Ahmet KABAKLI: Milliyetçilikte Dil ve Din

Milliyetçilikte

Dil ve Din

Ahmet KABAKLI

Millî Hareket  1:6-7, 1 Kasım 1966

Uzun tarih deneyişleri içinden gelen şu­dur:

Türlü istilâlara, bölünmelere, göçlere, hattâ vatansız kalmalara rağmen milletleri yaşatan ve koruyarak var eden iki büyük esas; Dil ve Din’dir.

Milletlerin oluşunda soy, kavim, coğraf­ya, müşterek devlet, menfaat birliği gibi et­kenlerin varlığı inkâr götürmez. Bu sayılan­lar, ayrı ayrı yazı ve inceleme konuları ola­rak sunulur, tartışılır. Ancak yukarıki unsur­ların hiçbiri, milletlerin varoluşunda dil ve din kadar tutucu, kurtarıcı olmamıştır.

Henüz ilim ışığının kavrayamadığı çağ­larda beliren Türk milleti, düşmanlarından, talihinden ve bizzat kendi evlâtlarından, bü­yük darbeler, ihanetler görmüş, dağılmış göç etmiş, her parçası bir kıtada, her zaferi bir mağlûbun ülkesinde kalmıştır. Biz inanıyo­ruz ki bu millet, kendi dilt ve din şuuruna hakkiyle ulaştığı zaman, kurtuluşun altın anahtarını bulmuşçasına yeniden canlanacaktır. Millî dil ve din birliği, yeni doğuşlar, yeni refahlar hazırlıyacaktır.

Dil ve din birliğinin «millet» inşa edişi­ne lâboratuvar olarak Amerika’yı düşünebi­liriz. İki yüzyıl önce «Amerikalı» denebilecek bir kütle yok; Avrupa’nın türlü ülkelerinden göçmüş serüvenciler, altın arayıcılar, âsiler, hürriyet tutkunları, mahkûmlar, askerler ve sömürge memurları vardı. Bunlar 150 yıl içinde tek bir dil ve tek bir Kitap etrafında birleşerek millet oldular. Eski tarihler, ırk­lar, kavimler silindi. “Birleşik Devletler” za­manla kaynaşmış vilâyetler haline geldi. “Amerika” için ölen, ölmeye hazır nesiller belir­di. Amerikan şiiri, Amerikan terbiyesi, hattâ Amerikan tarihi doğdu.

Buna karşılık sayısız diller ve dinler üze­rine hiç istenmeden, zorla yayılmış olan Rus­ya (Çarlıkta ve komünist rejimde) aslâ bir millet olamamış, tam sömürgeci, ezici, dik­tacı bir devlet niteliğinde bulunmuştur. Dün­yamızda bir “Amerikan milleti” gerçeğine karşılık ancak bir “Sovyet-Sosyalist emper­yalizmi”nden söz edilebilir. En ufak bir dar­bede “Sovyetler Birliği” dağılacak, yapmacık bağlar kopacak; Ukrayna, Kafkasya, Özbek­istan, Kazakistan, Kırgızistan, Kırım, Tür­kistan gibi sayısız devletler doğacaktır.

Bugünkü Rusya, yapısı itibarıyla eski Roma İmparatorluğundan ve 19. yüzyıl İn­giliz Sömürge imparatorluğundan farksızdır. Değil mi ki, kendisini «hâkim ve yönetici» sayan bir Rus kavmi, dili, dini, soyu, ahlâkı, tarihî gelenekleri ayrı olan ve üstelik, kendi­sine vaktiyle hükmetmiş bulunan asil kavim­ler üzerinde hüküm sürmektedir. Bugünkü «Moskova dükalığı»na, korku, aldanma ve baskı ile «uyruk» görünen 120 milyondan fazla yabancının Ruslarla ayni millet sayıl­masına imkân yoktur. Bugün “Sovyet halkı” farz edilen dil ve din gurupları, aslında gö­nülden bağlı bulundukları dildeş ve dindaş­ları ile bir “millet” teşkil ederler. Meselâ Sovyetler Birliğinde Türkçe konuşan ve müslüman olan 70 milyonu aşkın Türkler, ancak Türk milletinden, yani bizdendirler.

Tarihte «millet» ten daha kalabalık si­yasî bileşimler görülmüştür: Ümmetler, aynı dine bağlı olanların teşkil ettiği devlet­lerdir. İmparatorluklar, hâkim bir milletin, birçok soy, dil ve din topluluklarına türlü sebeplerle hükmetmesidir. Bugün de, birçok milletleri tek ideoloji sultası içinde tutmaya kalkan Komünist-Faşist diktatör­lükler vardır. Ancak, çağımızda, geçmişte ve gelecekte, biricik tabiî-sosyal topluluğun ‘Millet’ olduğu yine tarih içinde sabittir. Üm­metler, çok geçmeden milletlere ayrılmışlar­dır ve tek din, (Müslümanlık-hıristiyanlık) kendisine inanan milletlere göre millileşmiş, onun diline, soy yapısına, töre ve karakter­lerine uymuştur. Bunun gibi imparatorluk­lar ve sömürgeler de dağılmış II, Dünya Harbi sonunun bir gerçeği olarak, dünyada yalnız “milletler” kalmıştır. Yarın siyasî-iktisadî ideoloji sömürgeleri de dağılacak ve 20. yüzyıl sonlan sadece aynı dili konuşan, aynı dine inanan milletlerin dünyasını hazırlıyacaktır.

Birbirinden uzak, esir ve dağınık kalmış tek dilli ve tek dinli milletlerin birleşme ha­zırlıkları tâ 19, yüzyılda başlamış ve pek ço­ğu gerçekleşmiştir. Bu perspektifte önce Al­man ve İtalyan birlikleri akla gelir. Sonra Elen’ler (Yunan halkları) ve Yahudiler bir­leşmiştir. Nihayet Arap birliği, doğum san­cıları içindedir. Kapitalist, komünist müda­haleleri atar atmaz er geç birleşeceklerdir. Çağımızda dil ve din zümrelerinin tek bay­rak etrafında toplanışına en güzel örnekler­den biri de Pakistan-Hindistan ayrışmasıdır. Bütün bu oluşlar, komşulardaki bu değişme­ler içinde Türk zümrelerinin en geri kalışı, hattâ Türk birliğinin gerçekleşmesi konu­sunda, 60 yıl önceye nazaran çok daha geri­lemiş olmamız, diz döğülecek, ağlanacak hallerdendir.

1930’larda sadece bir politika sloganı gi­bi ortaya atılan «Yurtta sulh, cihanda sulh» sözüne millî bir gerçek gibi uyulmuş ve sı­nırlarımızın dışındaki demiyeyim, Türk sı­nırlarını kuşatan dildeş-dindaş zümrelere hi­le başka milletlerin mensupları gözüyle ba­kılmıştır. Bu korkunç hatâmız, bizi bugün dünya ortasında yalnız ve güçsüz bırakan sebeplerin başında gelmektedir.

O kadar ki, Lozan sınırları dışında ka­lan Türklerle “siyasi” temaslar kurmak şöyle dursun, onlarla kültür, ilim, kitap alışveriş­lerimiz bile tamamen kesilmiştir. Hattâ bu garip anlayışın akılsız yöneticilerine, ve az- çok Türk düşmanı yazıcılarına göre:

«Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da, Bulgaris­tan’da, Irak, İran, Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Çin topraklarında şu kadar milyon müslüman ve Türkçe konuşan soydaşımız vardır. Onların ezilmelerine, yok edilmelerine karşı, Birleşmiş Milletler’de teşebbüsler ya­palım, onlara hiç olmazsa azınlık hakları sağ­layalım» gibi fikirler söylemek bile nere­deyse “idamlık” suçlar sayılmıştır.

Aldatılarak yetiştirilen bir takım komo- sosyalist, siyonist, dejenere veya sömürge or­takçısı sözde ilim, sanat, siyaset ve kalem adamları ise dünyanın hiçbir ülkesinde misli görülmemiş bir cahillik ve hainlikle Afrika ve Vietnam meselelerinde ortalık ka­rıştırmayı “ilerilik”; buna karşılık Rusya, Çin, Bulgar, Suriye… boyunduruğunda inle­yen Türklerin feci durumlarından söz etme­yi “gericilik, kafatasçılık, Turancılık” say­mak havasını yürütmüşlerdir. Milliyetçilik gerçeğine ve dünya geleceğinin realitelerine yüzde yüz aykırı olan bu korkunç zihniyet hâlen Türkiye’nin politikasında, bir kısım basında ve bazı üniversite çevrelerinde maa­lesef yürürlüktedir.

Ancak bütün bu “çeyrek-aydın” ihanet­lerine rağmen iki büyük ümit kapısı vardır ki, milliyetçilerin sevinci ve dayanağı ola­caklar:

Birincisi, bugün Anadolu ve Trakya’mızı dolduran soylu insanların “Dili dilime-dini dinime uyan” diye tarif edip bağrına bastığı “büyük Türk milleti” idealidir.

İkincisi, Türkiye sınırları dışında kalmak la birlikte, kendilerini bizden ayrı saymayan 70 milyon Rusya, 30 milyon Çin, 12 milyon İran, 3 milyon Mezopotamya, 2 milyon Bal­kan Türkünün, bütün kahırlara ve ceberut­lara rağmen korudukları Türkçeleri ve İs­lâmlıklarıdır. Bu kutsal ecdat yadigârını yal­nız korumakla kalmıyor, düşmanlarına ve müstevlilerine karşı da onunla direniyor. Varlıklarını Türk diliyle-İslâm diniyle isbat ediyorlar.