Ziya GÖKALP: Tekkeler

TEKKELER

Ziya GÖKALP

“Tekke”, medeniyyet-i îslâmiyye tarihinde mühim vazifeler etmiştir. Bu müessese-i dîniyyenin menşe-i târihîsini bulmak için mebde’-i îslâmiyyete kadar çıkmamız iktizâ eder.

Asr-ı-Saâdet’te Mescidi-Nebevîde ihtiyâr-ı ikamet etmiş bir fırka-i mücâhidin vardı ki bunlara “Ehlüssuffa” nâmı verilirdi. Selmân-i Fârisî, Ebûzerr-el-Gıfâri, Ebû Hüreyre “Radiyallâhü anhüm” bu zümre-i saîdeden idiler. Mâlikâneleri vatandan, aileleri milletten, gaaye-i mâ-fi-l-bâlleri i’lây-ı dînden ibaret bulunan bu mücahitler, erbâb-ı cihâda düşman ve bâdî-i fiten olan mâl ü evlâd kaygılarından âzâde idiler. “Her ümmette bir nevi târik-i dünyalık vardır, bu ümmetin târik-i dünyalığı ( … ) mantükunca ümmetimizin târik-i dünyaları mesabesinde bulunan bu fukarâ-yi mücâhidîn, İslâm’ın müheyyâ askerleri idiler. Bir gazâya başlanacak olursa, herkesten evvel silâhlanıp yola düşenler, bu mücerred kahramanlardı.

Asker, hayatını Kelimetüllâhın îlâsına ve vatan-ı mukaddesin muhafazasına vakfettiği için huzûr ve refâh ile yaşayamaz. Buna binaen ma’kul ve meşru bir surette târik-i dünyâ olmak için asker olmaktan başka çare yoktur. Sadr-ı-îslâm’da serhadlerin a’dâdan muhafazası, turuk-ı âmmenin eşkiyadan sıyâneti için yapılan kışla ve karakol-hânelere “ribât” nâmı verilirdi. Hayatını bu ribâtlarda muhafızlığa vakfeden mücahidlere “murâbıt” tesmiye edilirdi. “Ribât” kelimesi “rabt” kelimesinden müştaktır ki, süvari atlarının bağlandığı yer demektir. Mücâhidîn-i Islâm ağlebiyyetle şehsüvar oldukları için, ribâtlar süvari kışlaları hükmünde idi. Murâbıtların bir gece nöbet beklemeye bedel bir ay Ramazan orucunun sevabına nâil olacakları tebşir olunmuştur. Diyânet-i İslâmiyyede cihâd, efdal-i ibâdâttır. Ribât-nişîn olan mücahidler -Ehli-i Suffa gibi- vezâif-i askeriyyeden hâlî kaldıkları zaman mücâhede-i nefs ile meşgul olurlardı. Hazreti Resûlullâh, Aleyh-is-salâti Ve-s-selâm, gazâlardan birini ba’de-l- ikmâl Medîne-i-Münevvere’ye avdet buyurdukları sırada “Cihâdı-Asgardan Cihâd-ı-Ekber’e rücû ediyoruz” buyurmuşlardı. Bu Hadis-i-Şerîfe istinaden ehl-i- islâm, gazâya Cihâd-ı-Asgar, mücâhede-i nefse Cihâd-ı Ekber nazariyle bakarlardı. İslâm askeri, mücâhede-i nefsi mücâhede-i ağyâra daima takdim ederdi. Hazreti Ömer-ül-Fâruk, radiyallâhü anh, Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretlerine gönderdiği bir mektupta “Zaferin akvâsı takvadır”, düstûr-i askerîsini yazmıştı. Kuvvet-i îmân ve silâh-ı takvâ ile mücehhez olan İslâm ordusunun esbâb-ı muzafferiyyetî, maneviyâtındaki mükemmeliyyet ve metânetten ibaret olduğuna hiç şüphe yoktur.

Gazavât-ı mütevâliye kişver-i İslâm’ın hududunu tevsî’ ettikçe, memleketin içerilerinde kalan Ribât’lar, Cihâd-i-Ekbere mahsus riyâzetgâhlara münkalip olurdu. Bu riyâzetgâhlarda mu’tekif kalan murâbıtlar için âlem-i ma’neviyyâta müteallik olmak üzere yeni bir tarîk-i mücâhede açılıyordu. Bu beyanâttan tezahür ediyor ki tekke, tekâmül etmiş bir kışladan, tarikat, mânevîleşmiş bir gazâdan ibaretdir, Ribâtın hem kışla, hem tekke mefhumlarına delâleti, murâbıtın hem muvazzaf asker, hem derviş manalarım ifham etmesi, tarikat kelimesinin “tarîk” lâfzıyla münasebeti, cihâd ve mücâhid ta’bîrlerinin hem askerliğe, hem tasavvufa ait ıstılâhât-ı müşterekeden olması, bu müessese-i dîniyyenin iştikaak-ı târihîsini vâzıhan irâe etmektedir.

Tarikat sâliklerinîn ( …  ) hayât-ı şahsiyye itibariyle ölmek, hayât-ı ma’neviyye itibariyle yeniden dirilmek, fâni fillâh ve bâkî billâh olmaktır. Bütün âmâl-i nefsiyyeden feragatle terk-i mâsivâ eden, ölmeden evvel ölerek Vâhid-i Lemyezel’e rabt-ı kalb eyleyen bu şühedây-i zîhayât “Tahallakû bi-ahlâkillâh” emr-i celîline iktidâ ile hiç bir tarîk-ı felsefînin yetişemediği bir ahlâk-ı âliye tesis ettiler. Fıkhın bâb-ül-ahlâkı ıtlâkına şayan bir ma’rifet-i cedîde tedvîn eylediler, ilimden ziyâde hikmeti andıran bu ma’rifet-i zevkıyyeye “Tasavvuf” nâmını verdiler. Tasavvuf, Yunanca “arif” mânâsına olan “Sofos” kelimesinden müştaktır. (Ma’nevî) leşmiş bir kışladan ibaret olan tekkenin îcâbât-ı târîhîyyeye tebaan, aslına ric’atle mühim bir dâr-ül-cihâd olması da vâki’dir.

Yedinci Asr-ı Hicride Moğol istilâsı ümmet-i İslâmiyyeyi istiklâl-i siyâsiyyeden mahrum bırakmış olduğu bir sırada, Mâverâünnehir tekkeleri, gayet zengin olan vâridât-ı vakfiyyeleri sayesinde genç Temür’e mücehhez bir ordu hazırlayarak, bu hârika-i harbiyyeyi müceddit diye ortaya attılar, senelerden- beri levs-i işrâkle lekelenen mukaddes vatanı Moğol barbarlarının pençe-i tagallübünden kurtardılar. O zaman Tarîkat-i Nakşiyyenin bir cem’iyyet-i hafiyye hâlinde şevket-i İslâmiyyenin iâdesine olan hidemâtını tarih, hiçbir vakit unutamaz.

Sünûsî tarikatına mensup tekkeler, Afrika’da askerî, siyâsî ictimâî, ahlâkî büyük hizmetler ifa ediyor. Dîn-i İslâm bu mücâhedegâhlar vasıtasiyle Afrikayı lâyenkati’ teshîr etmektedir. Kürdistan’da da bazı tekkelerin fevâid-ı ictimâiyyesi meşhûd olmaktadır. Reşkotan aşîret-i vahşiyyesini oldukça bir zâbıta-i dîniyye altına alan Zîlân-Şeyhi’nin tekkesi, bu müessesenin en hayırlı nümunelerindendir.

Şurasını da itiraf etmeli ki Kızılbaş, Yezîdi, Nusayri, Dürzî gibi fırka-ı nâciye-i Ehl-i-Sünnetten inhiraf ve tebaüd eden mezheplerin kâffesi tarikattan inşiâb etmiş tekkelerin esrâr-âlûd zâviyelerinden intişâr eylemişdir. Elyevm bazı tekkelerin i’tikaadât-ı sahîheye ve etvâr-ı zelîle-i kalenderâneye mehd-i zuhûr olduğunu da kat’an nazar-ı dikkatten dûr tutmamalıyız.

Tekkeler, Bâb-ı-Meşîhat’çe tanzim ve ıslâh olunacak olursa, hem böyle fırak-ı dâlleye menşe’ olmak mahzuru kalmaz, hem de memleketimizin eimme-i ahlâkıyye ve ictimâiyyesi hidemât-ı mebrûre-i kadîmesini yeniden ifaya başlar. İ’tikaad-ı acizânemce bu tasfiye-i ahlâkıyye mekteplerinin ulûm-i zâhire ve maârif-i bâtınaya ıttılâ’ları bil’imtihan sabit olan kâmil şeyhlerin idâresine tevdii, tasavvufta imâm tanılan İmâm Kuşeyrî Hazretlerinin risâlesiyle İmâm Gazâli’nin İhyâ-ül-Ulûm’u kabilinden ümmehât-ı tasavvufun, tekkelerde muntazaman tedrîsi, terbiye-i tasavvufiyyenin tenzih-i ahlâkî dâiresine hasr ile, maârif-i âliye-i tarîkatin, ilmen ve zevkan müntehi olan ezkiyây-ı mürîdâna tahsisi ve mübtedî, cahil müritlerin esrârengiz akvâl ü atvâr ile beht ü hayrete ve dolayısıyla küfr ü dalâlete saptırılmasına meydan verilmemesi, Cezîret-ül-Arab’la Tırablusgarb’in aşiret uğrağı olan noktalarında Sünûsî tekkelerine mümâsil hânkahlar te’sis olunup efrâd-ı aşâirin ma’nevî bir zâbıta-i ictimaiyye dairesine idhâli vâcibât-ı umûrun en ehemmiyetlilerindendir.

Medreselerle beraber tekkelerin de ihtiyâcât-ı asriyyeye tevfikan tensik u ıslahını Bâb-ı-Meşîhat’ten ve Kanun-i-Esâsînin 111 inci maddesi mucebince teşekkül edecek İslâm Cemâat Meclislerinden intizâr eyleriz.

KAYNAK: Ziya Gökalp, Makaleler-1 / Kültür Bakanlığı yayını, s.83-87.
(Diyarbakır’da yayınlanan Peyman Gazetesi Yazıları)