Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN : BOSNA HATIRALARI

TURAN COĞRAFYASINDAN: BOSNA HATIRALARI

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN

——————————————————————————————————————–

Özet

Turan Coğrafyasının Batı’daki burçlarından Bosna, Osmanlı Türklüğü ve öncesinin hatıralarını hâlâ korumaktadır. 1992-1995 yılları arasındaki iç savaş da Boşnakların çektiği acılar, Avrupa’nın ve sözde gelişmiş ülkelerin seyirci kaldığı insanlık ayıbıdır. Bu ülkeye 2012 yılında gittiğimizde ilmî bir toplantının vesile olduğu seyahatimiz; İslâm, Osmanlı ve Türklük renginin güçlü tonlarını tesbit etmemize katkıda bulundu. Kısa süreli gezimizde, Peçenekler ve Sarı Saltuk’tan Evliya Çelebi’ye uzanan hatıraların izlerini takip edebildik.
Hilmi Özden

Anahtar kelimeler: Bosna, Mostar, Sarı Saltuk, Bozkurt

——————————————————————————————————————–

“Elhamdülillah Türk’üm” ifadesi Bosna ve Balkan Türklerinin hepsinin dillerinden düşürmediği mukaddes bir sözdür. Allah’a şükürler olsun ki, “Türküm, Müslümanım” ifadesinin asırlardır söylene gelen mânâlı bir niyazıdır.  Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün altındaki millî ve İslâmî rengi anlamayanlara, anlamak istemeyenlere bu cümle yıldırım gibi inmektedir. (!) Bizdeki (Türkiye’deki) bu sözden rahatsız olan mutsuzlar (!) Bosna’yı görselerdi, bu sözü yüreklerinde taşırlar, dillerinden düşürmezler, sahip oldukları nimeti anlarlardı. Saraybosna Üniversitesinin 27-30 Eylül 2012 tarihleri arasında gerçekleştirdiği “4. Bilim ve Uygulamada Morfoloji” başlıklı konferansına katıldığımızda Balkan Türklüğü ile olan ayrılmaz ve ayrılamayacak olan beraberliğimizi yakından müşahede etme imkanına sahip olduk. Uçağımız 26 Eylül 2012 günü Bosna semalarında uçarken cennetten bir beldenin üzerinde Altay destanlarından süzülen kuğu misali uçtuğunuzu hayal edebilirdiniz. Hamdolsun Aziz devletimizin tanıdığı imkanlarla dünyanın muhtelif yerlerine gitme imkanımız olmuştur. Bosna ise gördüğümüz yerlerden, iz bırakan, bırakacak olan; bizim için; atalar, gaziler, şehitler yurdu idi.
Sizlerle kongrenin tıbbî sunularını paylaşmak istemiyorum. Uluslararası katılımlı bir faaliyetin çalışmalarına her yerden ulaşmak mümkündür. Sizinle paylaşacağımız hatıralardır. Kısa beş gün içinde gördüğümüz, değil beş asır, bin beş yüz asırlarca Türk Tarihidir, Türk Kültürüdür.

Nasıl mı? Gelin isterseniz yakından uzağa bir kültür ve tarih yolculuğuna çıkalım:

“Mavi Kelebekler” dizisini TRT1’de seyrettiniz mi? Eğer seyretmediysek ve “mavi kelebekler” nedir? bilmiyorsak Bosna’yı anlayamayız. Peçenek Türklerinin torunları olan Boşnak’ları bilmeden, tanımadan  da Türklüğün serhat boylarınının tarihini ve bugün uğradığımız katliamları, Avrupa’nın Türk’e bakışının, Türk’ü Avrupa’dan atma histerisinin köklerini kavrayamayız. Çünkü o topraklar binlerce yıllık Turan Coğrafyasının   aziz yurt köşelerindendir; yani “Bizim Diyar”lardandır.1992-1995 yılları arasındaki Sırpların Bosna’nın muhtelif yerlerindeki yaptığı katliamları anlamakda zorlanmazsınız.
Henüz Bosna’ya uçağınız iner inmez “burası katliama maruz kalmış” diyen bir haykırış var: Binalar haykırıyor, teller haykırıyor, engelliler sessizce haykırıyor. Aliya İzzetbegoviç’in Havaalanına geçebilmek için kullandığı tünel hem haykırıyor, hem hıçkırıyor. Kurşun ve bomba izleri altındaki binaların duvarları o günlerin acı hatırasını birer utanç vesikası olarak hâlâ taşıyor.
Bosna, Turan coğrafyasının kâh nazlı gelinidir, kâh serhat boylarındaki sarı sipahileri’dir. Osmanlı Türklüğünün evlad-ı fatihanlarına kucak açan kadim Türk Vatanıdır. Srebrenica’da 1995 yılındaki Sırpların yaptığı katliamı unutmadık, sanırım hepimizin hatırındadır. Barış gücüne ait Hollandalı askerlerin göz göre göre Sırplara teslim ettiği Boşnakların başına gelenler Avrupanın her zaman olduğu gibi insanlık ayıplarına eklenmiştir.
Biz Srebrenica’ya gidemedik. Vaktimiz yeterli değildi, Sırbistan topraklarına geçmemiz gerekiyordu. Bosna’ya kongre nedeni ile gittiğimiz için aziz dostum Mustafa bey’le ancak Mostar ve Saray Bosna’yı tanıyabilme fırsatımız oldu. Fakat daha önceden okuduklarımız ve gördüklerimizle birleştirdiğimiz birikimlerimiz bizlere çok şey anlatıyordu. Baş çarşının devamında, fazla uzakta olmayan Srebrenica müzesi diyebileceğimiz bina hadisenin bütün vehametini gösteriyordu.
Bosna’ya gittiğinizde dikkat edebilirsiniz: binaların duvarlarında o mıntıkada şehit edilen insanların isimlerini görürsünüz; yahut koyu siyah asfaltın üstündeki kırmızı gül resimleri; şehitlerin kanının döküldüğü yerlerdir. Kırmızı güller onları unutturmamak için çizilmiş nişaneleri, şehitlik madalyalarıdır.
Çukur bir zemine oturmuş şehir merkezine, çevredeki ağaçlık dağlara yerleşmiş katil sırp keskin nişancılarının kurşun ve ölüm yağdırdığını görür gibi oluyorsunuz. Daha önce komşusu, arkadaşı olduğu Boşnakları savaş sırasında hiç acımadan katleden Sırplardan bahseden yüzlerce olay duyuyorsunuz. İnsanlar Türk olduğunuzu bilince anlatıyorlar. Anlatmak istiyorlar. Türkçeleri yetersiz olanlar bile anlatmaya, anlaşılmaya, Türkçe gönül köprüleri kurmaya o kadar arzu ile dolular ki onu Bosna’ya her varan görecektir. Balkanlarda, Bosna’da Türkçe’nin birleştirici bütünleştirici tarihî hakkını teslim edecektir.
Allah razı olsun” gibi İslamî-Millî bir cümle aranızda; adeta Mimar Sinan’ın, Mimar Hayrettin’in inşa ettiği köprü oluverecektir. Aziz Türkiyemiz’de ise dilimiz dilim dilim edilmek istenirken akademisyenler başta olmak üzere siyasiler, bürokratlar, vatandaşlar şaşkın sessiz bakıyorlar, bakıyoruz. Türkçe gidince vatandaşlar arasında köprüler gider.

Mostar’da Mimar Hayrettin’in 1566’da inşa ettiği köprüyü 1992-1993’de Sırplar ve Hırvatlar yıktılar. Türkiye Cumhuriyeti 1997 yılında yeniden inşasına başladı, 2003 yılında kilit taşı yerine kondu. Boşnak Türklerine yeniden hediye edildi. Köprünün kilit taşı ne ise Balkanlarda ve Türkiye’de Türkçe O’dur. Bu taş günümüzde Türkiye’de çıkarılmaya çalışılmaktadır. Köprüler giderse sulara zehir saçılır. Aynı yatakta birbiriyle sarılmış evdeşlerin kolları ayrılır. Evladını kucaklamış evlatlar, parçalanır.

Türk Milletine mozaik kavramını yakıştıranlar bir nebze olsun düşünmek ve ibret almak istiyorlarsa Balkan Türklüğünden ibret almalarını öneririm. Bosna’nın her yerinde delik deşik olmuş sadece duvarlar değil, yüreklerdir. Sulara katılan zehirlerle yıllarca susuzluktan kırılan Boşnakları bir dinlesinler. Türkiye’de de sular zehirleniyor, gönüller, zihinler zehirleniyor. Şimdilik görünmeyen zehirlerin tesiri; (Cenâb-ı Allah -CC- Korusun) Can Türkiye’mizi yangın yerine döndürdüğünde (yanılmayı, yanıltılmayı ne kadar çok istiyorum) şimdi susanlar ve seyredenler dillerini keseceklerdir, canlarını paralayacaklardır; lâkin nafile. Batı’nın Türklüğe ve İslâm Alemine biçtiği , kestiği kefeni görmek için Aziz Türk-İslâm Aleminin  sürekli acı olaylar ve tecrübeler mi yaşaması gerekiyor?

İbret-i alem için ne gerek görmek kıyameti

Anlardı arif olanlar helâk-ı kavmiyetleri

 

ŞEHİTLER KABRİSTANI

Bosna’nın içinde sular akıyor

Etrafa binlerce mezar bakıyor

Havaalanından Saraybosna şehir merkezine giderken yüzlerce binanın aradan yirmi yıla yakın zaman geçmesine rağmen savaşın kirlerini taşıması insana hüzün veriyor. Şehrin her tarafına serpilmiş beyaz mezar taşlarından meydana gelmiş mezarlıklar ise soykırımın ayrı tanıkları olarak mahzun ve çekilmiş ızdırapları seslendiriyor.
Gerçeklerden bîhaber olanlar derler ki: cami, havra, kilise bir arada kardeş kardeş yaşar. Doğru! Devlet güçlü ise yaşar, güçsüz ise din savaşlarının önüne kolay kolay geçilemez. Bunun en yakın şahidini Bosna’da görebilirsiniz.
İslâm’ın aydınlık evladı, Aliya İzzetbegoviç (1925-2002) diyordu ki: “Allah bizi zor bir imtihandan geçiriyor. İnsanlarımız boğazlanıyor, kadınlarımız ve çocuklarımız öldürülüyor, camilerimiz yıkılıyor ve biz ne onların kadınlarını ve çocuklarınız öldürmek ne de kiliselerini yıkmak istiyoruz. Bunu yapmak istemiyoruz, çünkü, bazı istisnalar olsa da, bu bizim tarzımız değil. Bazı askerlerimiz burada ve bunu onlara söyleme fırsatı buluyorum. Bu herkese ulaştırmamız gereken bir mesaj. Kazanacağız; çünkü öteki dine, öteki ulusa ve öteki siyasi duruşa saygılıyız.Çünkü, aklı başında ve dürüst insanlarız. Aslında, herhangi bir kutsal nesneyi tahrip etmemiz, bizlere, sarih bir biçimde yasaklanmıştır. Sırbistan’a dört asır boyunca Türkler hükmetmiş olmasına rağmen, bu yasaklama sayesinde, Deçani, Graçanica ve Sopoçani manastırları yerlerinde duruyorlar. Türkler buraları tahrip etmediler. çünkü inandığımız kitap, bu türden bir tahribatı reddediyor. insanlarımız bu kurala sadık kaldılarBu bizim zaferimizin anahtarıdır. Allah’ın yardımıyla kazanacağız, çünkü muayyen yasalara uyacağız.  Bazen askerlerimizle bazı problemler yaşıyorum. Şöyle diyorlar: “Neden intikam için bir şeyler yapmıyoruz?” Onlara: “Yasalara saygılı olun ve işleri kendi mecralarına bırakın” diyorum. çalışması ve savaşması gerektiğine, ancak olaylara hükmedemeyeceğine inanan bir topluluğa mensup değil miyiz? İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe Allah hükmeder ve O ne derse O olur…” (1)
Aliya’nın bu sözleri kulaklarımızda çınlarken, havaalanından şehir merkezine doğru yol alıyoruz.  Sağolsun Bosna Üniversitesinden Ajda hanım bizi havaalanından kalacağımız Hecco otele kadar bırakma nezaketini gösterdiler. Hecco, Başçarşıya yürüme mesafesinde idi. Bu konuk evinin şehir merkezinin daha büyük bir ana şubesi de var. Bizim kaldığımız ise üç katlı, küçük şirin bir mekandı. Üstelik Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in kabrinin olduğu şehitliğe beş dakikalık mesafede idi. Mustafa Beyle Aliya İzzetbegoviç’in kabrini ve caddenin karşısındaki Osmanlı mezarlığını ziyaret ettiğimizde ecdada ve şanlı şehitlere ve Bilge Krala karşı bir mahcubiyet hissettik.  Savaş döneminde Türkiye’mizden ve muhtelif İslâm beldelerinden gelip Boşnaklarla omuz omuza, Sırplara ve Hırvatlara karşı savaşan yiğitleri hatırladık. Aliya’nın sade anıt mezarında bekleyen eli kalbi hizasındaki askeri gördüğümüzde bize şunu düşündürüyordu; savaşçı ve gönül eri aynı insanda cem olabilir. Gönlümüz size daima dostluk elini uzatır. Beyaz güllerle bezenmiş cennet bahçesini andıran bembeyaz mezar taşları arasında, şehitlerimize ve Bilge Kralın ruhuna Fatihalar okuduk.

Aliya İzzetbegoviç’i henüz Bosna savaşından önce “Doğu ve Batı Arasında İslâm” isimli eseriyle tanımıştım. Size bu kitap, felsefi derinliği olan  bir mütefekkiri sayfa sayfa gösteriyordu: “Kadere teslimiyet, kaçınılmaz olan büyük insanî ızdıraba dokunaklı bir cevaptır. O hayatı olduğu gibi idrak etmek ve her şeye sabır ve tahammül etmeğe bilinçli bir şekilde karar vermek demektir. Bu noktada İslâm, Avrupa felsefesinin sığ iyimserliğinden ve dünyayı mümkün olan bütün dünyalardan en iyisi olarak gösteren safdilane hikayesinden esaslı bir şekilde farklıdır. Teslimiyet kötümserliğin ötesinden gelen bir nurdur.” (2) “Bizim kadere fiilen teslim olmamız mevzubahis değildir. Çünkü kaderle olan münasebetlerimizin ancak ahlakî bir manası vardır. Teslimiyet insanın bir bütün olarak dünyaya ve kendi faaliyetine karşı iç tutumudur. Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir. Allah’a itaat insana itaati meneder. Bu insan ile Allah arasında ve dolayısıyla insan ile insan arasında yeni bir münasebet teşkil etmektedir. Onun için kaderi kabul etmek kendini en büyük ölçüde hür hissetmektir. Bu öyle bir hürriyettir ki, kaderi yerine getirmekle, onunla ahenk içinde olmakla kazanılır. Mücadelemizi insanî ve makul kılan, ona telkin ve huzur damgasını vuran, herşeyin akibetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir. Binaenaleyh, bu dünyadaki hayatımızı hakikî manada anlamak, herşeyi ihata etmek ve herşeye hakim olmak hevesine sahip olmadan çabalamak ve doğduğumuz yer ve zamanı yani kaderimiz ve Allah’ın iradesi olan yer ve zamanı kabul etmeğe hazır olmak demektir. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve manasızlığından insanî vakarlı tek çıkış yoludur- isyansız, yeissiz, nihilizimsiz, intiharsız tek çare teslimiyet, hayatın kaçınılmazolarak getirdiği sıkıntılarda, alelâde bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir. Islam, kanunlarına, emir ve yasaklarına, beden ve ruhtan talep ettiği gayrete gore değil; bunun hepsini kapsayan ve aşan bir şeye gore, marifetin bir anına, ruhun zamanla yarışma kuvvetine, varaloşun getirebileceği herşeye tahammül etmeğe, rızaya, yani tek kelimeyle teslimiyetin hakikatine gore öyle adlandırılmıştır. Ey teslimiyet, senin adın İslâm’dır. ” (2)
Aliya İzzetbegoviç Kimdi?

Aliya İzzetbegoviç‘in hayatına baktığımızda, Aliyanın kendisiyle aynı isimli dedesi İstanbul-Üsküdarda askerlik yaparken tanıştığı Türk kızı Sıdıka hanımla evlenir. Bu evlilikten 5 erkek çocuk dünyaya gelir. Bilge kralın babası bunlardan Mustafa olanıdır. Aliya, lise yıllarında “Müslüman Gençler Kulübü”nün (Mladi Müslümani) aktif üyesidir. Boşnak gençler arasında eğitim ve düşünce faaliyetlerinde bulunur. Hem faşistlere hem komünistlere karşı mücadele eder. II. Dünya savaşında çetnik Sırplar Almanlarla birlikte 100.000 Boşnağı katletmişlerdir. O acılar yetmezmiş gibi,  komünist rejim döneminde de 1949 yılında İslâmî faaliyetleri nedeniyle 5 yıl hapiste yatar. 1983 yılında “İslâmî Manifesto” isimli eseri yayınlanır. Bu eser sebebiyle maalesef tutuklanır, beş yıl hapiste tutulduktan sonra 1988 yılında serbest bırakılır. “Doğu ve Batı Arasında İslâm” isimli ünlü eserini hapiste hazırlar. Sonra Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde Demokratik Eylem Partisi (SDA) isimli bir siyasi parti kurar. Aliya 1990 seçimlerini kazanır ve cumhurbaşkanı olur. Bilindiği üzere, Bosna-Hersek, 1 Mart 1992’de bağımsızlığını ilan etti. Buna karşı iç savaş başladı ve Avrupa’nın büyük ordularından Yugoslavya Federal Ordusu, Bosna Sırp çetnikleri destekledi. Bosna’da katliam ve göçler arkası arkasına geldi. 1.000.000 müslüman göç etti, yaklaşık 250.000 can kaybı oldu, hâlâ bazı kayıplar bulunamadı. Hırvatları ve Sırpları destekleyen dış güçler Avrupa’nın ortasında müslüman bir yurt istemiyorlardı. Fakat Boşnak müslümanların kahramanca mücadelesi ve Aliya İzzetbegoviç gibi bir liderlerinin olması, Bosna-Hersek’in topyekün soykırıma uğramasını engelledi. Katliamların en insafsızlarına Avrupa ve ABD seyirci kaldılar. Nihayet kan göz yaşı katliamlardan sonra ABD’nin dayatması ile Boşnakların lehine olmayan Dayton Antlaşması 1995 yılında imzalandı.
Aliya İzzetbegoviç, son nefesine kadar vatanı ve halkı için çalıştı. Fakat  2000 yılında görevinden bir veda konuşması yaparak  ayrıldı. Aliya İzzetbegoviç, SDA’nın genel kurulu’ndaki veda konuşmasında şunları söylüyordu: “Selam sana ey halkım! Bu günleri gösteren yüce Allah’a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamaktadır. Bu gerçekleri haykırmıştık, duyan olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennet’de buluşacağız, onları Allah’ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada herşey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. Başlattığımız mücadelede eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sıhhatim nedeniyle aktif siyaseti bırakıyor, bir nefer olarak ömrümü halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah’a hamd ediyorum ki bugün elimdeki dalgalanan bayrağı teslim edeceğim inanmış yüzbinler var. Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın.”

Mezar taşında sıfat olarak Cumhurbaşkanı değil,  Abdullah (Allahın kulu) Aliya İzzetbegoviç yazıyordu. Hilâl ve zambak mezarların süsü idiler.  Çoğunluğunun şahadet tarihi 1994 olan şehit evlatlarının arasında Aliya yatıyordu. İnanıyoruz ki, onlarla sohbet ediyordur. Bizlere ise veciz sözlerinden birini sesliyordur: “Düşmanlarımıza tek bir borcumuz var: Adalet!” Hergün kabrinde nöbet tutan Boşnak askeri bulunuyor. Bilge Başkanlarının istirahatgahını, vatan toprağına kazarken kazma kürek kullanmamışlar, kabrini elleriyle açmışlar. Mezar toprağına Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesinden de toprak getirilmiş. İnsanlar, Aliya  öldüğü andan itibaren gökyüzünü yağmur yağmur ağlarken görmüşler. Ruhu şad olsun.
Vatana mühür olanlara ne mutlu. Onlar ki yeryüzünde cennetlerin temsilcileri idiler. Uçmağa vardılar, Hakk ile idiler, Hakk’a ayrılmamacasına kavuştular.

 

MOSTAR ve KATLİAMLAR

“O halde geçici dünya hayatını, ebedî ahiret hayatı karşılığında satacak olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, her iki durumda da biz ona yarın pek büyük bir mükafat vereceğiz.” (Kur’an:  4:74 )

Kelimeler, yirminci yüzyılda Boşnakların uğradıkları katliamları, anlatmakta yetersiz kalmaktadır. Katliamlar, Türklerin ve Müslümanların kaderi imiş gibi, asırlardır peşimizi bırakmıyor. Düşman mert değil, daima namert davranıyor. Çocuklara, yaşlılara, kızlara kadınlara silahsızlara vahşetleri söküyor. İnsanlık bu vahşeti Bosna’da da gördü. Bu utanç verici acıları anlatmak sizlerle paylaşmak istemiyordum. Çünkü kalem utanıyor, kağıt utanıyor, söz utanıyor, harf utanıyor. Yazmak istemiyordum. Fakat Aliya İzzetbegoviç’in şu sözü şehitlerle beraber unutturursanız haklarımızı sizlere helal etmeyiz diyor:
“Savaşta büyük zulme uğradınız. zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.
Balkanlar, Çeçenya, Doğu Türkistan, Kerkük, Musul, Telefar, Kuzey Afrika, Orta ve Uzak Doğu ve nice Türk ve İslam Vatanı yandılar, yanıyorlar ve haykırıyorlar: “Elinizden bir şey gelmedi bari acılarımızı unutturmayın, ibret alın, ibret alın ki, bizim başımıza gelenler sizlerin başınıza gelmesin” diyorlar.
Bosna’da Mustafa beyle beraber tüm boş zamanlarımızda “Evlad-ı Fatihan”dan yadigarı eserleri, beldeleri görmek, camilerinde alnımızı mahçup ve mahzun secdeye vardırmak istiyoruz. Hepsi olamasa da Türk’ün Balkanlarda mührü olmuş tarihi yerleri ziyaret edeceğiz.
Mostar’a doğru yola çıktığımızda gönlümüz özellikle hilâl şekilli, Esma-ül Hüsna’ya izafen 99 taş basamaklı Taşköprü’ye (Mostar köprüsü) gitmeyi arzuluyoruz. Neretvena nehrinin yanında ilerleyen otobüsümüzle inanılmaz tabiî güzellikleri temaşa ederek Mostar’a ulaştık. Otobüsümüz bizi Mostar garajına bıraktığında Saraybosna’dan farklı olmayan görüntüler, delik deşik binalar burada da mevcutlar. Türkiye tarafından yeniden tamir edilen Mostar köprüsüne nisbet edercesine; Hırvatlar ve Sırplar , savaştan sonra, kilometrelerce uzaktan görülebilecek büyükçe bir Haç’ı en yüksek tepeye dikmişler. Bir inci gerdan güzelliğindeki Mostar yıkıldıktan sonra tamirinde özellikle Macar bir firma da görev yapmış. Mostar Köprüsü’nün Neretva nehrine gömülen taşlarını bu Macar firma çıkarmış. Burada bir parantez açmakta fayda görüyorum: son yüzyılın verilerine ve Macar Turancılık faaliyetlerine göre muhtemelen; asırlarca Osmanlı Türklerini Avrupa’da uğraştırmış ve ilerlemesini durdurmuş bu Turan halkı gelecekte Turan jeopolitiğine ve birlikteliğine katkıda bulunacaktır. Kendileri gibi Turan halklarından olan Boşnakların acısını, yarasını tamirde görev almaları da çok tabiîdir.

Mostar’ın Müslümanlar için hayat kaynağını bilen Hırvatlar ve Sırplar elbirliği ile Osmanlı emanetini yok etmek istemişler. Sadece Taşköprü mü? Camiler, evler, medreseler ve her şey. Osmanlıya ait ne varsa, Türk’e ait ne varsa. Köprüye doğru yürürken yine savaş sonrası tamir görmüş Mostar ve Hersek Baş camisi Karagöz Mehmet Bey Camii’nin (1557) yanına savaştaki yıkık fotoğrafını koymuşlar. Bakınca Hırvat ve Sırpların Tarihî Türk eserlerine de düşmanlığını anlıyorsunuz.
Yavaş yavaş Mostar köprüsüne varırken Anadolu’muzdaki dar çarşı sokaklarına benzeyen yolda yürürken sağda Türkiye Konsolosluğunu görüyorsunuz. Bu bina bana neyi hatırlatdı: “Altan Araslı” bey’in “Mostar Köprüsü”isimli eserini. Özellikle okumanızı tavsiye ederim. Tüyleriniz diken diken olmadan, yüreğiniz sıkışmadan okuyamazsınız. Ama katlanmak zorundayız. Gerçekleri görmeyim, okumayım, ,işitmeyim deme hakkına sahip miyiz? O esere “Türkiye Ataşesi”nin başından geçmiş ve işittiklerinden oluşturulmuş belgesel bir roman diyebiliriz. O eserden buraya aktardığım, yüreklerin kaldıramayacağı gerçeklerden bazılarını aşağıda okuyacağız:
Küllenmeyen düşmanlık
Tarih, 9 Mayıs 1993, saat gecenin ikisi. Hırvatların denetimindeki Batı Mostar’ın en seçkin semti Rondo’da, Zoran, Arminlerin kapısını postalıyla iki darbede kırdı, arkadaşlarıyla içeri daldılar.İçerdekiler neye uğradıklarını şaşırmışlar, korkuyla yataklarından fırlamışlardı.Davetsiz misafirler, tüm ışıkları yakıp, ne varsa rasgele tekmelemeye başladılar. Uyku sersemi ev sakinleri, şaşkın şaşkın, artık Ustaşa adını almış komando giysili (Hırvat) militanlara baktılar. Hepsi de o mahallenin çocuklarıydı. O, her gün karşılaştıktan, munis, dost bakışlı gözler gitmiş, yerine yedi kuşak düşman insanların nefret dolu gözleri gelmişti. Bu ani değişmenin sebebi neydi? Ortada, savunmasız bir aile ile her türlü kötülüğü yapmaya adeta yeminli kapı bir komşuları insanlar vardı.Aynı apartmanı, aynı sokağı, aynı kafeyi ve aynı okulları paylaşmış olanlar sanki onlar değildi. Zoran kükredi: “Ey adi köpekler, pis sülükler, Balyalar! (Bosna-Hersek’te kızgınlık ve kavga esnasında Boşnaklara söylenen aşağılayıcı lâkap) Sizler, efendiydiniz, sizler, ağa, paşa soyundan geliyordunuz ha! Sizler, konaklarda, köşklerde büyümüş, paşazade, serdarzade, dizdarzade idiniz ha! Hep tiksindim bu kelimelerden. Bizler, cahildik, taşralıydık, köylüydük ha! Hep oynamak için yanınıza geldiğimizde omuz silkip, dağlı ne olacak? diye burun kıvırırdınız ha! Şimdi göreceksiniz gününüzü. Hani, o, dünyalara sığdıramadığınız Osmanlı! Nerdeler, koruyucunuz Türkler? Nerdeler! Bizi, tüm Avrupa’yı “Türkler geliyor!” diye korkuturdunuz ha! Babalarımız da bu sözlerle büyümüştü, bizler de! Bilmez miydiniz, kovulalı yüz yıl geçtiğini. Görelim bakalım, sesinizi kimlere duyuracaksınız, feryadınıza kimler kulak verip, koşacak? Yıllardır bugünü bekledik. İşte intikam saati geldi, çattı. Şimdi hizmetkâr siz, efendi biz olacağız.” Hepsi de hain bakışlarla, gözlerini, savunmasız aileye dikmiş, avına atılmaya hazır sırtlanlar gibi karşılarında duruyorlardı. Armin, bu komşu çocuğuna hayretle bakıyordu. İçinden de “Allah, Allah, daha üç beş saat önce selâmlaştığı, hal-hatır sorduğu bu insan mıydı? Yoksa, yoksa bir kabus mu görüyordu. Acaba bu duydukları, gördükleri kötü bir rüya mıydı? Gerçekse, bu ne biçim bir maskeydi ki, hakiki yüzleriyle hiç ayırt edilememiş, hiç farkedilememişti. “Vay be!” diye iç geçirdi. Kaderine, olacaklara razı başını önüne eğdi. Eşine, çocuklarına göz ucuyla baktı. Üzerine defalarca kaynar sular boşaldı. Nasıl bir gaflet içindeymişler, yeni anlayabildi, yeni ayılabildi. Acıydı, çok acıydı. Ama, gerçek buydu. Zoran, Armin’den, karısının ziynetlerini istedi. Zaten aklı hep onlardaydı. Cazgır karısı, her yatağa uzandığında kıskançlık, haset dolu sözlerle bu takılardan söz eder, kafasını beller, kendisini iğneler, alamadığı için yerin dibine batırır batırır çıkarırdı. Kaç kez lanet okumuştu, küpesine de, yüzüğüne de, takısına da. Armin, sessizce aralarından süzülüp, eşinin neyi var, nesi yok avuçlayıp getirdi. Uzatıp verirken de yüreği cız etti. Şimdi hepsi Zoran’ın ellerindeydi. Tümünü, karısının önüne fırlatıp, al al, gözün doysun demek için can atıyordu. Tamamını ceplerine doldurdu. Bu evin ganimeti onundu. Diğer daireleri de sıraya koymuşlardı. Ante, evi şöyle bir gezdi, beğendi. “Tamam burası benim yeni evim.” dedi. Zoran, olumlu anlamda başını salladı. Armin’in kanı bir kez daha çekildi. Bir anda sıfır olmuşlardı. Hepsini, yatak kıyafetleriyle evlerinden kapı dışarı ettiler. Yeni bir baskın için de üst kata çıktılar. Daireyi, Ante’ye bıraktılar.” (Araslı 2004:  s.47-49).

Mostar’da Boşnaklar iç harbin başlangıcında Hırvatlara güvendiler. Sırplara karşı birlikte mücadele edeceklerini sandılar. Hatta silahlarını ve komutalarını onların kontrolüne verdiler. Fakat Hırvatların ihanetini katliamlarını gördüler. Onlarında tavırları Sırplardan farklı değildi.

“Hırvatlar Gerçek Yüzlerini Gösteriyorlar.”
Boşnaklar, Hırvatların gerçekleştirdikleri ani “topyekün baskın”ı alçaklık ve arkadan vurma olarak ifadelendirdiler. O saatten sonra neye yarardı bu ithamlar! Bir Hırvat, Boşnak komşusunun yirmi üç yaşındaki oğlunu baltayla parça parça doğrayıp, naylon torbaya koyarak, apartmanın girişine bırakacak kadar gaddarlaşıyordu. Bu vahşeti, babalarının, kocalarının, ağabeylerinin gözleri önünde kadınlara, kızlara yapılan toplu tecavüzler izliyordu. (s.77) (3)”

“İşkencenin Binbir Türlüsü”
Boşnaklar, iç savaşta, birbirinden feci, birbirinden katlanılmaz, birbirinden ıstırap verici, artık insan içine çıkamayacak kadar utandırıcı, ömür boyu hafızalarından söküp atamayacakları sahneleri bizzat yaşadılar, bizzat tanığı oldular veya bizzat ilk ağızdan dinlediler.
Peki, aradan geçen bunca yıla rağmen yaşama gücünü nerden bulacaklar? Topluma ve hayata nasıl ısınacaklar, çektiklerinin veya tattıklarının etkilerinden nasıl ve hangi yöntemlerle kurtarılacaklar. Bu soruların yanıtını hâlâ veren veya bulan çıkmadı. Ta ki, belki de rövanşa kadar çıkmayacak.
Kovuldukları Poçitel’de, kovuldukları Stolac’da, o kadınlar, o çocuklar, ellerinden alınan evlerine tekrar girebilmek için nasıl çığlık ata ata yırtınıyorlardı! Tekme-tokat dışarı atıldıkça, nasıl tekrar bir daha girebilmek için saldırıyorlardı! Tüm bu yaşananlarla birlikte Bosna-Hersek’te hiç kimsenin beklemediği, düşünemediği bir mucize gerçekleşti: Silik kalmış, sinmiş bir Müslüman topluluğu varlığını duyurdu, “bu topraklarda tarih ve kültür birikimimizle biz de varız” dediler. Ama, ne pahasına! Ne bedel karşılığı!
Mostar ve yöresinde yaşananlardan verdiğimiz örnekler, bu akıl almaz hıncın, kinin korkunç boyutları net biçimde ortaya serecektir: “Daha önce bir kez olsun sürtüşüp kavga etmediğimiz komşularımız ilkin babamın boğazını kesip, annemin ve ablamın üzerine benzin döküp yaktılar. O anları yaşadım. Her gün gözlerimin önündeler. Geceleri ve gündüzleri uyuyamıyorum. Buna yaşamak deniliyorsa yaşıyorum işte.”
“Etrafı dikenli tel örgülü bir alana kapatılmıştık. Karşımızda çitlerle çevrili bir meydancığa da bir sürü çoban köpeği koymuşlardı. Hayvanlara ne su, ne yiyecek veriyorlardı. Gece-gündüz bize baka baka çıkarttıkları azgın hırıltıları dinliyorduk. Açlıktan kudurma derecesine gelmişlerdi. Birbirlerine saldırıyorlar, birbirlerini parçalıyorlardı.Eski komşularımız, şimdiki düşmanlarımız ne düşünüyorlar, ne yapmak istiyorlar, anlayamıyorduk. Yoksa yoksa diyorduk! Korktuğumuz başımıza geldi. Hepsini üzerimize saldılar. Karşı koymaya gücümüz, mecalimiz yoktu. Hemen hemen tamamımıza yakınını parçaladılar. Kan gördükçe de vahşileştiler. Sırplar, kahkahalar atarak, hayvanları ucu sivri çubuklarla dürtüp dürtüp kışkırtıyorlardı. Benim vücudum bu korkunç saldırıda yarım kaldı. Bu yarım vücutla, ölüden farksız yaşıyorum.”
“Konu komşumuzu, hepimizi bir meydanda topladılar. Önce bıçaklarla göğsümüze haç çizdiler. Ağzımıza hortumla benzin doldurdular. Sonra benzinli fitilleri dişlerimizin arasına sıkıştırıp, ateşlediler. Benim boyum kısa olduğu için aradan sıyrılıp, bir yana sindim. Zavallılar arka arkaya infilâk ettiler. Bunları yapan alçaklar, kahkahalarla seyrederlerken “Ne yaratıcı milletiz, molotof insan yaptık.” 
diye övünüyorlardı.”

Katlanılmaz, birbirinden ıstırap verici, artık insan içine çıkamayacak kadar utandırıcı, ömür boyu hafızalarından söküp atamayacakları sahneleri bizzat yaşadılar, bizzat tanığı oldular veya bizzat ilk ağızdan dinlediler. Peki, aradan geçen bunca yıla rağmen yaşama gücünü nerden bulacaklar? Topluma ve hayata nasıl ısınacaklar, çektiklerinin veya tattıklarının etkilerinden nasıl ve hangi yöntemlerle kurtarılacaklar. Bu soruların yanıtını hâlâ veren veya bulan çıkmadı. Ta ki, belki de rövanşa kadar çıkmayacak. Kovuldukları Poçitel’de, kovuldukları Stolac’da, o kadınlar, o çocuklar, ellerinden alınan evlerine tekrar girebilmek için nasıl çığlık ata ata yırtınıyorlardı! Tekme-tokat dışarı atıldıkça, nasıl tekrar bir daha girebilmek için saldırıyorlardı! “Çocuklarımızı rehin alıyorlar, mallarımızı-mülklerimizi bağışladığımıza dair belge imzalattırdıktan sonra serbest bırakıyorlardı. Gürbüz olanları, organ mafyalarına pazarlıkla satıyorlardı.”
“Tıpkı inek, koyun gibi kamyonlara dolduruyorlar, üç günlük zorunlu işkence seyahati yaptırıyorlardı. Hep üstüsteydik. Tıkış-tıkış. Kımıldamak ne mümkün! Bastığımız yeri görmek olanaksızdı. Hem de aç-susuz. Oturmak istersen, oturamazsın, sağına, soluna dönmek istersen, dönemezsin. Tuvaletin gelince yapmak, en büyük azap. Bir de şarabı kafaya diktikçe keyif atışı yapıyorlardı ki, o hepsinden beterdi. Kime isabet ederse, canımı al diye Allah’a yalvarıyordu. Çektiği acı dahi işkence. Ölse de rahatça ölemiyor, arada kan revan içinde ayakta kalıyordu. O halde kamyondan atamazsın. Öylesine bir azap. Allah, düşmanıma tattırmasın. Benim gibi hayatta kalabilenler cinnet geçirdi.”
“Körpe körpe yavruları çimento makinelerinin içine atıyorlardı. Analarını-babalarını da seyretmeleri için zorluyorlardı. Akıl almaz bir sadistlikti. Köy öğretmenimizi bağlayıp, gözü önünde kızına ölene kadar tecavüz ettiler. Adamcağıza, yavrusunun tecavüzden perişan cansız bedenine zorla baktırdılar. O acıyı sindire sindire çektirdikten sonra bir halıya sarıp, sarmalayıp benzin döküp yaktılar.”
“Bir işkence türü de cinsel organları vince bağlayıp yukarı çekmekti. Her iki elin ikişer parmağını kesip, geriye üç parmak bırakıyorlardı. Elleri açıp üç parmağını göstermek Sırpların zafer işaretiydi.”
“Aç-susuz bırakılan yüzlerce Boşnak, kızgın güneşin altında dikenli teller ardında tutuluyorlardı. Herkes bitap düşmüş vaziyette otururken, birden içeri bir kuru ekmek parçası fırlatıyorlardı. O anda biri kapıveriyordu. Diğerleri fark edince üzerine atılıyorlar, derken aralarında müthiş bir boğuşma başlıyordu. Sonra da her biri yorgun, bitkin, eli yüzü tırmık içerisinde bir kenara yığılıyordu. Telin arkasından bu manzaraları seyreden zalimler, pür neşe eğleniyorlardı.”
“Bir Müslüman hanıma, Kuran’ı Kerim üzerine tuvalet yaptırmaya zorladılar.”
“Kadınlara, kızlara tecavüz ederlerken bundan böyle Balya (Boşnakları küçültücü tabir) doğuramayacaksın diye alay ediyorlardı. Tecavüzler, on iki yaşlarından, yedi-sekiz yaşlarına kadar inmişti. Tecavüzleri, halkın toplanabileceği meydancıklarda kasten gözler önünde yapıyorlardı. Özellikle seyirciler, tecavüz edileceklerin, tanıdıklarından, yakınlarından seçiliyordu. Bu şekilde onları rezil edip, toplum önünde küçültmeyi amaçlıyorlardı.”

Maalesef tüm bunlar, Mostar ve çevresinde yaşandı. Yürekleri dağladı. Bosna-Hersekli Müslümanlara reva görülenler karşısında büyük tepkiler doğdu. Bu eza-cefaya isyan eden Müslüman ülkelerdeki gençler, Bosna yollarına düştüler. Birer ikişer meşakkatli yolları aşa aşa Boşnak mücahitlere katıldılar. Dağ-tepe mevzi mevzi direnişe geçtiler. Boşnaklar, bir kod adıyla yetinen, yatağı, yorganı gökyüzü ve toprak olan bu gençlerin gönül zenginliklerine imrendiler. Bu ellere, koşa koşa, gönüllü gelip, şehitliklerde kendilerine yer açan, Abu Şamilleri, Abdul Metinleri, Abu Tarıkları, Anadolumuzun Ahmetlerini, Mehmetlerini, Mustafalarını tanıdılar, gözlerinin içleri güle güle ölüme giden o gençleri kendilerinden bildiler…”

Ateşe Tolga beyin hatırlarının şu sayfaları da hüzünlü bir şekilde, Türk Milletinin cömertliğini, cesaretini ve yiğitliğini anlatıyordu: “Görevimiz gereği yolumuz sıkça Saraybosna havaalanına düşerdi. Türkiye’mizden gelen yolcuları dikkatlice izlerdim. Silik adımlarla yürüyen, suskun, bir an önce gideceği yere ulaşmak için telâşlı, o bizim insanımızı tanır, gözlerimle takip ederdim. Soramazdım, neden, niçin, niye bu yarı harabe beldelere taşındıklarını. Çünkü bilirdim, hem de çok iyi bilirdim, neden, niçin, kim bilir nerelerden, ne kadar borçlanarak buralara geldiklerini… Şu eşarbını, başörtüsünü sıkı sıkı sarıp sarmalamış, gözleri yerde yürüyen hanımcağız, şu kasketli, dik yürüyen, yüreği bir kaya kadar dirençli adamcağız benim insanım. İşte, ne fedakârlıklarla bir araya getirdikleri yol parasını bir çırpıda uçak biletlerine verivermişler. Kim bilir hangi şehitlikteki evlâdını kucaklamak için, onun manevi varlığına dokunabilmek için, onunla bir arada olacağı bir damlacık mutluluğu tatmak için, yaban ellerde bir nebze yalnız bırakmamak için . Toprağa sinen vücudunun kokusunu hissedebilmek için. Onları seyrederken, gözlerim dolar, bu soylu, bu evlâdına o asil duyguyu aşılayan insanların, benim toprağımın insanları oldukları için haklı bir gurur duyardım. Onlar, bir an görünürler, bir anda da kaybolurlardı. Durakları mutlaka, Travnik’ten, Mostar’a uzanan yollar boyundaki şehitliklerdir. Ne otel, ne han, ne misafir kalacakları bir yerdir. İlk durakları, tepelerinde, doğuya bakan ay-yıldızımızın kurulduğu kabir taşlarının bulunduğu mezarlıklardır. Onların, acıya karşı koyuşlarındaki sabırlarını, yüreklerini kor halinde kavuran yüce takdire karşı inanç aşklarını gözlerinden okurdum. İçimde gitgide büyüyüp, katlanan, coşan sevgi seliyle bakardım, bakardım o güzel insanlara.
Tüm Boşnaklar eminim ki, bu toprakların kıymetini mutlaka bileceklerdir. Bu toprakları, kimlerin kanı pahasına kazandıklarını da hiç akıllarından çıkartmayacaklardır. Mostar’da sokak sokak gezerek, civar köy ve kasabaları dolaşarak derlediğim notlarımın en can alıcı, savaşın arta kalan izleri bunlar işte. (3) (s. 90-95)”
Kitaptaki Türkiye Ataşe’si Tolga beyin anılarından sizinle paylaştığım sadece birkaç satır bunlar. Eserde, Ataşe’nin özel mahrem anıları hariç bilmemiz gereken daha çok tarihî ve kültürel zenginlikler de var.Mustafa beyle birlikte hava güneşli olduğu için, başımızı muhafaza etsin diye, Mostar çarşısından üstünde küçük hilâl işlemeleri olan takkeleri aldık ve başımıza koyduk. Karşımızdan da üstündeki gömlekte, Haçlı seferlerindeki haçlı askerlerin vücut üst kısımlarındaki giysilerindeki gibi büyük bir haç resmi bulunan hayli iri ve orta yaşlı biri geliyordu. Mustafa ile birbirimize ve sonra adama baktık. “Savaş sırasında biz burada olsaydık ve bu tiplere karşı savaşmak zorunda kalsaydık aramızda neler geçerdi?” diye konuştuk.
Bu arada Bosna-Hersek eyaletlerinin arasındaki Konjic’te şehit düşmüş Kanadalı bir Türk delikanlısı Cem’in destanını hatırladım. Konjic, Saraybosna-Mostar yolu arasında stratejik bir mevki. Kanada’da çocuğunu ve eşini bırakıp burada yiğitçe Boşnak Müslümanlarla omuz omuza Hırvat ve Sırplara karşı savaşmıştı. Hukuk son sınıf öğrencisi idi. İstikbalini, hayatını zulüm karşısında mertliğe, adalete hediye verdi. 

Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, elbette Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Kur’an:22:58“Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti, (sizin için) onların topladıkları (dünyalıkları)ndan daha hayırlıdır.” (Kur’an:3:157 )

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab’leri katında rızıklanmaktadırlar.” (Kur’an:3:169

***

EVLİYA ÇELEBİ

Diğer Osmanlı diyarlarında olduğu gibi Bosna-Hersek’den ve Mostar’dan bahsedip de Evliya Çelebi’den söz etmemek mümkün değildir. O’nun ölümsüz “Seyahatnamesi”nden Mostar köprüsünü okumadan Mostar’dan ayrılmayacağız:

İbret verici Mostar Köprüsü’nü bildirir”

(—) tarihinde bu seyre değer köprüyü Sultan Süleyman Han’ın emriyle Abdülmennan oğlu Koca Mimar Sinan Ağa inşa etmiştir ki sanki gökkuşağı gibi Samanyolu olup bir kayadan bir kayaya bir kemer etmiştir ki sanki cennet yurdu Bağdad’da Kisrâ Kemeri’dir. Mostar şehrinin ortasından akan Neretva nehri üzere ibretlik bir köprü yapılıp iki başı kale olmak ile şehrin bir tarafından bir tarafına bu sırat köprüsünden başka geçmek başka bir yolla mümkün değildir.

İmdi dinlemekte olan vefalı dostlara şöyle malum ola ki, bu kemter kul gösterişsiz Evliyâ bu ana kadar 27 yılda durmadan dinlenmeden seyahat edip 16 padişahlık yeri gezip dolaşıp nice kere yüz bin yapıları insaf gözüyle inceleyip Erzurum Vilâyeti’nde Hasan Kalesi yakınında Aras Nehri üzerinde ibret verici Çoban Köprüsü, Erzurum ile Malazgird arasında yine Aras Nehri üzerinde Altınhalkalı .Köprüsü, Hazzo Kalesi ile Mefârıkin Kalesi arasında Batman Köprüsü, Hasankeyf Kalesi Köprüsü, Asi Nehri üzerinde Antakya Köprüsü; Misis’de Cihan Köprüsü, Adana Köprüsü ve Tarsus Köprüsü, Sivas’da Eğriköprü, Kızılırmak üzerinde Çâşnigir Kıprüsü, Kızılırmak üzerinde Osmancık Köprüsü, Sakarya Nehri üzerinde Sultan Bayezid’in Geyve kasabası köprüsü ve Anadolu ülkesinde nice yüz ibret verici köprüler vardır.

Rumeli ülkesinde olan seyre değer köprüler: Süleyman Han ve II. Selim Han’ın Çekmeceler Köprüleri, Burgaz Köprüsü, Ergene Nehri üzerinde Koca Murad Han’ın Ergene Köprüsü, Edirne’de Mihal Köprüsü, yine Edirne’de Yeniköprü ve Saraçhane Köprüsü, Edirne yakınında Koca Mustafa Paşa Köprüsü ve Drina Nehri üzerinde Vişegrad Köprüsü, Koca Sokollu Mehmed Paşa’nın oniki göz büyük köprüsüdür”(4) (s. 626)

“Bu isimleri yazılı tüm köprülerden seyre değer, ibret verici, benzersiz ve eşsiz olan bu Mostar Köprüsü’dür ki Arap, Acem, Rum ve Frengistan’da ve Belh u Buharâ’ya kadar gezmişliğimiz var, bu hakir öyle bir yüksek köprüyü yeryüzünde görmedim. Gerçi daha önce zikredilen Batman Köprüsü ve Hasankeyf Köprüsü de gayetle sanatlı köprülerdir, ama bu Mostar Köprüsü göklere baş uzatmış bir kayadan bir kayaya Havarnak kemeri gibi atılmış bir göz yüksek köprüdür ki aşağı bakanın ödü yarılır. Hatta bu köprünün iki başındaki kalelerin iç yüzdeki kapılarının bir kapıdan bir kapıya kadar bu Mostar Köprüsü’nün uzunluğu tam 100 germe adımdır, 15 ayak enliliği vardır.

Diğer ibretlik:

Acayip sanat üzerine sanat icra edilmiştir ki bu köprünün üstünden Sultan IV. Murad Han’ın Ruznâmecisi İbrahim Efendi bu köprünün batı tarafında bulunan Tabakhane varoşu içinden Radobola Nehri suyunu bu köprü üstünden tunç künkler ile beri taraftaki çarşı pazar şehrine geçirip tüm hamamlara, cami, han, imaret ve medreselere, nice yerde çeşmelere kısacası 45 yere bu köprü üzerinden sular getirdiğine Mostar şairleri tarih düşürmüşlerdir. Tarih: (—)

Kısacası, kara ve deniz seyyahları içinde işitilmemiş ve görülmemiştir ki bir köprünün hem altından ve hem üstünden sular akmada, oldukça garip bir seyirliktir. Süleyman Han’ın yaptığına sanatlı tarih:

Kudret kemeri. Sene 974.

Diğer süslü tarih:

Kavs-ı kuzahun aynı bu köprü yapı oldu,

Var mı bu cihan içre mânendi hey Allâhım,

İbretle bakup dedi tarihini bir arif, ,

El geçdiği köprüden biz de geçeriz şahım.

Sene 973.

Bu benzersiz köprünün hakkında nice tarihler vardır, ama hatırımıza gelen bunlardır. Gerçekten de geçmişin yapı ustaları bütün güçlerini sarf edip becerilerini göstermek için bir kayadan bir kayaya bir kemer yapmış uzak bir mesafeden bu köprüye bakılsa hemen çarktan çıkmış yüzük gibi yuvarlak durur benzersiz bir geçiş yeridir. Bunda olan tasarrufları, tatlılık, incelik ve mimarlığı, bu yeryüzünde böyle bir işçilik ve beceriyi geçmişin hiçbir mimarı etmemiştir, böyle ibret verici köprüyü feleğin gözü görmemiştir.

Ama işin gerçeğine bakılsa buranın kayaları üzerinde böyle bir göz köprü yapmak gerekir. Zira iki tarafı gökyüzüne çıkmış kayalar ve aşağıda akan Neretva Nehri bir minare boyu aşağıdan akıp enli büyük nehir olduğundan böyle gerekmiş ve Koca Mimar Sinan böyle bir göz tumturaklı kemerli köprü yapmıştır, cihan seyyahları böyle yüksek kemer görmemiştir.” (4)  (s. .628)

“Ademoğlunun cesaretini bildirir”

Bu yüksek boylu köprü böyle göklere doğru yüksekçe yapılmış iken bazı vezirler, beyler, ileri gelenler ve hekimler bu köprünün seyrine gelip anılan iki köşkte otururlarken şehrin nice cüret sahibi çocukları köprü kenarında hazır durup vezirlerin huzurunda her bir çocuk “Yâ Allah” deyip köprüden aşağı kendilerini bırakıp nehre atar ve kuş gibi uçar. Her bir çocuk birer sanat ile taklalar atarak kimi baş aşağı, kimisi bağdaş kurar ve kimisi ikişer üçer olup birbirlerini kucaklayıp aşağı suya atılırlar. Cenâb-ı Allah saklayıp derhâl dışarı kenara çıkıp kayalardan yukarı tırmaşıp köprübaşına gelip vezir ve ileri gelenlerden bahşiş alırlar. Ama başka insanlar aşağı atlamak değil, aşağı bakmaya cesaret edemeyip ödü patlar. Zira bu köprünün boyu tâ aşağı suya kadar 87 kulaçtır. Ve Neretva Nehri’nin derinliği de 87 arşındır.

Neretva Nehri içinde hamam kubbesi gibi taşlar vardır ve gayet deli divane, taşkın ve coşkun akıp nice yerinde buruntu girdapları olup yıldırım gibi şakıyıp ve gök gürültüsü gibi gürleyip böyle bir deli suya kendini atmak cidden insan için büyük cesarettir. Önce alçak kayalardan atlayıp daha sonra yükseğinden atlaya atlaya alışıp köprüden aşağı atılırlar.

Bir cüret de bu şehrin sanat ehli çırakları hanelerinden ustalarının dükkânlarına yemek getirirken iki elinde yemek, başı üzerinde ekmek ve başka şeyler varken nice cesaret sahibi oğlanlar bu kadar ağır yüklerle köprü ortasında gitmeyip köprünün iki tarafında olan ensiz korkuluğu üzerinde çok hızlı bir şekilde seğirterek geçer çocukları var. Aklı olan adam bu köprünün kenarına varmaya korkar, ama ergin olmamış çocuklar köprünün korkulukları üzerinde seğirterek geçerler, garip ve acayip seyirliktir.

Bu büyük köprünün olduğu kayaların iki tarafı korkunç, iri, beyaz ve kızıl kayaların altları genellikle boştur ki nice yerleri çok derindir. (—)”  (4)  (s.629)

***

Mustafa bey’le Mostar’dan yavaş yavaş ayrılmaya hazırlanırken, uğrayabildiğimiz camileri, bedestenleri ve Osmanlı Türk eserlerini görmeye çalışıyoruz. Bir kısmını kısa süreli de olsa ziyaret ediyoruz. Mostar’da Osmanlı Türklerinin nakış nakış eserlerinden bugün ayakta kalanlardan bazıları şunlar:

Hünkar camisi (Kanunî camisi), Halveti Tekkesi, Açıkbaş tekkesi, Karagöz Bey köprüsü, Karagöz Bey hamamı, Karagöz Mehmed Bey camisi, Koski Mehmed paşa camisi, Keyvan Kethûda camisi, Nasuh Ağa camisi, Yavuz Sultan Selim Mescidi, Büyük Köprü (Mostar Köprüsü), Küçük Köprü, Saat Kulesi, Osmanlı Evi vd. (5) (s.143-167)

***

SARI (SARU) SALTUK

Uğrayamadığımız, Blagay’daki Sarı Saltuk Türbesi’ne hasretle Mostardan ayrılmak zorunda kalıyoruz.

Şimdi de Evliya Çelebi seyahatnamesinden Bolagay’ı (Blagay) anlatan bazı satırları (MS.1644) birlikte paylaşalım:

“Bu mamur kasaba, kalenin bulunduğu kayanın altındadır. Kaleden bu varoş asla görünmeyip kale kayasının mağarasından yedi başlı ejder gibi gürleyip çıkan “Buna” kenarında bir küçük kasabacıktır. Bir medrese, bir mektep, bir tekke, Buna Nehri kayası altında da Mostar müftüsü tekkesidir ki Halvetî hankâhıdır. Bir hamamı, yeni hanı ve cami karşısında 10 adet dükkânı var.” Berrak suyun çıktığı yerde, anılan mağaranın önünde 2 harman büyüklüğü kadar bir havuzu var ki derinliğinin ne kadar olduğunu bir yüzücü dalgıçlar öğrenememişlerdir ve nice kere yüz kulaç ipler ile şakula bırakmışlardır, asla sonuna ulaşamamıştır. Dibine ulaşayım diyenlerin çoğu boğulmuşlardır.

Bu adı geçen büyük havuzun kenarındaki kayalara bitişik Mostar Müftüsü (—) Efendi bir Halvetî tekkesi inşa etmiştir. Bir köşkü Buna Nehri’ne bakıp tüm âşıklar, maarif erbabı ve gönül ehli bu köşkte ve bu tekkenin kameriyelerinde oturup guv guy has sohbetler ve ilim sohbetleri ederler. Nice zarif dostlar havuz içinde olan türlü türlü balıkları ve Rabbimin nimetlerini seyrederler ki her balık onar, on beşer ve yirmişer okka gelir, sanki yaldızlı Tanrı sanatı balıklar var ki insan baktıkça hayran olur.

Ama asla avlamazlar. Her kim bu mahalde balık avlarsa veya balık otu dökerse o adam elbette iflâh olmayıp gittikçe kötü olup sonunda belki yok olur, ama bu havuzdan aşağı geçip şehir ucundaki köprübaşına varan balığı avlarlarsa onda zarar yoktur. Ama bu Buna Nehri öyle buz parçası berrak, ak pâk bir duru sudur ki Temmuz ayında bile suyunun soğukluğundan rahatlıkla içilmez. Bir adam bir kuzu yiyip bu berrak sudan içse anında yine o kişi acıkır, sindirimi gayet hızlandıran Kevser suyudur.

Bu büyük havuz içinde tüm Mostar şehrinin, diğer köy ve kasabaların mahbûbları kâküllerini dağıtıp âşıklarıyla bu temiz havuz içinde yüzüp birbirleriyle deniz malikleri gibi kucak kucağa olup aracısız birbirlerin kucaklayarak bahr-i maarif gibi nice tür perendeler ve nice çeşit oyunlar edip gönül okşarlar.

Ama bu havuzun üzerinde olan Demâvend Dağı gibi kale kayası üzerinde olan miski kartalların hesabını Yaratıcı bilir. Bazı insanlar bu kartallara kurban adayıp bu havuz kenarında kurbanı kesip dışarı bırakıp kartallara verirler, bazı insanların kurbanını yemezler, arzu ve isteklerinin olmamasına delildir. Ve bazı insanların kurbanlarını göz açıp kapayıncaya kadar süpürürler, elbette o insanın hayır isteklerinin olmasına işarettir, diye tecrübe etmişlerdir. Bu kartallar hiçbir zamanda bu mahalde asla insandan kaçmazlar, nice insanın koyun ciğerini yerler ve nicesinin yemezler. Havuz içinde yüzen adamlardan balıklar asla kaçmazlar. (4)  (s.612-.613)

***

Evliya Çelebi’nin anlattığı bu güzel yerde yattığı söylenen Sarı Saltuk, Selçuklular döneminde Balkanlara giden gönül erlerinden Alperenlerin en tanınmış olanıdır. Menâkıbnâmelerde, Türkistan’dan bizzat Hoca Ahmet Yesevî veya O’nun halifesi Hacı Bektaş-ı Veli tarafından Balkanlara gönderildiği rivayet edilir.

Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’da ilk otağ kurduğu yer Blagay’da Halveti tekkesinde Sarı Saltık ve öğrencisi Açıkbaş Veli yatmaktadır. Açıkbaş da, sarık sarmayan, takke takmayan tam kalender tipli bir dervişmiş.

Tarihî çalışmalarda Sarı Saltuk’un Balkanlara gelişi şu şekilde özetlenmektedir:

“Anadolu 1250’den sonra Moğol istilâsına maruz kalmış ve Anadolu Selçuklu hükümdarı II. İzzettin Keykâvus, Moğol idaresine karşı çıkarak yenilmiştir. Bunun üzerine 1259’da dayısı olan Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Paleologosdan kendisine taraftarlarıyla birlikte Balkanlar’da arazi verilmesini rica etmiştir. Kaynaklarda Hıristiyan olarak gösterilen İzzettin Keykâvus’un bu isteğine VIII. Mikhail olumlu cevap vermiş ve hükümdar taraftarlarıyla beraber Varna’ya gitmiştir. Ancak İzzettin, bundan sonra taraftarları için VIII. Mikhail’den bugünkü Romanya topraklarındaki en müsait ve müstahkem yerlerin kendilerine verilmesini istemiştir. İmparator bu isteğe önceleri pek iyi bakmamış, ancak daha sonra özellikle İstanbul’un 1261 yılında muhasara edilmesi üzerine İzzettin’in bu isteğine karşı çıkmamıştır. Hatta “Karvun yurdu”ndaki çeşitli kavimleri bir idare altında toplamanın kendi devleti için büyük fayda sağlayacağını düşünerek İzzettin’in idâresinde böyle bir devletin kurulmasına karar vermiş ve böylece de onun isteğini yerine getirmiştir. Bu devletin en önemli görevi başka kavimlerin Bizans’a saldırmalarına mani olmak ve Mikhail’in arasının bozuk olduğu Tırnova’daki Bulgar Çarı Konstantin Tih’in isteklerine karşı bir engel teşkil etmekti.

II. İzzettin Keykâvus işleri yoluna koyduktan sonra devletin yönetimini Sarı Saltuk’a bırakarak İstanbul’a dönmüştür. II. Keykâvus, Bizans topraklarında yaşayan ve onun tarafını tutan Sarı Saltuk idâresindeki 12.000 kadar Türkmen (Oğuz, Uz)) grubunun desteğine güvenerek Bizans İmparatorunu tahttan indirmek istemiştir. Ancak bu istek başarısızlıkla sonuçlanmış ve yakalanarak hapse atılmıştır. Adamları da Karadeniz’in kuzeybatısına yerleştirilmişlerdir. Keykâvus’un Sarı Saltuk’a bıraktığı bu Oğuz-Türkmenlere dayalı devletin resmi dini Hıristiyanlık idi ve İstanbul patrikhanesine bağlı bulunuyordu. Dobruca bölgesine yerleşen bu Türkmenler ve Keykâvus’un adamlarından bir kısmı Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu kabul edişin Bizans baskısı ile olduğu da bir gerçektir.

Sarı Saltuk’un (1265-1346) ölümünden sonra bu devlette yaşayan kavimler arasında başa geçmek için bir iç mücadele yaşanmış ve sonunda Kuman menşeili Balik başa geçmiştir. (6) (s.202)

Türk tarihinde efsaneler çerçevesinde Sarı Saltuk’a atfedilen çok zengin bir doküman bulunmaktadır. Efsanevi kişiliği ile Yunus Emre gibi bir çok Türk Yurdunda mezarı bulunmaktadır:

Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltuk Efsanelerinden birinde; “Sarı Saltuk’ın vefatından önce yedi tabut hazırlanmasını istediği; çünkü vefat edince yedi kralın her birinin, tabutunu kendi memleketine götürmek için savaşmak isteyeceklerini haber verdiği; gerçekten de vefat edince kralların gelip birer tabut alıp kendi memleketlerine götürerek ayrı ayrı yedi yerde defnettikleri” belirtmektedir (7) (s.111) Tabutları gönderdikleri ülkelerden biri de Bosna- Hersek’in Mostar yakınlarındaki Blagay kasabası imiş.

Ahmet Yaşar Ocak’ın belirttiği gibi “bu “yedi türbe veya mezar” motifinin nereden kaynaklandığı. önemlidir. Tabii buna “yedi başlı ejder”, ejderi öldüren “yedi ok” ve “yedi tabutu” da eklemek mümkündür. Aslında bugün Sarı Saltuk türbe ve mezarlarının sayısı daha fazla olmakla beraber menkıbe neden “yedi” sayısında ısrar etmektedir. Bunu eski Türkler’-deki yedi rakamının kutsallığına veya ibranî ve Fenike etkilerine dayandırılıp dayandırılamayacağını Kaleshi gibi (Albanische leğenden um Sarı Saltık, s. 817. Nakleden: Ahmet Yaşar Ocak) soran araştırmacılar  vardır.” (7) (s. 111)

Ahmet Yaşar Ocak’a göre 7 rakamının “ kökenini daha XII. yüzyıl gibi, Osmanlı fetihlerinden üç asır evvel, Balkanlar için müslümanlığın tarihi bakımından oldukça erken sayılacak bir devirde, buralarda mevcut İsmailî kolonileri sebebiyle İsmailîk’teki yedili inanç sistemine bağlamak doğru olabilir. Bilindiği gibi, İsmailîliğe adını veren İmam İsmail, altıncı İmam Câfer-i Sâdık’ın oğullarından biridir ve bu mezhebin itikadınca yedinci imamdır. Bu sebeple İsmailîliğe Yedi İmam Mezhebi de denmektedir. Hiç şüphesiz bu menkıbe, Sarı Saltık kültünün yayıldığı, daha doğrusu, Sarı Saltık’ın bu yerlerde eskiden yaşamış veya öyle kabul edilen Hıristiyan azizleriyle özdeşleştirilmesi suretiyle oluşan kült yerlerini göstermesi bakımından ilginçtir.”(8)  (s. 112)

Saltıknâme Menâkıbnâmesi’nde, Kur’an-ı Kerim, Kitab-ı Mukaddes, Menakıb-ı Hac-ı Bektaş-ı Veli, Velayetname-i Sultan Şucâuddin’de “asayı ejderha haline getirmek” motifi görülmektedir:

“Sarı Saltık Rumeli’nde Kalanoş şehrine gelir. Halkı müslüman olmaya, yahut haraç vermeye zorlar; halk reddeder)… Elinde bir nîze (mızrak) si vardı demirden. Yine bıraktı. Duayı İsm-i Azam okudu, üfürdü. Ol nîze yedi başlı ejderha olup ol hisar üzre başın kaldırub dahî hücum eyledi… (Ebu’l-Hayır-ı Rûmî, Topkapı Sarayı Müzesi (Hazine) Kütüphanesi, nr. 1612, v. 254a)   (8)  (Ek:XV)”

Sarı Saltuk’un kabrinin yahut makamının bulunduğu Halveti Tekkesi, Osmanlı Türklerinin Fatih Sultan Mehmed zamanında bu bölgeyi yani, Hersek’i 1466’lerde fethetmelerinden sonra 1520’lerde yapılmış. Akıncılar ve yeniçeriler arasında Bektaşilik yaygındı. Boşnakların ataları Bogomillerin ibadet şekilleri, Müslümanlarınkine çok benziyormuş. Bu nedenle İslâm dinini benimsemeleri zor olmamış. Tekke zamanla Bektaşilerden Halvetilere hatta Nakşibendîlere geçtiği rivayet edilmektedir. Bu Tekke’nin ön tarafında bir kılıçla, bir topuz bulunmaktadır. Biri dinin, diğeri silâhın sembolü imiş.

Sarı Saltuk, Dobruca’ya gelince, halkı canından bezdiren bir ejderhayı öldürmüş. O bölgenin kralı, bu olaydan çok mutluluk duymuş. Halkıyla birlikte onun dinine geçerek, Müslüman olmuş. Sarı Saltuk oradan Polonya’ya geçmiş, Balkanlar’da şanı-şöhreti almış yürümüş.

“Tekke, Buna nehrinin kaynağının bulunduğu, gürül gürül suyun geldiği, heybetli bir dağın altındaki kavis şeklindeki oyuğun yanı başında. Cumbalı, taşlıklı, içi ısıtan çift katlı Anadolu evi görünümünde. Cumba, nehrin kaynağına bakan tarafta. Altında da, su üzerinde direklere oturtturulmuş bir balkonu var. Bahçeden, taş merdivenlerle suya iniliyor.

Gelelim Blagay Hikâyeleri’ne:

Buna’nın kaynağında korkunç bir ejderha yaşamaktaymış. Halk, her yıl bu ejderhaya bir genç kızı kurban vermek zorundaymış. Bu kez kura, kral Hersek Stepan’ın kızı Milica’ya çıkmış. Kayaların tepesinde gördüğünüz kale kalıntısı, şehir surlarıymış. Kentten, kaynağın bulunduğu kayanın ortasına kadar bir yer altı geçidi varmış. Kurbanları götürüp oraya bırakırlarmış. Herkes üzüntülüymüş. Prensesi törenle bırakıp dönmüşler. Kız, akibetini beklemeye başlamış.

Tam o sırada Anadolu’dan Sarı Saltuk adlı bir derviş Blagay’a gelmiş. Herkesi böyle üzüntülü görünce, nedenini sormuş. Onlar da durum böyle böyle deyip olanı biteni anlatmışlar. Derviş: “hemen beni kızı bıraktığınız yere götürün” demiş. Bir ümit deyip, dervişin dediğini yapmışlar.

Sarı Saltuk bakmış, kız boynu bükük kayanın üzerinde oturmakta, akibetini beklemekteymiş. Derken, ejderha da çıkagelmiş. Bir kapışmışlar, pir kapışmışlar. Ejderha, kılıç darbeleri indikçe, acıdan kuyruğunu sallamaktaymış. Her vuruşta da bir kaya parçası devriliyormuş. Orada şimdi görülen koca oyuk o dövüşten kalmadır. Ejderha, Sarı Saltuk’un kılıcına yenik düşmüş. Hem prenses Milica, hem halk bu canavardan kurtulmuşlar. Kral Stepan, kızını bu dervişe vermiş.

Başka bir hikâyesi de şöyle: Bir sabah, pazara, beyaz atlı, beyaz sakallı, yeşil cübbeli bir ermiş kişi gelmiş. Bir göreyim, neyin nesi diye geçitten kaynağa inmiş. Halk akşama kadar bu yaşlı adamı beklemiş. Velizade beyin evinde misafir kalacakmış. Bakmışlar, ne gelen var, ne giden. Kaynakta ise su seviyesi yükselmiş. Bir daha yoluna izine rastlanmamış. Evliya olduğuna inanmışlar, adına, tekke ve türbe yapmışlar.

Buralarda mağaralara da rastlanır. Onlar, Bogomillerin ibadet yaptıklan yerlerdir.

Tekke, 1851 yılında yeniden restore edilmiş. 1925 yılında ise Mostar müftüsü Ahmet efendi bir kez daha elden geçirtmiş. Altta, sohbetlerin yapıldığı “meydan odası”, üstte, türbe ile semahane bulunmaktadır.” (3) (s.107-109)

Sarı Saltuk’un, Anadolu ve Balkan coğrafyasında adeta aynı vucuttaki benzer dokularda tutunan  radyoizotoplar gibi bir çok yerde mezarı vardır: Romanya’nın kuzeyinde Dobruca bölgesindeki Babadağı kasabasında ,Makedonya’da Ohri’de, Balkan harbi esnasında Bulgarlarca tahrip edilen Babaeski’de, Arnavutluk’ta Akçahisar’da (Kruja’da), Drakovica’da, Kosova-Metochia’da, İpek’te, Diyarbakır’da Urfa kapısından girildiğinde, Tunceli’de Hozat ilçesine yakın, Niğde’nin Bor kazasında, İznik’te Lefke kapısı dışında, İstanbul’da Rumeli feneri binası içinde bulunmaktadır. (7)    (s.112-120)

İşte “Coğrafya’yı Vatan yapan” alperenler nice yeri mezar yaparak o topraklara torunlarının sahip çıkmasını istemişlerdir. Türkistan’dan Anadolu’ya ve Balkanlara serpilen evliya mezarları birer ölümsüz vasiyet olarak geleceğe muştu bırakmışlardır.

Artık Sözü, şiirin Sultanı Yahya Kemal’e bırakalım:

“Geldikti bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan,

Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.”

 

PEÇENEKLER VE BOZKURT

“Ceddin deden neslin baban

Hep kahramanTürk milleti

Orduların pek çok zaman

Vermiştiler dünyaya şan

Türk milleti Türk milleti

Aşk ile sev milliyeti

Kahret vatan düşmanını

Çeksin o mel’un zilleti”

Mostar dönüşümüzü, Saraybosna’da Kongre oturumları ve Başçarşı’da Mustafa bey’le birlikte adımlamalarımız izliyor. Gazi Hüsrev Bey külliyesi’ni geçip Başçarşı’nın ilerisindeki, Katolik katedrali, Ortodoks kilisesi ve Musevi Sinagogunun bulunduğu bölgeden “Ceddin deden neslin baban” sedalarıyla “Mehter Marşı” etrafı gümbür gümbür inletiyordu. Hayretle bu sesin geldiği yere yöneldiğimizde “Türk-Boşnak Kültür Vakfı”nın kermesi ve güler yüzlü mensupları ile karşılaşıyoruz. Biri birimize sarılıp hal hatır soruyoruz. Vakıf yöneticisi Bilal bey’le koyu bir sohbete dalıyoruz. Anadolumuz’un güzel bir  insanı. Hukukçu olduğunu ifade ediyor. Yine orada bir göz doktoru arkadaş da herkesi ücretsiz göz muayenesi yapıyordu. İkisi de Niğde’nin Bor kazasından imişler. Bilal bey yıllardır Balkanlarda bir çok ülkede ikamet etmiş. Onlara herhalde “günümüz alperenleri” dememiz gerekiyor. Gazi Hüsrev Bey Camii’nin karşısında da medreseleri bulunmakta. Bu arada Uluslararası Saraybosna Üniversitesi rektör ve rektör yardımcısı da geldiler. Rektör beyle yeni tanışıyoruz, fakat rektör yardımcısı tanıdık geliyor. Hafızamı biraz zorlayınca bizim ESOGÜ Matematik bölümünden İsmail bey olduğunu hatırlıyorum. O da bizi hatırlıyor. O sıra Kanal 7’den İkbal hanımda “İkballe Diyar Diyar” proğramı için  çekimlerini bitirmiş, kermese katılıyor.

Yeni tanıştığımız dostlardan ayrılıp günün yorgunluğunu atmak için otelimize gideceğiz. Hava kararmak üzereydi. Ortodoks kilisesinin olduğu taraftan çarşıya doğru adımlarken genç bir ressamın yerde kağıtlar üzerine yağlı boya resimler yaptığını gördük. Birbirinden güzel sanat eserleri idi. Mustafa hocamla beraber yapılan resimleri seyrediyorduk. Ressam’ın daha önceden yapmış olduğu resimlerinden biri; birden bire bizim hayranlığımızı heyecanla doldurmuştu. Bu genç Boşnak ressamın alıcılara gösterdiği resimlerden biri “gökte dolunay olan başı göğe dönük bozkurt” tablosu idi. Gençliğimizden beri duvarlarımızda tablo, yakalarımızda rozet olarak taşımıyor muyduk? Gencin yaşı 20 civarında idi. Türkçe bilmediğini anlayınca Boşnakça olarak:

“Dobro veçe” (iyi akşamlar) diyerek selam verdik. “Koliko koşta ova” (Bunun fiyatı ne kadar?)

“Çetirdeset**” (Kırk) Uro deyince, fiat bizim cebimizdeki paraların toplamından yüksekti. Üstümüzde Uro veya Boşnak markı yoktu. Türk lirasını çevirttirmek için de saat geçmişti. “Hvala” (teşekkür) ederek uzaklaşmak zorunda kaldık. Fakat hâlâ aklım o resimdedir.

Bu resim, bana “26 Mayıs 1996 tarihinde İzmir’de düzenlenen Makedonya’da Rumeli Türklerinin Tarih ve Kültürleri Panelleri ve Konferansları çalışmasından “Ahmet Cebeci”; beyin (Emekli olmadan önce o zamanlar Ankara Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesinde.çok sevilen bir Öğretim Görevlisi idi.) Panel sonunda sorulan soruya verdiği bir cevabı hatırlattı. Ahmet bey şunları anlatıyordu:

“Boşnaklar hakkında Bizim Eski Arşiv  Genel Müdürü Mithat SERTOĞLU (O da Bosnalı idi) bir makale yazmıştı.  Bosna’ya akrabaları ziyarete gittiğimde dedi. Birçok yakınının Osmanlı Sancak Beylerinden (Balkanlarda genelde Osmanlı Sancak Beyleri Bosna-Hersek’li olurlardı. Safiye Erol’un “Ciğerdelen” romanında da sancak beyleri Herseklidir. –HÖ-) kalma bir bayrak gösterdiklerini, bu bayrağın rengi solmuş, ağarmış mavi olduğunu söylüyorlar, artık mavi olduğu belli değil, ama ortasında bir bozkurt başı var, kurt başı, bu Göktürk Devleti’nin bayrağıdır. İşte atalarımız nereden geldilerse bu bayrakla gelmişler. Sandıklarda bunu bir hatıra olarak saklıyorlar, kullanıyorlar. Şimdi tabii Göktürk Devleti (Göktürk Devleti: 552 – 630; II. Göktürk Devleti: 682 – 745) Avarlardan sonra Türkistan’da 552 senesinde, VI. yüzyılda kurulmuş bir devlet. 740-750 ler de, o yıllardan sonra göç edenler kimler ve bahsettiğimiz Peçenekler var, Kumanlarvar. Bunlar daha 900’lü senelerde Tunaya dayanıyor. 1000’li senelerde Tuna’yı geçip Balkanlara yerleşiyor. Bir Macar Profesör Ravel Raşöli; Sofya civarında Şop diye anılan sekenet (kalanlar) bugün Slavca konuşur. Bulgarlar onları Bulgar olarak kabul etmez, bunlar Peçenekler diyorlar. Keza diyor Boşnaklar da Peçeneklerdir. Biz Bulgaristan’dan öğretmen arkadaşlarla bir gezi düzenlemiştik Bosna’ya. Saraybosna’da Hüsrev Paşa Camii var. Oranın imamı bize izahat verirken camii hakkında!

Bulgar Öğretmenlerden biri dedi ki: Bu Boşnaklar aynen Pomaklar gibi Sırpça konuşuyor, Bunlar da Müslümanlaşmış Sırplar filan diyecek oldu. O imam efendi buna itiraz etti:

Bizim ne olduğumuzu siz mi söyleyeceksiniz, yoksa ben mi kendimin ne olduğunu söyleyeceğim. Biz Slav asıllı değiliz, biz dedi Peçenek asıllı, buraya gelmişiz, yerleşmişiz, Slavlar arasında kalmışız azınlık olarak. Onların dilini benimsemişler. Bu Bogomillik mezhebi dedi Hıristiyanlığa ayak uyduramadığı için eski inançlarından dolayı Türkistan’dan getirdikleri Türk inançlarından dolayı bir türlü bizim dedelerimiz bu Hıristiyanlığın 3 teslis, 3 tanrı grubunu kabul edememiş ayrı bir inanç tarikat mezhebi olarak çıkmış Bosna’da ve biliyoruz ki Doğu-Roma Papazları bunları meydanlarda yakmışlar. İşte böylece anlıyoruz ki Boşnakların temelinde Türklük nüvesi var. Peçenek Türkleri o topraklara yerleşmiş, daha sonra Slavlarla da karışmalar olmuştur derken ana dilleri Slavlaşmışsa da Türklük şuurları bugün de yaşıyor. Çünkü savaşta Sırplar, bunları, Boşnakları neden Müslüman oldunuz kardeşlerimiz, Slav kardeşlerimiz diye kesmedilerTürk diye kestiler.”(9)

Değerli ağabeyim Torbeş Türklerinden Nevzat beyle sohbetlerimizde yıllar yıllar önce Balkanlardaki Peçenek köylerinden bahsederdi. İşi gereği sık sık Balkanlara gider gelirdi. Balkan Türklüğü konusunda okuduklarımdan öte O’nun sohbetlerinden edindiğim bilgiler daha çoktur. Oğuzların üç ok kolundan olan Peçenekler Türkleri, başta Boşnaklar olmak üzere torunlarını Balkanlara uçbeyleri olarak bırakmışlardır.

Herhalde gördüğüm lâkin alamadığım “Bozkurt” tablosunun da etkisi ile, Başçarşı’dan çıkıp otel yokuşunu tırmanırken başka bir mehter marşı yüreğimde gümbür gümbür çalmakta idi:

“Tarihi çevir nal sesi kısrak sesi bunlar

Delmiş Romanın kalbini mızrak gibi

Hunlar Göktürkler, Uygurlar, Uzlar, Peçenekler

Türkün yüce tarihine bin bir zafer ekler”

Hemen hemen her Bosna’lıdan duyduğum: (Allah’a emanet olun) cümlesi ile hoşçakalın.

**çetir: dört, deset: on

__________________________________________________________

KAYNAKLAR

1) Aliya İzzetbegoviç. Bosna Mucizeleri-Konuşmalar. (çeviren: : Fatmanur Altun/ Rıfat Ahmedoğlu )yöneliş yayınları.2003.s. 34-35.

2) Aliya İzzetbegoviç. Doğu ve Batı Arasında İslâm. (çeviren: Salih Şaban) Nehir yayınları.

3) Altan Araslı, Mostar Köprüsü. Akçağ, 1. Baskı, Ankara 2004.

4) Seyit Ali Kahraman. Evliya Çelebi Seyahatnamesi. 6.Kitap-2.Cilt. YKY.2010

5) Altan Araslı, Avrupa’da Türk İzleri, Kültür Bakanlığı. Ankara. 2001.

6) Muallâ Uydu Yücel. Balkanlarda Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar .(Balkanlar El Kitabı cilt. .)

7) Ahmet Yaşar Ocak. Sarı Saltık. TTK. Ankara.2002.

8) Ahmet Yaşar Ocak. Menâkıbnâmeler. TTK. Ankara.1997.

9) (Haz. Kemal Vatan – Hüseyin Yaltırık), 26 Mayıs 1996 tarihinde İzmir’de düzenlenen Makedonya’da Rumeli Türklerinin Tarih ve Kültürleri Panelleri ve Konferansları İzmir Mak. Göç. Der. Yay: I, İzmir-1996, s. 145
(Bu yazıda geçen konuşma; İzmir-Makedonya Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nin Vardar Dergisi’nde de bulunmaktadır)

*Turan (İlim Fikir ve Medeniyet Dergisi), sayı:18, 2013, ss. 65-83.