Can Mustafa ÇEBİ: ÇEVRECİLİK MİLLİYETÇİLİK İLİŞKİSİ SORUNSALI

Bir ırmak, ormanlık dağ geçitlerinden ve kayalık boğazlardan süzülerek akıyor. Mukaddes devletin bir heyeti bu ırmakta akan suyu işletilmeyerek heba olan bir enerji olarak görüyor. Irmağın aktığı boğazlardan birine bir hidroelektrik santrali yapmak bin kişiye beş yıllık, elli altmışına da uzun vadeli istihdam sağlayacak. Yine bu hidroelektrik santrali devletin on yıllık enerji ihtiyacını karşılamış olacak, veya daha fazla… Enerji ihtiyacı giderildiğinde bunun sanayi üretimine katkısı olacak, daha çok istihdam ve üretimle kalkınmaya daha fazla katkı sağlayacak. Buna mukabil hidroelektrik santralinin yapılacağı alan bitki ve hayvan neviden birçok endemik türün de yaşam alanı. Irmak vadisinin derinlerinde nadir bulunan bir çam topluluğu var. Boğazlardaki kayalıklar birçok kuş ve diğer canlıların yuvası hüviyetinde. Başka türler de olabilir. Ayrıca bölgenin doğası nedeniyle insanlar da çeşitli zaman aralıkları ile bölgeye gelip muhtelif doğa sporlarıyla ilgilenmekte. Bütün bu veriler ışığında şiirsel bir ifadede de kendini gösteren akışına ölünmesi vaaz edilen bu ırmağa hidroelektirk santrali yapılmalı mıdır, yapılmamalı mıdır?

Yukarıdaki giriş pasajı Peter Singer’ın Pratik Etik adlı eserinin Çevre bölümünden bir alıntının tarafımca yeniden düzenlenmiş halidir ve sorunsalı en pratik anlamda ortaya koyan bir örneklemdir: Kalkınma mı? Doğa mı? Milliyetçi bilinç bu sorunsalı aşabilme konusunda mahir değildir. Hatta aşamamıştır da… Daha hazini aşma konusunda herhangi bir teorik ve pratik çabası da yoktur. “Çevrecilik Milliyetçiliktir” mottosunun altına yerleştirilen pratik uygulamalar “dostlar alışverişte görsün” kabilinden fotojenik gayeli, plastik eldivenli, mavi çöp torbalı, belli muhitlerde yapılan kısa süreli ıvır zıvır toplama faaliyetleridir. Bu faaliyetlerinde gerçek doğa/çevrecilik bilinci karşısında hiçbir karşılığı yoktur.

Doğa dediğimizde insan bilinci dört kategoriyi anlamalıdır; cemadat, nebatat, hayvanat, insanat. Yani cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Bunlar doğal tekamül itibarıyla bir ilerlemeyi de ifade eder. Teolojik bilinç bu ilerlemeci doğa kategorizasyonuna peygamberleri, melekleri ve Tanrı’yı da dahil eder. Bunlarında kendi aralarında üstlük altlık ilişkileri mevcuttur. Lakin gerek insanlar gerek teolojik kabuller arasındaki tekamül çizgisi doğal değil kültüreldir. Fakat doğanın kendi tekamülü –özü gereği- bizatihi doğaldır. İbn Haldun, Mukaddime’sinde doğal tekamülü şu şekilde ifade etmektedir: “Sonra yaratılış alemine dikkatle bakınız. Nasıl madenlerden başlamakta, sonra bitkilere, sonra da fevkelade güzel bir biçimde tedricen hayvanlara geçilmektedir. Madenler ufkunun sonu bitkiler aleminin ilkine bitişmektedir. Mesela madenler aleminin son noktasına bulunan maddeler, bitkiler aleminin ilk basamağında yer alan otlara ve tohumsuz bitkilere bitişmektedir; hurma ve asma gibi bitkiler aleminin nihayetinde bulunan nebatat, salyangoz ve midye gibi hayvanlar aleminin ilk basamağında bulunan canlılara bitişmekte ve salyangoz ve sedefte sadece dokuma duyusu bulunmaktadır. Şu mükevvenat ve oluşumlar alemindeki “bitişik olma” bir sınıf ve sahanın sonunda bulunan bir varlığın ondan sonraki sınıf ve sahanın ilk basamağının varlığı haline gelmek ve dönüşmek için fıtri ve tabii bir istidat ve kabiliyete sahip olması manasına gelmektedir. Hayvanlar alemi genişlemiş, nevilerinin sayısı çoğalmış, nihayet yaratılıştaki tedricilik ile düşünce ve görüş sahibi insana kadar varmıştır. Hayvanlar alemi insan olma (homo sapiens) noktasına, kendisinde zeka ve idrak toplanmış olan, ama fiilen düşünme ve görüş sahibi olma mertebesine ulaşmamış bulunan maymunlar aleminden geçerek çıkılmıştır. Ondan yani maymunlar aleminden sonra insanlar aleminin ilk noktası işte bu olmuştur. Varlık ve alem hakkındaki gözlemlerimizin ulaştığı nihai nokta budur.” İbn Haldun’un neticede insana varacak olan canlılığı Darwin’den yaklaşık dört yüz sene evvel tekamül (evrim) yoluyla izah etmesi konuya uzak kişiler tarafından şaşırılacak bir olgu olsa da Mevalid-i Selase fikri Aristoteles’ten beri savunulagelen bir fikir olmakla beraber İbn Haldun’dan evvel İbn Miskeveyh, İbn Tufeyl, Hayy bin Yakzan gibi İslam düşünürleri tarafından da dillendirilmiştir. Buna da Mevalid-i Selase denilmektedir. Yani insana gelene kadar mevcudatın üç aşaması: Cemadat, nebatat ve hayvanat… Buna mukabil İbn Haldun’un farkı bu tekamül (evrim) sürecini akıl ve mantıki düşünme yeteneğinden ziyade biyolojiye teşmil etmesidir. Buradan da hareketle insanın doğaya aitliği, doğadan türemiş olması durumu ortaya çıkar. Dolayısıyla insanın doğayı karşısına alması kendi ontolojisine aykırıdır.

Lakin insan doğadan gelmesine rağmen akıl yeteneği ile aynı zamanda kültürel bir canlıdır da. Buna da yine Aristotelesçi gelenek animal rationale demektedir. Kültürün çok farklı tanımları olmasına rağmen doğa-kültür dikotomisini en iyi ve en kestirme ifade eden kültür tanımı; kültür insan marifetiyle yaratılan her şeydir tanımıdır. Bu özelliği ile de kültür daha ötesinde insan marifetiyle yaratılan her şey doğanın karşısındadır. Yani özetle insan doğanın karşısındadır.

Peki milliyetçi bilinç bu karşıtlığın neresinde kendini konumlandırır? Benim önermem tam karşısında olduğu yönünde… Hatta Türk milliyetçiliği özelinde Batı karşısında alınan sürekli yenilgiler ile Lale Devri’nden beri süregelen ve Islahat-Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet çizgisinde “Batı gibi olma” iştiyakının kalkınma (sanayileşme) saplantılı bir yörüngeye evrilmesi Türk milliyetçiliğini modern dönemlerde doğadan hızla uzaklaştırmıştır. Zira her kalkınma amacı güden sanayileşme çabası için doğa bir malzeme deposudur. Bu malzeme deposu aynı zamanda bir çöp deposudur da. Hakeza milliyetçi bilinç ne derin ekolojiye ait bir kavram olan çevre merkezciliğin (Yeni Ekolojik Paradigma)ne de bu paradigmanın insanın önceliği adına karşısına dikilen bir paradigma olan Egemen Toplumsal Paradigma’nın (antroposantrizm-İnsan merkezcilik) muhatabı değildir. Milliyetçi bilinç bu iki merkezcil görüşten ziyade ontolojisi gereği etnosantriktir. Yani milliyetçi bilinç kendi varlığı için ne humaniter bir refleks gösterebilir ne de doğayı merkeze alan bir düşünce biçimi geliştirebilir. Milliyetçi bilinçin özü kendi etnosu, ulusudur. Diğer her türlü merkezleştirmeler bu bilince eklenen ilineklerdir.

Bütün bunlara rağmen milliyetçi bilinç doğa-kültür dikotomosinde bir tercih yapacaksa veya yapmışsa bu tercih bilerek veya bilmeyerek Egemen Toplumsal Paradigma olmuştur veya olmak zorundadır. Zira milliyetçi bilincin temel motivasyonu, özellikle Türk milliyetçiliği için “muasır medeniyetler seviyesi”dir. Muasır medeniyetlerde de uzun süredir hakim bulunan paradigma Egemen Toplumsal Paradigmadır. Buna göre Riley E. Dunlap ve William R. Catton çalışmalarında bu paradigmanın şu dört temel ilke üzerine bina edildiğini ifade ederler.

1-İnsanlar dünya üzerinde var olan tüm varlıklardan temelde farklı ve onlar üzerinde belirleyici bir konuma sahiptir.
2-İnsanlar kendi kaderlerinin hakimidirler, onlar kendi hedeflerini kendileri belirlerler ve bu hedefe ulaşmak için ne gerekiyorsa yaparlar.
3-Dünya sınırsız kaynaklara sahiptir, dolayısıyla insanlar için sınırsız olanaklar sunar.
4-İnsanlık tarihi gelişmenin tarihidir. Her sorunun çözümü vardır, bundan dolayı gelişme kesintisiz sürer.

Bu ilkeler Batı modernleşmesinin temel referanslarıdır ve bu ilkeler üzerinden bir kalkınma programı çizilir. Kalkınırken merkeze koyulan insandır ve bu insan kendini doğanın karşısında konumlandırır. Yine aynı düşünürler Egemen Toplumsal Paradigma’nın yanında İnsanı Üstün Gören Dünya Görüşü’nü yani antroposantrik anlayışı da şu dört noktada toplamışlardır:

-İnsanlar genetik mirasın yanı sıra kültürel mirasa da sahiptirler; bundan dolayı tüm diğer hayvan türlerinden oldukça farklıdırlar.

-Teknoloji ile birlikte toplumsal ve kültürel faktörler insan ilişkilerinin temel belirleyicisidirler.

-Toplumsal ve kültürel çevreler insan ilişkilerinin kritik çevresini oluştururlar ve biyolojik, fiziksel çevre insan ilişkilerine temel oluşturma açısından yeterli ve uygun değildir.

-Kültür birikimseldir; bundan dolayı teknolojik ve toplumsal gelişme sınırsız olarak sürebilir, tüm toplumsal sorunlar çözümlenebilir.

Milliyetçi bilinç de hem ulusu adına bir kalkınma motivasyonu ile dünya sahnesinde yer almaya çalışıp hem de bu noktada yönünü Batı’ya çevirdiğinden mütevellit nihai noktada çevre ve doğa konusunda geleceği yer çevremerkezci Yeni Ekolojik Paradigma değil yukarıda ilkeleri belirtilen antroposantrik Egemen Toplumsal Paradigma ve İnsanı Üstün Gören Dünya Görüşü’dür.

Milliyetçiliğinin merkezine doğal olarak Türk’ü yerleştiren Türk milliyetçilerinin her milliyetçilikte olduğu gibi ana referans kaynağı milletin tarihidir. Henüz pastoral-göçebe olan Türk milleti bu üretim biçiminin de tesiriyle doğayla irtibatlarında egemenlik üzerinden değil karşılıklılık üzerinden bir ilişki kurmuştur. Bu ilişki biçimi inanç anlayışlarını da animistik bir çerçeveye sokmuş bu bağlamda doğanın karşısında olmaktan ziyade doğayla beraber bir sosyal hayat formu geliştirmiştir. Lakin tarihin seyri içinde gerek yerleşikliğe geçiş gerek muhtelif inanç biçimleriyle kurdukları temas bu simbiyotik ilişki biçimini dönüştürmüş ve Egemen Toplumsal Paradigma’ya yakın yani doğanın tahakkümünü temel alan bir düşüncenin vücut bulması hasıl olmuştur.

Türkler coğrafi değişimin ve kültürel etkileşimin neticesi olarak, İslam medeniyet dairesine girmeye başladıktan sonra dönemin teolojik dönem olmasının gereği olarak hayatı anlama ve anlamlandırma hususunda temel referans olarak inancı almışlardır. Binaenaleyh Kur’an-I Kerim’in tabiatı ve üzerindekileri Tanrı’nın yeryüzünde kendine halife olarak yarattığını belirttiği insanın emrine sunması cari bir durumdur. En’am Suresi 142. ayette “Hayvanlar arasından bazılarını taşıma ve sergi yaygı amacıyla yaratan da O’dur” ifadesi, yine Nahl Suresi 5. Ayette “Davarları da sizin için yarattı. Siz onlardan ısınacak giysiler ve bazı menfaatleriniz vardır. Ayrıca onlardan bazılarını yersiniz” ifadeleri belirtilen hayvanların insanlara hizmet etmek üzere yaratıldığını vurgulamaktadır. Aynı surenin 66, 68, 69 ve 80. Ayetlerinde de hayvanların aynı amaca matuf yaratıldıklarını belirten ifadeler mevcuttur. Hac Suresi 36. Ayette de kurban edilen hayvanların insanların emrine sunulduğu durumu belirtilmiştir. Yaratılan mevcudatın insanın emrine sunulduğunu vurgulayan bir ifade de Casiye Suresi 13’te kendini göstermektedir; ayet şu şekildedir: “O, göklerde ne var ve yerde ne varsa, hepsini sizin emrinize vermiştir. Şüphesiz bunda, düşünecek bir toplum için ibretler vardır.” Örnekler çoğaltılabilir fakat bu bahsi yine Hac Suresinden 65. Ayette geçen şu kesin ifade ile sonlandırmak yerinde olacaktır: “Allah’ın bütün yeryüzündekileri, emriyle denizde akıp giden gemileri sizin emrinize sunduğunu görmedin mi? O, izni olmaksızın yere düşmemesi için gökyüzünü tutuyor. Gerçekten Allah insanlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir”. Çoğaltılabilmesi mümkün olan ayet örneklerinden anlaşılacağı üzere teolojik bilinç Tanrı’dan aldığı yetkiyle kendini yeryüzünün halifesi görmekte ve yeryüzünde bulunan her şeyin Tanrı tarafından kendi emrine sunulduğuna inanmaktadır. Türkleri de etkileyen bu inançsal düşünce biçiminin batı tarafından üretilen Egemen Toplumsal Paradigma ve İnsanı Üstün Gören Dünya Görüşü ile paralelliği barizdir. Haddi zatında semitik inanç formlarının genel özelliği antroposantrik yani insanmerkezci olmasıdır. Çünkü dönemin kozmolojisinde dünya evrenin merkezindedir ve evrenin merkezinde olan dünya insanın hizmetine sunulmuştur. Dolayısıyla evrenin merkezinin merkezinde de yaratılanların en üstünü yani Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi varsayılan insan vardır. Hatta diğer bir semitik inanç olan Hristiyanlıkta, Tanrı kendini İsa olarak insan şeklinde göstermiştir.

Binaenaleyh Türk milliyetçiliği, milletinin sosyo-kültürel tarihi seyrini ideolojik formasyonuna uydururken bütün bunlardan beslenmek durumundadır ve çevre konusunda Türk milletinin doğa ile karşılıklılık esaslı simbiyotik yaşam formu kolektif bilinçte sadece bir tortu olarak kalabilmiştir. Zaman içerisinde Türk sosyolojisi gerek İslam medeniyet dairesine temasının gerek Batı gibi olma ve onu geçme refleksiyle Batı kodlarına öykünmeciliğinin tesiriyle doğaya karşı kalkınmacı/tahakkümcü bir düşünce biçimine evrilmiştir. Türk milliyetçilerinin de bu durumdan azade olması mümkün olamamış ve doğa-kültür arasındaki onulmaz ayrıklıkta safını devamlı surette tahakkümcü kültürün yanında belirtmiştir. Bunu da bilinçli bir tercih olarak yapmamıştır. Milliyetçi bilinç Batı modernleşmesinin tesirine kapıldığından beridir doğadan ve onun sorunlarından uzaktır. Hatta bu sorunlara kendini muhatap bile görmemiştir.

Milliyet nazariyeleri ile alakalı en önemli eserlerden birini neşreden Mehmet İzzet; milliyeti oluşturan unsurları maddi ve manevi olarak ikiye ayırmaktadır. Buna göre milliyetin maddi unsurları Irk, Coğrafya ve İktisat olurken; manevi unsurları ise Lisan, Milli Seciye, Milli Anane ve Tarih ve Milli Hars ve Medeniyettir. Bu yedi başlık arasında çevre/doğa ile doğrudan ilintili herhangi bir başlık yoktur. Maddi unsurlar arasında zikredilen Coğrafya sadece milletin üzerinde yaşadığı toprak parçasına atıf yapmaktadır. Bu atıftan da Türk milliyetçileri açısından çıkarılan pay “şehit kanları ile sulanan ve ne pahasına olursa olsun muhafaza edilmesi gereken” bir sınırlar bütünüdür. Bu da milliyetçi terminolojide “vatan” olarak kodlanır ve kutsanır. Milliyetçi bilinç bu toprak parçasının üzerindeki diğer canlılar ile direkt bir ilişki kurmaz. Milliyetçi bilincin coğrafya ile kurduğu ilişki gerek şehitlik gerek düşmana karşı koruma refleksi ile yine insanmerkezci bir ilişkidir. Ernest Renan’da ulusu inşa etmesi muhtemel olan amilleri sıralarken; ulusun oluşmasında ırkı, dili, dini, çıkar birliğini, coğrafyayı sıralayıp netice itibarıyla bunların hiçbirinin tek başına ulusu oluşturmaya yetmeyeceğini ifade ederken de yine milliyetçilik ile çevre/doğa bilinci arasında herhangi bir bağ kurmamaktadır. Zira milliyetçi bilincin oluşmasında hatta milliyetçiliğin ideolojik olarak bir pozisyon almasında insan-doğa ilişkisine yönelik herhangi bir öncelik ve umar yoktur.

Bütün bunlarla beraber çevrecilik yakın dönemde tıpkı milliyetçilik gibi bir ideoloji olarak belirmiştir. Çevreci ideoloji kendini şu şekilde tanımlamaktadır: insanın doğa ile olan ilişkilerini değiştirme olasılığını kapsayan bir inanç sistemi. Görüleceği üzere çevrecilik artık başlı başına bir ideoloji halini almıştır. İdeolojik tutum alma yönünde çok katı olan Türk milliyetçiliğinin kendini başka bir ideoloji olarak konumlandıran bir meseleye karşı tarafgir olması da zor olmaktadır. Halbuki ortada bir “ya-ya da” durumu yoktur. Bir birey hem bir Türk milliyetçisi hem de bir çevreci olabilir. Lakin mesele ideolojileştirildiği için katı bir örüntüsü olan milliyetçilik bu çerçevede daha esnek olan ideolojiler nazarında başarılı olamamış, çevrecilik ideolojisi milliyetçiliğe eklemlenememiştir. Hakeza mesele birey olan milliyetçinin meselesi değildir. Mesele milliyetçi düşünceyi benimseyen kolektivitenin, kolektif bilincinde doğanın ne anlama geldiğidir. Milliyetçi kolektivitenin, ma’şeri dimağsında doğaya yönelik bir öncelik yoktur. Bu durum da bir ideoloji olarak belirgenleşen çevreciliği Sol’un kucağına bırakmıştır. Mesela Türkiye’de 1988 yılında kurulan Yeşiller Partisi temel ilkelerini şu on başlık altında toplamıştır: Doğaya Uyum, Küresel Mücadele, Sürdürülebilirlik, Erkek Egemenliğinin Reddi, Şiddetin Reddi, Doğrudan Demokrasi, Yerellik, Adil Paylaşım, Özgür Yaşam, Çeşitliliğin Korunması… Bu ilkelerin bir çoğu sadece başlık olarak bile milliyetçi bilinçte acil durum reseptörlerinin açılmasına neden olabilecek “sakıncalı” ifadelerdir. Hakeza bu başlıkların açılımlarında Türk milliyetçiliği ideolojik formasyonunun genel kabulleri ile asla uyuşmayacak açımlamalar mevcuttur. Bu durum da Türk milliyetçiliği ile mevcut çevreci ideoloji arasındaki güncel kırılmaların nedenlerindendir. Yine küresel anlamda çevrecilik konusunda en aktif kuruluşlardan biri olan Greenpeace’in uluslararası anlamda yürüttüğü eylem pratiklerinin başlıkları; iklim değişikliği, ormanlık alanlar, okyanuslar, tarım, zehirli atıkların yol açtığı kirlenme, nükleer enerji, barış ve silahsızlanma gibi konulardır. Milliyetçi bilinç bu başlıkların hepsine uzak olmakla birlikte, içerisinde asla taraf olamayacağı konular dahi mevcuttur. Dolayısıyla milliyetçi bilinç mevcut çevreci ideolojinin kendine mesele ettiği konuların gerek teorik gerek pratik olarak çeperlerinde bile gezinememektedir. Çevrecilik bir ideoloji olarak bugün sol dünya görüşünün tekelindedir ve içeriğini onlar belirlemektedir. Böylelikle Türk milliyetçiliği ile çevrecilik arasında aşılmaz bir duvar da örülmüş olmaktadır.

Çevrecilik Milliyetçiliktir fakat milliyetçiler çevreci midir? Milliyetçiler çevre/doğa deyince ne anlamaktadır? Ulusun kalkınma zorunluluğu ve bunun için hammadde olarak doğanın kullanılmasına yönelik Türk milliyetçilerinin doğa lehine olacak güncel bir paradigması var mıdır, yoksa kalkınma pahasına doğanın yok edilişi mecburi istikamet midir? Endüstriyel çiftliklerde bin bir eziyet ile üretilen ve bir yumurta ve süt makinesinden farkı olmayan besi hayvanlarının durumuna yönelik milliyetçi bilinçte bir karşılık var mıdır? Moda ve kimya endüstrisinde kullanılan hayvanlar için milliyetçi bilincin bugüne kadar herhangi bir eylem pratiği olmuş mudur? Ya da daha basit soralım ve konuyu vulgarize edelim; milliyetçiler kürk giymeli midir? Hayvanat Bahçeleri milliyetçi bilincin gündemine girmiş midir? Milliyetçiliğin spor amaçlı avcılıkla alakalı herhangi bir tavrı var mıdır? Milliyetçi bilince göre canlılar skalasında insanın yeri neresidir? İnsan doğanın parçası mıdır, yoksa doğanın üstünde ve onu tahakküm altına alması kaçınılmaz olan en üst tür müdür? Veganlık veya vejeteryanlık hususuna milliyetçi bilincin leyhte veya aleyhte bir teması olmuş mudur? Maden işletmeleri vatanımızın zenginliklerinden istifade etmemizi sağlayan ve ne pahasına olursa olsun toplumumuzun refahına katkı sunan makbul ve meşru kalkınma aparatları mıdır, yoksa doğaya karşı vahşi bir sömürme mekanizmasını işleten modern canavarlar mıdır? Milliyetçi bilinç ağaçlık alan ile bir habitat olan orman arasındaki farkın idrakinde midir? Vatanın mavisinin ekolojik olarak korunmasında milliyetçi bilinçte bir şuur var mıdır? Sorular çoğaltılabilinir, lakin bu soruların cevabını hatıra ormanlarında veya vasat altı fotojenik çöp toplama faaliyetlerinin yavanlığında bulmak mümkün değildir. Milliyetçi bilincin de böyle sorularla iştigaliyeti yoktur. Hakeza gerek küresel çevre konularıyla alakalı gerek yerel doğa anlayışıyla alakalı aklı başında birkaç cümle kurabilecek kaç milliyetçi vardır? Milliyetçi bilincin böyle bir gündemi hiç olmamıştır. Milliyetçi bilincin doğa ile alakalı teması sadece sembollerine yansıyan (kurt, hilal v.b.) esatirlerinden ibaret kalmıştır.

İnsan denen organizmanın en başat güdüsü diğer bütün canlı organizmalar gibi hayatta kalmaktır. Bunun için de insan beslenir, barınır, bürünür ve ürer. Organizma olarak insanın temel ihtiyaçları bunlardır. Bu hayatta kalma sürecinde de geliştirdiği en önemli güdüler saldırganlık ve cinselliktir. Bazı kuramcılar insanın ihtiyacından fazla her şeyi lüks olarak tanımlar. Biyolojisinin ötesinde kültürel bir canlı da olan insan için ihtiyaçlarının ne olduğu sorusu bir muammadır. Modern kapitalizm bu muammaya ihtiyaçların sınırsızlığı ilkesiyle cevap vermektedir. Bu sınırsız ihtiyaçların karşılanabilmesi için de eldeki tek kaynak doğadır. Milliyetçi bilinç zamanı yani mazi-hal-ati kurgusunu milletler arasında vuku bulan bir mücadele alanı olarak görür. Bu yüzden hayatta kalma refleksi yani mücadele arzusu çok baskındır. Savaşmaya karşı meyli ve nüfus planlamasına yönelik katı tutumu bu mücadele perspektifinin insan doğasındaki izdüşümüdür. Milleti adına hayatta kalma güdüsü çok baskın olan milliyetçi bilinç henüz hayatta kalmasının özünün doğayı mümkün mertebe karşısına almamak olduğunu fark edememiştir. Zira hala milliyetçi bilincin temel motivasyonu kalkınmadır. Kalkınma da istediği kadar yumuşatılsın doğanın karşısındadır. Milliyetçilikler özü gereği uluslarüstü bir tavır takınamaz. Çünkü öncelikleri kendi uluslarıdır. Buna mukabil dünya, artan çevre problemlerine yönelik ortaklaşa girişimlere geçmiş bulunmakta ve İnsanı Üstün Gören Dünya Görüşü’ne alternatif yeni yönelimler ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Durum yerellikten çıkmış küresel bir hüviyet kazanmıştır. Milliyetçi bilinç ise yerelliğin mecburi istikametinde bu yazının en başındaki soruya dahi cevap vermeyi beceremeyen bir ilgisizlikle dünyanın dışında aleme nizam verme hülyasını kurmaktadır…

KAYNAKÇA

Aşk, Lüks ve Kapitalizm Werner Sombart Pharmakon Yayınevi,2016
Hayvan Özgürleşmesi Peter Singer Ayrıntı Yayınları,2018
Pratik Etik Peter Singer İthaki Yayınları,2015
Çevre Sosyolojisi A.Ü. AÖF Yayınları,2016
Kur’an-ı Kerim ve Meali
Mukaddime İbn Haldun Dergah Yayınları,2017
Ulus Nedir Ernest Renan Pinhan Yayıncılık,2016
Milliyet Nazariyeleri ve Milliyetçilik Mehmet İzzet Ötüken Neşriyat,2018