+++Dr. Hayati BİCE: Umutsuzluk, Ülkücülük, Ölümsüzlük… Yeniden

Umutsuzluk, Ülkücülük,

Ölümsüzlük… Yeniden…

-“Umutsuzluk

En Az Yakışandır Ülkücüye…-

 

Dr. Hayati BİCE

 

“Ülkücüye Umutsuzluk Yok” başlığını koyduğum yazımı[1] yazarken Mehmet Mukadder Yakupoğlu’nun büyük bir yetkinlikle dilimize aktardığı varoluşçu akımın önderlerinden Danimarkalı filozof Soren Aabye Kierkegaard’ın “Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk” kitabını okumak bir yana, varlığından bile haberdar değildim. 1 Nisan’a kadar açık olan 6. Ankara Kitap Fuarı’nda Doğu-Batı yayınları standında bu kitabı gördüğümde isminin bende uyandırdığı ilk izlenim ile elime alıp şöyle bir karıştırdıktan sonra aldım ve hemen okumağa başladım. [2]

Dindar babasının yönlendirmesiyle din eğitimi alarak ve katı bir dinî atmosfer içinde yetişen Kierkegaard, hayatı boyunca kilise, kilise ile özdeşleşen din adamları ve kilsienin bağnaz düşünceleri ile çatıştı. Ülkesindeki Hıristiyanlığın yozlaşmış olduğunu ileri sürdü ve Hıristiyan inancının tamamen yenilenmesini arzulayan eleştirel bir dil geliştiren Kierkegaard, kurumlaşmanın dini bozduğunu ileri sürerek Tanrı ilişkiyi ve dini pratiği tamamen bireyin özgün dünyasında yaşanması gereken bir konu olarak sundu. Yakupoğlu’nun adını andığım kitaba yazdığı önsözde kaydettiğine göre –yazdıklarından anladığıma göre kilise ile arası hoş olmasa da, inançlı bir Hıristiyan filozof olan Seren Kierkegaard ismi çerçevesinde gizemli bir hava oluşmuş ve eserleri ateist (tanrıtanımaz) filozofların en önemli başvuru kaynağı olmuştur.

Kierkegaard’ın Manevî Dünyası: Kendi Olmaya Cesaret Etmek
Kitabı çeviren Mehmet Mukadder Yakuboğlu’nun 1997 yılında yapılan ilk baskıya yazdığı önsöz, Soren Aabye Kierkegaard (1813-1855) hakkındaki tesbitler ve kitabı özetlemesi ile değerli metindir.[3]  Bu nedenle, yazımda Kierkegaard ile ilgili değerlendirmeyi, okuru “Kierkegaard tüm büyük filozoflar gibi özenle okunması gereken bir düşünürdür; bu kitabının, -hızlı okuma tekniğinin aksine- tüm cümleleri üzerinde durarak okunması gerekir.” sözleri ile uyaran Yakupoğlu’nun önsözünden özetleyerek alıyorum:

“Kierkegaard, bir dinin (Hrıstiyanlık, HB)  çerçevesi içinde yapıtlar vermesine rağmen aynı zamanda insanoğlunun en temel sorunlarını ortaya koymuş; birden ve doğrudan varoluş gizeminin içine girmiş ve  Hegel’de en üst noktasına ulaşan akıl ve sistem felsefesine karşı bireyin varoluşunun akıldışılığını, paradoksunu ortaya çıkarmıştır. Gençlik yapıtı Korku ve Titreme’de Hz. İbrahim Peygamber’in oğlu Hz. İsmail’i Tanrı’ya kurban etme girişimini betimleme yoluyla varoluşun kaçınılmaz sonucu olan inancın akıldışı, paradoksal, anlaşılmaz yanını çok çarpıcı bir biçimde vermiştir.

Kierkegaard’ın 150 yıl önce yazılan bu kitabının ülkemiz okurları tarafından heyecanla okunmaya devam etmesinin nedeni, bireye toplumdan uzakta bir varoluş olanağı sunmasıdır. Birey alçakgönüllü olduğu ölçüde büyük olan bu kitapta inançlı-ruhî bir hayatın alçakgönüllü bir mutluluk sağladığını görmektedir. Kierkegaard eserinde inancı varlığın en derin özüne yerleştirmekte ve onu her türlü dayatmadan âzâde kılmaktadır.

Kierkegaard’a göre inanç akılla açıklanamaz; inancın içinde varoluşun gizeminin akıldışılığı vardır. İnsan sonlu varlığının içine kapanır ve mutluluğu bu sonluluğun içinde ararsa umutsuzluğa düşer, çünkü onu yaratan güçle olan bağlantısını kesmiştir. Kierkegaard kendi umutsuzluğunun ve diğer insanların umutsuzluğunun kaynağını, varlığın aşkın (transandan) yanıyla olan ilişkisinin kesilmesinde görür; çünkü “insan sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir.”

Kierkegaard’da inanç, bir anda, kendiliğinden, tepeden inen bir olay değildir. Büyük çabaların sonucunda ulaşılacak tepe noktasıdır. Bu tepe diyalektiktir, paradoksaldır. Sevdiğini yaratıcısına kurban etme paradoksudur. Kierkegaard için inancın formülü şudur: “Ben’in, kendine dönerken, kendi olmak isterken, saydamlığı arasından onu ortaya koyan gücün içine atlamasıdır.”

İnanç her şeyi kaybetmeyi göze almak demektir. Varoluş ancak paradoksun, akıldışılığın tepe noktasında inancın derin gerilimini hissedebilir. İnanç, varoluş deviniminin sonsuza vurmasıdır. Bu, aklın ölçülülüğüne, düzenliliğine sığan bir şey değildir. (Tasavvufun ‘aşk bineği’ olarak adlandırdığı yöntem işte burada gerekir.)

Kendi olmaya cesaret edemeyenin inancı olamaz.

“Umutsuzluk Ölümcül Hastalık” mıdır?
Kierkegaard için umutsuzluk, -dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme giden bir hastalık anlamında- ölümcül hastalıktır. “Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen, ama ölemeden ölümle savaşan kişi gibi ölememektedir, sürekli bir can çekişme hâli içindedir.”  Umutsuzluğun özü, hayatın hiçbir şey olmamasıdır. Duygu ile ilgili ve maddî koşullarımız ne olursa olsun insanlığı saran umutsuzluğu bugünün bilgi ve bilim paradigması içinde açıklayamayız. “Umutsuzluk evrenseldir, çünkü insan sonluluktan sonsuzluğa geçişi umutsuzluk yoluyla gerçekleştirir. Umutsuzluk kaçınılmazdır, insanın, karşıtların bir sentezi olmasının, daha doğrusu diyalektik bir varlık oluşunun bir gereğidir. Sonlu varlığı ile sonsuz varlığı arasına sıkışan insan kendi olma sürecini umutsuzluk içinde yaşar.”

O hâlde insan zorunlu olarak hastadır. Çünkü sonsuzluk onun ruhunun bir bütünleyicisidir. “İçimizde sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.”Sonsuzluğa, inançsız olarak, kendi çabasıyla ulaşmaya çalışması, insanı ölümcül hasta yapmaktadır.İnsanın kendi başına sonsuzluğa ulaşma gücü yoktur.

Yakupoğlu, çağdaş insanın umutsuzluk sendromunu ve buna karşılık güncel tıbbın geliştirmeğe çalıştığı tedavi yöntemlerini şu sözlerle sorgular: “Kierkegaard’ın fikirlerinin tam zıddına, çağımız tıp biliminin görüşleri yerleşmektedir. Kapitalist-teknolojik devinimin hegemonyası altında kalan tıp bilimi umutsuzluğu bazı insanların hayatlarının belirli sürelerinde yakalandığı depresyon (melankoli) hastalığının bir semptomu olarak değerlendirmektedir. Umutsuzluğu maddîleştirmeye çalışan psikiyatri, anti-depresan adını verdiği bir grup ilaçla yaratmak istediği biyo-kimyasal değişimlerle insan ruhunu umutlu, mutlu bir hâle çevirmeye çalışmaktadır! Dünyada Kierkegaard’ı okumuş ve anlamış psikiyatr sayısı ne kadardır?”

“Umutsuzluk Günahkârlıktır”
Kierkegaard’ın kitabında umutsuzluğun ölümcül hastalık olarak tanımlanmasından sonra umutsuzluğun somutlaşma biçimleri en ince ayrıntısına kadar incelenmiş ve insanların bilinçlilik düzeylerine göre çeşitli umutsuzluk biçimleri ortaya konmuştur.

Kierkegaard, bilinç farklılıklarının, “Gerçek hayatın, umutsuzluğun biri tam bilinçliliği, diğeri tam bilinçsizliği barındıran iki ucu arasındaki çelişki gibi yalnız soyut çelişkileri ortaya çıkaramayacak kadar nüanslı olduğu”gerçeği karşısında tüm soyut gerçeği yansıtmadığını çok iyi bilmektedir. Buna rağmen, bilinçsiz umutsuzluğun, insanda somutlaşan kendi olmayı istememenin umutsuzluğu olduğu, bilinçli umutsuzluğun da kendi olmayı istemenin umutsuzluğu olduğu ayrımını yapmaktadır. Birincisini güçsüzlüğün umutsuzluğu olarak, ikincisini de meydan okumanın umutsuzluğu olarak nitelemiştir. Meydan okuma umutsuzluğunu, ben’in kendini ortaya koyan güçle bağlantısını kesmek olarak gören Kierkegaard, güçsüzlüğün umutsuzluğunu, hiçbir yere ve özellikle inanca götürmeyen bir durum olarak değerlendirmiştir.

Kendini ortaya koyan güce meydan okuyan umutsuz ben’in çıkmazını belirten Kierkegaard, daha sonra”Umutsuzluk günahkârlıktır” başlığı altında ölümcül hastalığın şifası konusuna girer. İnancı olmaksızınumutsuzca kendi olmak istemeyen bir insan da veya inanca sırtını dönerek sadece kendi olmak isteyen insan günah işlemektedir. Tanrı karşısına kendi ben’iyle çıkma cesareti göstermeyen insan günah işlemektedir.
Kierkegaard burada özellikle günahın, erdemin değil, inancın zıttı olduğunun altını çizmektedir.
İnançsız bir insan erdemli olabilir, ama aynı zamanda günahkârdır. O hâlde umutsuzluk günahkârlıktır.

Kierkegaard’ın Kilise ve Papaz Eleştirileri
Hrıstiyan dinî hiyerarşisinin, tek kelime ile kilisenin insanın ezelî/ebedî soruları karşısında yetersizliğini sürekli sorgulayan Kierkegaard, “ölümsüzlük sorunu zihnini çoğu zaman meşgul eden bir hıristiyanın papaza bir kezden daha fazla gerçekten ruhun var olup olmadığını ve insanın yeniden kendini bulup bulamayacağını sorsa bile tatminkâr bir yanıt alamayacağını söyler ve ekler: “Bunlar üstelik papazlarca kurtuluş konusunda ikna edilmiş Hıristiyanlardır.” [4]

Kendisini maneviyat yolunda yetiştirmek için dinle ilgilenen birisi, bir süre sonra Hıristiyanlık hakkında tek söz etmemeyi yeğler; artık gözünde, papazların çoğu gerçekte neden söz ettiklerini bilmeyen kişiler haline geldiğinden kiliseye gitmeyi terk eder.[5] Günümüz Batı dünyasında kiliseyi terk eden, ancak ateist de denemeyecek çok sayıda insanın varlığını biliyor olmamız durumun bugün de değişmediğinin kanıtıdır.

Günümüzden yaklaşık iki asır önce yaşayan Kierkegaard’ın papazlarla ilgili şu çarpıcı sözlerine kulak verelim: “Ama kem küm etmeden doğruyu söyleyelim, bu sözde Hıristiyan toplum (içinde, milyonlarca insanın hepsi çok iyi biçimde Hıristiyandır, öyle ki doğum sayısı kadar Hıristiyan vardır) yalnızca saçma yanlışlarla, aptal fazlalıklarla veya unutuşlarla kalbura dönmüş Hıristiyanlığın bayağı bir baskısı değildir, aynı zamanda kötüye kullanımıdır: Bu toplum,  Hıristiyanlığı din dışına çıkarmaktadır. Küçük bir ülkede bir kuşakta zorlukla üç şair doğsa, buna karşın papaz hiç eksik olmaz, toplamları gereksinimleri aşar. Bir şair hakkında yetenekten söz edilir, ama bir insan kalabalığının (yani Hıristiyanların!) gözünde papaz olmak için sınavı geçmek yeterlidir. Ve bununla birlikte, gerçek bir papaz gerçek bir şairden de daha da ender olan bir rastlantıdır. (…) Aksine yükselten her fikirden yoksun insan kalabalığı (yani Hıristiyanlar!) için papaz olmak, en ufak bir gizem olmadan, ekmek parası kazanmadır. Yetenek, papazlık görevi demektir; bir yetenek elde etmekten söz edilir; ama yeteneğe sahip olmak… papazlığın münhal kalan bir yeteneğe sahip olduğunun söylendiği bir yerde bundan söz etmek gereksizdir!

Yazık! Hıristiyanlıkta bu sözcüğün serüveni bizde Hıristiyanlığın tüm yazgısını simgeliyor. Kötü olan ondan hiç söz etmemek değildir (kötü olan papazlardan yoksun olmak da değildir); ama bundan,-yığının sonunda içine düşünceler sokmadığı biçimde söz etmektir (aynı yığının papaz olmayı, tüccar, noter, çiftçi, veteriner, vs. olmaktan farklı görmemesi gibi), ve kutsal ve yüce olan şeyler etki yapmamaya başlamışlardır, hattâ onlardan kullanımı kalmayan kaşarlanmış şeyler gibi söz edilmektedir. Sonra insanlarımızın -kendi savunulabilir davranışlarını hissetmekten yoksun oldukları için- Hıristiyanlığı savunma zorunluluğunu hissetmelerinde şaşılacak ne vardır!

(…) Oysa, papazlar Hıristiyanlığı savunurken; spekülatif olarak Hıristiyanlığı “kavram” hâline sokmak isterlerken Hıristiyanlığı bozmadıklarını varsayalım; doğru yola getirmek diye adlandırılan budur ve Hıristiyanlık bu tür yola getirmelere çok yüksek bir değer vermektedir. İşte bu Hıristiyanlık kendisi olarak anlattığı şeyden çok uzaktadır ve insanların çoğu ruhânîlikten o kadar yoksundur ki, Hıristiyan anlamda, hayatlarını günahkâr olarak bile değerlendiremeyiz.” [6]

Tasavvufî Gelenek ve  Kierkegaard’ın Söylemleri
Kierkegaard’ın huzursuzluğunun kaynağı olan umutsuzluk söylemlerinin, gönlünü bunaltan birçok sorusunun net yanıtları İslâm’ın tasavvufî geleneğinde verilmiştir. Ancak kendisinin İslam tasavvuf geleneğinden habersiz oluşu kendisi adına bir talihsizlik olarak değerlendirilebilir. Meselâ,  Kierkegaard bireyin gelişimini estetik, etik ve dinî olarak üç evreye bölmüştür: Estetik evre hayatın güzelliklerinin yaşandığı evre, etik evre erdeme ulaşılan evre olmasına karşın dinî evre erdemin ötesindeki varoluşun gizeminin özü olan aşkın, sonsuz yanıyla bağlantı kurulmasıdır. Sonsuzluğa inançla ulaşan ve ölümü bir geçiş olayı olarak değerlendiren dinî evredir. Kierkegaard’a göre erdemli insan, inançsız olduğunda, Tanrı’ya bilmeden meydan okuyan biri olduğu için ve ölüm mutsuz bir son olacağından umutsuzluğu sürecektir. Kierkegaard, tasavvuf geleneğimizdeki “ölmeden önce ölmek” kavramını içselleştirebilme fırsat olabilse idi ne kadar güzel olurdu.

Kendini ortaya koyan gücün, Tanrının karşısına çıkmak, her şeyi kaybetmeyi göze almaktır, varlığını inanca kurban etmektir. Bu söylemin tasavvufî seyr ü sülûk esnasında bir sufinin geçirdiği aşamalardan ve sonuçta fenâfillah makâmında ereceği itminandan ne farkı vardır?

Kierkegaard’a göre “Kendi olmaya cesaret etmek, aslında, Tanrı karşısında çabasının ve sorumluluğunun devasalığı içinde yalnız bir bireyi gerçekleştirmeye cesaret etmektir.” Varoluş serüveni ben’in kendi olma serüvenidir. Bu bir ben olarak Tanrı’nın, yaratıcısının karşısına çıkma cesaretidir. Bu cesareti, Hz. Rasûlullah’ın miracını “namaz ile özdeşleştiren” ve böylece kişiyi, günde beş vakit Tanrı Teâlâ ile Rab/Kul ilişkisi içerisinde baş başa bırakan İslâm ve İslam’ın tasavvufî yorumu ne güzel izah eder.

Türk tasavvuf geleneğinin teorik içeriğine –pek çok Türk aydını gibi- yabancı olduğunu tahmin ettiğim Yakupoğlu, kaleme aldığı önsözde sözlerini bağlarken ülkemizde yaşanan manevî-ruhî krizin nedeni olarak, insan varlığının en derin özü olan metafizik inancın politik alana taşınmasını gördüğünü yazar ve politik alanın inanca müdahale etmesinin, bireyin dayatılan bir inançla karşı karşıya kalmasına yol açacağını ve bu durumun da onun kendi inancına yabancılaşmasına neden olacağını kaydeder.

“Ülkücüye Umutsuzluk Yakışmaz” Neden?…
Kierkegaard’ın umutsuzluğu Tanrı Teâlâ’yı inkâra varan bir günah olarak tanımlaması üzerinde birkaç dakika düşünülürse, sağlam bir iman sahibi olan ülkücülerin umutsuzluk girdabına neden düşemeyeceği anlaşılabilir. İslâm’ın, Türk varlığına armağan ettiği sonsuzluk iksirini, kendi cehâletleri nedeni ile hafife almaya, küçümsemeye kalkanlara bu tek cümlenin yetmeyeceğini biliyorum. Ama, tasavvuf ehli ne buyurmuşlardır:“Arif olan anlar…” ya da “… işaret yeter!”

***

“Pozitif Ülkücülük Zamanı” başlıklı yazımın[7] oluşturduğu olumlu havadan bile rahatsız olan bazılarının yaymağa çalıştığı umutsuzluk söylemlerini atın çöpe; böylesi mesajları silin bilgisayarınızın hard-diskinden ve en önemlisi de bu negatif yaklaşımların kalbinize düşürdüğü koyu gölgeleri de imanınızın aydınlığı ile yok edin…
Çünkü, hem Türk-İslâm ülkücüleri olarak bizim hesabımız, son nefesin alınması ile bitmez;  hem de tek-tek, ferd-ferd kaderlerimiz kudret elinde olan Rabbimiz ile de sağlam ve samimî bir ilişkimiz, hattâ muhabbetimiz vardır; adına isteyen Tanrı Tealâ, isteyen Cenab-ı Hakk ve isteyen de Allahü Zülcelâl desin…
Hamd olsun ‘Âlemlerin Rabbi’ne ki, Türk soyundan bir genetik mirasın vârisi ve bezm-i eleste giden bir kabul ile teslim oluşu ifade eden müslim sıfatı ile kulu olmakla şereflendirdi; binlerle hamd olsun; yarattığı Türk kulları adedince ve hattâ mahlûkatının, -sayılabilse adede gelmez-  sayılarınca…
_________________________________________

[1] Hayati Bice, Ülkücüye Umutsuzluk Yok: Mazimiz Geleceğimizdir !.., 25.11.2011,

[2] Soren Aabye Kierkegaard, “Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk”, Çeviren Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Doğu-Batı yay., (Beşlinci Baskı) Ankara, 2010.
[3] a.g.e. , s.7-12.

[4] a.g.e. , s.68-69.

[5] a.g.e. , s.76.

[6] a.g.e. , s.113-115.

[7] Hayati Bice, ‘Pozitif Ülkücülük’ Zamanı, 21.3.2012,

(İlk Yayın Tarihi: 25 Mart 2012)