Can Mustafa ÇEBİ: ÖTEKİ İLE İRTİBAT VE GİRİFTLİĞİN MİLLİYETÇİ ANALİTİĞİ

“Suriyedeki sosyal şartların neticesi olarak Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış bir bireyim. Cinsiyetim önemsiz, keza bunun bile verilecek cevaplarda belirleyici olduğunu düşünüyorum. Adım da önemsiz yine keza Türkiye’de yaşayan birçok insanla aynı adı taşıyor olmam çok muhtemel. Zira dinlerin oluşturduğu medeniyet daireleri bağlamında aynı medeniyet tasavvuru içindeyiz. Nesebime bakılırsa Selçuki bir Oğuz Türkü bile olabilirim ama sebep asabiyeti olarak Arabım. Daha doğrusu ulus-devlet perspektifi mucibince Suriye’de Arap addeliyorum. Bu da beni Osmanlılar indinde Kavm-i Necip yapıyor, çünkü iman ettiğimiz peygamberin kavmindenim. Sünni müslümanım, Özgür Suriye Ordusu içerisinde savaşa katılmayı istemedim. Esad yönetimi yaşadığım bölgeyi siyasi gerekçelerle yaşanamaz hale getirdi. IŞİD’e katılmak da benim için bir tercih olamazdı. Fransız İhtilali ve Amerikan Devrimleri ile birlikte insanlığın geldiği –şimdilik- nihai aşama itibarıyla bir insanın en temel hakkı olarak ilan edilen yaşama hakkımı kullanıp ve biyolojik olarak her canlının en temel güdüsü olan hayatta kalma güdüm gereği bütün yaşanmışlıklarımı yani kendiliğimi doğduğum topraklarda bırakarak, Türkiye “biz Türkler mazlum milletlerin hamisiyiz, gel” dediği için Türkiye’ye geldim. Bundan sonraki hayatıma Türkiye Devleti idarecileri ve Türkiye’nin otokton insanlarının bana karşı olacak tutumları karar verecekti. Bu bile bir insan için yeteri kadar acı vericiydi mamafih bu durumu da kabullenmek zorunda kaldım. Bana bir hukuki statü verdiler, bu statü gereği hukuki ve sosyal bazı haklarım oldu. Bu hakları da bana bu ülkede benim dahil olmadığım bir seçimle yetkiyi eline almış siyasi erk verdi, yani demokrasi mantığı gereği burada yaşayan insanlar verdi.

Türkiye’nin mevcut yasaları bağlamında verdiğim bir ücret ile “vatandaş” oldum. Yani kavramsal olarak artık vatanım burası oldu. Buna mukabil yine yasa gereği vatanın –daş’ı olmamdan mütevellit anayasal anlamda hukuki ve siyasal olarak da Türk olmuş oldum. Çünkü anayasanın 66. Maddesi “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür.” diyordu. Bütün bunlar Türkiye’nin otokton halkının hür iradesi ile yaptığı seçimler neticesi oluşturduğu meclislerinde çıkarılan yasalarla mümkün oldu. Türkçe konuşabiliyorum. Belki Türkiye’de yaşayan yerleşik bir ortalama kürtten bile daha iyi konuşuyor olabilirim. Yeni vatanımın tarihi anlatısı Talas Savaşı’ndan beri Türk ve Arap halklarının beraber olduğunu anlatıyor. Türkçeyi de bildiğime göre; Ziya Gökalp’in “dili dilime, dini dinime” formülü gereğince de Türk olmuş olmamda bir sakınca gözükmüyor. Siyasal anlamda da Suriye’yi de yüzyıllarca Osmanlı Türkleri’nin valisinin yönetmiş olduğunu biliyorum, böylece siyasal tarih anlamında da yönetilmek hususunda bir problemim yok. Neticede kendimi Türk hissettim, hani kendini Türk hisseden herkes Türktü ya o bakımdan, hissettim işte… Ayrıca devamlı surette tekrarlana gelen “bu ülkeyi Kürt, Türk, Laz, Çerkes, Arap beraber kurduk” diskuru gereği aynı zamanda kurucu unsurdum. Çanakkale’de de dedelerim olduğunu yine burada duydum. Bütün bunlarla beraber beni hala kabul etmeme potansiyeli barındırdığını düşündüğüm Türkiye’nin milliyetçilerine öykünerek “Ne Mutlu Türküm Diyene” deyip kurt işareti yaptım. Zenciler yapınca sempatik geliyor, bende de sempatik duracağını düşündüm. Siyasal konulara hiç ilgi duymadım ama bir vatandaş olarak Türkiye’nin milliyetçi bir partisine de üye olmam da bir sakınca yok, olabilirim de. Kriminal hiçbir problemim yok, eski vatanımda da yoktu, kanunlara uyuyorum, hatta ortalama bir çingeneden daha az kriminal tehdit barındırıyorum. Ekonomik bir külfetim de yok yeni vatanımın bana sağladığı sosyal hakların yanında hayatta kalabilmek adına iş gücü piyasasında emeğimi kiraya vererek yaşamaya çalışıyorum.

Bütün bu siyasi, insani, toplumsal, ekonomik veriler ışığında ve üst anlatılarınızın klasik ezberlerine uygun olarak artık Türk olduğuma göre ben de geri gitmeli miyim?

Gitmeliysem neden?

Yukarıdaki gerekçelerim Türk olmaya kafi gelmiyor mu?

Gelmiyorsa neden geldiğini iddia ettiniz bunca sene?” diye sorduğunu varsayalım bir haymatlosluğa itilmek istenen Suriyeli kişinin… Cevabınız ne olurdu? diye de bir düşünme zamanı tanıyalım sorunun muhataplarına ya da muhatap olmak isteyenlere.

 

Giriftliğin Milliyetçi Analitiği

İdealizm denilen şeyi Platonist anlamının dışında siyasal anlamda kullanır isek karşımıza ideolojik ve kurgusal bir dünyaya duyulan sarsılmaz inançtır tanımı çıkar. Yani bir bireyin ideolojik olarak aklında ideolojisine uygun bir dünya kurma tasavvuru varsa o birey idealist olur. Türk milliyetçiliğinin ana omurgasının kendini “Ülkücü” olarak isimlendirmesi bu çerçevede önemlidir. Kelimenin anlamsal karşılığı olarak da; Ülkücü=İdealist denklemi ortaya çıkar. Keza Türkiyedeki siyasal karşılığı bakımında Ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin ortodoksisi olarak kabul edilir.

İdeoloji konusu gereği belirtilmesi gereken bir husus da ideolojilerin gerçeklikle temas kurduğunda çökmesi veya çökme ihtimali barındırması durumudur. Bu durum ideolojinin gerçeklerle ne kadar uyumlu olduğuna ve bu uyumu ne kadar mantıksal zemine oturttuğuna göre değişir. Buna ben ideolojik tutarlılık diyorum. Tutarlılık oranı arttıkça ideolojinin çökmesi de o kadar zor olur.

Her ideolojinin esas yüzü “öteki” ile kurduğu ilişkide görülür. Milliyetçilikler millet fenomeni içerisinde bir “biz”lik yaratarak “öteki” bizliklerden kendisini ayırır. Çünkü bir “biz” var ise bir de “öteki” olmak zorundadır veya tam tersi. Dolayısıyla milliyetçinin “biz”i kendisini “öteki” üzerinden tanımlar. Bu hem kolay hem de tutarlıdır. Binaenaleyh Türkiye’de bir milliyetçinin başka bir milliyetçiye Türkçülük yapması kolaydır. Buna da yine ben ideolojik mastürbasyon diyorum.

Genel olarak milliyetçilikler basit fikirlerdir. Bir yerde toprak, o toprak üstünde homojen olduğu varsayılan bir halk ve o halkı temsil ettiği varsayılan bir de devlet varsa milliyetçilik kolayca yapılabilir. Böyle bir toprak-homojen halk-devlet üçlüsünün tesis ettiği siyasi organizasyon modern bir olgu olan ulus-devlet kavramına tekabül eder. Ulus-devletler de özü gereği milliyetçidir. Mesele halkı homojen olduğuna ikna edecek tutarlı argümanlar sunabilmektir. Bir mazi-hal-ati kompozisyonu olan milleti ulus-devlet içinde “öteki”nden ayırarak yaratabilmek için referans kaynaklarından biri tarihtir. Tarih de esasında istenildiği gibi yazılabilir. Tarihin nasıl yazılacağı konusu devletin nasıl bir halk yaratmak istediğiyle ilgilidir, keza Ernest Renan’ın da dediği gibi “Tarihin yanlış yazılması bir millet olmanın parçasıdır”. İmparatorluk mazili ulus-devletler için, o devlet içinde yeni bir ulus inşa etme süreci peşinde bir takım siyasal zorluklar getirir. Keza imparatorluklarda yeknesak bir millet olmaz. İmparatorluğun yönetici hanedanının etnik aidiyeti o imparatorluğun kimliğini ele verir ve genelde imparatorluk sonrası kurulan ulus-devletler bu ön referans üzerinden kendilerini inşa ederler. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Türkiye de gayet tutarlı ve rasyonel bir tercih ile kendini Türk kimliği üzerine inşa etmiştir. Lakin bu inşa süreci imparatorluktan kalma diğer halklar nezdinde yer yer kimlik meselelerini deruhte etmiştir.

Ulus-devlet içinde etnik alanda “demografik yapının bozulması” demek halkın varsayılan homojenliğinin bozulması demektir ve bu durumda artık milliyetçilik yapmak zorlaşır. Zira artık öteki ile temas başlamıştır ve milliyetçilikler “öteki” ile irtibat kurma konusunda mahir değildir. Zira milliyetçiliklerin empati yeteneği özü gereği yoktur. Olması da beklenmez. Eugen Richter milliyetçi bilincin empati yoksunluğunu vurgular biçimde,” Bir birey için megalomani neyse bir ulus için de dünya politikası odur” der. Milliyetçi bilinç megalomandır ve bu megalomanisi sadece dünya politikasında izleyeceği rotayı değil kendi iç dünyasında kurguladığı homojenlik iddiası için de geçerlidir. “Öteki” ile temas da bu noktada sosyolojik kırılmalara neden olur. Şayet milliyetçi bilinç özsel olarak tutarlı bir “biz” kombinasyonu oluşturabilmiş ise megalomanik kırılmayı absorbe edebilir peki ya “biz”liğin tutarlı bir zemini yoksa ve bu zemin devamlı konjönktüre göre şekillendirilmeye çalışılan yamalı bir eylemler manzumesinden ibaretse? O zaman yukarıda soru soran haymatlosa cevap vermek imkan kabilinde olmayacaktır.

O yüzden göçmenler meselesinde Türk milliyetçileri tökezler, kurgusal dünyaları yani tanımından hareketle ideolojileri bu durumu aşmaya yeterli değildir zira doğru düzgün kurgulanmamıştır. Doktrinleri yetersizdir. Hatta doktrinleri bile yoktur. Olduğu zannedilen de sentezlenerek melezleştirilmiştir. Bu hususta elde dört adet temel metin vardır. İlki Ziya Gökalp’in Lisani, Bedii, Ahlaki, Hukuki, Dini, İktisadi, Siyasi ve Felsefi Türkçülük olarak sekiz başlık altında topladığı Türkçülüğün Esasları programıdır. Lakin bu program Türkçülere öteki ile temas konusunda pek bir şey sunmaz. Daha çok Türkçülerin kendilerine söyledikleri şeylerdir. Diğer bir milliyetçi program olan CHP’nin altı oku da yeni bir rejim inşası programıdır ve esas muhatabı halk değil devlettir. Başka bir milliyetçi program Hüseyin Nihal Atsız’ın dokuz başlık altında topladığı esaslardır. Lakin bu esasların da içi tam olarak doldurulmamıştır. Yine de tutarlılık zemini bakımından daha net iddiaları içinde barındırır. Bir diğer milliyetçi doktrin olan ve adı da doktrin olarak konulmuş metin ise 9 Işık’tır. Bu doktrin Atsız’ın dokuz ilkesinin bir nevi yeni sürümüdür. Soğuk Savaş’ın katı ideolojik kamplaşma şartlarında taraftarlarına özgüven sunmak maksadıyla ele avuca gelecek bir program sunma zorunluluğundan türemiş olan bu doktrin de eklektik, dönemsel ve vasat bir parti programı hüviyetindedir. Keza bu doktrini temsil iddiasında olan milliyetçi organizasyon dahi artık bu programın uygulanmasını hiçbir seçimde oy talep ettiği kitlelere yüksek sesle bir iddia ve vaat olarak sunmamaktadır.

Öteki ile temas kurma konusunda –hatta bu öteki dindaşlar ise- İslamcı bilinç milliyetçi bilince nazaran daha yeteneklidir. Savları da daha tutarlıdır. Hakeza İslamcı bilinç doktrin olarak kendine direkt şeriatı almıştır. Suriyeliler veya herhangi bir Müslüman göçmen grup ya da kişi onlara göre öteki değildir. Onların dünyaları iman edenler-iman etmeyenler şeklinde ayrılmıştır. Suriyeliler de iman edenlerin zulme uğrayan kısmıdır. Ortaklıklar ayrımlardan daha fazla ve etkilidir. En basitinden Tanrı, peygamber, din ve bunların oluşturduğu bütün anlam dünyaları ortaktır. Böyle büyük ortak yönlere nazaran milliyetçi bilincin dünyevi kabullerinin hiçbir ehemmiyeti ve ağırlığı kalmamaktadır. Tanrı’nın kullarının birliği önermesinin yanında ulus-devlet vatandaşlığı çok seküler kalmaktadır. Ortodoks milliyetçiliğin tıkandığı ve tutarsızlaştığı hususlardan birisi de burasıdır. Binaenaleyh yoğun sekülerlik ihtiva etmesi beklenen milliyetçilik ile sınırlarını Tanrı’nın koyduğu yasaların çizdiği İslamcılık arasında bir sentez kurmaya çalışan Ülkücülük “öteki” nin dindaş olduğu bu tip “gerçek” olgular karşısında tıkanır. Kurgusal dünyaları bu gerçekliğe cevap veremez.

            Türk milliyetçileri bu tip homojenleşme aleyhinde vuku bulan olgular karşısında tıpkı çözüm sürecinde olduğu gibi yalpalarlar, sendelerler. Türkiyenin otokton halklarından biri olan Kürtlere yönelik uygulanan Çözüm Süreci’nde Kürtlere verilen veya verilmesi öngörülen bütün “hak”lara önce “hayır” diyen Türk milliyetçileri bugün verilen haklara hiçbir itiraz geliştiremeyip hepsini kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu konuda Kürtçe yayın yapan TRT Kürdi konusu örnek gösterilebilir. Yıllar boyu devletin resmi görüşü olan “Kürtler aslında yoktur, Kürtler bir Türk boyudur, dolayısıyla Kürtçe’de yoktur” konformizmine sığınıp “öteki” ile temas kuramayan Türk milliyetçileri gerçeklikle temas etmek zorunda kalıp devletin konformizm alanı onları terk ettiğinde bütün iddialarını unutmak hatta amiyane tabirle yutmak zorunda kalarak yeni bir dil geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bu dil de yine tutarlı bir zeminden yoksun konjönktürel bir dildir.

Toptancı ideolojilerde insan olmaz. Milliyetçilik de milleti esas alan toptancı bir ideolojidir. Orda birey olan insan olmaz, çünkü milliyetçilikler bireyi millet adlı kolektivite içinde “biz” kılıp eritmeyi öngörür. O yüzden “Suriyeliler” denilip toptancı bir etiketle bütün insani dramlar aynı çuvala konulup görmezlikten gelinir. Milliyetçilikler kendi güvenliğini başkalarının trajedisiyle ölçmesi gerektiği zaman bunu yapmaktan imtina etmezler ve bu kötülüğü görmezlikten gelirler, çünkü amaç kurgusal dünyanın gerçeğe dönmesidir ve bunun için devlet-toprak-halk üçlüsünün senkronize olması gerekmektedir. Peki ama insani gerçeklikler! Milliyetçilikler bundan da kaçarlar. Bu noktada Arthur Schopenhauer şöyle der: “Her insan içinde doğrulamayacak kadar büyük bir bencillik bulundurur. Bu bencillik yaşam boyunca küçük ölçekte ve tarih sayfalarında yer aldığı şekliyle büyük ölçekte hak ve adalet sınırlarını büyük bir keyifle ihlal eder…” Milliyetçilikler de toplumsal bir bencillik hali olduğuna göre ya “demografik yapılarının bozulmaması adına” kötülük yapmayı göze alacaklardır ya da ideolojik tutarsızlıkları gereği günü kurtarmak adına yine devletin güncel konjönktürel konformizminin güvenli şemsiyesi altına sığınacaklardır. Buna da idealistlik denemez. Yine de demografik yapının korunabilmesi adına milliyetçi bilincin de muhtelif parametreleri vardır. Bunlar; asimilasyon, entegrasyon, toplama, sürme, imha gibi makbul kabul edilen milliyetçilik uygulamalarından ırkçı uygulamalara kadar giden bir yelpazede milliyetçi bilinçlerin kanaatleridir.

Hülasası Türk milliyetçiliğinin ortodoksisi olan Ülkücülüğün göçmenler meselesini en azından fikri olarak aşması mümkün değildir. Yine çoğu zaman yaptığı gibi konjönktürel davranacaktır. O yüzden Türkiye’de farklı milliyetçilikler daha görünür hale gelmeye başlamış hatta siyasallaşmışlardır bile. Çünkü fikri tutarsızlığı giderebilecek entelektüel kapasitenin yoksunluğunun neticesi olarak ortaya koyabilecekleri tutarlı bir iradeden mahrumdurlar. Bu yüzden onlara biçilen rol devamlı zor durumlarda çekilen bir imdat valfi misyonudur. Alarm durumu sonlandığında onlar yine kendi tutarsızlıklarının neden olduğu anaforlarda sürüklenmeye devam edeceklerdir.

En başta yarattığım kurgusal müslüman Suriyeli karakterin senaryosu yerine Türk olmaktan başka hiçbir olgu sunmayan bir Uygur Türkünü koyduğumuzda milliyetçi bilinçte herhangi bir tereddüt kalmıyor ise bu tereddütsüzlük bir soyu başka bir soydan daha önemli ve değerli kılmaya tekabül eder ve bu durumun genel adı da –birilerinin kulağına hoş gelmese de- Irkçılıktır.

Sanırım buraya kadar gelip bu kadar çözümlemeden sonra tutarlılık bahsinde kendi pozisyonumu da ifade etmem gerekecektir. Türk milliyetçilerinin ulus-devlet formu içinde tutarlı ve mantıklı bir milliyetçilik yapmasının yegane yolu Türk kimliğini vatandaşlık esaslı olarak değil ırk esaslı olarak yeniden kurgulamaktır. Irk esası da sosyolojiye, genetiğe ve tarihe teşmil edilmelidir. Zira genel kabul olarak genetiğe atıf yaptığı düşünülen ırk olgusunun sosyolojik karşılığı da mevcuttur. Mesele bunları işleyip tutarlı bir zemine oturtacak diyalektik çabayı ortaya koyabilmektir. Anayasal anlamda Türk olmanın şartını parayla temin edebilmeye indirgeyen bir siyasal kimlik nosyonu Türk milliyetçiliğinin tarihsel kimlik iddiasıyla bağdaşmadığı için “öteki” ile kurulan irtibatta milliyetçi bilinç kendini tarifte bile zorlanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlığı ile Türk olmak ayrı şeylerdir. Türk olan Türktür, olmayan değildir. Bu değil olma durumunun da siyasal, toplumsal, ekonomik ve hukuki anlamda mensuplarına hiçbir olumsuz geri dönüşü olmaz. Bunun da garantörü Türk devleti ve bu yeni bilince göre yapılacak yeni yasaları olmalıdır.

Bütün bu nedenlerle göçmenler konusunda Türk milliyetçileri imha hariç, entegresyon, asimilasyon, toplama, sürme seçenekleri arasında tercihini yapamamaktadır ve kimlik meseleleri ziyadesiyle problemli alanlardır.