Can Mustafa ÇEBİ: KISA KAMETLER-1 “ANDIMIZ”

 

Andımız, yandımız, kandımız, candımız vs.

Benim sosyal çevrem dar, epey dar. Etkileşimi asgari seviyede tutmaya çalışıyorum, nedeni tabi ki asosyal mizacım. Bu küçük hinterlandda gördüğüm kadarıyla yine mevzunun etrafında dolanılıp ortada dişe dokunur, kayda değer bir ifade olmadı..

1933 senesinde Reşit Galip bir and kaleme almış. Budunlu, Türklü bir and. Budunlu mevzuları severim, hatta bir zamanlar “Buduncu Marşı” olarak bilinen “Türk’ün Tanrısı Ülgen gökyüzünden iniyor, Buduncu Şamanistler dolunayda uluyor” mısralı güfte dilimden düşmezdi. Andımız’a da tercih ederim ama toplum buna hazır değil, hiç de olmayacak. Andın 1933 yılındaki ilk hali şöyle;

 

Türk’üm, doğruyum, çalışkanım.

Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.

Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

 

1972 yılında Andımız üzerinde modifiye yapılıyor ve and şu şekli alıyor;

 

Türk’üm, doğruyum, çalışkanım.

Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm yükselmek, ileri gitmektir.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk: açtığın yolda,

Kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Ne mutlu Türk’üm diyene.

 

1997 yılında yapılan son restorasyondan sonra ise 2013 senesine kadar Andımız şu şekilde okutulmuştur;

 

Türk’üm, doğruyum, çalışkanım,

İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türk’üm diyene!

 

Geçelim…

Efendim bu andın bence hikayesi şöyle; imparatorluklar, hatta Vico’nun ifadesiyle kahramanlar çağı ihtilal-i kebirde kapanmış (anekdot olsun; Napolili Vico’nun tarih anlayışına göre her ulusun üç çağı vardır, bunlar: teokrasiye denk düşen Tanrılar çağı, aristokrasiye denk düşen kahramanlar çağı ve demokrasiye denk düşen insanca yönetim), insanca yönetim çağı başlamış. İnsanca yönetimin karşılığı demokrasi oluyor, insan dediğin şey de millet/ulus formu içinde ancak kendini bulan bir insan. Dolayısıyla her insanın önce bir ulusu o ulusun bir vatanı o vatan üzerinde de ulusun hakimiyetini ifade eden bir devlet olmalı. Bu da ulus-devlet dediğimiz şey işte. Geçtik…

Türkiye adındaki ulus-devlet bir imparatorluk bakiyesi. Zaman uluslar ve onların devletlerinin çağı (hala öyledir). İmparatorlukta bir ulus olur mu? Olmaz. Hanedan ve reaya olur. Fakat hanedanın bir etnik kökeni ayrıca imparatorluk içinde de bir millet-i hakime olur… Osmanlı İmparatorluğunda hem hanedan hem de millet-i hakime kavramlarına denk düşen etnik unsur ney? Bila kayd-ü şart Türk. İmparatorluk Türkündü yani dolayısıyla imparatorluk sonrası kurulan ulus-devlette Türk’ün olacaktı… Bu bu kadar net…

Ama imparatorluk bakiyesi olmamız nedeniyle içimizde Türkten gayri unsurlar da kaldı. Fakat bizim bir an önce bunların hepsini de Türk yapmamız gerekiyordu. Hem dönemin reelpolitiği de buydu. Anglo-Sakson İngiliz, Kelt İrlandalı, Latin İtalyan bile yeni dünyada “Amerikan” olurken Anadolu’da yaşayan herkesin millet-i hakimeye/egemen topluma uyup Türk olmasından daha normal bir durum yoktu. Bize göre, yani asli unsura göre… !

Binaenaleyh Cumhuriyet’te “yeni insan yaratmak” için işe en başından yani ilkokuldan başladı. Yaratılmak istenen yeni insan tipolojisi her şeyden evvel Türk olacaktı, ahlakını doğruluk ve çalışkanlık üzerine bina edecek böylece ulusal kalkınma adına doğru ve çalışkan bir fert olarak varlığını Türk varlığı içinde eritip cemiyetle kaynaşacaktı…

Oldu mu? Olmadı…! Sebebi üç yönlü, ikisi ortak… Ortak olanlar kimlik tanımlamasını farklı istikametlere tevdi edenler… Bunlardan birincisi kimlik inşasının merkezine inancını koyanlar ve fertten cemiyete geçişini de ümmet paydaşlığı olarak tarif edenler. Diğerleri de imparatorluk bakiyesi etnik azınlıklar (Mevcut başkan vaktiyle bunların sayısını 36 olarak vermişti, sonra saçmaladığının farkına varıp rakamı epey indirmişti). Her ne kadar Lozan’a göre etnik azınlıklar sadece gayr-i müslimler olarak tanımlansa da etnik olarak Türk olmayanları Türk milli kimliği içine almak konusunda yer yer başarısız olduğumuz da bir vaka… Binaenaleyh ne “ben önce müslümanım” diyenler ne de Türklükten başka bir “ne mutlu bilmem neyim” diyenlerin içine bu and sinmedi… Lakin yer yer değişime uğrayan bu anddaki “Ey büyük Atatürk” ifadesinin halaskarlarının sosyo-politik üzerindeki hakimiyeti -hadi açık konuşayım tüfeğin dipçiği- sayesinde bu kılkuyruklar pek fazla seslerini çıkaramayıp paşa paşa varlıklarını Türk varlığına armağan ediyorlardı ya da biz öyle zannediyorduk…

Gel zaman git zaman, ulus ve ulus-devlet formu çok fazla aşınmasa da dünyada toplum esasından ziyade birey esaslı görüşler ağırlık kazanmaya başladı… Ziya Gökalp’ten mülhem “Fert yok cemiyet var, hak yok vazife var” diskuru bildiğin “Cemiyet yok, fert var, vazife yok, hak var” a evrildi. Bir de bunun üzerine Siyasal İslam’ın Türk siyaseti üzerindeki mutlak hakimiyetini, “Ey Büyük Atatürk” halaskarlarının siyaset üzerindeki tesirlerinin azaltılmasını, açılım saçılım derken bilinçlere zerk edilen etnik şüpheciliğin tesirini koyunca “Andımız”ı savunacak sosyo-politik refleks ve istek kalmadı.

Kalmadığı nereden belli? Bakın, hiç bir ebeveynden “ben evladımın her sabah okulda varlığını Türk varlığına armağan etmesi adına and içmesini istiyorum” tavrı geldi mi? Gelmez… E her şey devletten de beklenmez, hani sivil itaatsizlik? Yok, olmaz, bize yabancı bu işler… Hele itaatsizlik…! Hiç anlamayız, ondan burnumuz boktan çıkmıyor zaten…

Neyse efendim kameti fazla uzattım… Günün sonunda bu kadar serencamdan sonra Cumhuriyet bu reayayı her gün yemin ettire ettire ne Türk, ne doğru ne çalışkan yapabildi… Hepsine istisnasız kimlik verdiği halde vatandaş bile olamadı bu “millet”. Ol sebepten Andımız’ın kaldırılması isabet olmuştur. Saygı duyarım.