+++Dr. Hayati BİCE: Türk Müslümanlığı ve Yesevîlik -2-

Türk Müslümanlığı,

Tasavvuf Geleneği ve Yesevîlik-2

– ‘Heterodoks İslâm’  da Neymiş? –

Dr. Hayati BİCE

“Hangi İslâm” başlığının altını doldururken bahsettiğim‘Tasavvufî İslâm’ın müslümanlıklar sözkonusu olduğunda ‘Türk Müslümanlığı’ olarak adlandırılabileceği umarım, anlaşılmıştır. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, bir yazışmamızda Ahmed Yesevî’nin “Pîr-i Türkistan” ünvanını “Türklerin Pîri” olarak adlandırmama Yesevî, Mevlâna gibi cihanşümul isimlerin kapsama alanını bir etnisite veya coğrafya ile sınırlamanın yanlış olacağını ifade ederek karşı çıkmıştı. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin eserlerini Farsça yazdığı için İranlılar tarafından sahiplenilmesi olgusunu düşündüğümüzde bu fikrin yabana atılmaması gereği kabul edilmelidir. [1]

İslâm’ı coğrafi bölge temelinde veya etnisite izafe ederek tanımlamanın yanlışlığı kabul edilse de İslâm’ı yaşama tarzları veya İslâm’ın hangi niteliklerine öncelik vererek benimseme anlamında farklı İslâm’ların söz konusu olabileceği tarihî tecrübenin bize neredeyse emrettiği bir gerçekliktir. Farklı İslâm’lar sözkonusu olduğunda oryantalist bir yaklaşım ile İslâm’ın tarihî serüvenini bakan bazı akademisyenlerin dillerine doladıkları bir terim olan “Heterodoks İslâm”dan da bahsedilmelidir. 15. asrını yaşayan İslâm tarihinde kendisini “heterodoks müslüman” olarak adlandırılan bir tek kişi dahi gösterilemezken bazı tasavvufî kişiliklerin heterodoks olarak adlandırılmasının gerekçesini anlamak çok zordur.

‘Heterodoks İslâm’
Bu kavram ile ilgili tartışmaya geçmeden önce ve öncelikle bu ‘garib’ tamlamadaki “heterodoks” kelimesini açıklığa kavuşturmak zorunlu görünmektedir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre Fransızca ”hétérodoxe” kelimesinden Türkçe’ye ithal edilen heterodoks kelimesi kabul edilmiş din kurallarına aykırı uygulamalar veya kabul edilmiş din kurallarına aykırı düşüncelere veya ilkelere saplanmış kişi anlamına gelir ve yine Fransızca “orthodoxe” kelimesinden dilimize aktarılan ve dogmaya ve kilise öğretisine uygun olan anlamındaki ortodoks kelimesinin zıddı olarak kullanılır. [2]

Buna göre ‘Heterodoks İslâm’ terimi İslâm kurallarına aykırı uygulamalar veya kabul edilmiş İslâm kurallarına aykırı düşüncelere veya ilkelere saplanmış kişi anlamına gelir. Bazı akademisyenlerin sınırlı bir çevrede kullanıma soktuğu ‘heterodoks İslâm terimi Bu kavram son yılların tartışma konularından birisi olan Türk Müslümanlığı ile ilgili konuşma ve yazılarda da geçirilince kısmen daha yaygın bir kullanım alanı buldu. Ortodoksluğun zıddı olan heterodoksluk, “resmî olmayan din anlayışı” diye de tanımlanmıştır.

Kitabî teori ve pratikten ziyade, sosyal bir yaşantıların oluşturduğu eklektik bir yapı arz eden bu inanış, eski ve yeni kültürler arasında bağdaştırmacı (= senkretik) bir mahiyet kazanmıştır.

Sünnî (buradaki kavram ile ortodoks) İslâm genellikle, sınırları kesin hatlarla belirlenmiş, helâl-haram ölçüleri kaydedilmiş bir inanç sitemi iken heterodoksi, daha çok çeşitli inançları bağdaştırmacı ve eklektik oluşan bir yapı sergilemesiyle tutarlı bir dinî çerçeve teşkil edemez. Heterodoks İslâm kavramı, salt dinî (= teolojik) bir özelliğe sahip olmayıp, bunun yanında tarihî, siyasî ve sosyolojik unsurları da barındırır.

Türk Müslümanlığı Heterodoks mudur?
Tasavvufî akımları heterodoksi genellemesi ile kategorize edenlerin bazı iddiaları aslında bu kavramın neden Türk tasavvuf tarihi ile bağdaştırılamayacağını da kanıtlar. Bu tezi ileri sürenlere göre heterodoks İslâm, tarih boyunca siyasî erkin desteğindeki sünnî (bir anlamda resmî) İslâm’ın tersine hiçbir zaman siyasî iktidarlardan himâye görmemiştir. Halbuki, Türk tarihinde sünnî İslâm ile diğer mezheb ve eğilimlerin durumu bu şablona uymaz. Osmanlı devletinde ortodoksi Sünnîlik, heterodoksi alevilik tarafından temsil edilirken, bir başka Türk hanedânı olan Safevî devletinde ortodoksi oniki imam Şiîliği, heterodoksi ise Sünnîlik olarak görülüyordu.

Türk Müslümanlığını heterodoksi ile tarif etmeğe çalışanlara göre bu karmaşık yapılanmanın sosyal tabanı, özellikle Türk toplumu söz konusu olduğunda, köylü ya da konar-göçer Türkmen toplulukları (= yörük)dır. Yerleşik kültüre adapte olamamış, göçebelik hayatını sürdüren Türkler’in kabul ettiği inanç sistemi (heterodoks İslâm) ise eski dinî inançlardan ve ataların mirası geleneklerden etkilenmiştir. Göçebeliğin ağır hayat şartları; topluluğun yöneticileri ve dinî önderlerine kesin itaati ve geleneklere bağlılığı gerektirirdi. Türk tarihinde heterodoks İslâm, bazı girift teolojik tartışma ve mezheb eksenli ihtilaflar sonucunda ortaya çıkmamış; temelde yörüklerin şifahî kültüre dayalı İslâm öncesi sosyal ve dinî inanç ve gelenekleri tarafından oluşturulduğu için şifahî olarak aktarılan mitolojik unsurlarla gelişmiştir. Bu şifahî Türkmen teolojisinin oluşumunda, İslâm öncesi tabiat kaynaklı kültler, özellikle Budizm, Zerdüştîlik, Maniheizm ve Mazdeizm gibi dinlerin kalıntıları temelinde şamanist uygulamaların bileşik bir etkisi sözkonusu olabilir. Şifahî kültürle nakledilen bozkır kodları, göçebe Türkler arasında kitabî sünnî anlayıştan farklı noktadan çıktığı gibi zaman içerisinde giderek daha da farklılaşan bir İslâmî yaşayış geliştirilmesi, önceki dinlerin pratiklerinin de İslâmî uygulamalar ile kaynaştırarak değiştirilmesi ile sonuçlandı. Asırlar süren bu tarihî süreç sonunda sünnî ve kitabî anlayışa dayanan İslâm’a nazaran uygulamada daha serbest ve kısıtlıyıcı kurallara aldırmaz (adeta boşlayan) bir yapı ortaya çıktı.

Heterodoksinin zıddı olarak Ortodoksi olarak tanımlanan sünnî İslâm’ın sosyal tabanı ise, tepede siyasî iktidar olmak üzere, bürokrasi ve şehirli yerleşik halktır. Bir başka ifade ile sosyolojik anlamıyla, ortodoksi merkezin, heterodoksi çevrenin din anlayışını oluşturur. Türkler’in, İslâm’ı kabullendiği dönemde, yerleşik kültüre mensub olan kesimleri Kur’an ve sünnet eksenli dört başı mamur bir inanç sistemine ( =ortodoks İslâm) dâhil oldular.
Türk inanç evreninde ata, baba, dede, evliyâ… gibi kültlerin de heterodoksi ile ortaya çıktığı iddiası da temelsizdir. Yesevîlik yolunun bilinen ilk isimlerinin ünvânları dahi –Hakîm Ata, Zengî Ata vb.-  heterodoksiyi iki yüz yıl sonra ortaya çıkıp beş dört yüzyıl sonra kurumlaşacak olan Bektaşi geleneğine, oradan da tüm Türk tasavvufuna bulaştırma çabasının ne kadar anlamsız olduğunu göstermeğe yeterlidir.

Marjinal Kalenderîler
Tasavvufu heterodoksi olarak tanımlayanlara göre sûfîlerin kadim inançlardan etkilenmesi yalnızca dış görünümlerinde kalmamış, tarikat erkânı, ritüelleri ve hattâ zikir meclisleri de şamanlardan etkilenmiştir. İslâm’a göre meşruiyeti tartışmalı olan musîki, sema ve şiirlerle yürütülen, bazen zikir halkasında kadın ve erkeklerin beraber yer aldığı sûfî törenleri hem İslâm öncesi Fars kültüründe hem de şamanlıkta görülmekteydi. Hattâ, Hazret Sultan Yesevî ile ilgisi rivayet edilen Hacı Bektaş’ın da “çar-zarb”uygulayanlardan olduğu yani saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kazıttığı ve böylelikle de Kalenderîliğin etkisinde kaldığı iddia edilmiştir.
Sünnî kaynaklarda Kalenderîlerin “genel olarak bekâr yaşadıkları, yaşanılan zaman ve bulunulan mekânın ahlâkî kurallarına uymadıkları, şer’îat kurallarını küçümsedikleri iddiaları yanında, garib kıyafetler ile gezdikleri ve özellikle saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kökünden kazıttıkları kayıtlıdır.  Mescidlere köpekleriyle girip mabed içerisinde esrar çektiklerini yazan İbnu’l-Hatib’e göre Kalenderîler kendilerinin derviş olduklarını iddia etmelerine rağmen, aslında doğaya, suya, güneşe, aya, yıldızlara;  ağaçlara, kayalara tapan sapıklardır. Tasavvuf karşıtlığını sûfîleri hülul (= incarnation) yani Allah’ın insan suretinde tecelli etmesi, tenâsüh (= reincarnation,  metempsycose), yani ruhun öldükten sonra bir başka bedende yeniden doğması, görünüm değiştirme (= metamorphose), yani ruhun sağken bir biçimden başka bir biçime, yahut bir kalıptan başka bir kalıba geçmesi gibi marjinal fikirler ile suçlayacak kadar aşırıya vardıranların İslâm tasavvufundan bihaber olmaları yanında insafsız olduklarını da söylemek zorundayım.  Bu çizilen Kalenderî tablosu, arkaik devirlerin Orta Asya şamanlarını andırır. Sünnî kaynaklarda “tâife-i ibâhiye”, “tâife-i zenâdika” gibi kötü isimlerle anılan ve Bâtınîliğin etkisinde kaldıkları kabul edilen Kalenderîler gibi kimi heterodoks denebilecek grupların köylüler ve göçebe yörükler tarafından hoş karşılanmalarına rağmen şehirli halk nezdinde itibar görmedikleri bilinmektedir.

Osmanlılar ve Heterodoks İslâm
Osmanlı Devleti’nin, ilk kuruluş yıllarından itibaren derviş-gazi zümreleri ile yakın ilişkisi sonucunda Bektaşîyye tarikatını Yeniçerilerin resmî tarikatı olarak kabulü tarihî bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Osmanlı’nın Bektaşiyye örneğinde olduğu gibi tarikatlara bir tür yarı-resmî statü kazandırmaları aslında geniş bir nüfuz alanı olan bu sosyal yapıların merkezî idare içerisinde yer alması anlamına gelir.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu yıllarında Kalenderî dervişleri de gazâlara ve cihad savaşlarına katılmışlardır. Hacı Bektaş mürîdlerinden Abdal Musa, Bursa fethinde görevlendirildiği; Geyikli Baba’nın  da Bursa fethine katılmak yanında, Kızıl Kilise denilen bölgeyi mürîdleri ile beraber fethettiği bilinir. Orhan Gazi’nin bu kahramanlıklarından dolayı “mey-hor” denilen Geyikli Baba’ya “iki yük arakı ve iki yük şarap” yolladığı rivayeti bütün dervişlerin Sünnîlik dışı bir hayat tarzı benimsediği anlamına gelmez. Bu rivayet doğru olarak kabul edilirse bu rivayetin öznesi olan Sultan Orhan Gazi’nin şeriat önündeki durumu da tartışılmak zorundadır.

Halvetî kökenli bazı tarikat mensublarının Safevîler döneminde Safiyyüddin Erdebilî’ye dayanan ve kısa sürede İran tasavvufunun ana damarı haline gelen Safevî tarikatı ile silsile akrabalığı nedeniyle Osmanlı-Safevî mücadelesinde Safevîlerden yana tavır takınmaları, Osmanlı devletini Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal olaylarından bu yana zaten kuşku altında kalmış olan tasavvufî akımları daha sıkı bir kontrol altına almak zorunda bırakmıştır. Hattâ derin İslâmî bilgisi ile medrese müderrisi olarak görev aldığı bilinen ve takvâsı konusunda hiç kimsenin söz edemeyeceği  Hacı Bayram-ı Velî’nin bile bu kuşkudan nasib alarak Sultan II. Murad zamanında takibâta uğradığı ve Edirne’ye celbedilerek sorgulanmak istendiği tarihî bir gerçektir.
2.Mahmud döneminde, Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması sırasında, Yeniçerilerin bağlı oldukları Bektaşiyye dergâhlarının da kapatılarak ve Nakşbendî tarikatı şeyhlerinin atanmasının önceden planlanmış bir karar olmayıp o sırada Osmanlı bürokrasisi içerisinde müntesibleri artmış bulunan Nakşbendî tarikatının öne çıkışı ile ilgili olmalıdır.

Tasavvufî İslâm, Takvâ Düzeyinde Yaşanan İslâmdır
Tasavvufî akımları heterodoksi ithamı ile tanımlayanlar (gerçekte ise aşağılayanlar) İslâm tasavvufunun şeriat kuralları ötesinde bir İslâm duyarlılığını, takvâ İslâm’ını hedeflediğini anlayamamış görünmektedir. Ünlü Cibrîl hadisindeki ihsan makamında yaşanan, ‘Allah’ı görüyormuşca’sına ibadet duyarlılığında bir müslüman topluluğu yetiştirmeyi hedefleyen tasavvufî geleneğini “şeriâtı önemsemeyen” ne idüğü belirsiz bir eklektik inanç sistemini hedeflediğini söylemek mümkün değildir.

“Takvâ düzeyinde yaşanan bir İslam” derken bunu, kimi bazı radikal yaklaşım sahiplerinin tasavvufu Kur’an-ı Kerim’de yer almayan bir terim olması itibarıyla tasavvufu ve tabiî olarak bütün sufileri İslâm dışına itme çabaları nedeniyle kullanıyorum. Takvâ, kelime anlamı olarak korkma, sakınma demektir ve korktuğu hususta kendini korumaya almak anlamını taşır. İslâmi literatürde ise takvâ, Allah korkusu ile günahlardan korunmak; Allah’ı gücendirebilecek en küçük tavır ve işlerden bile sakınmak anlamında kullanılmıştır. Takvânın, iman ederek şirke düşmekten korunmak; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrardan sakınmak ve kalbi Allah’tan alıkoyan her şeyden uzak durmak ifade edilen üç mertebesi vardır. Bazı tasavvuf büyüklerinin takvâyı, ‘Allah’ın dışındaki her şeyden uzaklaşma’ şeklinde tanımlamaları, bir bakıma takvânın en ileri mertebesini anlatır ki, bu seviyeye ulaşmış mutatki bir insan artık, ‘konuşunca Allah için konuşur, susunca Allah için susar… vb. ve sonunda Allah’ın özel himayesini kazanır.

Kur’an-ı Kerim’deki kullanımı ile takvâ, Allah’dan sakınarak yaşama ve tüm ibadetleri yerine getirmekte azâmî hassasiyeti göstermek olarak tarif edilebilir. Kur’an-ı Kerim’deki ibare ile muttaki olarak tanımlanan takvâ sahibi bir müslümanın bütün ibadetlerini yerine getirirken hem ifa edilmesinin devamlılığında özenli hem de ibadetin inceliklerinde dikkatli olması gerekir. Takvâ ve muttaki terimleri Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde kullanılmıştır.
Takvâ sahipleri, Allah’a karşı büyük bir duyarlılık, tam bir sorumluluk bilinci içinde olduğundan daha dünyada iken Allah’ın verdiği iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıracak bir anlayış ile ödüllendirilirler. [3]

Kur’ân-ı Kerim’in insanlar ve insan toplulukları arasında tek üstünlük ölçüsünü ‘takvâ’ olarak vermesi bir kişinin tek başına Allah’ın sevgili bir kulu olması ötesinde sosyal bir ayrıcalığa işaret eder. [4]

Tasavvuftaki şeriat-tarikat-hakikat derecelerinin aşılarak marifete kavuşulması şeklinde özetlenen tedricî yükseliş de takvâ ile doğrudan ilişkilidir. Bu tedricîliğe göre her bir ibadetin her bir maneviyat makamında ayrı bir derinliğe kavuşması beklenir. Bir örnek vermek gerekirse oruçun şeriattaki şartları bellidir. Tarikatta ise şeriat kurallarının ötesinde bir hassasiyet ile dil, göz, el,ayak vb. organların da oruç bilinci ile kullanılması gerekecektir. Hakîkat makamında ise oruçlu mü’min kalbini ve idrakini de tüm diğer unsurlardan uzaklaştırarak Allah’tan gayrı her şeyden kesilmelidir. İşte bu mertebeye varan sufinin oruç hakkında kesin derecesinde bir bilgi (=yakîn) ile bilgilenerek ilahi bir marifet kazanması beklenen bir sonuçtur. Bu şeriat-tarikat-hakikat derecelerinde ifa edilecek oruç örneğini namaz başta olmak üzere diğer tüm ibadetler için de kıyaslayabilirsiniz.

Yesevîlik olarak bilinen öğretisinde Hazret Sultan Yesevî’nin de diğer tüm sufi mürşidler gibi, şeriat-tarikat-hakikat derecelerinde yaşan bir İslâm’ı hayata geçirme sırlarından söz ettiği hikmetlerinden yola çıkarak söylenebilir. Divân-ı Hikmet’e bu gözle bakıldığında onlarca hikmette bu tedricî yükseliş makamlarından izler görülecektir. [5]

Hazret Sultan Yesevî’ye Heterodoks  Yaftası Yapıştırmak
Bazı akademik yayınlarda Türk ‘heterodoks’ İslâm’ının merkezinde yer aldığı iddia edilen Ahmed Yesevî’yi de şeriat kurallarını göz ardı eden sapkın bir ibahî olarak gösterilmesine hayret edilmelidir.  Yesevîyye tarikatının âdâb ve erkânı incelendiğinde Hazret Sultan Yesevî ve en erken dönemlerden itibaren bütün haleflerinin şeriat hassasiyeti, Hz. Rasûlullah’ın sünnetlerine uyma çabası ortada iken bu tavrı iyiniyet ile açıklayabilmek zordur. Sadece Hazret Sultan Yesevî’nin tasavvuf tarihinde o zaman kadar görülmemiş bir duyarlılık ve Hz. Rasûlullah’ın sünnetine uyma gayreti ile hicrî takvimle 63 (milâdî: 61) yaşından sonra yeraltında inzivaya çekilme rivayeti dahi anlayana çok şey anlatmaktadır. Bugün birer birer gün ışığına çıkarılarak ilim dünyasına sunulan Yesevilik tarikatının bütün temel metinlerinde farzlar bir yana nafile ibadetlerin (bilhassa nafile namazlar ve oruçlar) ayrıntıları ile tarif edilmiş olması bütün heterodoksi iddialarını boşa çıkartmağa yeter de artar bile… [6]

Anlaşıldığı kadarı ile Yesevîyye tarikatının İslâm’ı pratikleri yaşama ve yaşatma kurallarından bî-haber olan akademisyenler, kafalarındaki ‘şeriatsız İslâm şablonu’nu Hazret Sultan Yesevî’ye de giydirmek istemektedirler. Daha doğrusu kendi yanlış algılamalarına Yesevî yolunu da alet ederek, söylemlerine güç kazandırmak peşindedirler.

Ne diyelim? Bu heterodoksi şablonu Hazret Sultan Yesevî’ye de, Yesevîlik yolunu sürdüren haleflerine de  uymaz; Pîr-i Türkistan bu ‘senkretik libâs’a sığmaz efendiler…

________________________________
[1] Nitekim bugün birçok uluslararası yayında Afganistan’ın Belh bölgesinde dünyaya gelip Türkiye’de Konya’daki ‘Kubbe-i Hadrâ’sı altında ebedi istirahatgâhına emanet edilen Mevlânâ’nın bir “İranlı şair” olarak kaydedildiğini görmek, -buna bir Türk olarak öfkelensek de- şaşırtıcı değildir.
[2]http://www.tdk.gov.tr/TR/Genel/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF4376734BED947CDE&Kelime=heterodoks
[3] Bu konuda bir ayeti meâlen vermek isterim: “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfal suresi, 29. ayet. TDV Vakfı Kur’an meali)
[4] “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât suresi, 13. ayet. TDV Vakfı Kur’an meali) Bu ayetin kabile, kavim asâbiyetini yasakladığı kabul edilir. Bu yönüyle milliyetçilik tartışmalarında en çok başvurulan bir ayet olarak bilinir.
[5] Sadece fikir verecek bir örnek olması için aşağıdaki dörtlüğü vermek isterim:
Şeriatın şartlarını bilen aşık
Tarikatın makamını bilir dostlar
Tarikat işlerini tamam eyleyip
Hakikatın deryasına batar dostlar

Bu hikmetin tamamı için bkz:
Ahmed Yesevî,, Divân-ı Hikmet, 77. Hikmet, (Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati Bice), 6. Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2010, s.188-189.

[6] Bu konuda ilgili okuru, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi kitabımın, 304-374. sayfaları arasında yer alan Yesevilik yolu bölümüne yönlendirmek zorundayım. Bu makalenin sınırları içerisinde 70 sayfalık bu bölümden bir özet yapabilmem dahi mümkün olamamıştır.