Samed AĞAOĞLU: Babamın Arkadaşları -3- [Dr. Reşit Galip BAYDUR]

[Dr. REŞİT GALİP BAYDUR]

BİZİM SAİNT JUST

BU GÜZEL adamı ilk gördüğüm zaman gözlerimin önüne Fransız inkılâbının sihirli yüzü “Saint Just”ün resimleri geldi. O günden sonra da onu düşündükçe aynı resimleri hatırlarım.

Saint Just ve O!

Evet, birbirlerine benziyorlardı. İkisi de mensup oldukları milletlerin inkılâplarında rol oynadılar; ikisi de genç yaşta öldüler. Birinin başını giyotin kopardı; ötekinin şahlanan ihtiraslarının ağırlığı düşürdü. Fakat kader Saint Just’ü yalnız Fransız İnkılâbının değil, dünya tarihinin bir hâtırası haline getirdi. Bizimkini ise inkılâbımızın dalgaları arasında kendisini şöyle bir gösterdikten sonra unutulmağa mahkûm kıldı.

Onun siyaset sahnesine fırlamasını şöyle anlatırlar:

Gazi, Mersin’i ziyaret ettiği bir gün kalabalık arasından karşısına çıkan genç bir adam hükümet işlerinde görüşlerini heyecanlı, samimî bir lisan ile çekinmeden söylüyor. Gazi bu yakışıklı, zarif insanın tesiri altında kalmıştır. Onda meziyetler görüyor. Kimdir? Öğreniyor: Türkocaklı bir doktor. İsmini defterine yazıyor. Ankara’da onun hakkında kendisinden malûmat istediği Ocakların Reisi genç arkadaşını hararetle tavsiye ediyor, bir idealist olduğunu, Umumi Harpte, Millî Mücadelede birkaç doktor arkadaşiyle köylerde, cephelerde gönüllü olarak yaptığı hizmetleri anlatıyor. Gazi artık kararını vermiştir: bu genç, Ankara’ya, yanına gelecek.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Aydın Milletvekili olarak kendisini gösterdiği andan başlıyarak bir mesele halini aldı. Az gülen, her mevzuu en ciddi tarafından tutarak üzerinde uzun uzun çalışan, Parti’nin ve Devlet’in reislerini adım adım, fakat onurunu, vekarını korumaya gayret ederek takip eden genç adam, üzerine hayranlık, kıskançlık, sevgi, düşmanlık çekmekte gecikmedi. Güzel konuşuyordu. Kürsüye ilk günlerinden hâkim olmasını bilmişti. Sesi derin, kalın, heyecanlıydı.

Birkaç dostu onun daha az konuşmasını, kendini daha az göstermesini istiyorlardı. Başı dönebilir, ayaklarına atılacak haset çelmelerinden biri kuvvetli çıkarak, vaktinden önce onu yıpratabilirdi.

Fakat heyhat! Mersin’in ılık havası içinde, yeşil, sarı ışıklı portakal ağaçları altında güzel yüzü, mütevazı hali, cazip konuşmalariyle kendisini halka kolayca sevdirebilmiş genç adam, meb’usların birer gölge gibi süzüldükleri, kaş göz işaretleri, kulaktan kulağa fısıltılarla konuştukları yarı karanlık Meclis koridorlarında kafese sokulmuş kurda dönmüştü! Yüzü gittikçe sararıyor, ihtiraslarını ifşa eden sesi gittikçe boğuklaşıyordu. Bu halini gören tecrübeli şefler, makam ve kudret sahibi olmak isteğinin ondan gelmesini beklediler. İyi biliyorlardı ki bütün benzerleri vekâlet, meclis, grup reislikleri koltuklarına azametle yerleşmiş olan bu yeni hevesli de kendilerinden “millî bir vazife” dileyecektir. Genç doktor o sırada başlamış Şark isyanı üzerinde Meclis’te Hükümete şiddetle hücum ederek isyanın kan ve ateşle bastırılmasını istediği zaman, şefler bu hücumun mâna ve hedefini hemen sezdiler. O alacağı ilk vazifenin ne olabileceğini bizzat göstermişti.

Onun İstiklâl Mahkemesi âzalığına aday olduğunu duyan bir dostu, böylesine bir iş için akla nasıl geldiğini şeflere sorduğu zaman aldığı cevap şu oldu:

“Ne yapalım, kendisi istedi!”

Bu tarafını bİlmiyen başka dostları bu vazifeyi kabul etmemesini söylediler, “Sen bir doktorsun, inkılâbın öldürücü kuvvetleri arasında değil, yaşatıcı saflarında olmalısın” dediler. Genç adam onlara küçümsiyerek baktı: “Neden? İnkılâbın müdafaasında vazife almıyayım mı?”

Yürüyüp gitti.

Onu inkılâbın yaşatıcı hizmetlerine davet edenler arasında babam da vardı. Aynı bağlarda, Keçiören’de oturuyorduk. Birçok akşamlar bize geliyordu. Bu gece toplantılarında İstiklâl Mahkemesi âzalığının sevimsiz heybetini bırakıyor, yumuşak, tatlı insan olarak edebiyattan, felsefeden, sanattan, tarihten konuşuyordu. Lisenin onuncu sınıfındaydım. Bir gün ağzımdan kan boşanması ile ağır hastalandım. Gelen doktorlar çeşitli sebepler ileri sürdüler. Ölüm tehlikesi içindeydim. Fakat O, bu tehlikeyi kabul etmedi; “Çocuğu bana bırakın Ahmet Bey,” dedi, “İyi edeceğim!” Günlerce gelip gitti. Bana sözleri, hareketleri, hikâyeleriyle durmadan hayat ve canlılık aşıladı. Onun bu şefkatinde acaba gençliğinde geçirmiş olduğu veremin payı var mıydı? Belki de! Fakat ne olursa olsun şimdi bu satırları yazarken o hastalık zamanlarımı düşünüyor, insanın birbirinin yüzde yüz zıddı iki şahsiyeti bir arada nasıl yaşatabildiğini hayretle soruyorum ve gözlerimin önüne İstiklâl Mahkemesi’nde dimdik duruşu, mağrur bakışı, azametli tavırları geliyor. Sonra bir akşam üstü hatırlıyorum, annem karşısındadır, titrek, tesirli olmasını istediği bir sesle İstiklâl Mahkemesine verilmiş bazı kimseler hakkında ondan merhamet diliyor. Genç adam susuyor, uzaklara, batan güneşin mor, lâcivert, kırmızı renklerle süslediği Elmadağ’a bakıyor!

Burada, aynı İstiklâl Mahkemesinde savcı merhum Necip Ali’nin bana ölümünden birkaç ay önce anlattıklarından bir kısmını yazmak istiyorum. Doğru mu, değil mi bilmem. Yalnız bunlar tarihe ters bir talihin cilveleriyle, belki de zalim bir yüz olarak geçmesi mukadder bir insan lehinde şahadet oldukları için bence kıymetlidirler.

Babam öldükten sonra yazdığım Babamdan Hâtıralar isimli kitabımda şöyle bir parça vardı:

“Babamı bu birer birer sefalet ve siyaset altında ölen geçmiş günlerini kurtarmak için Fransız İnkılâbının genç, haris Saint Just’üne benziyen bir adamın karşısında saatlerce konuşurken gördüm. Saint Just’ün çehresi bir taş mabut gibi hareketsizdi. Çünkü Allah’lar kararlarını önceden ve bozulmamak üzere verirler.”

Bu satırları okuyan Necip Ali, ismini söyliyerek “Bahsetmek istediğiniz odur. Fakat ben size Dr. Nazım ve arkadaşları hakkındaki kararın hakikî mahiyetini anlatayım, göreceksiniz ki doktor hakkındaki bu zan tamamen yanlıştır” dedikten sonra şöyle devam etti:

“Doktor hiçbir zaman idam fikrinde olmadı. Hattâ o da, ben de buna karşı şiddetle mukavemet ettik. Mahkeme âzasından biri bir gece yarısı bana geldi, bu karşı koymaktan söz açarak ikimizi de tehdit ettikten sonra bazı imalarda bulundu. Ertesi sabah doktorla buluşarak akşamki ziyareti anlattım. Gazi ile açık görüşmek kararını verdik. Fakat o gelmedi, ben yalnız gittim. Gazi’ye bize yapılan imayı kastederek, “Baştanbaşa tertemiz sahifelerle dolu şanlı tarihimizin bir satırının bile kan renginde olmasına gönlümüz razı değil” dedim. Gazi yerinden fırladı, “Kim kan istiyor?” diye bağırdı,

“Kim? Ben herhangi bir kimseye tek kelime söylemiş değilim. Vicdanınızın sesi, kanaatinizin emri ne ise onu yaparsınız.” Geldim, Gazi’nin bu sözlerini doktora anlattım.”

Merhum Necip Ali’nin bu hikâyesinin yanında bir başka rivayet daha var. Bunu da ismi bizde saklı bir dostuna anlatan yine bu devrin İstiklâl Mahkemelerinde âzalık etmiş ve şimdi Allah’ın rahmetine kavuşmuş Rize Meb’usu Ali Bey’dir. Ali Bey diyor ki:

“Dr. Nazım’ın âkıbeti hakkında müzakereye başladık.

Aramızda anlaşmazlık çıktı. Ben, Necip Ali, idamın aleyhindeydik. Bunu Gazi’ye haber verdik. Bizi yanına çağırdı, dinledikten sonra üzerinde konuştuğumuz kimsenin politikacılığı, fikirleri, yeni kurulmakta olan bir rejime karşı cephe aldığı takdirde yaratabileceği tehlikeler hakkında uzun izahat vererek bizi kararımızda serbest bıraktı. Aradan yıllar geçti. Bir gün Meşrutiyet’in ilk zamanlarında rol oynamış bir zat bana asılmış İttihatçı Nâzır’ın o vakitler Gazi’nin kendisine söylediklerini anlattı. Bu nâzır, kendisinin ve arkadaşlarının ordunun siyasetle uğraşmamasını ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde âza subayların yalnız askerlikle meşgul olmalarını istediklerini, bu fikri Selânik Kongresinde şiddetle savunan Mustafa Kemal’in sayesinde netice alabildiklerini, Türkiye’nin geleceğinde de Mustafa Kemal’e büyük ümitler bağladıklarını söylemiş!

Ben bu hâtırayı Atatürk’e anlattığım zaman, “Çocuk, keşke bunu bana vaktinde anlatabilseydin. Bu takdirde Nâzım’ın kaderi belki de değişirdi” cevabını verdi!”

Madem ki inkılâp tarihimizin böyle bir meselesine dokunmuş olduk. O halde, yine asılmış eski İttihatçı Nâzır’a ait bir başka hâtırayı da yazmakta fayda vardır. Doğruluğuna asla inanmadığım bu hâtıra şayet bir gerçek ise, ilâhi adaletin en ibret verici bir tecellisi ile bizi karşı karşıya getiriyor demektir:

Osmanlı hanedanından Londra’da yerleşmiş bir zat, bir genç ilim adamımıza şöyle bir hâdiseden bahsediyor:  Atatürk’e suikast teşebbüsünden birkaç ay önce, bu asılmış eski İttihatçı Nâzır Avrupa’ya gelerek son Halife Abdülmecid’le görüşüyor. Ona yakında Türkiye’de bir hareket olacağını, Gazi’nin öldürüleceğini, Padişahlığın ve Hilâfetin yeniden kurulacağını, kendisinin de büyük merasimle memlekete getirilerek tac ve tahtına tekrar kavuşacağını haber veriyor.

İstiklâl Mahkemeleri dedikodular, kavgalar, çekişmeler arasında kaldırıldıktan sonra işsiz kalan Saint Just bir müddet avare dolaştı. Gazi’nin yeni harfler inkılâbı üzerinde ona verdiği vazife pek ehemmiyetsizdi. Fakat bu, Türk tarihini yeni baştan, yeni ve garip bir tarzda tetkik işini pek ciddiye aldı. Bu sahada tanınmış, bilgileri malûm âlimler onun çıkardığı neticeler karşısında hayretlere dalıp gidiyorlardı.

Ne var ki bütün bu çalışmalar onu tatmin etmekten uzaktı. Müşavir olarak kalmak, mevzular ne olursa olsun gücüne gidiyordu. Bir baş olmalıydı, bir yere mutlak salâhiyetle hükmetmeli, emir vermeli, emirleri derhal yapılmalıydı. Bazan niçin asker olmadığını kendi kendisine soruyordu. Türkiye’de her şey askerden ibaret! Siyaset de, idare de onların! Böyle düşündüğü zaman vaktiyle Askerî Tıbbiye yerine Harbiye’ye yazılmadığına kızıyor, “Şimdi her şey başka olurdu” diye kendi kendisini yiyordu.

Bu esefler, bu pişmanlıklar arasında yavaş yavaş bir fikir belirdi: askerlik bir zihniyet, bir hayat telâkkisidir. Asker olmadığı halde de askerî zihniyet onu istediği yere, istediği gibi şerefle hizmet edeceği yere getirebilir. İşte Mussolini, işte Hitler. Biri bir köy muallimi, ötekisi bir duvarcı ustası değil miydiler? Bugün Mussolini büyük bir milletin başındadır. Diğeri dünyanın belki de en büyük milletinin idaresini eline almak üzere. Onlar hedeflerine gençlik kütlesini teşkilâtlandırmak suretiyle vardılar.

Fakat Türkiye’de tek parti olarak memleket hayatına mutlak şekilde hâkim Cumhuriyet Halk Partisi, kendi partisi, bu çeşit bir teşkilâtlanmaya imkân verir mi?

Düşüncelerinin bü noktasında başını sallıyor, “Hiçbir zaman, hiçbir zaman” diye mırıldanıyordu.

Günün birinde kafasında bir şimşek çaktı. Ortada koskoca Türkocağı var. İktidarın büyüklü, küçüklü bütün şefleri de âzaları arasında. Memleketin dört tarafında yüzbinlerce insanı içine almış bir teşekkül. Onu, başına geçerek her emeline erişmek için istediği gibi kullanabilirdi.

Esasen daha Tıbbiyeli bir genç olarak Türkocağı’na yazıldığı günden itibaren Ocaklar üzerinde kendine mahsus fikirleri vardı. Bu fikirleri hep savunmuştu. Ona göre Ocaklar halk yığınlarını içine alan halk müesseseleri olmalıydı! Bu görüşün karşısına, Ocakların Ziya Gökalp gibi büyük mânevî reisleri, bunların birer sanat ve kültür kulüpleri şeklinde çalışmasını, Türk Milleti’nin Batı medeniyetine geçişine rehberlik etmesini istiyenler çıkıyorlardı. İşte nihayet gençliğinden beri ileri sürdüğü tezi tekrar ele alabilirdi. Esasen Ocaklar şimdiye kadar tatminkâr bir netice vermemişlerdi. Bunun en mühim sebebi Ocağın siyaset ve devlet adamlarına karşı durmamış olmasıydı. Ocaklar buna göre teşkilâtlanırsa hakikî bir kuvvet olacaklardı.

Türk Ocakları faciasının bir tarafı böyle başladı. Önce Ocakların reisini teşekküle yeni bir mahiyet, vermek için teşvik etmek yolunu tuttu. Ocaklara bağlı gençleri askerlik prensiplerine göre yetiştiren, onlara silâh, talimleri, saf halinde yürüyüşler yaptıran projeler teklif etti. Kendisi de bu gençlik kolunun başına geçecek, bu suretle Türk gençliği gelecekteki millî mücadeleler, seferler, savaşlar için hazırlanmış olacaktı. Aynı zamanda unutulmuş gelenekler, âdetler, harp ve silâh oyunları da bu yoldan yeniden canlandırılacaktı.

Ocakların reisi bütün bu projeleri dikkatle dinledi, nezaketle reddetti. O halde yeni bir yol tutmak zorunda. Bir yandan iktidarın şeflerini Ocakların reisi aleyhine kışkırtacak, öte yandan, hattâ icab ediyorsa bu teşekkülü Partiye mal ederek o kanaldan ele alacaktı.

Türk Ocakları merkez binası yapılırken Hamdullah Suphi Tanrıöver’e babamın söylediği bir söz, Ocaklar macerasında eski Ocaklı Doktor’un hangi hislerden, hangi düşüncelerden istifade ettiğini göstermeğe kâfidir:

Ağaoğlu ve Tanrıöver bitmek üzere olan muhteşem binayı geziyorlardı. Babam büyük mermer holün ortasında, Ankara’nın çıplak ovasına dalgın dalgın bakarak arkadaşının kolundan tuttu, “Hamdullah,” dedi, “Bu binayı Türkocakları’na bırakmayacaklar. Mutlak bir iktidarın sahibi bu insanlar, kendileri İttihat ve Terakki Fırkası’nın eski, harap, gösterişsiz vilâyet merkezinde otururlarken senin, benim, Ocaklıların bu aydınlık, güzel, azametli yerde kalmamıza razı olmazlar. Göreceksin, yakında, bunu elimizden alacaklar.”

Aradan çok geçmedi; yine bir gün Şark salonunun tavan süsleri üzerinde çalışan Ocaklı mimar, üstünde oturduğu yüksek kalastan, o sırada salonu gezmekte bulunan merhum Recep Peker ile birkaç arkadaşının konuşmalarını dinledi. Recep Bey arkadaşlarına: “Bu salon umumî kâtip odası olur. Yanındakini idare heyetine tahsis ederiz” diyor, binanın Fırkasının merkezi olarak nasıl kullanılacağını anlatıyordu!

Ocakların reisi, fikri bağları zorla koparılmış, siyasî fırtınalar arasında siyasî şeflerin gözünden düşmeğe başlamış Ocaklıları yine bir arada tutmak için birçok tedbirler düşündü. Bu arada Ocaktaki hizmetlerden bazılarına karşılık para verilmesini de ortaya sürdü. Bu yapılmaması, hattâ düşünülmemesi gereken teklif Ocakları eline geçirmeyi tasarlıyan ihtirasa en iyi fırsatı verdi. Ocakların reisine açık cephe aldı.

Şimdi gözlerimin önünde Ocakların bir umumî kongresindeki sahne canlanıyor:

Ankara Hukuk Fakültesi’nde talebe idim. Kongreyi dinlemeğe gitmiştim. Ocak reisi bir kısım delegeler tarafından verilmiş takrir üzerine kürsüdedir. Tavırları asabî, kelimeleri sert, ithamları korkunç, fakat açıktır.

“Bu zat Ocakları kendi ihtirasına âlet etmek istiyor! Bu zat Ocakları bir siyaset yuvası haline getirmek sevdasındadır; bu zat Türk gençliğini Ocaklann içinde silâhlandırmak, Ocaklar vasıtasiyle memlekette “Karagömlekliler” ordusu kurmak iddiasındadır.”

Bütün salon şiddetli alkışlarla sarsılıyor. Bu alkışlara hayret ifade eden sesler de karışmaktadır. Müthiş bir fırtına kopmak üzere. Aylardan beri devam eden fitne, fesat, tahrik, entrika bütün açıklığı ile bir anda meydana dökülüyor. Artık mücadele başlamıştır. Oynanan facia veya komedyanın baş aktörü, sert adımlarla kürsüye geldi. Aralarından geçtiği sıralarda oturan delegeler ağır kelimelerle ona hakaret ediyorlar. Kürsüde bir elini yeleğinin cebine soktu. Bu nasıl bir hiddet içinde olduğunu gösteriyor! Yüzü sapsarı! Boğuk bir sesle kendisini savunmağa, daha doğrusu hasmını suçlamağa başladı. Fakat Allah’ım ne kadar seviyesiz, ne kadar küçük, hattâ ne kadar yakışıksız biçimde! Oturduğum yerde şaşkınlık içinde donup kaldım. Hakikaten sevdiğim, hastalığımda bana hayat aşkını aşılamış bu güzel insan neden böyle konuşuyor? Bütün salondan protesto feryatları koptu. Ona defolup gitmesini haykırıyorlar!

O bütün bu hercümerç, bu hay ve huy içinde dimdik duruyor, sesler biraz kesilince, parmağiyle şeref locasını işaret ederek bağırıyor: “Neden gürültü ediyorsunuz? Büyük Reisimiz beni dinlediği halde siz neden tepinip duruyorsunuz?”

Başlar geriye çevrildi. Sessizlik bir deniz gibi bir anda salonu kapladı. Gazi, yanında bazı dostları, yaverleri, locada oturuyordu.

Bu günden kısa bir müddet sonra Türkocakları kapatıldı, yerini alan Halkevlerinin başına da Mersin’in Ocaklı genç doktoru geçip oturdu!

Türk Ocaklan’nın kapatılmasında, bunların günün birinde siyasî bir kuvvet haline geçmeleri ihtimali de rol oynamıştır denilebilir. Serbest Fırka kurulduğu zaman vilâyetlerdeki Ocaklıların birçoğunun bu Fırka’ya yazılmış görülmeleri bu bakımdan haklı bir endişe doğurmuştu.

Burada çok kısa devam eden başka bir maceraya da temas etmek istiyorum: Serbest Fırka kuruldu. İstiklâl Mahkemesi eski âzası genç milletvekilini ilk idare heyetinde umumî katip yerinde görenler bunda bazı mânalar sezdiler. Kulaklarda birtakım dedikodular vardı. Onun bazı sorumlu insanlarla yaptığı oldukça sert münakaşalardan bahsediliyordu. Fakat birkaç gün sonra hem umumî kâtiplikten, hem Serbest Fırka’dan çekildiğini duyanlar önce şaşırdılar, sonra hâdiseler geliştikçe bu hareketin hangi tesirlerle yapıldığı anlaşıldı. Bu çekiliş Serbest Fırka’nın daha doğarken ölüme mahkûm edildiğinin ilk işâretiydi!

Dil etüdleri, mümkün olduğu kadar orijinal olmasına gayret edilen tarih tezleri arasında geçen uzun bir bekleyiş devresinden sonra bir gece İstanbul’da Dolmabahçe’de Atatürk’ün sofrasında eski İstiklâl Mahkemesi âzasının hayatına yepyeni istikametler verecek bir hâdise oldu. Sofrada Atatürk’ün birisine yapmak istediği açık cömert ihsana karşı birdenbire isyan etti, bu paranın memleketin hayır işlerine harcanması lâzım geldiğini hürmetle, fakat acı bir dille söyledi. Atatürk kendisine sofradan kalkıp gitmesini ihtar ettiği zaman da “İçinde oturduğumuz yer millete ait bir saraydır, gitmiyeceğim” cevabını vermekte tereddüt etmedi. O zaman herkesin kendisinden çok şiddetli karşılık beklediği Atatürk, sükûnetle “Öyle ise ben giderim” diyerek yerinden kalktı, sofradakiler tâkip ettiler. Yalnız ‘Saint Just’ koskoca salonda, koskoca masada tek başına tâ sabaha kadar, hattâ kımıldamadan oturduktan sonra ilk trenle Ankara’ya döndü.

Uzun müddet bir kahramanlık efsanesi gibi anlatılan bu hareket, acaba eski Ocaklı Doktor’un ruhunda, dimağında doğmuş bir ihtiraslardan kurtulma hamlesi miydi? Yoksa sıkışa sıkışa nihayet yer ve zamanını bulamadan patlıyan ihtirasların neticesi mi?

Hiçbir şey söylemek mümkün değil. Bilinen bir gerçek var:

Ankara’da, Keçiören’de evine kapandığı andan itibaren’ aylarca bu dünyada çekilebilecek manevî ıztırapların belki de hiçbir romanda, hiçbir hayalde yer alamamış derecede ağırını hissetti. Her gün Atatürk’e mektuplar yazarak affedilmesini istedi, intihar edeceğini söyledi. En sonunda bir akşam Çankaya’dan dâvet edildiğini kendisine söyledikleri zaman sevgilisine koşan âşığın heyecanıyle hazırlandı. Yine aynı sofrada yerini almak için titreyerek salona girerken birdenbire birçok kolların kendisini yakaladıklarını, havaya kaldırdıklarını, tekrar yere kadar indirdikten sonra yine yukarıya fırlattıklarını, bu hareketi birkaç defa tekrarladıklarını dehşetle gördü. Bu sırada gözleri Atatürk’e ilişti. Neşe ile gülüyor, “Gördün mü insana neler yaparlar, gel yanıma otur” diye sesleniyordu. Bütün ümitler yeniden önceki renkleri, canlılıkları, parlaklıklarıyla doğdular. Büyük adamın yanından bir daha ayrılmıyacaktı!

Bu gecenin üzerinden az bir zaman geçti, İstanbul Darülfünununda reform fikri ortaya atıldı. Atatürk, o sırada Millî Eğitim Vekili olan zatın bu mühim işi başarabileceğinden emin değildi. Bir akşam Vekile, “Hocam siz artık yoruldunuz değil mi?” diye sordu. Sararan Vekilin cevap vermesini beklemeden, “Yerinize kimi tavsiye edersiniz?” diye ilâve etti, “Herhalde Beyi!”

‘Saint Just’ kendi ismini işitince kıpkırmızı kesildi. Atatürk devam ediyordu: “Evet, evet, onu tavsiye ediyorsunuz. Böyle düşündüğünüz için sizi tebrik ederim.”

Eski Ocaklı Doktor, şimdi Maarif Vekili’dir. Ona verilen büyük vazife Osmanlı Darülfünunu’nu, zihniyeti, an’aneleri, âdetleriyle yıkmak, yerine Türkiye Cumhuriyetinin Üniversitesini yeni zihniyet, gelenek ve âdetleriyle kurmaktır. Bu, inkılâpların şekilden ruha, dimağa doğru ilerlemesi hareketidir. Bu büyük işi idare etmek vazifesini kendisine verenler bilerek bilmiyerek ona muhteşem bir geleceğin kapısını açtılar. Bu kapıdan geçecek, Türk Vatanı’nın yarınında şanla şerefle parlıyacak!

Onu bu hülyalar, bu heyecanlar, bu hevesler içinde çalışırken gördüğüm bir günü hatırlıyorum:

Strasburg’daki tahsilime ait bir mesele için ziyaretine gittim. Beni gülerek karşıladı, “Hâlâ mı tahsil? Sana etüdiyan kronik (sürekli talebe) diyecekler” diye şakalaştıktan sonra: “Çok, çok meşgulüm. Üniversiteyi kuracağım. Avrupa’nın en büyük, en mükemmel üniversitesini!” dedi.

Bunları söylerken gözleri parlıyor, burun delikleri açılıp kapanıyordu.

Birden sordu: “Baban ne yapıyor?”

Serbest Fırka macerasından sonra Darülfünun’a profesör olan babamın dersleriyle uğraştığını söyledim. Garip bir tarzda güldü. Bu, başını öne eğerek dudaklarının kenarında beliren alaylı tebessümün mânasını babama sorduğum zaman, “Bir işaret,” dedi, “Beni Darülfünundan tasfiye edecekler! ”

İhtiyar Ocaklılar genç arkadaşlarının huyunu, suyunu iyice öğrenmişlerdi.

Darülfünun ıslahatı bir yandan İsviçre’li profesörün fikirleri, diğer taraftan Üniversiteyi siyasetin esiri yapmak istiyen zihniyetin direktifleri arasında bocalıyarak ilerliyordu. Eski Darülfünun’dan yeni Üniversiteye profesör tayin edilebilecek kabiliyette oldukları kabul edilenler arasında siyasî fikirleri itibariyle devrin idarecilerinden bir kısmının hoşuna gitmiyenler de bulunuyordu. Bunlar bir siyaset adamının ayni zamanda hem gazete, hem kürsü sahibi olmasını, iktidarın mutlak taraftan değil ise zararlı gördüklerini devletin en yüksek otoritesine durmadan telkin ediyorlardı. Babam, o sıralarda Akın gazetesini de çıkarıyor, burada daha çok memleketin sosyal realitelerini anlatan makaleler, yazıyordu. Üniversite kurulurken bir kısım profesörler de siyasetin istemediği insanlar olarak kadro dışına çıkarıldılar. Mersin’in Ocaklı genç Doktoru şimdi de manevî idamların vasıtası oluyordu.

Fakat, mukadder olan daha ziyade gecikmiyecekti. Yavaş yavaş onun hakkında birtakım endişeler, bu endişelerden istifade eden birtakım entrikalar belirmeğe başladı. Şöhreti hızla, beklenilmiyen bir genişlikte artıyordu. Güzel yüzü, hummalı hitabetiyle en çok gençler üzerinde derin tesirler yapıyor, ona istikbalin büyük insanı olarak bakanlar çoğalıyordu. ‘Saint Just’ de kendisinden başka her şeyi, herkesi unutmuş gibiydi. Hakikî bir cezbe içinde her gün, her dakika, her saniye varlığını hissettirmeğe çalışıyor, bunun için hiçbir fırsatı kaçırmak istemiyordu.

İşte, başdöndüren bu heyecan arasında yeni Üniversitenin inkılâp tarihi profesörlüğünü de üzerine almak gibi bir gaflete düştü. Halbuki bu kürsüde hiç değilse ilk dersi inkılâbın büyük başlarından birisi vermeliydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir ve rüh yapısının temeli olsun diye kurulmuş İstanbul Üniversitesi’nde inkılâp kürsüsünün asıl profesör ve ilk dersinin sahibi yerine geçmek affedilmez, hiçbir zaman affedilemez, hatâ oldu. Hele, bu ilk dersi verdiği gün, bütün Üniversite talebesinin büyük gösteri ve alkışları bu hatânın ağırlığını daha da arttırdı. Demek ki gafilce hareketiyle yarattığı boşluğun farkına varılmamıştı. O halde vakit geçirmeden, derhal tedbirini almak, gafletinin cezasını vermek icabediyordu. Tam bu sırada Vekâlet tarafından çıkarılan bir dergide Darülfünun reformundan bahseden bir yazının başına, hiç haberi olmadığı halde yalnız kendi resmi kondu. Onu yemek için beklenen fırsat gelmişti.

İki gün sonra bir gece yarısı evimizin kapısı çalındı. Gelenler bütün bu ıslahat hareketleri, sırasında Maarif Vekili’ne yardımcı olan, Darülfünun’un iki profesörü ile Atatürk’e çok yakın bir siyaset adamıydı.  Bu profesörler ve bu adam babamın kapısını iki seneden, Serbest Fırka kurulduğu günden beri açmamış eski dostlardı. Onları, elinden hocalığı alındıktan sonra, gecenin bu geç saatında karşısında gören babam kendi kendine: “Bir haber var! Bakalım nedir? Bu geliş beyhude değil!” dedi. Profesörler aynı sözleri, aynı zamanda söylediler: “Ahmet Bey, bu adam zıvanadan çıktı. Seni ve diğer arkadaşlarımızı kadro dışı bırakan bu insan, şimdi de daha ileri gidiyor, kendisini Üniversitenin başı yapmak istiyor! Biz buna dayanamayız. Profesörlükten istifa ettik!”

Daha birçok şeyler anlattıktan sonra gittiler.

Ertesi sabah bütün gazeteler iki profesörün istifasını büyük puntolarla yazdılar. Birkaç gün sonra da Maarif Vekilinin yerini bir başkasına bıraktığını ilân ettiler.

Bu ikinci darbeden yaralanan yalnız ihtirasları, hülyaları, emelleri değildi. Haysiyeti, onörü de çok ağır tokat yemişti. Bütün dostlar bir anda etrafından çekildiler! Yanında yalnız ailesi ve çocukları kalmıştı. Onlar da bu alev ve ateşten ihtirasın hüsranını, kırıklığını dindirebilmek imkânından mahrumdular.

Bir gün öğleden sonra Kalamış’ta çocuklariyle bindiği sandal devrildi: Sular küçük kızları derinlere doğru çekiyordu. Kendisini denize attı, uzun mücadeleden sonra çocuklarını kurtardı. Fakat çok yorulmuştu, halsiz evine götürdüler.

Aradan günler geçti. Bir sabah Cumhuriyet gazetesinde birinci sahifenin altında küçük bir sütun üzerinde “Acı bir zıya” başlıklı bir yazı ve bir resim gördüm. Resim ‘Saint Just’ü ölüm döşeğinde gösteriyor, altında birkaç satırla da zatürreden vefat ettiği yazılıyordu.

Beni ölüm tehlikesi geçirdiğim günlerde sözleri, hikâyeleri, telkinleriyle hayata kavuşturmağa çalışmış adam daha otuz yedi yaşında yokluğun kucağına düşmüştü. Ölüm döşeğindeki resmi ona yakışıyordu. Sakalı hafif uzamış, gözleri kapalı uyur gibiydi. Gerçekten acı duyarak babamın yanına girdim, gazeteyi uzattım:

“Ölmüş baba! ”

Babam gazeteyi almadan gözlerimin içine donuk nazarlarla baktı, dudaklarında acı bir gülümseme, “Zaten ölmüştü” diyerek omuzlarını silkti.

***

KAYNAK: Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İletişim Yay., 1. Baskı, 1998; s.163-177.