toplayıp insan motivasyonlarının karışıklığı yüzünden meydana gelen insan yaşamının karışıklıklarını belirtebilir. Öğrenciler de ayrıca, farklı karmaşıklık düzeylerindeki karakterleri inceleyebilir. Eğer öğretmen her yazarın sunduğu tek ve orjinal hayat yorumunu öğrencilerin anlamasını isterse, bu inceleme kesinlikle taraf tutmadan yapılmalıdır. Öğrenciler karşılaştırmalı yöntem sayesinde hem değişkenliği anlayacaklar, hem de yazının kalitesini, alanını ve kavram derinliğini sınayacaklardır. Yazarların sunduğu çeşitli karakterlerin incelenmesiyle öğretmen, öğrencileri, insan yaradılışını anlarken çekilen zorluklardan haberdar edebilir. Aynı şey, yazarların sunduğu insanı durumların incelenmesinde de söz konusudur. Öğretmen insanî sorunların evrenselliğini belirtmede ve bu meselelerdeki sezilerin akla yatkın sebeplerinin daha derinlere inilmesinde öğrencilere yardımcı olabilir. Edebiyat, insanî sorunların ve dürtülerin olduğu belirli bir örnek birikimidir. İşte bu yüzden öğrenciler, hem insanların karşılaştığı ahlâkî çıkmazları, hem de farklı ülkeler ve dönemlerde bu çıkmazların kapsadığı belirli insanî sorunları tanıyabilirler.

Edebiyat ve Tipler

Edebiyat, ahlâkî ve dinî konuların işlendiği bir öğreti şeklinde sunulmamalıdır. Edebiyat, ahlâk ilminin veya dinin yerini asla alamaz. Konularını zevkli hâle getirmesi edebiyatın önemli işlevlerinden biridir. İşlenen konunun içeriği çok trajik olsa bile, çekiciliğini kaybetmemelidir. Gerçek olayların şiddetliliği ancak o zaman ortaya çıkar. Böylece edebiyat dediğimiz bilim ortaya çıkar. Kant, edebiyatın yarattığı hislerin üzerinde çalışır ve okuyucunun hislerinin özellik bakımından gerçekliğe değil, bilinçsizliğe sürükleyen bir estetiğe sahip olduğunu anlar. Othello, Desdemona’yı öldürürken bu cinayeti önlemek için kimse sahneye koşup onu durdurmaz. Oysa arkadaşlarımızdan biri gerçek hayatta yapılmaması gerekeni yaparken, onun ne kadar yanlış ve aptalca davrandığını biliriz.

Edebiyatı anlamaya başladığımızda, hislerimiz ahlâkî kuvvetten ayrılsa da, ahlâkî kavram ve duygulardan ayrılmaz. Aldığımız zevk, bu tip insan durumlarına olan anlayışımızdan ve bu durumu artistik bir yolla sunmamızdan doğar. Bütün bunlara dayanarak, bir öğretmenin öğrencilerinin bu konuyu fark etmelerinde yardımcı olması ve onların edebiyatta sunulan davranışlarda duygusal karar vermelerini önlemesi gereklidir. İslam’ın yerdiği hayat anlayışı, öğrencilere yazarın ne ölçüde sınırlandırıldığını gösterirken, insan bilincinin sınırlarını fark etmelerini de sağlar. Fakat sıradan duyguların tipik olarak estetik hislere dönüşmesi okuyucuyu, hisleri, dürtüleri ve insan hallerini farketmesini sağlayacak olan bir ayrılığa sürükler. Öğretmenin hayat anlayışını hesaba katmasına, yazarın sunduğu ahlâkî çatının değerini bilmesine ve ayrıca yazarın ahlaki bireysel çatısını tartmasına rağmen, öğrencilerin hislerini olgunlaştırması gerekir. Böylece bir sanat eserinden kaynaklanan hisleri doğru olarak ve layıkiyle fark edebilirler. Bu yüzden öğretmenin görevi, tüm ahlâkî çözümsel sorunları peşin olarak halletmek değildir. Ahlâkî duyularda mümkün zıtlıklar sağlayacak eserlerin bir seçimini yapmalı ve belirttikleri duyular hakkında serbest ve açık tartışmalar düzenlemelidir. Öğretmenin kendi ahlâkî yargısı ve tahsili bu tartışmaları kesinlikle etkileyecektir.

IV

Sonuç ve Tavsiyeler

Edebiyatı etkili bir şekilde öğretebilmek için ilk ihtiyaç, edebiyatın bilim düzenindeki yerini saptamaktır. Bu demek oluyor ki, İslâmî görüş noktasına göre bilimin düzeni sınıflandırılmalıdır.

Diğer önemli bir neden de, iyi edebiyat ve dinî kavram değerleri arasında bölünmez bir ilişki kurabilecek, ama bunun yanında da edebiyatın o değerler çatısının içindeki bağımsızlığını sağlayabilecek okur-yazarlık eleştirisi üzerine mükemmel bir ekolün olmasıdır. Bu da önceden belirtilen değerlerin tam bir düzeni, insan bireyinin farklı görünümleri ve insanoğlunun kapsayıcı bir hayat düzeni içerisinde yasal surette yerine getirebileceği farklı görevler arasında bir ilişki kurmak demektir.

Bu sebepten dolayı öğretmenler mükemmel bir şekilde eğitilmelidirler. Uyumlu olmalılar ve ahlâkî duyulan dinî görüş noktasına göre lâyıkiyle gelişmiş olmalıdır. Böylece hayatlarının ahlâkî çatısında kendilerine hakim olabilirler. Bununla edebiyatta canlanan hislere karşılık vermeye hazır bir öze sahip olmalıdırlar. Bir öğretmen ayırıcı edebiyatın estetik güzelliğe sahip düzenlerinde de çok tecrübeli olmalıdır. Tüm temel edebî geleneklerdeki şekiller, kurallar, düzenler, efsaneler, mecazlar ve sembollerde olduğu gibi. Amaç, çözümleme ve anlayışlar için öğrencilere uygun aletler vermektir. Ayrıca öğretmen edebiyatta kullanılan dili düzgün olarak bilmeli ki, kavramların imalarını kelimelerin, deyimlerin, cümlelerin veya başka suretle de dilin dış görünüşünün arkasındaki yaratıcı aklın kusursuzluğunu anlayabilsin. Böylece aklın düzeni ve yazarın derin yaratıcılığını inceleyebilir ve ayırt edebilir. O zaman öğrencilerinin akıllarını yönlendirmesi ve çalıştıkları eserlerde belirtilen hayat kavramının derinliğini nasıl ölçülebileceklerini öğretmesi mümkün olacaktır.

Öğrencilerin kötü edebiyat okumalarını ve dinî değerlerin düzeninden kopan ve hızla laikleşen çağdaş hayattan etkilenmelerini önlemek mümkün değildir. Bu sebepten dolayı, ayrıntılı çalışma için müfredat programına sadece klasik diye bilinen o eserleri katmak gereklidir. Çünkü onlar derin ve geniş bir insanlık anlayışına sahiptirler. Ayrıca yazarın betimlediği derin ahlâkî hayat çatısı da bir başka sebeptir. Bununla birlikte öğretmen, bu tip eserleri aşağı kalitede olanlarla karşılaştırıp aradaki farkı bulmalıdır. Böylece öğrencilerin farkı görmelerini ve iyi ile kötü edebiyatı ayırt edebilmelerini sağlayabilir.

Mükemmel edebiyat, insanın din ve edebiyattan öğrendiği evrensel hayat değerlerini destekleyip tanıtan yaratıcı çalışma çeşididir. Edebiyat, o kadar doğal ve mantıklıdır ki, tüm yaşlarda ve ülkelerdeki insanlarca beğenilmiş ve kabul edilmiştir. Bireysel anlayıştaki farklar, kalite alan ve bireysel gerçek anlayışlarındaki farklara uygundur. Bu anlayışlara mantık, tartışma veya mantıklı görüş sayesinde değil, insanın kendi kişiliğine ve derin benliğine olan bir çekicilik sayesinde varılmıştır. Öğretmenlerin bu edebî duyarlığı etkili ve güçlü bir hale getirmesi gerekir. Böylece bir öğrencinin kendi iç dünyası hayatın kötülüklerine karşı bir set olur.

Yukarıdaki ifadeler, ‘öğretmen kendisini öğrencilere her ne şekilde olursa olsun zorla kabul ettirmeli ve değerlendirme ile yargılarında onları etkilemeli’ anlamına gelmez. Aksine, kendi bağıntılarından tamamiyle uzaklaşmaksızın, onları yazarın görüş noktasını hayat görüşünü ve ahlâkî derinliğini görebilecek kadar bağımsız olabilmeleri yolunda eğitmelidir. Başka bir deyişle edebî duyarlık, yazarın sunduğu hayat üstünlüğünü okuyucunun görebilmesini sağlamak için yeterince estetik olmalıdır. Bu sebeple öğrenciler, fikirlerini genişleşmesini, belirli bir sanat eserinin doğurduğu alışılmamış veya özel hisleri takdir etmesini öğrenmelidirler. Bunun yanında da, bu bağlantısızlık, öğrencilerde bir tarafsızlık duygusu yaratmamalıdır. Çünkü kendi dinî çelişkilerini akılda tutabilmelidirler ki, çeşitli yazarların farklı görüş noktalarını kavradıktan sonra onları karşılaştırıp farkları görebilsinler ve değerlerini anlayabilsinler.

Yukarıdaki tartışmalardan da anlaşıldığı gibi, edebî duyarlık ahlâkî eğitime bağlı olmalıdır. Bir öğrenci gerçek bir Müslüman olarak büyümediği sürece, estetik eğitimini ahlâkla bağdaştıramayacaktır. Estetik eğitim kelimesiyle, güzeli ve onun sanatlardaki anlamını tamamen kavrama ve lâyıkıyla sezme yeteneğinin gelişmesi denmek isteniyorsa, o zaman ahlâkî eğitimle birbirlerini tamamlamaları gerekir. Böylece iyi ve güzel arasındaki bağıntı hissedilip takdir edilebilir. Bu ancak güzelin, Allah’ın bir sıfatı olan güzellik ilkesinin bir görünümü olduğu anlaşıldığı zaman mümkündür. İşte o zaman güzellik ve ahlâk ortak bir hayat çatısında bütünleşmiş olur. Estetik yargılarındaki değişmeler, farklı dönemlerdeki insan kişiliğinin farklı görünüşleri üzerinde durulmuş farklı noktaların sonuçlarıdır. Önemli, vurgulayan ve tarihî şartlardaki değişmelerle denktir. Aksi takdirde insan her zaman ve her yerde aynı varlıktır.

Estetik eğitiminin müslüman kişiliğinden bir parça olabilmesi için, manevi, mantıklı ve estetik kavramlar arasında bir denge bulmak gereklidir. Bu denge ancak Gerçek’in ve Güzel’in sadece Allah’ın sıfatları olduğunu anlamakla sağlanabilir. Gerçek ve Güzel, Allah’ın sıfatlan olduğu için ve bu mükemmel evren Allah’ın üstünlük ve güçlerinin görünüşü olduğundan, Güzellik’in ve Gerçek’in yazarın sanatındaki yansıması, hayattaki güzelin yansımasıdır. Böylece estetik ilmi sanatlardaki güzelin öğretimini, ahlak öğretimine bağlıyor. Bu yüzden her öğretmenin hayat değerlerinde sabit bir yer edinmesi gerekir ki, kendisi de Allah’ın gerçek bir kulu olarak yetişebilsin. İşte o zaman gençler maneviyat ve mükemmellikte yükselebilir. Ayrıca maddeciliğin yarattığı kötülükler ve sözde insanlık çıkarlarına ait sınırlama üzerine onlarda bir nefret duygusu uyandırılabilir.

Edebiyat öğretiminin yukarıdaki amaç ve hedeflerine ulaşılması için, hem dil hem de edebiyat kursları açmak gerekir. Böylece öğrencilerin yetişmesi ve estetik duyarlığının eğitimi, geniş, dinî bir hayat düzenine sokulup bütünleştirilebilir. Aynı zamanda öğrenci bağımsızlığını seven ve bireysel gerçeklik kavramının kaidelere yüklenmesiyle korkutulmamış bir kişi olarak yetişmelidir. Edebiyat çok güçlü bir silâh olduğundan okul hayatının en başında edebiyat, tarih ve diğer sosyal ilimlerin tam bir kurs programı oluşturulmalıdır. Böylece öğrenci okuduğu materyallerle ve eğitimde izlenilen yöntem sayesinde geniş bir hayat görüşüne varır. Bu tip birleşik bir kursun programı, ayrıntılı olarak incelenerek dikkatle hazırlanmalıdır.

NOTLAR

  1. Kur’an-ı Kerim, XV, 29
  2. Kur’an-ı Kerim, II, 31
  3. Kur’an-ı Kerim, XCV, 4
  4. Kur’an-ı Kerim, XII, 53
  5. İnsan maneviyatının üç safhalık gelişimi Kur’an’da açıklanmıştır, maneviyatın en aşağı sahasına ’nefs-i emmâre’ denir. Bu safhada maneviyat veya akıl, arzu ve ihtiraslarla kontrol edilir ve şeytana yöneliktir. Ve eğer kontrol altına alınmazsa, insanı ahlâkî ve manevî zarara uğratacaktır. İkinci safhaya ’nefs-i levvâme (Kur’an, LXXV;2) adı verilir, insan hep iyi ve fena arasında bir çelişki içindedir. Bu safhada pek sık olarak ‘zihin’ kendisini manevi üstünlükten kurtarır ve manevî istek ile aşağı nefsin istekleri arasında bir çelişki yaratır. Fakat şeytanın varlığını bilmesinden dolayı, nefsi kendini tövbe ve Tanrı’nın merhameti sayesinde korur. Üçüncü safha ’nefs-i mütmainne’dir. (Kur’an LXXXIX; 27) Zihnin, ruh üstünlüğünü istekle ve sevinçle kabullendiği arınmış nefistir. İnsanın benliği tüm ihtiras ve arzulan kontrol altında tutar. İşte o zaman insan, kendisiyle ve başkalarıyla barış içinde olabilir. Hayata ve ölüme az ve sevinç duyarak çok yönlülükle bakabilir. Gazzâli İhyau ’Ulümu’d-Din ve Kimyayı-Saâdet adlı eserlerinde bu safhaları psikolojik görüş açısından açık ve detaylı bir şekilde tartışır. İslâmiyet ilk insandan bu yana sadece bir tek din olduğuna inanır ve sonuçta insanın aynı temel kavramı sonraki dallanıp budaklanmalara, ilâvelere ve değişmelere rağmen, farklı kültür ve medeniyetlerde sürdürdüğünü söyler. Böylece çeşitli kültürlere giren sürekli ve en eski bir gelenek bulunmaktadır.
  6. Kur’an, XCV; 5.
  7. Kuran, XV, 31-44. Şeytanın tamamen bağlanmış inananlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktur, ama başkalarını doğru yoldan saptırabilir. Şeytan şöyle der; “Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; hâlis kıldığın kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım.” (Kur’an XV; 39).
  8. “Athena and Hephaistan’, Doğu sanatı Hint toplumu gazetesi. –
  9. Bölüm XV.
  10. Bu üç yazarın en ağır iddianamesi, T.S.Elliot tarafından Tuhaf Tanrıların Arkasından’da yazılmıştır.

______________________________________

Seyyid Ali Eşref

1925 yılında Bengal’de doğdu. İngilizce olarak Dalka’da ve Cambridge Üniveritesn’riâe öğrenim gördü. Mekke’de Dünya İslami Eğitim Merkezi’nde genel müdür ve‘Suudi Arabistan’ın Cid­de şehrindeki Kral Abdülaziz Üniversitesi’nde de İngilizce Profe­sörü oldu. 1974-1977 yıllarında, Mekke’de Kral Abdülaziz Üniver­sitesi’nde İngilizce bölüm Başkanı ve Profesörüydü. 1973-1974’te Cambridge’de Clare Hall’a resmi ziyarette bulundu. Karaçi Üniversitesi’nin İngilizce Bölümü’nde 1956-65 yıllarında okutman ve başkan, 1965-70 yıllarında ise profesör ve bakan olarak görev yap­tı. Rajschahi Üniversitesi’nde 1954-56 arasında İngilizce Bölümü’nde okutmanlık ve başkanlık yaptı. Ayrıca 1971 yazında Harvard Üniversitesi’nde ve 1974 yazında da Kanada’nın New Bronswick Üniversitesi’nde ders veren gezici bir profesör oldu. Yayım­lanmış İngilizce eserleri şunları içermektedir: Pakistanlı Gözüyle T.S. Eliot; Yeni Armoni (İngilizce Pakistan şiirlerinin bir antoloji­si); Bengal Edebiyatının Yeni Bir İncelemesi (1971-1973); Kavya Parichay (Batı ve Doğu şiirlerinin Karşılaştırmalı bir incelemesi); Bengal Edebiyatında Müslüman Geleneği; Kavya-Sankalan (Bir giriş ile birlikte Gulam Mustafa’nın şiirlerinin bir baskısı); Bengal şiirlerinden oluşan iki kitap, Chaitra Jakhan ve Visangaki.