Hasan TÜLKAY: Aklıma Takılanlar

 

ÜLKÜCÜ HAREKETİN

DOKTRİNER EĞİTİMİ:

12 EYLÜL 1980 ÖNCESİ

ÖZEL EĞİTİM NOTLARI

Hasan TÜLKAY

Yozgatlı eskimeyen ülkücülerden Kenan Eroğlu’nun Polietika’dan çıkan 300 sayfalık kitabı dün geldi, bugün bitirdim. Kenan bey üç beş yaş farkla, ondan önemlisi de 80 öncesi milliyetçi dergilerde desenli resimli imzasıyla görüp gıyaben tanıdığım bir ağabeyim. Rahmetli Kadir Baran ve Serhat Ünsal ikimizin de ortak yakın tanıdıklarımız olmasına rağmen hiç yüzyüze geldiğimizi hatırlamıyorum. O da hatırlamadığına göre ülküdaşlık ruhuyla bir gönül birlikteliğimiz söz konusu sadece…

Kenan Eroğlu, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen dört ay öncesi katıldığı merkezi bir ülkücü eğitim programı notlarını atmamış, yakmamış, bugüne kadar saklamış. Böylece tarihe vesika değerinde notlar düşüyor bu kitabıyla…

Doğrusu ÜLKÜCÜ HAREKETİN DOKTRİNER EĞİTİMİ yüzünden hafta sonuna hiç uyumadan girdim. Kitap İnternet video kültürüyle beslenen yeni nesil ülkücülere ne anlatır, ilgilerini çeker mi bilmiyorum. Fakat yakın tarihimizin sosyal ve siyasi çatışmalarını, klişe ağızla “Seksen öncesi sağ – sol kavgası”nı tanımak, anlamak isteyenler, araştırmacılar için ÜLKÜCÜ HAREKETİN DOKTRİNER EĞİTİMİ gözardı edilmeyecek bir kaynak…

Kitapta karşılaştığım en acı yeni bilgi, eğitimcilerden Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak beğin Eğitim Semineri verdikten dört gün sonra; mafya ve büyük tekellerin taşaronu illegal bir sol örgüt tarafından hunharca şehit edilmesi.. Rahmetli Gün Beğ sulbünden gelecek yedi değil yetmiş yedi nesil torunlarının torunlarını kıyamete kadar gelecek kaygısı yaşatmayacak servete sahipti. Onca dünya malı varken bir eli yağda bir eli balda masallardaki sultanlar gibi keyif içinde yaşayabilirdi. Fakat derin memleket sevgisi ile mafya örgütlenmesinin zehirli örümcek ağı gibi devleti kuşattığı Gümrüklerde rüşveti ve kaçakçılığı önlemiş, adeta babaların belini kırmıştı. Bu yüksek cesaret ve dürüstlüğün bedelini canıyla ödeyen mümtaz bir şahsiyetten vefatının birkaç gün öncesi ders almak da Kenan Eroğlu’nun tarihî talihi olsa gerek..

Dava tarihimiz yanılgılarımızla, savrulmalarımızla objektif olarak ele alınmalı. Bizde dava dendi mi maziyi kutsamak gibi bir tabumuz var. Maziye saygı duymak, hürmet etmek; eksik ve yanlışlarımızı görmemize mani değildir. Ateş çemberinden geçmiş 12 Eylül öncesi gençliğinin ülkücü kadroya dahil bir mensubu sıfatıyla kitabı biraz da öz eleştiri yaklaşımı ile okudum, anlamaya çalıştım. Herkesin bildiği şeyler gibi görünse de, tarihçi, siyaset ve toplumbilimcilerin de hatta özellikle sosyal psikloji uzmanlarının. ülkücü harekete gönül veren aydınların da üzerinde durması, düşünmesi gereken sorularımız olduğunu düşünüyorum…

Eğitimci seminer konularının sadece ana başlıklarına göz atınca bile; göğsümüzü gere gere kırk yıl sonra “kırk bin kere maşallah” diyebileceğimiz ileri görüşlü bir derinlik var. İnsanlık alemini etkileyen, yeryüzünde nice büyük savaşlara ve onbinlerce insanın hayatına mal olan komünizm, kapitalizm, faşizm, nazizm gibi ideolojilerin ilmî olarak, sanki bir üniversite kürsüsünde ders verir gibi anlatıldığı anlaşılıyor. Halbuki kavga yıllarında ideolojiler silah gibi kullanılıyor, övgü ve sövgü fırtınası içinde akıl, mantık da boğulup gidiyordu. Sokak jargonu farklı da olsa, eğitimli ülkücüler komünist ideolojiyi komünistlerden iyi biliyormuş. Komünistlerin, karşı olup yıkmak için ölümüne devrimci mücadele verdikleri kapitalist düzeni vaad ettikleri sosyalist cennetten daha iyi tahlil edip tanımaları gibi… Nitekim, düşmanın silahını iyi bil ki ona göre savunma ve hücum duruşları al mantığıyla sol yayınları da takip etmeye çalışan ülkücüler vardı. (Mesela şahsım adına; Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi ile Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri’ni lise çağımda okuyup anlamaya çalıştığımı hatırlıyorum ki, ikisi de devrimcinin el kitapları arasındaydı.)

Yine dikkat çekici mevzulardan birisi; milliyetçilik ve din meselesi… Sağdan soldan her gün onlarca bombalama, suikast, çatışmalı ölüm haberlerinin karabasan gibi milletin üzerine çöktüğü 80 öncesi, ülkücü İslamî söylemlerin yoğunlaşması, acaba cephedeki askere -ölüme güle güle gidecek ülkü erlerine- bir moral takviyesi miydi? “Mücadelemiz Haktır – Zaferimiz Mutlaktır, Kanımız Aksa da Zafer İslâmın” “Rehber Kur’an Hedef Turan” gibi bildirilerden fırlayıp duvarlara, afişlere tırmanan Ocak sloganları “Bağımsız Müslüman Türkiye”den bahseden Hacı Başbuğ’un onayı alınmadan bu kadar yaygın kullanılabilir miydi? Atsız’ların, Sançar’ların TÜRK ÜLKÜSÜ Ahmet Er’ler, Seyit Ahmet Arvasi’lerle TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ’ne evrilmesi politik bir stratejik söylem mi, yoksa tabiî ve tarihî bir seyir çizgisi miydi?

Mücadelenin yasadışı yollara sapması konusunda da ülkücü hareket yargılanmış, sorgulanmıştır. Devlet, hükümetler vatandaşının can ve mal güvenliğini korumakla yükümlüdür. Ancak devlet organları görevini yap(a)maz duruma gelince yasa dışı bölücü sol terör örgütlerinin saldırılarına karşı ülkücüler arasında da illegal savunma refleksi diyebileceğimiz yapılar oluştu. Kışkırtıcı ajanların rahatça cirit atacakları, kaçakçıların silah satacakları bir ortam doğdu. Köyden kente göç etmiş ve tam manasıyla bir kültür şoku yaşayan gariban gecekondu çocukları arasında silahlı militanlıkla delikanlı varlığını ispat etme duygusu da, teşkilat kontrolü dışında bir illegal ülkücülüğe zemin hazırlamış olabilir. Nitekim TÜŞKO (Türkiye Şeriatçı İntikam Komandoları), TİT (Türk İntikam Tugayı) gibi sahibi meçhul yasadışı eylemcilerin de maceraperest asi gençler marifetiyle ülkücü harekete eklemlenmeye çalıştığı düşünülebilir. Davanın en sert adamlarından birisi gibi görünen rahmetli Ali Güngör’ün verdiği Hukuk Bilgisi derslerinden anlaşılıyor ki; ülkücü hareket meşruiyet çizgisinden, kanun yollarından sapmadan mücadelesini sürdürecektir. Nitekim Anadolu’da “partili büyüklerimiz”in gençlik heyecanı içindeki Ocaklı deli kurtları frenlemeye çalıştıkları, gençleri daima sabır ve itidale çağırdıkları bir vakıadır. Burada şu soru aklımıza takılıyor:

Zaman zaman kışkırtıcı ajan oldukları bizzat ülkücü yayın organlarında ifşa ve ilan edilen kimseler hakkında ciddî bir hesap sorma, hukukî takip talebinde bulunuldu mu?.. (Meseleyi şahsîleştirmemek ve ihtiyatı elden bırakmamak için tek tek özel isimler üzerinde durmuyorum amma, sureti haktan görünen bozguncuların hile ve desiseleri teşhir edilmeli.. Hiç değilse gelecek nesillerin oyunlara gelmemesi, tuzaklara düşmemesi için…)

Eğitimcilerin ülkücülük eğitiminde tarikat ve tasavvuf kültürü de önemli bir yer tutuyor. Namık Kemal Zeybek, kendisi güncel bir tarikata intisap etmiş midir, bilemiyorum. Ancak tarikatlar hakkında verdiği ders çok mühim: “Bizim mücadelemiz Allah’ın kitabında ve Peygamberin sünnetinde açıkça emredilmiş olan bir mücadeledir… Ülkücüler olarak maneviyatın yardımını talep ediyoruz.Mevlâna’nın, Yunus’un, Ahmet Yesevî’nin, Şah-ı Nakşbendî’nin, Abdülkadir Geylanî’nin ve Evliyâ-i kiramın himmetini talep ediyoruz. Maneviyat büyüklerimizin duasının bizimle bir olduğunu biliyoruz. Zaten tasavvufun içindeyiz ve feyiz almaktayız. Muhipleriz. .. Ancak ülküdaşlarımız içinde bir tarikata girmek isteyen ve bu yolla nefsini yenerek davamıza daha çok hizmet etmek isteyen kimseler olabilir. Nitekim vardır. Arkadaşlarımız böyle bir yola girmek lüzumunu duydukları zaman, teşkilata duyurmaları lazımdır. Arkadaşta şeriatın, tasavvufun ve İslâmın zahiri bilgileri var mı?Tarikat açık mı, bilinen bir yer mi, (Şeyh) bilinen birisi mi? Araştırılmalı, gidenler eğitilmeli. Vekiller Şeyh değil, halifeler de şeyh değil. Şu, bu parti diyor mu? Şeriatın zahirî hükümlerine uygun mu? Hediye almamalı. Mücadelemizi anlamayan… Teşkilatımızın işlerine karışmamalı. Şeyh de bir insandır, yanılabilir. Her şeyi Allah’tan başka kimse bilmez.”
Akın akın Menzil’e seferler düzenlenmesinde teşkilatın bir rolü olmuş mudur?

Acaba bir tarikata giren önemli kararlar arefesinde teşkilat kararını mı dinler, yoksa kuzu kuzu iradesini şeyhinin tavsiyesine göre kullanır?

Ülkücü cenahtaki dağınıklığın sebeplerinden birisi de tarikatların kitle üzerindeki manevî nüfuzu olabilir mi?

Sorular, Sorular…

Notlardan yola çıkarak kısa kısa sorularla devam edelim:

En az 50 yıldır söylüyoruz ki. eğitimciler de söylemiş: “Batı medeniyeti çöküyor” mu gerçekten?

“Moiz Kohen Tekinalp Türkçü geçinen bir sahtekâr” mıdır; yoksa ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiş iyi niyetli bir zavallı mıdır?

“Sermayenin kontrolü millî güçlerin elinde olmalı” ; “Dış ticaret, ithalat, bankacılık, sigortalar hemen millîleştirilmelidir” görüşümüz bugün de geçerli midir?

Turan ülküsü şehidi Kahraman “Enver Paşa kendini beğenmiş, hırslı, bilgisiz, tecrübesiz” birisi miydi?

Rahmetli Gün Sazak beğ şehadetinden dört gün, 12 Eylül muhtırasından 3 ay 20 gün öncesi adeta darbeye göz kırpmaktadır:
“İktidara giden iki yol var: 1-Seçim yoluyla güçlenmek: Açık yol 2-Ordunun idrak noktasına gelmek. Ordu kayıplar verdikçe şuurlanmaya başlamıştır.” Şehit sayısını bile takip edemez hale düştüğümüz kitlesel kıyıma dönüşen fecaat günlerinde sivil otoritenin (hükümetlerin) hiç hükmünde kalması milleti ve pek tabii ülkücü camiayı böyle bir çaresizler çaresi arayışına itmiştir. Üniversite okusun diye Ankara’ya, İstanbul’a gönderdiği evladının ölüm haberiyle uyanacağı endişesi kâbusa dönüşen ana babalar 12 Eylül Cunta darbe bildirisini “oh çok şükür” edasıyla karşılamıştır. Hergün gazetesi arşivi karıştırılırsa, vatansever kişi ve kuruluşların bugün “darbe çığırtkanlığı” diye ayıplanan çizgide oldukları, Paşaların duruma el koymasını bekledikleri görülebilir. Buradan ülkücü hareketin militarist bir ruhî karaktere de sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Köklerine indiğimizde bir şehirli aydın hareketi olan milliyetçilik, ülkücü çizgide sertleşti mi acaba?

5 -25 Mayıs 1980 tarihleri arasında 20 gün süren eğitimci seminerleri 15 Mayıs günü boş görünüyor. Halbuki seminerlere hiç ara verilmemiş. Büyük ihtimalle o günkü seminer Lokman Abbasoğlu tarafından verildi. Lokman abi YÜCE DİNİMİZ İSLAMİYET ve BEŞERÎ MÜNASEBETLER konularında dersler verdiğini söylüyor. Yazarımız Kenan Eroğlu da Lokman Abbasoğlu’nun kendilerine mihmandarlık ettiğini ve dinî mevzularda seminer verdiğini, kendisinin de “zaten bildiğimiz mevzular” olduğu için not almamış olabileceğini söylüyor. (İkisiyle de özel telefon görüşmesi yaptım, ona göre yazıyorum.)

Seminerleri veren isimler: Başbuğ Alparslan Türkeş, Namık Kemal Zeybek, Türkmen Onur, Sadık Kemal Tural, Muzaffer Şahin, Ali Güngör, Agah Oktay Güner, Esat Güçhan. Gün Sazak.. (Adı kaydedilmeyen Lokman Abbasoğlu)

12 Eylül öncesi de, bir baskına uğrar da işkenceci Pol-Der’li polislerin eline geçerse anamızı ağlatırlar korkusuyla yaktığımız, yırtıp çöpe attığımız yazılarımız, resimlerimiz, hatıralarımız olmuştur. Kenan Eroğlu’nun ÜLKÜCÜ HAREKETİN DOKTRİNER EĞİTİMİ 12 EYLÜL ÖNCESİ ÖZEL EĞİTİML NOTLARI ARASINDA böylesi bir kaygıyla imha edilmiş kayıtlar var mıydı, bilemiyorum. Bildiğim şu ki; ressam yazar Kenan Eroğlu, bu notları bugüne kadar saklayıp yayınlamakla sadece ülkücülere değil, siyasî tarih araştırmacılarına çok değerli bir belge hediye etmiştir.

Ciddiyet ve samimiyetle, soğukkanlı bir şekilde okuyup düşünülürse bu kitaptan çok ders çıkarılabilir.

Yazara ve yayıncı kuruluş Yüzde İki Basın Yayın Dağıtım Kitap Pazarlama Ltd. Şti’ne tebrik ve teşekkür borcumuz var.

Aklıma takılanların sadece bir kısmını yazdım.
Hasan Tülkay

3 Mart 2021 Çarşamba

ANTALYA