Alparslan TÜRKEŞ: TÜRKÇÜLÜK VE TÜRK BİRLİĞİ (1950)

TÜRKÇÜLÜK VE TÜRK BİRLİĞİ*

Alparslan TÜRKEŞ

Üzerinde iftiralarla, yalan ve yanlışlarla dolu münakaşalar yaparak, fikir yürütmek, bilhassa 1944 ve daha sonraki yıllarda kötü bir adet haline getirilmiş olan Türkçülük ve Türk Birliği ülküsü hakkında, bir inceleme yapmanın zamanı çoktan gelmiştir.

Türkçülüğün ve Türk Birliği ülküsünün, bir cürüm olarak kabul edilmesinden ve bu yolda büyük propagandalara girişilmesinden sonra, Türkiye’de Türk olmak ve Türkçülükten bahsetmek bile korkulacak hâl olmuştu. Tanrıya şükürler olsun ki, 14 Mayıs 1950’de Türk Milletinin vermiş olduğu şanlı bir kararla, meş’um tek parti zihniyeti yıkılmış ve Türkçülüğün ufku yeniden aydınlanmıştır.

Türkçülük ne demektir diye bir soru sorduğumuz zaman, hatırımıza gelmesi gerekli olan şeyler bugün herkese göre değişmektedir. Çok muhtemeldir ki, böyle bir soru karşısında bazı kimseler koyu bir gafletin ve âdi bir menfaat taassubunun tahrikleri ile yaratılan propagandaların tesiri altında Faşizmi düşünecek, diğer bazı kimseler de bunun ifade ettiği manadan büsbütün habersiz görünecektir.

Hele gençlerin çoğunun, buna ait esaslı hiçbir şey bilmediği hakikati önemle ele alınacak bir olaydır. Bununla ilgili acı bir misali burada söylemeden geçemeyeceğim. 1948 yılında Amerika’da iken genç bir arkadaşım bir gün okul kütüphanesinde “Encyclopedia Britannica”yı karıştırırken “Türk” kelimesinin karşısındaki izahı da okumuş ve orada “Türkçülük denilen şovenizm ile Türklerin, yurtlarında eskiden beri yaşamakta olan Türk olmayan unsurları gücendirerek kendilerine düşman ettiğini, bu yüzden bu yabancı unsurlarda da millî duyguların uyanarak geliştiği”nin yazılı bulunduğunu görmüş. Bu hususa ait hiçbir bilgisi olmayan bu genç Türk çocuğu yukarıda, bahsi geçen ifadelere inanmaktan da kendini alamamıştı.  “Nasıl olur,” diyordu, “İlim yetkisi dünyaca tanınmış bir ansiklopedinin yazdığı şeyler, yanlış olur mu?” Bu sebepten benimle bir hayli münakaşalara da girişti. Fakat neticede Türkçülüğün Hrıstiyan ve Müslüman bütün yabancı unsurların Türklere karşı gösterdikleri sistemli ve nankörce bir düşmanlıktan ve hıyanetten dolayı, Türklerin kendi varlıklarını korumak kaygusundan doğduğunu anlayarak kanaatini değiştirmiştir.

İşte yukarıdaki sebeplerden ötürü Türkçülüğün ne gibi bir mana ifade ettiğini ve doğuş sebeplerini kısaca izaha çalışmak faydalı olacaktır sanıyorum.

Osmanlı tarihine şöyle üstünkörü bir göz atıldığı taktirde dahi görülür ki, hiç bir zaman devletin siyasetinde ve Türk sosyal hayatında şövenizme varan bir milliyetçilik hâkim olmamıştır. Değil yalnız  küçük memuriyetlere Sadrazamlık gibi en yüksek makamlara bile her soydan insanlar getirilmiştir. Tanzimat’a kadar yurt içerisinde diğer dinlere ve milliyetlere karşı o devirlerde hiçbir memlekette bulunmayan ve aşırı sayılabilecek bir müsamaha ile malûl koyu bir İslâmcılık hâkim olmuştur. 

Müslümanlığı benimsemekte o kadar ileri gidilmiştir ki, bu yüzden, Suriye ve Irak’ta, hatta Filistin ve Mısır’da sayısı milyonları aşan Türk halkı Araplaşarak, yavaş yavaş eriyip kayboldu. Türkçe her tarafta ihmâl edilerek Arapça ve Farsça kelimeler kullanmak mukaddes bir moda ve zevk haline geldi. Tanzimat’tan sonra ise, İslâmcılığın yanında ortaya resmen bir Osmanlıcılık fikri çıktı. Bu fikir, çeşitli din ve milliyet taşıyan unsurların halitasından ortaya bir Osmanlı milleti çıkarmak hayali idi.

İşte bu hakikatler karşısında, Türk milletinin şovenliğinden bahsetmek, ilmin gerektirdiği tarafsızlığa sırt çevirerek, adi bir garazkârlığın esiri olmaktan başka bir şey sayılamaz.

Türkler ancak gösterdikleri  sonsuz müsamahalardan ve lütuflardan sonra gördükleri sistemli düşmanlık ve hıyanetlere karşı bir reaksiyon göstermek zorunda kalmışlardır. Türkçülük ve Türk milliyetçiliği, Yunan, Bulgar, Sırp, Ermeni, Arnavut, Arap ve diğer unsurların milliyetçilik ve ayrılık duygularının tesiri altında, bir nefis koruması gayesi ile meydana gelmiş ve hiçbir zaman haksız ve  tecâvüzkâr olmamıştır.

Türkçülük, Türk milletinin, ilim, sanat, ziraat, iktisat, kültür ve diğer her alanda millî gelenek ve millî bünyeye uygun bir şekilde kalkındırılması, içte ve dışta her çeşit saldırganlıklara karşı korunarak hür ve müstakil olarak yaşatılmasını hedef tutan bir ülküdür. Böyle bir ülkü, her milletin kendisi için mukaddes bir hak olduğu gibi Türk milleti için ve onu teşkil eden her fert için de en mukaddes ve en tabii bir haktır.

Türkçülüğü her ne sebeple olursa olsun, şu veya bu şekilde iftira ve ithamlar altında bırakmağa kalkışmak ise, bunu yapanların en hafif bir tabirle iyi niyetinden ve Türk milletine olan sevgisinden şüphe etmeği gerektirir. Türkçülük hakkındaki düşüncelerimizi burada özet olarak belirttikten sonra şimdi birkaç satırla “Türk Birliği” ülküsünden de bahsetmek gerektir.

“Türk Birliği” ülküsü, yer yüzündeki bütün Türk ilerin bir millet ve bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkânsız gibi görünebilir. Bir çok kimseler bunu zararlı bir hayâl (ütopi) olarak da vasıflandırabilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her hakikat önce bir hayâl ile başlar. Yine hatırlamak gerektir ki, 1919 yılında hür ve müstakil bir Türkiye kurmak için Anadolu’da dünyanın galiplerine karşı savaşa girişmek de çılgınlık ve hayâl diye vasıflandırılmıştı. Fakat inanmış ve kendilerini bir ülküye vermiş olanlar, yurdu kurtarmaya ve müstakil bir Türkiye meydana getirmeye muvaffak oldular.

Türk Birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce Türkiye’yi korumak ve yükseltmeğe çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır.

Zaman zaman, hasis ve sinsi emellerin esiri bulunan bazı kimseler, bunu Türkiye’yi hemen Rusya’ya ve Türklerin yaşamakta oldukları diğer memleketlere taarruza ve harbe sürükleyecek bir macera fikri olarak göstermeğe yeltendiler. Türk Birliği fikrini güdenleri, Türkiye’yi kudreti dışında işlere sokarak felâkete yuvarlamak ve “memleketi yıkmak için birebir çareyi” bulmuş olmakla itham ederek haklarında her çeşit iftira, hakaret, ve işkenceyi reva gördüler. Halbuki Türk Birliği ülküsünü taşıyan, iman sahibi insanlar, Türk milletinin sahip olduğu kudret ve imkânları, gayet iyi hesaplayabilen kimselerdi. Sahip oldukları millî şuur, fikir ve ilim kabiliyetleri, Türk milletini her türlü maceralardan korumak gerektiğini bilmelerine imkân sağlayacak durumda idi. Bunların hiç birisi memleketin harbe sürüklenmesini ve bugünkü sınırlar dışında mevsimsiz olarak gayretler sarf edilmesini istemek şöyle dursun, hatırından bile geçirmiyordu.

“Türk Birliği” fikrini güdenlerin ülküsü:

1- Önce her türlü insanlık haklarından mahrum edilmiş bulunan ve işkence ile imhasına çalışılan esir Türklerin neşriyat ve propaganda yolu ile haklarını korumak.

2- Diplomasi yolları ile bunlara her çeşit yardımı sağlamağa çalışmak.

3- Arada, imkân nisbetinde kültür birliği kurmağa çalışmak ve bunu kuvvetlendirmek.

4- Esir bulunan Türk yurtlarının ayrı ayrı istiklâl kazanarak, hür milletler topluluğu içinde lâyık oldukları yerleri almalarını sağlamağa çalışmak.

5-Esir bulundukları ülkelerden, mülteci ve muhacir olarak gelenleri sıcak bir ilgi ile karşılayıp her çeşit yardımda bulunmak gibi günün realitesi ile telifi kabil olan yakın hedeflere ulaşmağa çalışmaktan ibaretti. Bundan başka uzak bir hedef olarak da bağımsızlıklarını alacak Türk ülkelerinin ilerde aralarında sağlam bir kültür birliği kurduktan sonra beraberce verecekleri bir kararla, büyük bir Türk Birliği meydana getirmeleri dileği gelmekte idi.

Şimdi bu düşüncelerde, Türk Milleti için acaba ne gibi zarar bulunabilir? Kanaatimizce biç bir zarar bulunamaz. Aksine olarak çok büyük faydalar vardır. Böyle bir ülkü, halka ve bilhassa gençliğin heyecan ve hız kaynağı olur ve Türkiye’nin kalkındırılması için daha çok çalışmayı sağlar. Sonra, Ruslar  İslav Birliği (“Panslavizm”), Almanlar Cermen Birliği (“Pencermenizm”), Araplar Arap Birliği, Yahudiler Yahudi Birliği, Yunanlılar -“Enosis” diye Kıbrıs’ı isteyerek- Yunan Birliği peşinde koşarlarken, Bulgarlar, Bulgar Birliği diye Makedonya ve Trakya üzerinde boş iddialarda bulunurken Türklerin 60 milyonluk kendi öz kardeşleri arasında bir birlik kurmak istemeleri neden günah sayılıyor? Her millet için, millî birlik kurmak mukaddes bir hak kabul edildiği hâlde, bu hak neden Türkler için tanınmasın? Hele bu mukaddes hak ve dilek neden Türkiye’de, suç ve cürüm olarak karşılanıyor?.. Ve neden bu fikrin sahipleri 1944 yılında en ağır hakaretlere ve işkencelere uğratıldı? İnsaniyetçilik ve insan haklarına hürmette kendilerini ön safta göstermeğe yeltenmiş olan o meşhur… Türkçülük düşmanları için her çeşit insan haklarından mahrum yaşayan milyonlarca Türk’e insan gibi yaşamak hakkı sağlamağı dilemek, neden cürüm sayılıyor?

Türklerin yaşadığı ve Türk bayrağının şerefle dalgalandığı bu topraklarda kalpleri Türklük için çarpan kimseleri, birtakım bedbahtlar, türlü iftira ve hakaretler tertipleyerek, Moskova’ya jurnal eder mahiyette ve kendilerini buna muhalif göstererek Moskofların hayrını dileyen kimseler olarak belirten ithamlarla, nasıl oluyor da fesat tertip edebiliyorlar?

Fakat bunların hepsi boşuna gayret oldu efendiler! Boşuna gayret. Moskoflara yaranmak mümkün değildir. Ne Türkçüleri ezmeğe kalkmakla, ne yüzlerce Türk mültecisini insanlık duygularına ve devletler hukuk kaidelerine aykırı olarak, öldüreceklerini bile bile Moskoflara geri vermekle yaranmak kabil olmadı.

Biz Türk Birliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklere yükselterek taşıyoruz. Bu ülkü her zamandan ziyade, bugün Türk milleti tarafından daha önemle anlaşılmaktadır. Moskoflarla çarpışmamız kaçınılmaz bir kaderdir. Onların doymak bilmez hırsları, kendi başlarını yiyecektir. Girişeceğimiz savaşta onları mutlaka yeneceğiz. Çünkü biz hakkı ve insanlığı müdafaa edeceğiz. Çünkü biz Türklüğün ezeli ve ebedî hakları için dövüşeceğiz. Çünkü biz, “Ya İstiklâl Ya Ölüm” parolası ile çarpışacağız.

(*) İlk Yayını : 10 Kasım 1950

KAYNAK: Alparslan TÜRKEŞ / Kahramanlık Ruhu / And Yayınları