Arnold J. TOYNBEE: TARİHİN ANATOMİSİ

TARİH KONFERANSLARI *

Profesor Arnold J. TOYNBEE 

* Bu Konferanslar Professor Arnold Toynbee tarafından 1948 yılı Kasım ayında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde verilmiştir. Prof. A. Toynbee’nin hazırladığı metinden tercüme edilmiştir ( A. N. Kurat).

1

TARİHİN ANATOMİSİ

(i)Milletler daha büyük cemiyetlerin ancak birer parçasıdırlar: Medeniyetler.

  1. Bugün her yerde “Tarih”i millî bir çerçeve içinde araştırmak temayü­lünü müşahede ediyoruz. Her birimiz, tabii olarak, kendi millî tarihimizin tetkikine her şeyden önce ehemmiyet veririz; bundan sonradır ki, şayet vak­timiz kalır, enerjimiz ve merakımız müsait olursa, kendi millî tarih tetkik­lerimizi de neticelendirmiş bulunursak, diğer milletlerin tarihiyle de meşgul oluruz. “Tarih”e millî tarihlerin bir kolleksiyonu nazariyle bakılabilir.
  2. Tarih’e, böylece millî bir gözlük vasıtasiyle bakmak üsulu, “Tarih ilmi”nin kendi gelişmesiyle izah olunabilir. Modern Batı dünyasının millî devletlere bölünmüş olmasından ötürüdür ki, modern Batılı tarihçiler, Tarih’i millî kadro içinde görmüşlerdir. Batı’nın yakın geçmişte, dünyanın kalan kısmı üzerindeki tesir ve nüfuzunun icabı olarak, modern Batı “Tarih telâkkisi”, dünyanın öbür kısımlarına da yayılmıştır.
  3. Halbuki, “Tarih”i millî birliklere bölmeğe kalkışırsak gerçek mânası anlaşılmaz. Bir milletin tarihindeki önemli olayları inceleyince, umûmiyetle, bunların diğer milletlerin tarihinde de önemli yer tuttuğunu görürüz.
  4. Bu ciheti, kendi memleketimin, Büyrük Britanya’nın tarihinde alaca­ğını örneklerle aydınlatmak isterim.

Modern Britanya tarihinin en mühim olayını teşkil edeıı Endüst­ri İnkılâbı, Alman, Belçika ve Amerikan tarihlerinde de aynı önemi haizdir, ve hali hazırda bu “Inkilâb” bütün dünyaya yayılmış bulunmaktadır.

Reform hareketi bütün Protestant memleketlere şamildir.

Rönesans hareketi de bütün Batı memleketleri için öyledir.

Şimdiki halde İngiliz tarihinin en önemli olayını teşkil eder. Milâddan sonra altıncı yüzyılda, İngiltere’nin hıristiyanlaştırılması keyfi­yeti, munhasiren İngiltere’ye ait millî bir olay değildir; bu olay, Kuzey Avru­pa’nın toptan hıristiyanlaşması hareketinin mevzii bir hadisesi olmuştur, ve bu suretle İngiltere Batı hıristiyan milletleri camiasına alınmış oldu.

  1. Türkiye tarihinde de aynı halin mevcut olduğu fikrindeyim. Türklerin İslâmiyeti kabul etmeleri yalnız Türklere has millî bir olay değildir. Türkiye’nin yakınlarda vuku bulmuş olan Batı kültürüne intisab edişi keyfiyetinin de münhasıran bir Türk olayı olmadığı meydandadır. Türk tarihinin bu iki büyük millî olayları, Tiirkler tarafından diğer milletler, ezcümle Araplar ve İranlılar ile paylaşılmıştır.
  2. Tarifin millî çerçeveye sıkıştırılması dar geliyorsa, onun dışında nasıl başka bir çerçeve buluna bilir? Eğer bütün İnsanlık “Tarihi”ni heyeti umûmiyesiyle bir bütün halinde incelemeğe kalkışrsak, “Tarih sahası” diizenlenemiyecek kadar genişleyebilir. (Bütün İnsanlık tarihinin heyeti umûmiyesinde olabileceği gibi) düzenlenemiyecek kadar geniş olmıyan, fakat aynı zamanda (ayrı bir milletin tarihi kadar da) dar olmıyan ortalama bir “Tarih” tetkiki sahası bulunamaz mı?.
  3. Böyle bir ortalama birlik sahası mevcuttur, o da Medeniyet adını verebileceğimiz sahadır. Medeniyet bir millet kadrosundan daha geniştir, bütüıı insanlık çerçevesinden ise daha dardır.

Misaller: (Rönesans ve Reform sadece millî İngiliz tarih safhasını teşkiletmez: bu olay bütün Batı Hıristiyan milletlerini de kaplar. Fakat bu hareketler Doğu Hıristiyanlara (Kumlar, Bulgarlar, Ermeniler) ve Müslümanlara (Türkler, Araplar ve İranlılar), veya Hindularla Çinlilere geçmemiştir.

Aynı veçhile, Türklerin İslâmiyeti kabul ederek Arap kültürünü benimsemeleri keyfiyeti Türklerle İranlılarda müşterek bir (vasıf) olduğu halde, Hindli, Çinli ve Hıristiyanlarda bu (vasıf) yoktur.

  1. Ölmüş veya hali hazırda yaşamakta olan medeniyetleri nazarı itibare alırsak, şimdiki hesapla son beş bin yıl içinde yükselmiş olan 20 kadar mede­niyet sayabiliriz.

Not: Beşbin yıl, insanların mevcudiyeti bilinen 800,000 yıl ile mukayese edilirse, çok kısa bir zamandır. Medeniyet ise insan tarihinde çok yeni bir hadisedir.

(ii)Medeniyetlerin yükseliş ve alçalışları.

  1. Mensup olduğumuz milletin veya öz medeniyetimizin “Tarih”ini in­celediğimiz zaman, bu “Tarih”in ancak bir kısmını öğrenmiş oluyoruz; çünkü tetkik etmekte olduğumuz cemiyet henüz yaşamaktadır, ve henüz cereyan etmediğinden ötürü bilemiyeceğimiz, istikbalin “Tarih” safhaları olacaktır.
  2. Eğer Tarih’in manası ve bünyesini anlamak istiyorsak, bunu, bütününü bildiğimiz bir “Tarih”in münferit olaylarını incelemekle öğrenebiliriz. Ölmüş medeniyetlerin “Tarih”leri bu maksada daha elverişlidir; çünkü ölmüş mede­niyetlerin “Tarihleri sona erip-bitmiştir; (halâ oluş halindeki modern dünya tarihi’nin tersine olarak) biz bunları başlangıcından sonuna kadar tetkik ede­biliriz.
  3. Ölmüş medeniyetlerden örnekler.

Klâsik Arap Medeniyeti, tarihinin son safhalarında Abbasîler Hilâfetiyle temsil edilmiştir.

Klâsik Çin Medeniyeti, tarihinin son çağlarında Han sülâlesiyle (M. ö. 221- M. s. 221) temsil edilmiştir.

Modern arkeologlar tarafından, kalıntıları yakın bir zamanda kazılıp çıkarılıncaya kadar unutulmuş olan, bir takım ölü medeniyetler bun­lar arasındadır: Hitit, Sümer, Minoa, Mısır medeniyetleri gibi.

  1. Bu ölmüş medeniyetler niçin çöktüler? Bu çöküşlerin iki aşikâr sebebi vardır: Devletler arasındaki harpler, ve sınıflar arasındaki sosyal uzlaşmazlık­lar. Her iki sebep, umûmiyetle biribirine bağlı olmuştur.
  2. Bu çökiip-giden medeniyetler, ayakta kalabilmek için bir hayli müca­deleden sonra ölüp-gitmişlerdir. Hattâ bunlardan çoğu (bir müddet için) muaffak bile olmuşlardı; sönüp gitmelerinden önce geçici bir canlanma (dahi) göstermişlerdir. Bütün bir cemiyet tek bir devletin idaresi altına konularak mahallî devletler arasındaki harpler ortadan kaldırılabilmişti. Bu hususta Abbasîler Hilâfeti, Roma İmparatorluğu, Çin İmparatorluğu birer misal teşkileder.
  3. Bu, birleşik İmparatorlukların tesisi, çökmekte olan medeniyetlerin ölümünü geciktirdi, fakat nihaî olarak bunların hayatını kurtaramadı.
  4. İmparatorlukların, medeniyetlerin hayatını kurtarabilmek hususundaki aczi şu sebeblerden ileri gelir: (Bu İmparatorlukların) sağladıkları barış çok gecikmiştir, ve bu barış çok şiddet ve yıkıma (tahribata) mal olmuştur. Ce­miyet hakikî bir dirilmeyi yapamıyacak kadar yorgun düşmüştür.

 

(iii) Evrensel (cihanşümul) Dinler.

  1. “Tarih”, medeniyetlerin bu tekerrür eden yükseliş ve alçalışlarının sadece bir tasvirinden mi ibarettir? Hayır, çünkü medeniyetlerin düşüşleri, Budizm, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi üstün dinlerin yükselişleriyle denk gitmiştir.
  2. Bu üstün dinlerin ilk belirtisi, çökmekte olan medeniyete mensup ezil­miş zümreler arasında görülür; medeniyetin yıkımından en çok ıztırap çeken zümrelerde din cereyanı ilk önce göze çarpar.
  3. Çok kere aşağı tabakalar, bir vakitler yabancı bir medeniyete mensup olup, sonraları futuhat yolu ile itaat altına alınmış ahaliden teşekkül ettiği için üstün dinler ekseriyetle iki veya daha fazla medeniyetin manevi değer ve sosyal mirasını taşır.

Hıristiyanlık ve İslâmiyette, Yahudi ve Yunan medeniyetlerinin her ikisinden gelme unsurlar buluyoruz. Eski Çin İmparatorluğu’nun sukutu sıralarında Uzak Doğu’da, şimdiki anlamını almış olan Budizm’in Mahayana şekli, Hind ile Grek, ve belki de İran, unsurlarının toplanmasından doğmuş­tur.

  1. Yaşıyan üstün dinler henüz pek gençtirler. İslâmiyet zuhuredeli henüz 1400, Hıristiyanlık 2000, Budizm’in Mahayana şekli 2200. Budizm’in ori­jinal şekli 2500 vıl olmadığı halde, medeniyetlerin yükselme ve alçalma çağ­ları 5000 yıl öncesine kadar çıkar; halbuki insan 800,000 yıldan beri mevcuttur.
  2. Zamanımız Batı medeniyetinin, sözün tam manasiyle bütün dünycda yayılması neticesinde birlik yarattığı gibi, yaşamakta olan üstün dinler aralarında sıkı bir temas tesis etmişlerdir.
  3. Hali hazırda, bizler, siyası ve ekonomik problemler üzerinde fazlasiyle duruyoruz; fakat aynı zamanda, beşeriyet, geçmişte daima yapmış olduğu gibi, dinsiz yaşamanın imkânsızlığını sezmiş bulunmaktadır. Şahsen inanı­yorum ki, Dünya tarihinin bundan sonraki safhasında, din, siyaset ve ekonomiye nisbetle daha çok önem kazanacaktır.

II.

1. TARİH’TEN NELER ÖĞRENEBİLİRİZ?

(i)Tarih’in olayları

  1. İnsanların, içinde yaşadıkları alem durmadan değişmektedir. Her ferd, doğuşundan ölümüne kadar geçen hayatı müddetince, boyuna değişir. Zaman ve değişim, tecrübemizin isbat ettiği veçhile, kâinatın özelliğidir. Tarih, zaman içinde hayatın akışıdır. Zamanın geçmesinden kalan iz anlamında da biz yine aynı “Tarih” sözünü, ve hayatın bıraktığı izleri araştırıp, nakledilmesi manasında (aynı sözü) kullanırız.
  2. Herkes Tarih’le ilgilenir; çünkü her çocuk büyüdükçe, içinde bulunduğu muhitle uzlaşmak ve lıayratta kendine uygun bir yer sağlamak zaruretindedir; halbuki içinde yaşadığı dünya boyuna değişmektedir.
  3. Değişimlerin hızı, yaşadığımız zamanda olduğu gibi, çok hızlaşırsa, hele bu değişimler zorla (harp veya ihtilâl yolu ile) vukubulduğu hallerde, halk (kitleleri) bu gibi tarihî değişmelerin (önemini) müdriktirler.
  4. Bugünün Türk halkı, ister yaşlı ister genç nesli olsun, eminim ki (geçir­dikleri) tarihin ehemmiyetini bilhassa müdriktirler; çünkü Türklerin bizzat iç­inde bulundukları yaşamış oldukları olaylarla, son kırk yıl zarfında (elli yıl zarfında) başarmış oldukları işler, bunu gerektirir. Şu sıralarda Cumhuri­yetin kuruluşunun yirmi beşinci yıl dönümünü kutlarken, (muhakkak ki) son yirmi beş yılın tarihi üzerinde duruyorsunuz.
  5. Günlük hayatımızın basit vesileleri bile bize kendi tarihimizi farkettirir: Türk alfabesi, onu öğrenen her çocuğa, Türklerin hali hazırda mukadder­atlarını Batı dünyasıyle bağlamış olduklarını ifade eder. Mihrabı Mekkeye yönetilmiş bir cami, Türklerin çok eski bir geçmişte İslâmiyeti kabullerinin delilidir, tıpkı İngilterede bir kilise kulesinin, bundan çok zaman önce hem­şehrilerimin Hıristiyanlaşmış olduklarını hatırlatması gibi.
  6. Tarih ufkumuzun genişlemesinde merak ve tecessüsün de hissesi vardır. Ankaradaki “Augustus mabedi” ve kuzey İngiltere’deki Roma surları, Türk- lere ve İngilizlere, memleketlerinin vaktiyle Roma İmparatorluğunun bir parçasını teşkil etmiş olduğunu hatırlatmaktadır. Türk arkeologları Hitit şehirleri kalıntılarım kazıp çıkardıkça, kendi memleketlerinin çok daha eski bir tarihî devrini aydınlatmış oluyorlar.
  7. Tarih’e merak etmeksizin kimse tarihçi olamaz. Fakat “Tarilı”in bilin­en vakalarım öğrenmek, hattâ unutulmuş olaylarını bulup çıkarmak, “Tarih” in esas gayesi değildir. “Tarih”in olayları saymakla tükenmiyecek kadar çoktur; insanın ömrü bunların bir kısmım öğrenmeğe bile yetmez; hayatı­mızı sadece “Tarih vakalar” mı öğrenmeğe vakfetsek bile, bu işi tamamla­dığımız günü yine başladığımız zamandakinden daha bilge (akıllı) olamayız.

(ii) Tarih olayları nasıl değişir ?

  1. “Tarih olayları”nın sadece ne olduğu değil, fakat şu vakanın ııasd bu va­kaya inkilâp ettiğini sorduğumuz anda, “Tarih” daha çok ilgilendirici olur.
  2. Kendisine böyle bir sual yönelten kimse, o suali. İnsanlık hayatındaki büyük değişmelerden birinin Tarihini yazarak cevaplandıra bilir.
  3. İngiliz tarihçisi Gibbon’u “ Roma İmparatorluğunun alçalışı ve düş­üşü Tarihi”’ ni yazmağa sevkeden âmil, Roma’daki Jüpiter mabedinde hıris­tiyan keşişlerinin terennüm ettikleri “ liturgi”(âyin)yi dinlemesi olmuştur.
  4. Eski devir Yunan tarihçisi Polybius’un Greko-Romen dünyasının tari­hini yazmasına sebel), kendi devri içinde elli üç yıldan daha az bir zaman içinde, Roma’nın bütün diğer büyük devletleri mağlubettiğini görmüş ol­masıdır.
  5. Arap tarihçisi İbn Haldun’u “Berberilerin Tarihi”ne girişinde “Tarih felsefesi”ni yazmağa sevkeden âmil, onbirinci yüzyıla kadar mamur bir mem­leket olan Mağrib’in, kendi zamanında (Milâddan sonra ondördüneü yüzyıl­da) nasıl olup ta harabe haline geldiğini merak etmesi olmuştur.
  6. Arap tarihçisi İbn al-Tiktaka’nııı Arap Hilâfeti’nin “Yükseliş ve al­çalış tarihini (Al-Fahri) yazmasına sebep, kendinin bizzat yaşadığı Moğol istilâsından sonraki İslâm dünyasının haliyle, Hilâfetin en yüksek mertebe­ye ulaştığı bir kaç yüz vıl önceki devri arasındaki tezat dikkatini çekmiş olmasıdır.
  7. Moğolların tarihini yazan İranlı Reşidettin de, Arap Hilâfetinin temsil ettiği büyük medeniyet alemine karşı galebe çalmak üzere Moğolların nasd olup ta kuvvetlendiklerini izah maksadiyle, ve yine ayni tezadın tesiriyle, hareket etmiştir.

(iii) Tarih olayları arkasında neler saklıdır ?

  1. Tarih olayları bizde merak uyandırır, ve bir tarihî durumun başka bir­ine inkilâbı keyfiyeti ise, bu değişimin nasıl vukubulduğutıu izah için zih­nimizi yormağa sevkeder.
  2. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun yirmibeşinei dönümü münasebet- tiyle, Türkiye tarihinin bu en son safhasına bir nazar attığımız zaman, bir­birinden farklı, türlü heyacanlar duyduğunuzu sanırını.
  • Çanakkale, İn-Önü, Sakarya ve Afyon-Karahısar’da Türkiyenin varlığım kurtarmış olan Türk askerlerinin kahramanlık­ları dolayısivle gurur ve iftihar.
  • Kurtarılıştan doğan sevinç ve memnunluk.

(iv) Tiirkiye’nin 1923 yılındanberi devam etmekte olan bu yeniden doğuşu karşısında beslenen ümit ve saadet hisleri.

  1. Tarih’in başka hadiseleri başka hisler uyandırır. Türk cedlerinizin Or­ta Asya’dan, Avrupa, Mısır, Hindistan, Çin’e göçleri tarihi, ve modern devirlerdeki Batı Avrupalı denizcilerinin dünya Okyanuslarındaki keşif seyahatları – bize, bir destan okuduğumuz zaman duyduğumuz (heyecan) tesirini yapar. Napolyon’un veya Sultan Yıldırım Bayazit’in yükseliş ve düşüşleri (tarihi) bize, sanki bir tragedya temsilini seyrediyormuşuz gibi gelir.
  2. Başka bir deyimle, ayrı ferdlerin hayatında olduğu gibi, kavimlerin ve medeniyetlerin tarihlerinde de şiir vardır; tarihe kıymet kazandıran “Tarih” in vasıflarından biri de bize göre işte budur.
  3. “Tarih”te ancak şiir değil, aynı veçhile “din” de vardır. Tarih, kâina­tın zaman içinde hareketinin bir manzarasıdır ve böyle bir kâinat ise esrarengiz bir sahadır. İçine gelmiş bulunduğumuz bu dünya, ancak kısmen anlaşılabiliyor. Biz bunun, kendisinden daha büyük olan, mana ve gayesi bize ancak çok donuk bir halde açıklanmış olan, başka bir varlığın ancak bir cüz’- ünü teşkil ettiğini duymaktayız. Tarih olaylarının arkasında neler saklandığı hususundaki cihetleri açıklamayı bize din tevessül eder. (Ben, “din” tabirini geniş bir manada kullanıyorum, ve İslâmiyet, Hıristiyanlık, Budizm gibi üstün dinlerin sadık mensuplarının dışında kalan zümrelerin de dinî hislerini kastediyorum).
  4. Bana göre Tarih’ten öğrenebileceğimiz en değerli şey : Tanrı’nın nite­liği ve anlamı ile, Tanrı’nın insanla olan ilgisinin kavramıdır; bu kavram sezilmesi güç olduğu nisbette kıymetlidir.
  • İslâmiyet ve Hıristiyanlığın, müşterek kaynakları olan Yahudilikten tevarüs ettikleri tarih telâkkisi işte budur. Son zamanlarda bu telâkki (artık) modası geçmiş nazariyle birçok kimse tarafından terkedilmiş bulunuyor; fakat, inanışıma göre, modern dünya Tanrı ile ünsiyet peyda etmeksizin yaşamanın mümkün olmıyacağının farkına varacak, ve Tanrı’nın, kendini açıkladığı vasıtalardan biri olması hasebiyle, Tarih’in insan için olan önemi takdir edilecektir.

III.

TARİH IŞIĞI ALTINDA ZAMANIMIZ

(i) Giriş.

  1. Geleceğin belli olmadığı ve olamıyacağı için beşeriyet istikbal yolunu daima karanlıkta arar gibidir. Biz her zaman hareket hattımızı tam olmıyan bir bilgiye göre ayarlarız. Şayet akıllı isek, elimizde ışık namına ne varsa ondan istifadeye çalışırız; geleceği tayin hususunda en iyi ışık ise geçmiş, hakkındaki bilgimizdir. Bu bilgi bize kat’î olarak ilerde neler olacağım söy­lemez; çünkü, hareket esnasında hiç umulmıyan vakalar zuhurediveriyor, ve bunlar çok defa kat’î neticeler doğuracak mahiyettedirler. Mamafih, bazen geçmişe istinaden ilerde neler vukubulacağını kestirebiliriz; veya iki şıktan hangisinin az veya çok tahakkuk edeceğini, veya bunlardan hangisinin daha çok arzu veya daha az temenni edilebileceğini tahmin edebiliriz.
  2. Yaşadığımız devirde, Batı tarihimizde en az şu iki karakteristik vasıf belirmiştir: Biri – Avrupa’nın Amerika ve Rusya tarafından cüceleştirilmesi keyfiyeti; diğeri de – dünyanın siyasî birliğe doğru süratle yaklaşan gidişi­dir. Bazı ölü medeniyetlerin tarihine bakarsak, bu her iki vasfın benzerlerini görürüz. Geçmişteki şu örnekler bizi aydınlatıcı mahiyettedir, çünkü bu geçmiş misallerin tarihlerinin tümünü biliyoruz.

(ii) Avrupa’nın Amerika ve Rusya tarafından cüceleştirilmesi.

  1. Asya’nın küçük bir yarımadası mahiyetinde olan ve Avrupa denilen saha, onbeşinci yüzyıldan başlıyarak Birinci Dünya Savaşma kadar geçen zaman içinde, askerî, siyasî ve ekonomik sahalarda olduğu gibi, bir dereceye kadar manevi bakımdan da bütün dünya üzerinde hakimiyetini icra etmiş­tir.
  2. 1914 de mevcut olan sekiz büyük Devlet’ten dördü tamamiyle Avru­pa’da idi (Fransa, İtalya, Almanya ve Avusturya-Macaristan); ikisi kısmen Avrupa’da ve kısmen bunun dışında idi (Britanya İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu); ve ancak ikisi büsbütün Avrupa’nın dışında idi (Birleşik Devletler ve Japonya).
  3. 1914 tenberi, Avrupa’nın sabık büyük Devletleri, Avrupa’nın dışında yükselen üstün – büyük Devletler tarafından cüceleştirilmiştir; Avrupa’nın doğusundaki (Birinci dünya Savaşından sonra Avrupalı bir devlet olmaktan çıkan) ve (İkinci dünya Savaşından sonra üstün-büyük Devlet oluveren) Rusya; ve Avrupa’nın batısındaki Amerika Birleşik Devletlerini kastediyorum.
  4. Bu yeni durum, yaşadığımız devirde olmakla beraber, bunun benzer­lerine birkaç diğer medeniyetin tarihlerinde de rastlanır.
  5. Şimdi, Avrupa ufuklarında belirmiş olan bu iki devlet Rusya ve Amerika tarafından gölgede bırakılan ve cüceleştirilen Avrupa devletlerinden bazı­ları, vaktiyle kendileri dahi birer dev Devlet idiler.

Milâttan sonra onbeşinci yüzyılın başlarında Ortaçağların büyük Dev­letleri İtalyan site – Devletleri olan Floransa, Venedik, Milano ve Cenova idi. Onaltıncı yüzydın ortalarında ise bu İtalyan devletleri, İtalyanm dış sabasındaki yeni büyük Devletler manzumesi tarafından eü(‘eleştirilmiş­lerdir; onaltıncı yüzyılın dev Devletleri ise: Türkiye, Avusturya, Fransa, İngiltere, İspanya ve Portekiz idi. Milâttan önce dördüncü yüzyılda, antik Grek-Roma dünyasının büyük Devletleri – Yunan site- Devletleri idi: Atina, Sparta, Teb, Siraküz, Agrigent, Tarent gibi, Milâttan önce üçüncü yüzyıl ortalarında ise bu Grek Devletleri, Yunanistan etrafındaki yeni büyük Dev­letler manzumesi tarafından cüceleştirilmişlerdir: Makedonya, Asya ve Mısır­daki Büyük İskender’in haleflerinin kurdukları İmparatorluklar, Kartaca ve Roma.

Eski Çin dünyası da Milâttan önce yedinci ve M. önce beşinci yüz­yıllar arasında aynı akibete uğramıştı.

  1. Her hangi bir müstakil devletler gurubunda kuvvet ve kudret merkez­deki devletlerin dış kenarındaki sahada bulunan devletlere geçmek istidadını gösterir; çünkü muvazene kuvvetinin baskısı, mevcut sistemin merkezinden uzaklaştığı nisbette hükmünü kaybeder. Bu baskının en çok olduğu merkez­de ise, rekabet haUndeki devletler birbirinin genişlemelerini önlerler; halbu­ki kenar sahalarda ise bir Devlet için mukavemet görmeden genişlemek daha kolay olur – Birleşik Devletlerin Kuzey Amerika’sının Pasifik sahillerine ve Rusya’nın Kuzey Asya’nın Pasifik sahillerine doğru yayıldıkları gibi.
  2. Yaşadığımız devirdeki Birleşik Devletlerin ve Rusya’nın tarihi işte bu istikamette cereyan etmiştir; Roma, Kartaca, Makedonya, İran İmpara­torluğunun halefleri olan Diadok-Devletlerin tarihi eski çağlarda Grek-Roma dünyasında böyle olmuştur.
  3. Bu gibi vakalar olagelirken, medeniyetin merkezi olan saha, dış mıntıka­da teesüs eden yeni Devletler arasında yapılan meydan muharebelerine sahne oluyor. Millâttan önce üçüncü ve ikinci yüzyıllarda Yunanistanm muked- deratı böyle olmuştu, ve zamanımızda aynı şeyin Avrupa’nın da başına gelir gibidir.(i)Dünya’yı siyasi birliğe götüren çeşitli yollar.
  1. Ölü medeniyetlerin tarihlerinden görüldüğü veçhile, müstakil devletler arasındaki kuvvet müvazenesi hiç bir zaman sabit ve müstakar değildir. Bu müvazene gittikçe tahribkâr harplerin tevali etmesine yol açar, ve bu harp­lerde bir Devlet başka biri tarafından ortadan kaldırılır, ve eninde sonunda ayakta kalan bir üstün Devlet, medeniyetin yayılmış olduğu bütün bir saha­da, kendi idaresi altında bir tek İmparatorluk kurar.
  2. Roma İmparatorluğu, İran İmparatorluğu Arap Hilâfeti, Çin İmparatorluğu’nun kurulması hep böyle olmuştur.

Roma, Kartaca ve Makedonya monarşilerini yıkmak suretiyle Grek-Roma dünyasını birleştirmiştir. İranlılar, dört büyük devlet olan: Media, Lidia, Babil ve Mısır’ı ortadan kaldırmak suretiyle, Güney-Batı Asyasını ve Mısırı, (bir tek devlet halinde) birleştirmişlerdi. Araplar ise, İranda Sasanîler İmparatorluğunu ve Toros dağlarının güneyindeki Roma İmparator­luğunu tahrip etmek suretiyle, Güney-Batı Asya’sını ve Mısır’ı bir defa daha birleştirdiler. Eski Çin’de, Çin dünyasının Kuzey Batısındaki kenarında bulunan Ts’in devleti, on yıldan daha az bir zaman içinde, birbirirleriyle rekabet halinde bulunan altı devleti yakmak suretiyle, kuvvet kullanarak, birlik kurabilmişlerdi.

  1. Birkaç müstakil devletin kuvvet müvazenesinden intaçeden bu harp­lere, bu tarzda vukubulan şiddet yollu birleştirme bir son verir; fakat bu yolla barış kurulmuş olmaz, zira harpler tamir edilemez zararlar ika etmiş-
  2. Bu İmparatorlukların kuruluş ameliyesi esnasında husule gelen tahri­bat, bu İmparatorlukların tesisinden önce, bu medeniyetlerde öldürücü yara­lar açmıştır. İşte bunun içindir ki, bu gibi hallerde, sulhun teessüsü esas itibariyle bir şifa olmakla beraber, sulhun kurulmasını sosyal selâmetin müs­takar bir canlanması takib etmemiştir. Bu İmparatorluklardan her biri ölüm darbesi yemiş olan medeniyetlere geçici bir ferahbk getirmişse de, bir kaç yüzyıl sonra, medeniyet, önce alnıış olduğu yaradan ölmüş, ve İmparatorluk ta kendisiyle birlikte çöküp gitmiştir.
  3. Vak’aların, böylece tahribkâr istikametlerin dışında çıkar başka bir yolu varmıdır ?
  4. Dünya’nın siyasî bir birlik halinde birleştirilmesinden kaçınmak müm­kün müdür? Tamamiyle müstakil olan lokal (mevzii) devletlerin muhafa­zası keyfiyeti, bunların kendi hayatlarına mal olacak derecede pahalı olduğu zaman, buna pek imkân görülmüyor. İki Dünya Savaşı geçirdikten ve atom bombasının bulunmasından sonra, yaşadığımız dünya işte bu noktaya varmış gibidir. Kuvvet müvazenesinin muhafazası işi bundan böyle muayyen zam­anlarda çıkan harpler vasıtasiyle başarılamıyacağına benziyor.
  5. Şayet dünyanın siyasî birleşmesi şu veya bu yolda tahakkuk ettirile­cekse, bu bir knock-out yumruğu indirmekle mi, yoksa hali hazırda mevcut devletler arasında yapılan bir uzlaşma ve işbirliğiyle mi gerçekleştirilecektir?
  6. Birinci Dünya Savaşındanberi, böyle bir barışsever ve işbirliği yolu ile (siyasî) birliğe ulaşmayı tecrübe ediyoruz, ki buna göre mevcut mahallî devletler bağımsızlıklarının bir kısmını elden çıkarmak pahasına olsa bile varlıklarını devam ettirebileceklerdi.
  7. Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler Teşkilâtının maksat ve gaye­lerini bu umdeler teşkiletmişti. Bu ise – Batı Avrupa Birliği, Atlantik Bir­liği ve Rus nüfuzu dışında kalan sahada gerçekleştirilmesi düşünülen birlik projesinin amacıdır.
  8. Dünya ölçüsündeki birlikler mevzii otonomi veya bunun başka bir tarzı şeklinde yapdan bir anlaşma sayesinde husule gelen bir uzlaşma, haddi zatında, zor kullanılarak tahakkuk ettirilen bir dünya birliğinden daha iyi­dir; fakat bunun gerçekleştirilmesinin daha güç olduğu da aşikârdır.
  9. Şimdi karşımıza çıkan mesele şudur: Rus nüfuzunun dışında kalan Dünya, bir anlaşma yolu ile birleştirile bilirini? Veya, bütün Dünya, Üçüncü bir dünya Savaşı pahasına, yani kuvvet kullanmak yolu ile birleştirlimek zo­runda mı kalacaktır?

IV

TARİH IŞIĞI ALTINDA ZAMANIMIZ
(i) Dünya’nın Batılaşması.

  1. Dünya, son 450 yıl içinde Batı medeniyeti çerçevesi içinde birleşme yolunda yürümüştür. Bu hareket, Okyanusların Batı Avrupalı denizcilerin futuhatiyle başlar. Zamanımızda ise, arzın yaşama ve geçilebilecek sathı, menşei Batılı olan tek bir ekonomik ve siyasî bir sistem halinde birbirleriyle halkalanmıştır. Dünya’nın kültür ve manevi birleşmesine böylece başlanıl­mıştır, ve bu hareket halâ devam etmektedir. Bu Batılaşma hareketinin ilerde ne şekil alabileceği hakkında acaba, geçmişe bakarak bir hüküm vermek mümkün değil mi?
  2. Bütün bir tarihini bildiğimiz böyle bir vak’a tarihte olmuştur. Büyük İskender’i takibeden bir nesil içinde, eski grek medeniyeti antik Dünya’nın büyük bir kısmına yayılmıştı. Doğu istikametinde, medeniyetlerini Grekler kendileri yaydılar; Batı’ya doğru ise Yunan medeniyetini Romalılar lâtin kisvesi altında yaydılar. Hıristiyan devrinin başlangıçında Grek veya Hellen- leşmiş devletler, doğuda Afganistan, batıda – Atlantik’a kadar uzanan sahada olmak üzere dünyayı idare ediyorlardı. Milâddaıı sonra yedinci yüzyılda, Budist kisvesine borünmüş olan Grek san’atı Japonya’da yerleşmiş bulunu­yordu.
  3. Eski grek nüfuzunun bu büyük dalgası tedricen durdu. Antik dünyanın hellenleşmesi hadisesi artık geçmiş bir tarihtir. Hellenleşmenin sona ermiş olan bu tarihi, henüz tamamlanmamış olan Batılaşma tarihini ne şekilde aydınlata bilir?
  4. Eski grek medeniyeti, asrımız Batı medeniyeti gibi, kuvvete başvurul­arak muasırlarına kabul ettirmekle başlamıştır. Askerî kuvvet kullanmakla, siyasî ve ekonomik teşkilâtlarındaki ve teknikteki üstünlüğü ile dünyanın kalan kısmında da hâkimiyetini icrası mümkün olmuştur.
  1. Bu grek baskısına maruz bulunan muasır medeniyetlere mensup zümre­lerin, kendi medeniyetlerini muhafaza yolundaki reaksiyonları birbirine zıt iki hareket şeklinde belirdi. Yahudi Zealot (zelot-müfrit, mütaassıp) lan, kendi yerli geleneklerine büyük bir taassupla sarılarak, Hellenmeşmeye kük- ünden karşı durmak suretiyle öz medeniyetlerini devamettirmek istemişler­di. Yahudi kıralı Herod ve taraftarları ise, Greklere karşı Grek silâhı kullan­mak suretiyle, tamamiyle başka bir tabiye ihtiyar ettiler; onlar, Greklere kuvvet üstünlüğü sağlıyan, Grek medeniyetindeki unsurları elde etmek ve benimsemek suretiyle, Hellenleşmiş bir dünya içinde kendi hususiyetlerini tutmağa çalıştılar.
  2. Modern Osmanlı tarihinde Batı medeniyetinin salveti aynı veçhile iki reaksiyon uyandırmıştır. Büyük modern Türk ıslâhatcıları Herod’cular safında yer almışlardır: Sultan SeUm III, Sultan Mahmud II, Mehmed Ali, Midhat Paşa, Cumhurreisi Atatürk gibi. Arabistan ve Afrikadaki Yahabi ve Senusi’ciler ise Zelotcu’durlar; Islâmiyetin en saf ve ilk şekli diye, inan­dıkları esaslara taassubla sanlmakla, bunlar Batının salvetine karşı koydular.
  3. Eski grek medeniyeti ile Yahudilerin karşılaşmaları hikâyesinde – ne­tice itibariyle nıuaffak olanlar ne de Yahudi Zelotculardır, ne de Yahudi Herod’culardır. Herod’cular, Greklerce temsil edilmişlerdir; şiddetle karşı duran Zelotcular ise, Romalılar tarafından imha edilmişlerdir; fakat şiddet göstermeyen Zelot’cular ise hayatta bırakılmışlardır; onlar, zamanımızdaki Yahudilerin cedleridir; fakat, bunlar Yahudi dini ve kültürünü, sonraki nesil­lere, Yudaizm’iıı hahamlara has fosillesmiş şeklini nakletmişlerdir.
  4. Diğer yandan Yudaizm’in ve Hellenizm’in her ikisi de, İslâmiyet ve Hıristiyanlıkta yaşamakta berdevamdır. Hali hazırda mevcut olan her iki yüksek din, Yudaizm ile Hellenizm’in karışmasından doğmuşlardır. Bu karış­ma ise, her iki tarafın da sebebiyet verdiği, yeni bir şey meydana getirmiştir, iki medeniyetin karşılaşmasmdan husule gelen bu yeni şey- yeni bir dinî ilham (vahiy) idi; İnsan’ın Tanrıya olan münasebetinin yeni bir ifadesi, ve insanın yeryüzünde yaşaması için serdedilen yeni bir manevi hayat yolu idi.
  5. Böylece, eski grek medeniyetinin muasır medeniyetler ile karşılaşması, Greklerin muzaffer oldukları askerî bir futuhatla başlar; fakat ne galipleri ve ne de mağlupları bulunan dinî bir açıklama (vahiy) ile biter; bu hareket vukubulurken teşebbüs Greklerde değil, Yahudilerde olmuştur. Hıristiyan dinini tesis eden Yahudiler, Hellenizme karşı kendi hususiyetlerini muhafa­za amacım taşımıyorlardı; onlar, kendilerine açıklanmış olan, ve hiç bir milli­yet ve medeniyet farkı gözetmeksizin bütün beşeriyete ulaştırılması matlub olan bu yeni dinî, vahiyi, Yahudilerle olduğu kadar Greklerle de paylaşmağa amade idiler. Tanrının babalığı vasıtasiyle tecelli bulan bütün insanların kardeşliği esasları, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, îslâmiyetin de umdesini teşkil etmektedir.
  6. Geçmiş “Tarih”in bu hadisesini göz önünde tutarak, zamanımızda vuku bulmakta olan, Dünya’nın Batılılaşma keyfiyetine dönelim. Bu hareket, yine Batı’nın, Dünya’nın kalan kısmı üzerinde askerî siyasî ve ekonomik salveti ile başlamıştı. Bu hareket dahi, bütün beşeriyete taallûk eden dinî bir aydınlanmanın yeni bir ilerleyişi ile mi hitam bulacaktır?(ii)Teknolojik terakkinin manevi değerlere meydan okuyuşu.
  1. Bizden önceki nesillere nisbetle teknoloji sahasındaki büyük ve süratle gelişen üstünlüğümüzden ötürü gurur duymaktayız. Teknolojik terakki o kadar hızla yürüyor ki, bir tek insanın yaşadığı kısa bir zaman içinde tekniğin birbirini takib eden her bir merhalesi öncekine nisbetle hemen eskimiş saydır.
  2. Diğer yandan, insanın teknolojideki muvaffakiyetinin ilk adımları, gali­ba, en güç ve muhakkak ki, en önemlisi idi. Canb tabiata karşı, alet yapmak ve kullanmak kabiliyetinden sarfı nazar, insandan daha iyi müceh­hez olan hayvanlara karşı mücadelesinde, teknoloji, Primaeval insanın yegâne silâhı idi.
  3. Paleolitik devrin yarısı boyunca, İnsan, bu aletleri vasıtası ile yer yüz­ünün hâkimi olabildi. O, artık şimdi kendini bütün diğer hayvanlardan üstün bir duruma çıkardı, ve arzın canlı mahlukların yaşamalarına müsait kaldığı müddetçe, kendini barındırmak imkânlarım sağlamıştır. Paleolitik devrin yarısından beri, İnsan’ın yer yüzünde, İnsan’dan başka çekinecek düşmanı kalmamıştır. Bu tarihten itibaren – diyelim ki Hıristiyanlık ve İslâmiyetten önce 100,000 sene – İnsan’a ciddi bir şekilde zararlı olabilecek yegane mahluk, ancak İnsan
  4. 100,000 sene evvel, insaıı’ın teknolojik muaffakiyetleri, teknolojinin insan hayatındaki rolünü değiştirdi. İnsan mevcudiyetinin ilk 700,000 yılında, teknoloji insan’ın gayri-insan mahluklar üzerindeki hâkimiyetini sağlamağa hizmet etmişti; son 100,000 yıl içinde ise, teknoloji insanın insan’a karşı kul­landığı bir silâh oluverdi.
  5. Teknolojideki her bir yeni ilerleyiş, İnsan’a insan üzerinde muazzam bir kuvvet verdiği, insan dışı tabiat üzerinde de munzam bir kudret sağladı. İnsan bu munzam kuvvetini kendi hemcinsi olan insanlara karşı ne yolda kullanacaktır? İyilik için mi, yoksa kötü bir yolda mı? Her bir yeni teknolo­jik buluştan doğan bu soru, insanlığı ilgilendiren en mühim sorulardan biri­dir. Atom enerjisinin bulunması keyfiyeti, bu hakikati önceleri görmiyen birçok kimsenin, bu cihetin önemini anlamasına sebep olmuştur; fakat bu hakikat her bir teknolojik ilerleme için her zaman varittir; her safhasın­da, geç Palaeolitik devrin başlangıcına kadar gidersek – bu hakikat mevcuttu.
  1. Bazı insan varlıklarının başkaları üzerinde haiz bulundukları kuvvet ve kudretten doğan ahlâkî problem, insanlığı ilgilendiren en mühim problemlerinden biridir. İnsanlar hiç bir zaman kudret bakımından eşit olamıyacaklardır, çünkü onlar fitrî kabiliyetçe istidatları itibariyle birbirlerinden ayrılıyorlar; bundan başka siyasî kudretin veya servetin yarattığı sun’î fark­lar da mevcuttur. Karşımıza çıkan büyük sual şudur: Malik olduğumuz kuv­vet ve kudreti birbirimize karşı ne yolda kullanacağız?
  2. Teknolojideki her ilerleme insan kuvvet ve kudretinin maddî gücünü artırmaktadır, ve bilhassa bundan ötürüdür ki, bunun iyilik veya kötülük için mi kullanılacağı meselesi daha ziyade önem kazanmaktadır.
  3. İnsan’ın maddî kuvveti ne kadar çoğalırsa, İnsan kendi işlerinde oldu­ğu gibi hemcinsi olan diğer insanlarla da münasebetlerinde Tanrının rehber­liği ve yardımına ihtiyaçı o nisbette fazlalaşır.
  4. Böylece teknolojinin terakkisi, beşeriyet için dinin önemini azalt­maz, belki de çoğaltır. Eğer teknoloji İnsan’m kendisini dış alem’e karşı müdafaada kullandığı bir alet olmuş ise, insan’ın hemcinsine karşı yegâne müdafaa vasıtası dindir.