Altan DELİORMAN: “BÜTÜN TÜRKLÜK” NE DEMEKTİR?

“BÜTÜN TÜRKLÜK”

NE DEMEKTİR?

 

Altan DELİORMAN

 

 

 

Dilde, soyda, kültürde, ruhta ve dînde bir ve beraber olan insanlar elbette ki bir milletten sayılırlar.
Onları ayırmak, parçalamak, ilme ve akla olduğu kadar, Türk milletinin menfaatlerine de aykırıdır.

 

“Bütün Türklük” tâbiriyle ifade edilmek istenen maksat nedir? Sadece “Türklük” denilse, söylenilmek istenen, açıkça anlatılmış olmaz mıydı?
Son yıllarda Türk milletinin meseleleri hakkında o kadar yanlış yorumlar yapıldı ve o kadar hatalı istikametler gösterildi ki, Türk milliyetçiliğinin ana görüşlerinden birini bu tâbirle ifadede büyük bir isabet olduğu anlaşılıyor. Türklüğü, sadece Türkiye coğrafyasının bir mahsûlü ve «Misak-ı Milli» sınırlarının kesinlikle koparıp ayırdığı bir nüfus yekûnu saymak ciddiyetsizliğine kapılıp aldananların hayli olduğu memleketimizde, en basit gerçeklerin bile izahı kaçınılmaz bir zaruret oluyor.
Türkiye sınırları içinde yaşayan herkesi bir «vatandaşlık hukuku» anlayışı ile Türk saymakta birtakım zaruretler olabilir. Fakat bu anlayış, Türkiye sınırları dışında bir tek Türk bulunmadığı gibi çok yanlış istikametlere sürüklenince, konu üzerinde ehemmiyetle durmak gerekir. Zira bu hatalı anlayış, gayrıilmi ve gayrıciddî olmakla kalmıyor, milli menfaatlerimiz, bakımından da zararlı, hatta tehlikeli oluyor.
«Bütün Türklük» tâbiri, ilhamını, milletimize mahsus husûsiyetlerinden almaktadır. Gerçekten, bugün Türk milletinin görünüşündeki en büyük husûsiyet şudur: Türkler Asyanın doğusundan Balkanlara kadar uzanan çok geniş bir sahada yaygın olarak ve ekseriyeti çeşitli başka milletlerin tahakkümü altında yaşıyor. Çeşitli Türk boylarının arasında yalnız Anadolu’da ve Trakya’nın doğu bölümümle yaşayan otuz milyon kadar Türk istiklâllerine ve hürriyetlerine sahiptir. Fakat, büyük bir bahtsızlık eseri olarak istiklâllerinden mahrum bırakılmış olmaları, altmış beş milyon Türk’ün Türk sayılmaması için yeter ve makûl bir sebep olamaz. Zira, bir millete mensup olmanın kesin ve belirli ölçüleri vardır ve bu ölçüler son derece objektiftir. Bu bakımdan, Türklüğü bölmek, parçalara ayırmak ve bunlardan bazılarını Türk, bazılarını da meselâ rus, çinli, efganlı, acem, arap, bulgar, sırp, rum vb. saymak, her şeyden önce ilme, insan aklına ve hürriyetçiliğe aykırıdır, hattâ düpedüz bunlarla alay etmektir.
Türk milliyetini meydana getiren unsurların bir kere daha gözden geçirilmesinde, «Bütün Türklük» tâbirinin daha açık olarak anlaşılması bakımından, fayda vardır.
Milleti meydana getiren unsurların birincisi «dil» dir. Aynı dili konuşanların zevklerinde, kültürlerinde, san’atlarında, edebiyat kırında zamanla bir ayniyet belirmesi ve farklı soylardan gelsek bile, kendilerini aynı milliyete mensup saymalarındaki
büyük sihir, dilin kudretine en güzel örnektir. Bunun tersi de vâkidir. Dilleri farklılaşmış olan topluluklar, aradan yüzyıllar geçince, kendilerini ayrı milletlerden telâkki etmeye başlıyorlar.

Milletlerin hayatında «dil»in büyük kıymetini İyi takdir eden imparatorluklar, tebaaları olan çeşitli ırktan toplulukları, imparatorluğun hâkimi hangi ırksa o ırkın dili etrafında toplamaya çalışmışlardır Bugün de, en büyük sömürge imparatorluğu haline gelmiş olan Sovyetler Birliği’nde, çeşitli etnik topluluklar rusça’nın zorla kabulü ile temsil edilmeye çalışılıyor. Türklük bakımından, bu feci gidiş yalnız Sovyetler Birliği’nde değil, diğer ülkelerde de mevcuttur. Meselâ Bulgaristan’da, Yunanistan’da, İran’da, Çin’de, Irak’ta aynı temsil politikası takip edilmekte ve yeni yetişen nesillere Türklükleri unutturulmak istenmektedir.

Dil’in kudretine, bugünkü dünyamızdan en güzel örnek Birleşik Amerika Devletleri’dir. Çok çeşitli ırklardan terekküp etmiş olmasına rağmen. Birleşik Amerika halkı, İngilizce’yi (ve bununla birlikte Amerikalılık ruhunu)kendilerini, yekdiğerlerine bağlayan en kuvvetli unsur olarak kabul ediyorlar.
Türkçenin çeşitli lehçeleri arasındaki ayrılıkları, bu lehçeleri başka dil saymak için bahane edenlere de rastlanıyor. Halbuki herkesin bildiği gibi, lehçeler bütün dillerde mevcuttur ve değişik lehçelerle konuşanların ayrı millettenmiş gibi telâkki edilmeleri garabetine başka hiç bir yerde rastlanmamaktadır.

Dil birliği olmadan siyasî bir varlık haline gelmenin ve bu birliği devam ettirmenin ne kadar zor olduğunu, Belçika’da ayrı dilleri konuşanların devamlı çatışmaşları ortaya koymaktadır.

Türkleri ayrılıklardan kurtarmak ve coğrafi mesafelere rağmen bir birlik haline getirebilmek için bütün ömrünü harcamış olanlardan Gaspıralı İsmail Bey, gayretlerinin mükâfatını, kullandığı dilin çeşitli Türk ülkelerinde gayet iyi anlaşılmasıyla daha hayatta iken görmüş ve şöyle ifade etmiştir:
«Ceridemizin Kırım’da, Kafkasya’da, Kazan’da, Sibirya’da, Asya-i vustâ’da, İran’ın Azerbaycan’ında ve Horasan’da Romanya ve Bulgarya ehl-i İslâmı beyninde ve Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne’de gitdikçe meydan aldığı, lisanımızın ve mesleğimizin anlaşıldığına delildir. (Tercüman, 1805, 42. sayı, «İfade-i mahsus).

Türkiye sınırları dışında kalmış Türklerin, Türklüğü için soybirliği aranıyorsa, bütün ilmi delillerle sabittir ki, onlar da en az bizim kadar Türk soyunun çocuklarıdır. Balkanlara yayılmış Türklere “evlâd-ı fatihan” denilmesi bu yüzdendir. Onlar, bir büyük kıt’anın Türkleşmesi için hayatlarını istihkar edenlerin çocuklarıdır. Öte yandan, Doğu Türkistan’dan Azerbaycan’a kadar uzanan şeritteki Türklerin Anadolu Türklüğü ile olan soybirliğini ayrıca izah etmeye lüzum bile yoktur. Bu soy birliği-dir ki, Bulgaristan’dan ve Yugoslavya’dan ayrılmak zorunda olan Türkleri, anavatan saydıkları Türkiye’ye çekmiştir. Yine bu soy birliği sâyesindedir ki, Kıbrıs’ta katliâma uğrayan Türklerin durumu, Türkiye Türklüğünü baştan başa mateme boğmuştur. Çin mezaliminden kaçan binlerce Kazak türkünün, yollarda eriye eriye Türkiye’ye iltica etmelerinin, ancak Türkiye’de kendilerini emin hissetmelerinin büyük sırrı, işte bu soybirliğindedir.

İngiliz mütefekkir yazarı Carlyle, “Kahramanlar” adlı ünlü eserinde şöyle yazıyor : “… Odin. kendilerini harbde öldürülenler gibi karşılasın diye ihtiyar krallar, ölümün yaklaştığını hissedince kendilerini bir gemiye koydururlardı; gemi yelkenleri açılmış ve içinde ağır bir ateş yakılmış olarak denize salıverilirdi. Engine vardığı zaman tutuşması ve ihtiyar kahramanı şan ve şerefle hem gökyüzüne, hem ummana gömmesi için. Vahşi ve kanlı cesaret doğrusu: fakat bu da cesaretin bir nevidir ve hiç yoktan çok iyidir. Bu adamlar bizim Blake’larımızın. Nelson’larımızın babaları, yaratıcıları değiller midir?» Bir İngiliz olan Carlyle, İngilizlerin iftihar ettiği kahramanların torunları olmakla öğünüyor. Halbuki bizim tarihimizde nice kahramanlar vardır ki, akıl almaz kahramanlıklarını biz bugün ancak destanların buğusu ardından seyredebiliyoruz. Onlarla nasıl övünmeyiz? Mete’lerin, İstemi’lerin, Kürşadların, Kül Tiginlerin çocukları olmanın şerefini nasıl unuturuz? Ve, nasıl farkına varmayız ki, bu şerefi Türkistan Türkü ile, Azeri Türkü ile, Balkan Türkü ile, Kırım Türkü ile paylaşmaya mecburuz. Çünkü onlar da, o kahramanların çocuklarıdır.

Dünya üzerindeki Türkleri biribirine bağlayan derin bağlardan biri de müşterek kültürdür. Uzun yüzyılların tesiriyle birtakım kültür farklarının müşahede edilmesi, temeldeki kültür beraberliğini asla gölgede bırakmamalıdır.

Millî Kültürün, milletlerin hayatiyeti ve gelişmesi  bakımından büyük önemi vardır. Bir millet, kendi millî tarihini ve millî kültür eserlerini bilip tanırsa, o millette, millî hisler de kuvvetli olur. Aksine eski tarihlerini ve eski kültür eserlerini unutmuş milletlerde milliyet duygusu gittikçe zayıflar. Millî kültürleri sayesinde, yok olmaktan kurtulmuş ve dünya milletleri arasında mevki almayı başarmış milletlere en güzel örnekler çek, fin ve yahudi milletleridir. Çekler, 1020 de uğradıkları Bela Gora mağlûbiyetinden sonra Almanların boyunduruğuna girmişlerdi. Bu mağlûbiyetten sonra, Almanlar çeklerin asil sınıfını ve münevver zümreleri imha ettiler. Protestan olan çekleri, katolikliği kabûle zorladılar. Buna yanaşmıyanların mallarını ellerinden aldılar, pek çoğunu da öldürdüler. Bununla da kalmadılar, çeklerin milli kültürlerini yok ederek onları almanlaştırmaya başladılar. Milli dillerinde yazılmış kitapları ve kütüphaneleri yaktılar. Resmî lisan almanca oldu. Çok şiddetle tatbik edilen bir temsil siyaseti, Çeklere milliyetlerini unutturmağa başladı. Çek milletinin üçte ikisi öldürüldü. 40 bin münevver vatanlarını terke mecbur kaldı. Çek lisanı, sadece köylülerin konuştuğu bir dil haline girdi. İki yüz yıl sonra, Çek milletinin varlığından söz bile edilmez olmuştu. Fakat 19. yüzyılda, çek münevverleri arasında, Çek milli kültürünü ihya etmek ve Çekleri millî bağımsızlığa kavuşturmak fikri kuvvetlenmeye başladı. Bunun için yapılacak ilk iş, millî ruhu canlandırmak ve millî kültür eserlerini meydana çıkartmak, hattâ yeniden yaratmaktı. 19. yüzyıl boyunca Dobrowsky, Yungman, Czalvkowsky, Schaffark, Tomek, Palacy gibi çek milliyetçileri kesif bir milli kültür çalışmasına giriştiler. Neticede, Çeklerdeki millî uyanıklık, onların bağımsızlığa kavuşmalarını sağladı.
Finlerin milli uyanışında da, Çek örneğini hatırlatan taraflar vardır. 16. asra kadar, finler, yazısız, edebiyatsız, kitapsız, ümmî bir millet idiler. İsveç’in boyunduruğu altında yaşıyorlardı. 1558’de Michel Agricola adında finli bir piskopos, İncil’i finceye tercüme etti. Bunu yapabilmek için de, fin dilini ifadeye yarayan bir alfabe ortaya çıkardı. Henrik Forihan adında bir fin profesörünün, millî duyguları canlandıran konuşmalar*yapması üzerine, fin gençleri, finceyi hiç bilmemelerine rağmen. kuvvetli bir milliyetçilik cereyanı yarattılar. 18 yüzyılın sonlarında meydana gelen İni cereyan, ilk meyvalarını fin dilinde bir gazetenin yayınlanması. mahkemelerde fin dilinin kullanılması ve nihayet Helsinki Üniversitesinde Fin halk edebiyatı kürsüsünün kurulmasiyle verdi. Fakat, finlerin asıl millî uyanışları, ünlü fin destanı Kalevala’nın tesbit edilmesiyle oldu. Bu destanın yayınlanması ile, fin milleti, kendilerinin uzak mazide şanlı bir geçmişleri olduğunu, vaktiyle hür olarak yaşamış bulunan bir milletin çocukları olduklarını öğrendiler. Milli kültürün yayılması ve kuvvetlenmesi hızlandı. Bunun neticesi olarak da, siyasi mücadele ile finler, bağımsızlıklarını kazandılar, hattâ, İkinci Dünya Savaşında, geçmişte uzun müddet hâkimiyetleri altında yaşamış oldukları ruslara karşı kahramanca savaşarak «fin mucizesini yarattılar 200 milyonluk Rus kitlesine karşı 4 milyonluk Finlerin bu mucizeyi yaratırken hız aldıkları en büyük kuvvet milli kültürün kendilerine vermiş okluğu büyük milliyetçilik ülküsüdür.

Yahudi milletinin, iki bin yıldan fazla esaret altında yaşadıktan sonra tekrar müstakil bir vatanda istiklâllerini ekle etmeleri de, milli kültürlerine taassupla bağlı olmaları sebebinden ileri gelir. Üstelik, yahudiler, finler ve çekler gibi, eskiden beri üzerinde yaşadıkları bir coğrafya parçasına da sahip değillerdi. Bir avuç dan gibi dünyanın dört bucağına dağılmışlardı. İbraniceyi unutmuşlar, gittikleri ülkelerin dillerini konuşur olmuşlardı. Buna rağmen yahudiliklerini unutmadılar. Eski çağdan kalma edebiyatlarına, aynı zamanda dini mahiyet taşıyan kültür esirlerine bütün varlıklarıyle bağlı kalmaları yahudilere hürriyet ve istiklâlin tadını tattırdı.
Bugün dünyanın çeşitli bölgelerimle yaşayan Türkler arasında da bir milli kültür beraberliği vardır. Kaşgarlı Mahmud gibi bir şahsiyet bütün Türklüğün müşterek malıdır. Ali Şir Nevâî de öyle, üç ayrı Türk devletinin şair hükümdarları; Fâtih. Yavuz Selim ve Kanuni ile Şah İsmail ve Babür’ün şiirleri bütün Türklüğün iftihar vesilesidir. Çok sıkı milli kültür bağları ile kenetlenmiş Türk topluluğunu, emperyalist devletlerin politikası ile ve kabilecilik zihniyeti ile parçalara ayırmak, milli anlayışsızlıktan veya daha doğrusu, milli ihanetten başka bir mânâ taşımaz.
Bir topluluğun millet olabilmesi için, bu topluluğun fertlerini birbirine bağlayan bir ruhun mevcut olması lâzımdır.
Çok değişik soylardan gelmiş olmalarına rağmen, Amerikan vatandaşlarım birbirlerine bağlayan «Amerikalılık ruhu» dur.
Onlar, eski bir tarihleri ve köklü bir millî kültürleri olmamasına rağmen, Amerikalı olmakla iftihar ediyorlar, Japonlardaki ruh ise büsbütün başkadır. İkinci dünya savaşındaki “intihar uçakları”nı, fedakârlığını nasıl unuturuz? Harbden sonra. General McArthur, Japon İmparatorunu karargâhının bulunduğu yere, yani ayağına getirttiği zaman, binlerce Japan milli gururun bu derece rencide edilmesine dayanamamış ve harakiri yaparak hayatlarına son vermişlerdir. Bugün dünya pazarlarında yeni dampinglere girişen Japonya’nın, atom bombası talihsizliğinden sonra kendilerini bu kadar çabuk toparlamalarında en büyük âmil Japon ruhu olmuştur.
Türk milletindeki Türklük ruhu da bugün gayet canlıdır. Himalayaların ötesinden, yurdunu terkeden Türk’ü Türkiye’ye çeken tılsım işte bu ruhtur. Balkan ülkelerine giden spor takımlarını teşci için stadlara, salonlara akın eden Bulgaristan’daki, Romanya’daki soydaşlarımızı harekete getiren de bu ruhtur. Azerbaycan’da Türkiye gazetelerinin, dergilerinin büyük bir özlemle okunmasını sağlayan da bu ruhtur. Bütün baskılara ve yıkıcı propagandaya rağmen Türklük ruhu yıkılmıyor, yok olmuyor.
Dilde, soyda, kültürde, ruhta ve hattâ dinde bir ve beraber olan insanlar, elbette ki bir tek milletten sayılırlar. Onları ayırmak, parçalamak ilme ve akla olduğu kadar, Türk milletinin menfaatlerine de aykırıdır.
“Bütün Türklük” deyimi, bu yüzden sadece bir ifade zenginliğine değil ayni zamanda yapıcı, birleştirici ve toplayıcı bir mana zenginliğine de sahiptir.
***

YUNUS BUĞRA YILMAZ ARŞİVİNDEN

MİLLÎ IŞIK
AYLIK FİKİR DERGİSİ
SAYI:12
SAHİBİ: MİLLÎ IŞIK NEŞRİYAT ORTAKLIĞI ADINA
N. BOZKURT

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ALTAN DELİORMAN
İDARE MÜDÜRÜ: EROL ERGÜNEŞ
TARİH: NİSAN 1968
YAYIN YERİ: İSTANBUL