+++Dr. Hayati BİCE: “Zâhir Uleması Cevizin Kabuğunda Kalmış Meğer” / Sarı Saltık x Ebussuud = ?

“Zâhir Uleması Cevizin Kabuğunda Kalmış Meğer”

Dr. Hayati BİCE

 

Tasavvufta dervişin manevî yolculuğunun şeriat-tarikat-hakikat-marifet duraklarından söz edilirken verilen örneklerden birisi de ceviz benzetmesidir. Zamane çocuklarının kaçı bilir ama, çocukluğumuzda cevizler olgunlaşırken dalından koparttığımız cevizin en dışındaki yeşil kabuğunu soyup altından çıkan odunsu kabuğu kırıp ortaya çıkan ceviziçinin meyvesi etrafındaki ve acımtırak bir tadı olan  beyaz-krem zarı da soyar, ceviz içini öyle yerdik. Tasavvuf bilginleri, manevî yolculuğun ilk aşaması olan şeriatı en dıştaki yeşil kabuğa, tarikatı oduncu muhafazaya, hakikati ceviziçini saran zara ve nihayet tasavvuf yolcuğunun sonunda asıl ulaşılması gereken makam olan marifeti ise cevizin özüne benzetmişlerdir. Bu mertebeleri dile getiren bir çok satırı, Ahmed Yesevi’den Yunus Emre’ye, Yahya Şirvanî’den Niyazi Mısrî’ye kadar   tasavvuf edebiyatının seçkin sayfalarında bulabiliriz. Bir örnek vermek gerekirse, Ahmed Yesevî bir hikmetinde bu makamları şöyle sıralar:

 

“Şeriatin şartlarını bilen âşık,

Tarikatin makâmını bilir dostlar.

Tarikatin işlerini tamam eyleyip,

Hakikatin deryâsına batar dostlar.”

 

Yeni Düşünce’nin geçen sayısında söz ettiğim ve birkaç resim paylaştığım Balkanlar gezimizden döndükten sonra, gezimizin en unutulmaz anlarını yaşadığımız yerlerden Bosna Bulagay Tekkesi’nde Sarı Saltık ziyaretimizin zevki henüz gönlümüzde taptaze iken tevafuk eseri karşılaştığım bir yazı,  bana zâhir uleması ile evliyaullah olarak bildiğimiz bâtın ehlinin farkını tekrar hatırlattı. İslam tarihi boyunca hep edip bugüne kadar gelen zahir uleması-batın ehli çekişmesinin tipik bir örneği olan bir fetvadan söz eden yazı Sarı Saltık hakkında Osmanlı ünlü şeyhülislamı Ebussud Efendi’nin verdiği bir fetvadan söz ediyordu.

Bosnalı bir âlim olarak Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kuruluş yıllarında büyük hizmetleri olan Prof. Dr. M. Tayyib Okiç’in 1952 yılında, aynı fakültenin ilmî dergisinin ilk sayısında yayınladığı makale gerçekten de çok önemli idi. (Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1952, Cild:1, Sayı:1, s.48-58) “Sarı Saltık’a Ait Bir Fetva” başlıklı makalesinde Okiç, Ebu’s-Suud Efendi’nin Sarı Saltık için verdiği bir fetvayı değerlendirmişti. Makalede belirtildiğine göre Kanunî Sultan Süleyman Balkanlar’ın her köşesinde önüne çıkan Sarı Saltık’ın evliyaullahtan olup olmadığını sorduğu Şeyhülislamı Ebu’s-Suud Efendi’nin Sarı Saltık için verdiği hüküm çok acaibdi: “Sarı Saltık riyâzetle kadid olmuş bir keşiştir.”  Tarihî bir önemi olan fetvâyı kayda geçmesi için aynen naklediyorum:

“Sultan Süleyman Hazretleri, sefere giderken, kasaba-i Niş’de  Sarı Saltık hakkında irsal idüb istifta eyledüği suretdir:

Sinde sindaşım, halde haldaşım, ahirat karındaşım , eimme-i selef bu mes’elede ne buyururlar ki: Sarı Saltık didikleri şahıs evliyaullahdan mıdır? beyan buyurılub musab oluna.

El-cevab: Riyazet ile kadid olmış bir keşişdir.

Ebu’s-suud”

 

Muhteşem Yüzyıl dizisindeki rolü ile hemen herkesin tanıdığı bir isim haline gelen Şeyhülislamı Ebu’s-Suud Efendi’nin “Bana Seni gerek Seni” diye meşhur olan bir şiiri nedeniyle ismini vermeden Yunus Emre’yi ve benzeri sufileri cehenneme yolladığını bildiğim için aslında şaşırmam gereken bu fetva, Balkanlar’da nasıl büyük bir iz bıraktığına bizzat şahid olduğum Sarı Saltık’ı “İslâm dışı bir papaz” olarak tarif etmesi ile beni hayrete düşürdü.

Bosna’nın bir evlâdı olarak çocukluğundan itibaren Sarı Saltık menkıbeleri ile büyüyen ve Sarı Saltık’ın 1263 yılında Avrupa’ya geçtiği tarihen sabit olduğunu kaydeden Okiç,   Sarı Saltık’ı kuzeyden güneye Balkanların her köşesinde İslâm’ı yaymak hususunda faaliyete gösteren bir “şerefli kahraman”, “büyük bir İslâm misyoneri” olarak vasıflandırır. Okiç’in belirttiğine göre Müneccimbaşı “Câmiu’d-düvel”inde , Babadağı’nda kadılığı olan Nevîzade Alâî “Nefhatu’l-azhâr der cevabi Mahzenu’l-esrâr”ında , İbn Kemal (Kemal Paşazâde) “Mohaçname”sinde  Sarı Saltık’tan söz etmişlerdir. Bu noktada Okiç’in isim vermeden işaret ettiği Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” makalesini de hatırlamalıyız. (Bir kitapçık hacmindeki bu tarihî makalenin tam metnini internetteki “Ülkücü Bellek” sitemizden okuyabilirsiniz.)

Matrakçı Nasuh “Fetihname-i Karaboğdan” kitabında Kanûni Sultan Süleyman’ın 1532’de Rumeli’ndeki Baba Dağ’da (bugünkü Romanya’nın Dobruca şehri) bulunan Sarı Saltık makamını ziyaret ettiğini kaydetmiştir: “Hüdavendigâr hazretleri Nehr-i Tuna iskelesine varup Baba’da asûde hal olan Sarı Saltuk ziyaretine varup, “siz işlerinizde sıkıldığınız zaman kabirlerde yatanlardan yardım isteyin”, kavlince himmetlerinden müstefid ve bereket-i ziyaretlerinden lezzet-i cedid ahzettikten sonra…”

Aslında Osmanlı Sultanları’nın Sarı Saltık’a ilgisi Kanuni ile başlamış değildir. Babası Fatih Sultan Mehmed’in Edirne valiliğine tadığı Cem Sultan da, Balkanlar’da her yerde makamları ile karşılaştığı Sarı Saltık hakkındaki rivayetlerden bir derleme yapmasını istediği arkadaşı Ebu’l-Hayr Rûmî’nin yedi yıllık derleme çalışması ile ortaya çıkan Saltık-Nâme kitabı bu ilginin bir neticesi olarak elimizdedir.

Allah’tan ki, Ebu’s-Suud Efendi’nin bu karalaması Sarı Saltık’ın Osmanlı’nın manevi dünyasındaki yerini sarsamamıştır.  Bu hükmümün somut bir dayanağını, Ebu’s-Suud Efendi’den yüzyıl kadar sonra yaşamış olan ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde buluruz. Evliya Çelebi bugünkü Romanya’da bulunan ve Babadağ olarak anılan kasabadaki türbesinde ziyaret ettiği ve  “Bir mücâhid-i fisebilullah bir sultan idi..” diye övdüğü Sarı Saltık’dan şu satırlarla söz eder:  (Sarı Saltık) “…Sâdât-ı kirâmdan bir ulu sultan idi. Bu hakirün ecdâdı Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin halifesidür kim ism-i şerifleri Muhammed Neccâr’dur, kim hasib ve nesib ırk-ı tâhirdendür.” Evliya Çelebi, Sarı Saltık’a Ahmed Yesevi tarafından Rumeli’nin fethinin hedef gösterildiği rivayetini anlatırken: “ceddimiz pirân-ı Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ibn Muhammed Hanefi, yedi yüz âdem Horasan erenlerinden virüp” Sarı Saltık’ı “Makedonya ve Dobruca ve yedi krallık yerde nam ve nişan sahibi ol” talimatı ile görevlendirdiğini belirtir. (Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 312, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996)

Tasavvufun İslâm’ı anlamada ne kadar önemli olduğunu yaşadığımız bütün gelişmeler gösterdiği gibi, tarihten aldığımız dersler de “Tasavvufsuz İslâm”ın günümüz insanına sunacağı tablonun ne kadar renksiz olacağını, ne kadar eksik kalacağını göstermektedir. Bu vesile ile tekrar kaydetmeliyim ki, Türk Müslümanlığını “Tasavvufî İslâm” olarak adlandırmanın günümüz insanı  için önemli ve yol gösterici olacaktır.

Yazımın sonunda şu hükmü kesinleştirsem herhalde hiç kimse itiraz etmeyecektir: Zâhirden bâtına ulaşamayan zâhir uleması Ebu’s-Suud da olsa, cevizi en dıştaki acı kabuğunu soymadan ısırmaya kalkan çocuk gibidir. Isırmaya çalışırken dişini kırma ihtimali de cabası! Haksız mıyım?