Hasan TÜLKAY: BİR MÜBÂREK KÂFİR İDİ-II-

Hasan TÜLKAY: BİR MÜBÂREK KÂFİR İDİ-II-

DERVİŞANE TÜRK DOSTU BİR FRANSIZ ŞARKİYATÇI: MARCEL COLOMBE

Ateist olmasına rağmen mü’min müslümanlarla bile komplekssiz samimîyet ortamı kurabilen Marcel Colombe’un anmaya ve anlatılmaya değer güzel insanî vasıfları ve Türkperest diyebileceğimiz bir yanı vardı. Öyle ki onunla tanışıp da şöyle ayaküstü üç-beş dakika konuşmuş öğretmen arkadaşlar, kendisine hayran olurlardı. O’nun Türk ve Türkiye hayranlığı gibi bir şey değil; tamamen şahsına yönelen bir hürmet ve hayranlık… Ateist bir şarkiyatçı olmasına rağmen; Müslüman vicdanını incitecek söylemlerden uzak kalması, İslâm ve Müslümanlar hakkında olabildiğince objektif düşünebilmesi; üstüne üstlük Türkçe konuşan birisiyle karşılaşınca bir eski dostuyla buluşmuş gibi samimî bir havaya girmesi, Türkiye’nin tanıtımı konusunda bizim yapamadığımızı yapması kendiliğinden bir saygı ve sempati çemberi oluşturuyordu… O’nu ilk defa bir Selçuklu sergisinin açılışında tanıyan ve dinleyen Fransa’daki Türk Kültürü ve Türkçe dersleri öğretmenlerinden Denizlili Mehmet Ali bey, şaşkınlığını gizleyememiş ve şöyle deyivermişti: “Hayret!.. Hayatımda ilk defa kimseye zararsız, üstelik Türklere faydalı bir Allahsız görüyorum!..” Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nın referansı ile Fransa’ya geldiği söylenen bir Türk eğitimciyi bile kendisine hayran eden bir Türkiye söylemi… Marcel Colombe bizim için bu kadar önemli ve değerli bir insandı…

O’nun Türkçe sevdasından bahsettiğim dostlar; doğum, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının Kuzey Afrika’da geçmesinden dolayı yarı şaka, yarı ciddî “mutlaka kanında geninde bir Türk karışıklığı vardır; iyi araştırmak lazım” dediler. Böyle bir biyolojik ve genetik izah malzemesi olabilecek sohbet ve hatıra nevinden bile bir veriye sahip değiliz. Şahsî kanaatimce Müslüman Arap bir toplumun içinde büyüdü, Afrika Müslümanları ile meşgul olurken Türkleri keşfetti, Türklüğün ve Türk Müslümanlığının farkını gördü… Türkiye’nin Batı uygarlığına uyum çabası diye özetleyebileceğimiz Atatürk ilke ve inkılâplarının da bu yönelişte bir ilgi odağı olması gerekir zannındayım…

Yaşayan Türkçeyi okuyup konuşup yazabilen Marcel Colombe’un Arapça ve Osmanlıca Türkçesi mükemmeldi. Ancak dilimizdeki zorlama hızlı değişimler onu üzüyordu. Türkçe ile çok oynuyorsunuz diyordu. “Hani mektep okul oldu, anladık, öğrendik, kabul ettik… Mektup betik olur mu?.. Öztürkçe öğrenirken sanki yeni bir dil öğreniyormuş gibi zorlanıyorum… Yıllarca konuştuğum, dilime ve hafızama yerleşmiş hayat dururken, niye yaşam diyorsunuz…” Hayatımıza, hafızamıza, kültür dünyamıza, sanatımıza, edebiyatımıza girmiş, vicdanımızda kökleşmiş nice “hayat” dolu kelimenin öztürkçecilik gayreti ile lügatlerden çıkarılması gayretleri onu şaşırtıyor, bizi ise ondan fazla üzüyordu aslında… Fransız Akademisi’nin ilim ve ciddiyet ağırlığının bütün ihtişamı ile hissedildiği bir dünyada, Mösyö’ye Öztürkçe zorlamasının kimliğimize yönelen bir ideolojik saldırı gayretkeşliğinden kaynaklandığını anlatamazdık… Zaten anlatsak da anlayamıyordu… Bir millet nasıl kendi diline bu kadar düşman olur, kelimelerle nasıl hoyratça oynanır; aklı ve iz’anı kabullenemiyordu…

Marcel Colombe Türkiye’nin değiştiğinin farkındaydı. Bu değişimi kendince pek de hayra alâmet saymıyordu. Kırk yıl geriden Mısır’ı ve şimdilerde İran İslâm devrimi ideologlarını, Ayetullahları takip eden Türkiyeli İslamcılar yanlış yapıyorlardı. Laikliğin kamu düzenini bozmamak kaydı ile her inancın özgürce yaşanması, vicdanlara ve özel hayata baskı yapılmaması olarak anlaşılması, bundan taviz verilmesi halinde iç karışıklıkların çıkacağından endişeliydi… Radikal islâmcı militanca çağrılara kapalı geleneksel Türk Müslümanlığının yozlaşmasını, devrim çizgisine kaymasını istemiyordu. Bu batıda İslam fobisini besleyen oryantalist yaklaşımlar kadar, Türkiye sevgisinden de kaynaklanan bir korkuydu… Doğrusunu söylemek gerekirse Hizbullah vahşetini, ekranlarda kanlı-canlı Işit infazlarını görmüş insanlar olarak, bay Colombe’un çeyrek asır önceki kaygılarının pek de haksız olmadığını fark etmenin üzüntüsünü de yaşıyoruz.

Karanlık bir cinayete kurban giden eski Kültür bakanlarımızdan siyaset bilimci Ahmet Taner Kışlalı’nın ölen eşinin ardından yazdığı BİR TÜRK’ÜN ÖLÜMÜ yazısını hatırlayanlarınız vardır. Nicole Kışlalı evliliğinin ikinci yılında şöyle demiş: Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum. Ben Tanrı’ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki!.. Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim… Zileli Ahmet Taner’in annesini, yeni seçtiği adıyla Nilgün Kışlalı’yı sevinç ve mutluluk gözyaşlarına boğan ihtida merasiminden sonra tam bizden biri olan bayan Nicole Kışlalı’nın hikayesinin bir benzerini de Marcel Colombe için anlatabilmeyi ne çok isterdik. “Dört kitabın dördünü de okudum, tetkik ettim. Hepsinin ortak mesajı iyi insan olmak tavsiyesi… Nerde o iyi güzel insanlar?..” diyordu. Hidayete ermek Allah’ın bir lütfu keremiydi… Hikmetinden sual olunmazdı… Fransa’da beş yıl Marcel Colombe’un evladı, torunu gibi yaşamış Özlem Güncan hanımefendinin dediği gibi; ne biliyoruz, belki de son nefesinde kelime-i şehadetle gitmiştir… Ölürken başında değildik ya!..

Neyse bu misyonerce saplantımızı bir kenara bırakıp, söz Ahmet Taner Kışlalı’dan açılmışken onun31 Mart – 6 Nisan 1995 tarihli Cumhuriyet Hafta’da çıkan Fransa’dan Türkiye’ye… yazısının girişini ikisine de bir vefa borcu taksidi niyetine paylaşmak istiyorum:

“Yaşlı Fransız konuşurken salonda sinek uçsa duyulabilirdi.

Türkiye’ye ilk kez 1935 yılında geldiğini anlatarak başladı sözlerine… Sakız adasından bir Yunanlı balıkçının teknesiyle Çeşme’ye geçmişti. Döviz bozdurması gerekiyordu. Gümrük memuruna sormuştu:

– Banka nerede var?

– İzmir’de…

Peki İzmir’e gitmek için parayı nerden bulacaktı? Çaresizdi. Ama gümrük memuru, cüzdanını çıkarıp cebindeki parayı kendisi ile paylaşmakta bir an bile tereddüt etmemişti. Ve eklemişti:

– İzmir’e gidip dövizinizi bozdurduğunuzda, bana olan borcunuzu falanca adrese bırakırsınız…”

Marcel Colombe Türkiye ne kadar değişse de geleneksel Türk misafirperverliğinin kalıcı olduğuna inanıyordu. Türkiye’ye daha ilk girişinde, TL’nin Fransız Frankından çok çok kıymetli olduğu bir devirde hatırı sayılır bir parayı daha hayatında ilk gördüğü, belki bir daha göremeyeceği tanımadığı bir yabancıya senetsiz sepetsiz veren gümrük memuru nasıl unutulur?.. Bitlis’te, Ahlat’ta, Konya’da yaşadığı bu ve benzeri hadiseler miydi acaba ona Anadolu’yu bu kadar sevdiren?.. Kim bilir?..

Nitekim 3 Kasım 1990 tarihli Tercüman gazetesinde Atilla Çetin onu şu girişle okuyucularına takdim ediyor:

“ İstanbul Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün 60. Kuruluş yıldönümü dolayısıyla konferans vermek üzere İstanbul’a gelen Prof. Dr. Marcel Colombe, gazetemizi de ziyaret ederek Tercüman Kütüphanesi’ni inceledi. İslâm ve çağdaş Arap tarihi konusunda dünyanın sayılı uzmanlarından olan Prof. Colombe, Türkiye’de son derece büyük değişiklikler gördüğünü, değişmeyen tek şeyin Türklerin “İpsala’dan Ardahan’a kadar cana yakınlığı ve misafirperliği” olduğunu söylüyor.”

Marcel Colombe’un iyilik duygusu bizi görünce daha çok mu harekete geçiyordu, yoksa bütün insanlara aynıydı da biz mi farkında değildik; bilmiyorum… Bildiğim tek şey Türkiye muhabbeti hasbî idi… Fransa’dan başka ülkelerin de hariciyelerine Türkiye brifingleri için davet edilen Marcel Colombe’un özellikle SSCB döneminde Başkan Brejnev tarafından bile dinlenilmesi gıcığımıza gitmedi desek yalan olur. Fakat bunu kendisi de gizlemiyor, kesinlikle Türkiye’nin aleyhine kelam etmediğine inanıyordu. O’nu esas dinlemesi gereken ise Türk Dış işleri idi…

Emekliliğini de Paris’te yaşasaydı herhalde şarkiyat ve tarihle ilgili dar bilim çevrelerinde kalmaz, daha geniş kitlelere mal olan bir şöhret de yakalayabilirdi. Fakat Marcel Colombe gerçekten ün ve nam salma gibi beşerî bir duyguyu, isim yapma hastalığını yenmişti… Kim bilir, belki de hayatının hiçbir döneminde bu zaafı hissetmedi… Şöhret afettir diyen tasavvuf ehline çok yakın… “Dervişane Türk dostu bir ateist Fransız şarkiyatçı” tanımı paradoksal bir ifade gibi görünse de, tam onu anlatıyor…

Belki ilk bölümü iki ay önce okuduğunuz yazımda anlatılanların bir tekrarı olacak ama; Atilla Çetin’in girişini alıntıladığım Tercüman’daki yazısının devamını da, onu tanımak için bir hülasa malûmat gibi paylaşmak istiyorum:

“Prof. Dr. Marcel Colombe’un ilgi çekici bir hayatı ve kişiliği var. 1913 yılında Cezayir’de doğmuş. Çünkü babası orada görevli imiş. Ünlü Fransız romancısı Albert Camus ile aynı lisede okumuş. Yüksek tahsilini Paris’te “Yaşayan Şark Dilleri Millî Okulu” (İnstitut National des Langues et Civilisations Orientales-İNALCO) adlı köklü bir kurumda yapmış ve aynı okulda profesörlüğe kadar yükselmiş. Arapça, Farsça ve Türkçe’yi mükemmel biliyor ve konuşuyor.

Colombe, asıl isteğinin Türkçe okutmak olduğunu, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın bunu engellediğini ve araştırmalarını Çağdaş Arap Tarihi ve Kuzey Afrika üzerine yoğunlaştırmak zorunda kaldığını söylüyor. Ancak Türkiye ve Türk tarihi ile ilişkisini hiçbir zaman kesmemiş. Cezayirdeki “Garp Ocakları” konusunda değerli çalışmaları var.

Türkiye’ye ilk defa 1935 yılında gelen Prof. Colombe, Fransa Arkeoloji Enstitüsü’nde 1937 yılında araştırmacı olarak görev almış ve Osmanlı mimarisinin ünlü araştırıcısı Prof. Dr. Albert Gabriel’i yakından tanımış. Fuat Köprülü’nün bazı makalelerini fransızca’ya tercüme eden Colombe, Prof. Ömer Lütfi Barkan’ı hiç unutmuyor. Barkan, o dönemde annesiyle otururmuş. “Barkan’ın siyahlar giyinen annesinin yaptıpı yaprak dolmalarının tadı halâ damağımda” diyor.

Hemen her yıl Türkiye’ye gelen Colombe, Anadolu, özellikle Selçuklu eserlerine ilgi duyuyor. Bunun için Van, Doğubayazıt, Erzurum, Diyarbakır, Urfa, Sivas, Ahlat vb. yerleri karış karış gezmiş. Prof. Colombe’un Selçuklu sanatına bu ilgisi bir sergi ile sonuçlanmak üzere… yaşadığı Montelimar şehrinin belediye başkanıyla, Selçuklu mimarsini yansıtan bir fotoğraf sergisi açma konusunda anlaşmaya varmış. Serginin hazırlıkları devam ediyor. Sekiz yıldır emekli olan Colombe, birçokları gibi paris’te değil, Lyon – Marsilyaarasındaki Montelimar’da yaşıyor. İstanbul gibi, Paris’te de hayat bir cehennemden farksızmış. “sakin ve tabiata yakın bir hayat insanı mutlu eder” diyor.

Marcel Colombe’un eserlerinden bazıları şunlar: “İslam ve Politika”, “Mısır’ın Gelişimi (1924-1950), “Arap Dünyası ve Tarafsızlık Politikası”. 1959 – 1972 yılları arasında yılda dört sayı çıkan “Orients” Şark adlı mecmuanın müdürlüğünü de yapan Colombe, birçok dergi ve gazetelerde yazılar yazmış. “Hilâfet Meselesi” üzerine de geniş bilgiye sahip. Sultan Abdülhamid’in küçük oğlu hamid Efendi’yi tanımış; Şark Dilleri Okulu’na gelirmiş.

Marcel Colombe Şark Dilleri Okulu’nda Arapça, farsça ve Türkçe’nin birlikte okunmasının büyük yararına inanıyor. Halbuki şimdi, okulun yeni müdürü Türkçe bölümünden Osmanlıca’yı bile kaldırmak istiyormuş.

Osmanlı ve Selçuklu sanatına hayranlığını sık sık ifade eden Colombe, Türklerin İslâm sanatına katkılarından ve bu sanatın evrenselliğinden söz ediyor.Bunun için de Montelimar’da Mayıs 1991’de açacağı serginin Türkiye’nin tanıtımı açısından çok faydalı olacağına inanıyor.”

Şarkiyatçılar hakkındaki kanaatlerimizi gözden geçirtecek kadar bir Türk muhibi olan Prof. Dr. Marcel Colombe ilim ufkundan gösterişsiz bir çoban yıldızı gibi kayıp gitti… Hatırasının, eserlerinin ve hizmetlerinin unutulmaması için ilim ve hizmet ehlinin himmetlerine, gayretlerine ihtiyaç var…

Rahmet ve dua ile adını anamasam da aziz hatırana derunî hürmet ve muhabbetle toprağın bol olsun aziz dost bay Colombe!.. Fransa’da yakından tanıma mutluluğu yaşayan Türk eğitimciler seni hep minnetle anıyorlar…

Hasan Tülkay (15 Ağustos 2014 Cuma-Antalya)