+++Dr. Hayati BİCE: Mankurt-laş-tırıla-mayanlardan mısınız?

Vefatının Yıldönümünde Cengiz Aytmatov’u
(12 Aralık 1928 – 10 Haziran 2008) Rahmetle Anarken…

Mankurt-laş-tırıla-mayanlardan mısınız?

Mankurt-laş-tırıla-mayanlardan mısınız? 

Dr. Hayati BİCE

İlk kez yirmi yıl kadar önce ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanında* gördüğüm “mankurt” terimi ve yazarın bu terim bağlamında anlattığı “Nayman Ana Destanı” -eserin bütün okurlarını etkilediği gibi- beni de büyülemişti. Aytmatov’un Türk okurları tarafından yaygınlıkla tanınmasında en büyük paya sahip olan bu muhteşem kitabını -sanıyorum sırf bu destanın cazibesi ile- birkaç kez okudum.

Doğrusu -ilk zamanlar- “mankurt” tabirinin Aytmatov tarafından “üretildiğini” düşünmüştüm. Ancak daha sonra “mankurt” deyiminden türetilen “mankurtlaştırma” (mankurtisation), “mankurtçuluk” (mankurtizm) terimlerinin de hızla literatüre girdiğini fark edince bu terimlerin işaret ettiği olgunun ‘tarihi kökleri bulunması gerektiği’ ilhamı ile konuyu araştırma çabasına girdim.

Literatürde Mankurt [1] terimi yaygın olarak “Cengiz Aytmatov’un “Yüzyıldan Daha Uzun Gün” romanında popülarize ettiği bir Türk efsanesinden gelen bir terim” olarak tanımlanarak kullanılıyor. Mankurt teriminden türetilen “mankurtlaştırma” anlamındaki mankurtizasyon(=mankurtisation [2] ve “mankurtçuluk” anlamındaki mankurtizm (=mankurtism) [3] terimlerine de literatürde sıklıkla rastlanmaktadır.

Baltık Gençlerinin İsyan Uranı : “Bizler Mankurt Değiliz !..”

Bu araştırmalarımda beni çok şaşırtan şeyler ile de karşılaştım: Mesela: 1990’ların başında Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliği’nden ayrılmak için meydanlara dökülen Baltıklı gençler “Bizler Mankurt Değiliz” pankartları da açmışlardı milli bayrakları yanında… Belorusya’dan A.B.D.’ye göç eden hızlı bir siyonist -muhtemelen Aytmatov’un Rusçasından okuduğu romanın tesiri ile- kalem aldığı “Jewish Mankurts” adlı makalesinde [4] bazı Yahudileri “mankurt”lukla suçluyordu.

Nihayet Türk tarihindeki “mankurt” söylencesinin “Gün Uzar Yüzyıl Olur”da nasıl ete-kemiğe büründüğünün menkıbesini ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov ile Kazak şairi Muhtar Şahanov’un derin sohbetlerinden oluşan Kuz Başındaki Avcının Çığlığı adlı eserin Banu Muhyaeva tarafından yapılan çevirinde -epeyce bir süre sonra- buldum. [5]

“Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” adlı kitabın “Yüzyılların Gölgesindeki Suç” alt başlıklı kısmında Aytmatov, “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı ünlü romanı ile dünya literatürüne kazandırdığı “mankurt” kavramını işlerken tarihi köklerden nasıl yararlandığına ışık tutmaktadır. Böylelikle “Ah, insanın aklını, düşüncesini çekip almayı hangi kara yürek keşfetmiş?” sorusunu yine kendi yanıtlayan Aytmatov bir anlamda da “mankurt” teriminin Türk tarihinin uzak asırlardaki köklerini açığa çıkartmaktadır.

“Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı romanındaki müthiş kurgulamayı nasıl plandığı konusunu Aytmatov’a “Romanın karmaşık ve çok çarpıcı olayları, düşüncelerinizde ne zaman uyandı? Mankurtluk ve Baykonur uzay üssünü, yani tek adamın ve tüm dünyanın problemini nasıl birbiriyle ilişkilendirdiniz?” sorusunu yönelterek soran Şahanov şu cevabı alır:

“Yazar, yazmasa da yazmaktadır.” diye hoş bir aforizma vardır. Önüne kağıtları açıp, eline kalem alarak yazacağı eserin konusunu belirlemekle; eğer buna ruh hazırlığı yoksa, büyük saray yapmayı istemesine rağmen gereçlerini hazırlamamış mimar gibi boşuna vakit öldürür. Bulunan konuda sağlam düşünceyi alıp çıkmak için gönül deposunu kurcalayacak. Çocukluk anıları, gördükleri, düşünceye düğümledikleri, yaşadığı türlü olaylar ve yüzleşmeler seçilip bir düzene sokularak, eserin temelini oluşturur.

Bir seyahatimde trenle Kazakistan üzerinden Moskova’ya gidiyordum. Kızılorda ilinden geçerken, radyo; Baykonur’dan bir uzay gemisinin fırlatıldığını haber verdi. Trenin penceresinden güneşin kavurduğu bozkıra bakarak derin düşüncelere kapıldım. “Gün Uzar Yüzyıl Olur” romanını yazmak fikri o anda aklıma gelmişti. Gençliğimizde duyduğumuz mankurtluk hikayesi, hayalimde yeniden ışıklandı. Geçmiş zamanlarda kara güç sahibi, insanın başını deriden çembere alıp aklını-fikrini söndürmüş. Birbirine karşı ideolojilerini öne sürüp kendi arasında çatışmaya düşen iki sistem, uzaya çıkıp birbirini tehdit ederek yerküresine ideolojik bir şire (=taze deve derisi) sararsa ne olacak? Tek insanın başına sarılan deri, değiştirilip bizim hepimizi kapsayarak sarılamaz mı? Türlü ölçülerde olmasına rağmen trajedi ortaktır. İnsanoğlunu, gerçekleşmesi mümkün olan böyle bir bela konusunda önceden uyarmak istiyorum.”

Cengiz Aytmatov, aynı kitaptaki anlatımına göre “mankurt” kavramının kökeni olan efsaneyi Kırgızistan’ın Tan bölgesinde Ak-Olon köyünde doğan ünlü Manasçı Sayakbay Karalaev (1894-1971)’den öğrenmiştir. 1918’den itibaren parçalar okumağa başladığı Manas destanının 500.553 mısralık bir varyantını söylediği kayda girmiş olan Sayakbay’ın Hızır(a.s.)’dan aldığı nasib ile destan söylemeğe başladığını da ifade eden Aytmatov “mankurt efsanesi”nin kökenini şu şekilde nakletmektedir:

“Gün Uzar Yüzyıl Olur” romanını yazarken, mankurt konusunu inceden inceye araştırdım. Çocukluğumuzda, yol-yordam bilmeyen birilerine “Hey! Mankurt musun?” dediklerini çok duymuştuk. İnsanın mankurta nasıl dönüşeceğini bilmesek de, kemiklerine işleyen ağır bir söz olduğunu sezerdik.
Mankurtluk hakkındaki ilk bilgilerden birine, on asır önce makamla söylenmeğe başlanıp, Kırgız halkının kahramanlık ve kültür ansiklopedisi haline gelen Manas Destanı’nda rastlanıyor. Orada çocuk Manas’ın yaramazlığı ve dayanılmaz gücünden korkan Kalmukların, “onu mankurt edelim” deyip, söz bağladıkları şöyle destanlaştırılmıştı:
Bala’yı* tutup alalım
Başına şire** takalım
Eve götürüp azap verelim
Altı boy Kalmak ‘ın
Ayak-başını yığalım.

Bindokuzyüz altmışlı yılların içindeydi sanıyorum; ünlü Manasçı Sayakbay Karalayev’den mankurt’un anlamını sormuştum. O zaman ihtiyar Manasçı, biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı:
“-Geçmişte, Kalmuk ve Kırgız çatışmaları sırasında iki taraf, mal-mülk ganimetle birlikte, köle etmek için birbirinden tutsak da alırlardı. Tutsağı güvenle elde tutmanın en emin yolu, onu mankurt etmektir. Bunun için önce tutsağın saçını kazıdıktan sonra, yeni kesilmiş devenin -veya sığırın- taze, ıslak derisini – Kırgızlar şire derler- tutsağın başına sararlar. Sarılan deri, bağcıklarla, şakaktan sıkılarak, sağlam olarak bağlanan tutsak kavurucu güneş altına böylece, eli ayağı bağlı bırakılıyormuş. Tutsak, o zaman iki azaba birden düşermiş. Önce yaş deri sıcaktan kurudukça büzülüp, başını sıkarak kemiklerini kıracak gibi olur; ikincisi, yeniden çıkan saç, kuruyan deriyi delemeyip, tekrar kafa derisine dönüp iğne batırılır gibi girip, bütün sinir duygusunu öldürür; sonuçta tutsağın hafıza, akılda tutabilme, anlama yeteneğini yok edermiş. Tutsak bir hafta veya on gün sonra, ya ölür ya “mankurt”a dönermiş. Ölürse azaptan kurtulur, diri kalırsa; adını, geldiği soyu, bütün mazisini unutur, sadece efendisinin isteklerini yerine getiren kaba kuvvet sahibi bir köle haline gelirmiş… İnsanoğlu, saçlarını diken diken eden nice zulüm keşfetmiştir. Ancak bu facianın dengi olamaz.”

Aytmatov tarihin sisli sayfaları arasından çıkararak Manasçı Sayakbay’ın kendisine aktardığı bu efsaneyi “Gün Uzar Yüzyıl Olur” romanında şu satırlarıyla güncelleyerek Kırgız bozkırlarından tüm dünyaya dağılmış milyonlarca okuruna iletmeyi başarır. İşte Aytmatov’u soydaşları ve meslekdaşları arasından sıyırarak “kutup yıldızı” yapan da bu anlatım yeteneğidir :

Mankurt Kimdir? Ya da Nasıl Mankurt Olunur ?..

“…Önce tutsağın kafasını kazırlar, kesilen bir devenin boyun bölgesinden yüzülen bir deri parçası tutsağın kafasına bir başlık gibi geçirilir. Kafasına deri geçirilen tutsak başını yere sürtmesin diye boyuna tahta kalıp takılır, yürek paralayıcı çığlıklarını kimse duymasın diye ıssız bir yere götürülürdü. Kolları, bacakları bağlı tutsak orada güneşin alnacında, aç-susuz birkaç gün kalırdı. Başına deri geçirilenlerden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlarsa belleklerini yitirerek geçmişlerini anımsamayan birer “mankurt” -köle- olurlardı. Tutsakların ölüm nedeni açlık, susuzluk değildi. Zavallılar başlarına geçirilen taze deve derisinin güneş altında kuruyarak büzülmesi sonucu acıya dayanamadıkları için ölürlerdi. Sımsıkı sarılan deri kurudukça tutsağın kazınmış başını mengene gibi sıkıştırırdı. Bütün bu acılar sonunda tutsak aklını yitirmeye başlardı. Juan-juanlar işkencenin beşinci gününde sağ kalan var mı diye bakmaya gelirlerdi. İşkenceye tutulanlardan biri bile sağ kalsa amaçlarına ulaşmış sayarlardı kendilerini… “Mankurt” kim olduğunu, soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi kısacası insan olduğunun bile farkında değildi. Benlik bilincini yitirdiği için efendisine iktisadi açıdan büyük avantajlar sağlardı… Herhangi bir köle sahibi için en büyük tehlike, kölesinin başkaldırmasıdır. Her köle fırsat bulunca isyan eder; oysa mankurt köleler arasında kaçmayı, karşı koymayı, başkaldırmayı düşünmeyen, alışılmışın dışında tek varlıktı. Köpeklerin sahiplerini dinlemeleri gibi mankurt ta efendisinin sözünden dışarı çıkmazdı. Efendisinden başkasının sözünü dinlemez, bedeninin gereksinmelerinden başkasını düşünmezdi…. En kirli, en ağır işler mankurtlara verilir, sonsuz sabır isteyen bıktırıcı, sıkıcı, sinir törpüleyici işler onlara yaptırılırdı.”… [6]

Aytmatov daha sonra sözü bugüne getirir: “Totaliter sistemde bütün toplumun, – senin de benim de-, herkesin aklı-fikri, anlayışı, bir ideolojik bir cendereye kondu. Bu, insanları baskıcı bir rejime körü körüne bağlamak maksadıyla yapılmıştı.”

Şahanov, Aytmatov’un “Nice yüzyılların sınavından geçmiş gizemli Asya kıtasının doğurduğu, ta Manas devrinden önce keşfedilmiş öldürücü bir metodu, kimsenin aklına gelmeyen yeni bir çözüm bularak, bütün dünyanın problemi olarak ortaya koydu”ğunu ifade eder ve böylece “dünyanın söz dağarcığına mankurtluk (mankurtizm) diye yeni bir kavram kattı”ğını isabetle kaydeder.

Şahanov’a göre Sovyetler Birliği devrinde, dilini ve özünü, örf-adetini unutup, tarihî hafızasını kaybetmeye başlayan az nüfuslu halkların trajedisi, Aytmatov’un bu eserinden sonra bütün açıklığı ile ortaya çıkmış ve Mankurt olmamak meselesi, nüfus yönünden zayıf olan halkların parolasına dönüştü. Şahanov, Aytmatov’un ağzıyla söylenen bu acı gerçeğin, özellikle Rus totalitarizminin ağına düşen halkları ırgalayıp uyandırdığını ifade eder. Mankurtlaştırılan nesilden bir gençliğin perişan durumu karşısında “ruh köküne yabancılaştırılamamış” insanın totaliter rejime en tabii bir çerçevedeki ruh isyanı Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı ünlü romanında romanın asli kahramanlarından Boranlı Yedigey’in dilinden bir dua formunda seslendirilir:

Boranlı Yedigey (Edige)’ in Duası:

“Şimdi yüzümüzü kutsal Kabe’ye dönelim, ellerimizi önümüze açalım. Böyle bir saatte dualarımızı, aklımızdan geçenleri duysun anlasın diye Tanrı’yı düşünün… “… Böylece insanoğlunun bir rastlantı sonucu geldiği, fakat günlerle gecelerin izlemesi gibi aynı şaşmazlıkla günü gelince bırakıp gideceği bir dünya, kendi düzeni içinde değişmez bir dünya yarattığı için Yaradan’a selam vermiş oluyordu… O anda coşkuyla kendinden geçercesine dua etmekte haklıydı, çünkü insanoğlu dünyada boşuna yaşamıyordu. “Ey Tanrım, dedelerimizin ezberledikleri kitaplardan okuduğum duaları gerçekten işitiyorsan beni de işit. O’nun vasiyet ettiği gömütlüğe gömmeyi başaramadık… Biz kullarını bağışla ve Kazangap kulunu toprağa kabul et… Biz kulların sana yakarmaktan başka birşey beceremediğimiz için acı, esirge bizi, yardımını eksik etme. Biz kulların doğru olsun, yanlış olsun, herşeyi Sen’den bekleriz. Bir kaatil bile Sen’i kendi yanında görmek ister… Nayman Ana’nın yattığı kutsal gömütlüğe bundan böyle gelemeyecek oluşumuza çok üzgünüm… Vasiyetimi benimle buraya gelen gençlere bırakıyorum, beni buraya gömmek onların boynunun borcu olsun; ancak aralarında dua edecek birini göremiyorum ne Tanrı’ya inanıyor, ne de dua biliyorlar… Duaları küçümsüyorlar. Bu duruma göre ecel saati gelince kendilerine, başkalarına ne diyecekler? Acıyorum hepsine… Kutsal varlığına saygısızlık ettiğim için bağışla beni Tanrı’m !.. Eğer yaramaz bir şey söylediysem bağışla beni. Ben basit bir insanım, ancak bu kadar düşünebiliyorum… Bağışını üzerimizden eksik etme… Amin.” [7]

Şahanov, Litvanya; Estonya gibi Baltık cumhuriyetleri ve Moldova’da gençlerin, 1990’larda Rus işgaline karşı meydanlara çıktığında ellerinde “Biz Mankurt Değiliz” yazılı pankartlar taşımasını, Aytmatov’un “mankurtlaşmaya direnişe çağrı”sının dünya çapındaki fiili bir yanıtı olarak tarihe yazmıştır.

Bugün sosyal psikolojinin “kendine yabancılaştırılma, kimliksizleştirilme” anlamında bir terimi haline gelen Mankurtlaştırılma -mankurtizasyon- kavramını Türk tarihinin sisli karanlıklarından Manasçı Sayakbay’ın kılavuzluğu ile çıkarıp kayda geçiren Cengiz Aytmatov’un büyüklüğünün bir nedeni işte budur. Özüne yabancılaşarak kendisini yüceltebileceğini sanan bazı aydınlarımız; ve özellikle yazar-çizerimiz de bu “ölümsüz efsane”den kendisine bir pay çıkartır; umarım!

————————————————-
[*] Türkiye Türkçesinde ilk baskıdaki ismi: “Gün Uzar Yüzyıl Olur” / Cem Yayınevi
* Bala: Çocuk
** Şire : Taze, yaş hayvan mide derisi

[1] “The term mankurt comes from a Turkic myth popularized by Chinghiz Aitmatov in his novel The Day Lasts More Than a Hundred Years”
http://encyclopedia.thefreedictionary.com/Chinghiz%20Aitmatov
[2] Mankurtisation teriminin kullanım örnekleri için:
http://www.utoronto.ca/cias/kyrgyzstan.html
http://home.parks.lv/sandisr/youth.htm
[3] Mankurtism teriminin kullanım örnekleri için: http://cess.fas.harvard.edu/CESSpg_conf_abstracts2005.html
http://www.crvp.org/book/Series03/IIIC-2/chap-4.htm
[4] Boris Shusteff , Jewish Mankurts?
http://www.freeman.org/m_online/may99/shusteff1.htm
[5] Kuz Başındaki Avcının Çığlığı , Tolkun Yayınları, Ankara 1.Baskı Aralık 1998; 2. Baskı Şubat 2000)
[6] Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Yüzyıl Olur, Çev.: Mehmet Özgül; s. 125-127, Cem Yayınevi, İstanbul-1985.
[7] Aytmatov,age, s. 335-338, İstanbul-1985.