Prof. Dr. Osman TURAN: İSTANBUL ve KIZIL ELMA EFSÂNESİ

İSLÂM-TÜRK MEFKURESİNDE İSTANBUL ve KIZIL ELMA EFSÂNESİ

Prof. Dr. Osman Turan

“İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır.”
Hazret-i Muhammed

“Öldükten sonra türbemizi yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin kalbindedir.”
Mevlânâ Celâleddin

Türk-islâm mefkuresinde büyük bir ehemmiyet kazanan İstanbul deniz ve karaların bitiştiği, harikulade tabiat ve iklim şartlarının birleştiği, Allahın çeşitli güzelliklerle bezediği, müstesna coğrafi ve siyasî mevkii, tarihin pek çok eser ve hâtıralarla yumaklandığı emsalsiz bir beldedir. Üç kıtaya hâki­miyetin dayanağı ve cihanın idare merkezi olmağa lâyık bir beldeyi itina ile yaratan Allahın sevgili peygamberi de şehirlerin tacı İstanbul’u hak dinin ga­zi ve hamileri olan müslümanlara nasip edeceğini hadîsler ile tebşir etmişti. Millî ananeye uygun düşen bir hadîs rivayetine göre Allahın askeri sayılan Türklerin en asilini Oğuz Han’ın torunları arasında Kayı Han nesli Osman­lılar teşkil ediyor ve bu hadîse de Osmanlılar mazhar oluyordu. Fâtih Sultan Mehmed’e kadar Osmanlı devleti gövdesi ve ayaklan Anadolu’da ve Rumeli’de, başı da İstanbul’da Bizans’ın elinde bulunuyordu. Kudretli Os­manlı devleti süratle bu duruma nihayet vermek mecburiyetinde idi. Bun­dan başka Selçukluların Anadolu’da ve Osmanlıların da Rumeli’de yerleş­melerinden beri ardı kesilmeyen Haçlı taarruzları da çok defa İstanbul’da ve Roma’da hazırlanıyor; bu sebeple de Türklerin emniyeti için ilk defa İstan­bul’un fethi gerekiyordu. Esasen İstanbul’un fethini bir kaç asır geriye atan da bu Haçlı seferleri idi. Halbuki bu âmillerin de üstünde İstanbul Türk ve İslâm mefkurelerinde çok yüksek bir mevki işgal ediyor; Hazreti Peygamber’in hadîsleri ile kudsîleşen bu belde millî ve dinî emellerin mihrakı olmuş ve Türklerin hasretini üzerinde toplamıştı.

Dünyayı yeni bir nizâma ve beşeriyeti saadete eriştirmek gayesiyle mey­dana çıkan İslâmiyet Sâsânî İmparatorluğu’nu yıldırım sürati ile ortadan kal­dırdığı halde Şarkî Roma veya Bizans’ın yalnız kanatları kırılmış; mucizevî fetihlere rağmen, bu devlet İslâmın rakibi olarak kalmış ve daha sonra da Hıristiyan dünyasının başlıca kuvveti olarak taarruzlara ve İslâm âlemini tehdide girişmiş ve İstanbul’da rakîp dinin bir kalesi vaziyetini muhafaza et­mişti. Bununla beraber İstanbul Hıristiyanlık tarihinde yine de dinî değil si­yasî bir ehemmiyet arz ediyordu. Zira bu şehir Hıristiyanlık tarihinde Kudüs, İskenderiye, Antakya ve Roma gibi Havvârî’ler tarafından ziyaret edilip kili­se kurulan ve bu sebeple de kudsiyet kazanan bir belde değildi. Halbuki İs­tanbul Hazreti Peygamber’in hadîsleri, Kur’an’ın işaretleri ve sahabeden bir zâtın medfûn bulunması sayesinde İslâmiyet nazarında mukaddes bir belde hüviyetini kazanmıştı. Böylece Hıristiyanlıkta mevcut olmayan bir kudsiyet İslâmiyette bütün unsurları ile tekevvün etmişti. Bu sebeple Emevî ve Abba­sî halifelerini, Türk sultanlarını İstanbul’un kurtarılmasına zorlayan âmiller arasında bu dinî unsur başlıca rolü oynar ve fethe ilâhî bir emir ve mazhari­yet mahiyetini verir.

Osmanlı pâdişâhları tarihî Türk cihan hâkimiyeti mefkuresine eskiden daha kuvvetli olarak bağlanırken İstanbul’u bu hâkimiyetin ilk merhalesi ve merkezi sayıyorlardı. Türk siyâset ve fikir adamları arasında gelişen bu millî ve İslâmî mefkurenin halk kitlelerine ve askerlere “Kızıl-elma” adı ve efsânesiyle yayılması çok dikkate şâyân olup İstanbul’u sembolleştiriyor ve Türkler için ona sahip olma emelini teşkil ediyordu. Ayasofya’nın önünde dikili bir sütün üzerinde, at üstünde bulunan Justinianus heykelinin bir elin­de kızıl bir küre olup Türk Kızıl elması ve cihan hâkimiyetinin hedefi idi. XIII’üncü asır İslâm coğrafyacılarına göre bu heykelin sağ eli havada olup halkı İstanbul’a davet eden bir mânâya delâlet eder. Sol elinde de madenî bir küre bulunmakta ve bu da düşmanın şehri istilâsına engel bir tılsım te­lâkki olunmakta idi. Hıristiyan kaynaklarına göre at üzerinde canlı gibi du­ran Justinianus’un heykelinin elinde altından büyük bir elma olup sağ eliyle de Kudüs’ü ve İslâmları göstermektedir. Bu küre imparatorun dünyayı elin­de tuttuğuna delâlet ediyor ve “Cihan hâkimiyeti” tılsımının yazılarını taşıyordu. Hıristiyan seyyahlarına göre bu altın kızıl küre Bizans imparatorluğu­na uğur getiriyordu. Nitekim XIV’üncü asırda heykelin ve kürenin (Kızıl-elmanın) düşmesi bir çok ülkelerin kaybına, yâni Türkler tarafından fet­hine ve imparatorluğun sukutuna bir işaret sayılmıştı “. İşte Bizans’ın deva­mı için uğurlu bir tılsım sayılan bu küre Türklerin Kızıl-elması olup ona sa­hip olmak veya İstanbul’u almak emeli Türk cihan hâkimiyeti mefkuresinin bir sembolü olmuştu. Türkler cihan hâkimiyeti mefkurelerine bağlanarak Kızıl-elmaya doğru koşarlarken Bizanslılar da tersine manevî sukutları ile birlikte maddî çöküntülerinin de mukadder olduğuna inanıyor; bu heykel ve tılsımın düşmesini de, kafalarına yerleştirerek, buna bir delil sayıyorlardı. Gerçekten dünya hâkimiyetini temsil eden bu heykelin Anadolu’yu göster­diğine ve imparator Justinianus’un “beni yıkacak kimsenin buradan gelece­ğini” söylediğine dair bir rivayet de Rumlar arasında yayılmıştı. Başka bir kehânete göre de “İstanbul şehri Konstantin adlı bir hükümdar (son impa­rator) zamanında kaybedilecektir” . İstanbul’un sukutuna dair daha başka kehânet ve efsâneler de mevcut olup Türk cihan hâkimiyeti mefkuresi karşı­sında Rumların nasıl bir manevî çöküntü içerisinde bulunduklarına aşağıda da temas edilecektir.

Evliya Çelebi Hazreti Muhammed’in doğumunda âteş-gedelerin sön­mesi ve Tâk-ı Kisrâ’nın sukutu gibi harikulade hâdiseleri anlatırken Ayasofya kubbesiyle birlikte Kızıl-elmanın da düşmesini zikreder. İstanbul’un fethinden sonra Türk cihan hâkimiyetinin sembolü olan Kızıl-elma ora­dan Roma’ya, St. Pierre’in kubbesine, yani Katolik dünyanın merkezine inti­kal eder. Fâtih zamanında girişilen İtalya (Otranto) seferi bu intikalin maddîleşen bir tezahürüdür. Fakat Osmanlılar Kanunî Sultan Süleyman devrin­de Haçlı taarruzlarının kaynağı olan Roma Papalığına (Rîm Papa) hâkim olabilmek için karşılarına çıkan Alman imparatorluğunu ve Beç (Viyana) şehrini düşürmek zaruretini anladılar ve bu sebepledir, ki Fâtih Sultan Mehmed tarafından teşebbüs edilen İtalya’nın fethi tehir edildi. Bu suretle de Türklerin Beç Kızıl-elması teşekkül etti. Filhakika, “Beç şehri ve kalesi Al­man Kızıl-elması veya Kızıl-elma şeddi” adını aldı. Evliya Çelebi’ye göre “cemi’ Macar, Nemçe (Alman), Lâtin ve Yunan tarihlerinde bu Beç Kızıl-elmasını ve Rîm Papa (Roma) Kızıl-elmasını Osmanlıların alacağı musarrahtır”. Kanunî Sultan Süleyman Beç’i muhasara (1529) eyledi; lâkin kış geldiği için muhasarayı bırakıp çekildi. Bu cihangir pâdişâh kışlaları ziyaret eder; askerlerin şerbetini içer ve onlara bardağı altın doldurup hediye yapardı. Ayrılırken askerlere “Kızıl-elmada buluşuruz” cümlesiyle de onları okşar ve İdeallerini canlandırırdı . Zira Yeniçeriler arasında Kızılelma efsanesi çok yaygın olup “Destiye kurşun atar; keçeye kılıç çalar; Kızıl Elma’ya dek gideriz” sözü onların ta’lim, ideal ve fedakârlıklarını ifade ederdi, Hacı Bektaş Veli an’anesine ve ocaklarına çok bağlı bulunan Yeniçerilere aid şu beyit:

Kızıl elma kapusun fethederken nacağı,
Ne revâdur bozula Hacı Bektaş ocağı…

XVI inci asır sonlarında onların Kızıl-elma mefkurelerini ve ocağın sarsıl­masından duydukları endişeleri güzel aksettirir.

Türklerin: “Pâdişâhımız gelecek, Hıristiyan dünyasını ve Kızıl-elmayı alacaktır. Eğer kâfirler yedi sene ilerliyemezse onlar üzerinde hâkimiyetini kuracaktır…” sözlerini söylediklerini bir Macar (XVI. asır) dinlediğini yazar ve bu mefkurenin ne derece yaygın olduğunu gösterir  . Avusturyalılarla, 1606’da imza edilen Zitvatorok muahedenamesi Osmanlı kudretinin ilk du­raklamasına delâlet eder. Türk hükümeti, Avusturya imparatoru için, bugü­ne kadar kullanmadığı Çasar (Kayser) unvanını muahede metnine koymak­ta çok zorluk çekiyor ve dünyada kendisinden başka bir hükümdarın bu se­viyede bir unvan taşımasına bir türlü yanaşamıyordu. Bu sebepledir, ki bir Türk tarihçisi “İnşallah Kızıl Elma dedikleri şehr-i maruf ümmet-i Muhammed’e müyesser olup Çesar adı âlemden silinir” temennisini belirtir ve Türklerin cihan hâkimiyeti inancından asla vazgeçmediklerini gösterir71. Ni­tekim ikinci Viyana muhasarası (1683) da buna delâlet eder. Türkleri, bir kaç asırdan beri Anadolu’dan ve Rumeli’den atmak isteyen Haçlı taarruz­ları, XV’inci asır ortasından itibaren, tamamiyle kırılmış; XVI’inci asırda Avrupa artık müdafaaya geçmişti. Gerçekten Orta Avrupa’da ve Akde­niz’de yerleşen Türk hâkimiyeti ve ilerlemekte olan Türk kudreti karşısında tehlike çanları çalmaya devam etmiştir. Bununla beraber Osmanlılar İtalya’ya ve Almanya içlerine kadar ayak bastıkları halde “Kızıl Elma” şeddini teşkil eden Beç (Viyana) kalesi alınamamış; Alman ve Roma Kızıl-elmaları ele geçirilememiştir. Kızıl-elma an’anesi ocaklarının ilgasına kadar Yeniçe­riler arasında canlı bir şekilde yaşamıştır. III. Selim zamanında Nizâm-ı Cedîd’e karşı gelen Yeniçeriler “Âl-i Osman askeri dünyayı kılıç ile fethettiler. Hemen bize düşman göstersinler; dal-kılıç olup düşmanı harâb ederiz, Kızıl-elmaya dek gideriz” diyorlardı. Bu an’anenin, Kırım yolu ile, Şimal Türklerine de geçip Kremlin’i hedef tuttuğu anlaşılıyor.

Devrin yüksek medeniyetine, en ileri tekniğine sahip ordulariyle İstan­bul kapılarına dayanan Türkler bâzan “Kızıl Elma” ve cihan hâkimiyeti mefku­releri ile cihazlanırken İslâm dâvası ve Hazreti Peygamber’in tebşirleri saye­sinde en üstün manevî kuvvet kaynaklarına da ermiş bulunuyorlardı. Ger­çekten İstanbul’un yanında, Bursa’da temerküz eden bu millî ve İslâmî mef­kure İstanbul fethine dair hadîslerin çok işlenmesine, yayılmasına sebep oluyor ve Türk hamlesini yükseltiyordu. İmam Buharî, İmam Müslim ve Suyûtî gibi en büyük hadîs âlimlerinin âbidevî eserlerinde ve büyük İslâm ta­rihlerinde yer alan bu hadîslere göre Hazreti Peygamber İstanbul’un fethini tebşir, fâtih ve gazilerini tebcil eder ve bu uğurda cihâd yapanlara da cenneti müjdeler: “Ümmetimden Kayser’in şehrine (İstanbul’a) gaza edenler af ola­caktır” hadîsi gazileri İstanbul fethine teşvik ederdi. Bundan sonra Hazreti Peygamber: Kayserin şehri fethedilip orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacaktır” müjdesini verir. Bir gün Hazreti Muhammed eshabına: “Bir yanı kara, bir yanı deniz ile çevrili bir şehirden bahsedildiğini duydunuz mu?” diye sorar. Eshâb: “Evet ya Resûlallah” cevabım verince: “Bu şehir 70.000 gazinin tehlil sesleri ve Allahu ekber, lâ ilahe illallahu va’llahu ekber tekbirleri ile fethedilin e dikçe kıyamet kopmıyacaktır. “Osmanlı âlim ve mü­tefekkirleri tarafından daha yaygın olarak tekrarlanan bir hadîse göre: “İstanbul (Konstantiniyye) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapan hükümdar ve ordu ne kadar mükemmel olacaktır” ifadesiyle şehrin fâtihi ve askerleri tebcil edilmiştir. Bu hadîsler arasında İstanbul fâtihinin bir Peygamber adını veya bizzat İslâm Peygamberinin ismini taşıyan bir hükümdar olacağı, hattâ IX’uncu asırda Futûh-i Mısr’ı yazan İbn Abd ul-Hakem’in kaydına göre de İstanbul’dan sonra Roma’nm düşeceği hadîsleri de vardır. Osmanlı âlimle­ri Kur’an’da geçen “Beldetun tayyibetun” sıfatlarının İstanbul’a aid olduğun­da müttefiktirler, ki bu hususu teyid eden delillere de aşağıda işaret oluna­caktır.

Emevî, Abbasî ve Osmanlı devirlerinde Müslümanları İstanbul fethine şevklendirmekte bu hadîsler çok büyük âmil olmuş; siyasî büyük ehemmiyeti olan İstanbul seferlerine dinî bir aşk eklenmiş ve nihayet zaferin ilâhî bir vaad olduğu inancı doğmuştur. Hazreti Ömer zamanında denizden korkan Araplar Muâviye’nin cesûrâne teşebbüsü ile denizlere açılabilmişler ve sü­ratle Akdeniz’de kuvvetlenmeğe ve hâkimiyet kazanmağa muvaffak olmuş­lardı. Bu sayededir, ki İstanbul’a karşı yapılan ilk seferler hem karadan hem denizden vuku bularak ehemmiyet kazanmıştı. Muâviye’nin İstanbul üzerine sevkettiği ordu içerisinde, Hazreti Peygamber’i, Medine’ye hicretinde misa­fir eden sahabeden Hazreti Ebû Eyyûb el-Ensarî (Halid bin Zeyd) de bulu­nuyordu. Muâviye, kudsiyeti arttırmak maksadiyle, Ebû Eyyûb’u sefere ka­zanırken o da Hazreti Peygamber’in sûrların altında mübarek bir insanın şehîd olup orada yatacağını söylediğini işitmiş ve bu mazhariyete erişmek için gazaya katılmıştı. Gerçekten İslâm kaynaklarına göre Ebû Eyyûb muhasara esnasında, bir ok darbesiyle şehîd olunca, kendi vasiyeti üzerine surlara ya­kın bir yerde defnedilmiştir. Bu sırada imparatorun mezarı sökeceği haberi yayılmış ve müslümanlar Rumlara: “Bu zat Peygamberimizin büyük sahâbesindendir. Eğer mezar bir tecâvüze uğrarsa İslâm memleketlerinde artık çan sesleri de nihayet bulur” mukabelesinde bulunmuşlardı. Nitekim bu tehdit mezara saygı sağlamıştır.

Başka bir rivayete göre yolda hastalanan Ebû Eyyûb Hâlid öldüğü tak­dirde nâşının mümkün olduğu kadar İleri (İstanbul’a yakın) götürülmesini ve Hıristiyan toprağında gömülmesini vasiyet etmiş; muhasara esnasında gizlice surlar önünde açılan bir mezara konmuştur. Bizans kaynaklarına gö­re mezar üstünde görülen bir ışık dolayısiyle halk buraya koşmuş; fışkıran sudan alıp götürmüşlerdir. Bu hâdise münasebetiyle imparatorun da mezar üzerinde bir kubbe yaptığı rivayet edilmiştir. Nitekim İslâm kaynaklan da Rumların mezarı ziyaret ettiklerini, onun rûhaniyetinden dilekte bulunduk­larını ve orada yağmur duası da yaptıklarını söylemek suretiyle birbirlerini teyid ederler. Bizanslıların Anadolu gazalarında şehîd olan Battal Gazi’ye aid bir tasviri de mâbedlerine koydukları ve Kafkasya’da Hazarlara karşı bir savaşta Balancar şehri civarında şehîd düşen sahabeden Abdurrahman bin Rebîa’nın mezarının da Şamanı Türkler tarafından yağmur duası için ziyaretgâh olduğu bildirilmiştir73. Böylece Kur’an ve hadîslerle kudsiyet kazanan İstanbul’un dinî ehemmiyeti Ebû Eyyûb’un mezarından sonra daha da art­mıştır. XII’nci asırda da surların yanında bu mezarın bir ziyaretgâh olduğunu biliyoruz . Bundan sonra mezar bilinmeyen bir sebeple, belki Lâtinlerin işgal ve tahripleri arasında, kaybolmuş ve ancak fetih sırasında büyük Şeyh Ak Şemseddin’in kerameti ile tekrar bulunmuştur. Nitekim Türk fetih tari­hinde destanı bir kahraman olan Battal Gazi’nin mezarı da Seyyid Gazi’de XII’nci asırda, Selçuklular tarafından ve Hazreti Peygamber’in yakınların­dan olan Umm Haram(Türklerce Hâle Sultan veya Hala Hatun)un da XII’nci asırda mevcut bulunup kaybolan mezarı da fetihten sonra Osmanlı­lar tarafından Larnaka’da keşfolun muştur.

Emevî devri âlimleri Halife Süleyman’a İstanbul’un Peygamber adını taşıyan bir kimse tarafından fetholunacağını, Emevîler arasında isim bakı­mından başka bir kimsenin bu durumda olmadığını söylemeleri üzerine Ha­life, gayrete gelerek, kardeşi Maslama’nın kumandasında üç yıl süren (715-718) büyük bir İstanbul seferine girişti. Bu mühim sefer ve muhasara Bizanslıların “Gregeois” denilen Yunan ateşi ve henüz Şamanı olan Bulgar­ların müdahaleleri ile muvaffakiyetsizliğe uğradı. Fakat bu seferin mühim bir hatırası Maslama’ya ait bir camiin inşası oldu. Bu camiin sarayın karşı­sında yapıldığı hakkında Bizans ve İslâm kaynaklan birleşmektedir. Hattâ, IX uncu asır hadîs âlimi Ebû Dâvûd Sicistânî bu “İkinci gaza sonunda sulh yapılacak ve şehirde bir cami inşa olunacaktır” hükmünü ifade eden bir ha­dîs dahi nakletmiştir. Abbasî halifeliği zayıflayınca bu camide hutbe Mısır Şiî-Fâtımî halifesi el-Hâkim (996-1020) nâmına okunmuştur. Lâkin bir müddet sonra Türkler İslâm dünyasına hâkim olunca durum tekrar Sünnilik lehinde düzelmiştir. Gerçekten ilk Selçuklu Sultanı Tuğrul beg Rumlara karşı, 18 Eylül 1048’de, büyük Hasan Kale zaferini kazanınca yapılan muahe­deye göre Bizanslıları vergi vermeğe mecbur etmiş ve bu Maslama camii de yeniden inşa olunup onun mihrabına, Türk hâkimiyeti sembolü olarak, Tuğ­rul beg’in ok ve yay işaretleri konmuş ve hutbe de tekrar Abbasî halifesi ve Selçuk sultanı adına çevrilmiştir.

Türkiye Selçuklu devletinin ilk sultanı Süleymanşâh (1075-1086) Mar­mara sahillerine yerleştikten sonra, 1081’de, ordusunu Boğaz kıyılarına ka­dar ilerletti. Hıristiyan kaynaklarına göre İstanbul’u sâdece deniz koruyor­du. Boğazın Anadolu sahillerinde, Üsküdar’da, kalan Türk ordusu denizin karşısındaki şehri hayranlıkla seyretti. Daha sonra İstanbul’u almak için donanma inşasına başlandı İse de nihayet Haçlı istilâları Selçukluları bu emelden vazgeçirdi. II. Kılıç Arslan zamanında Bizans’a karşı girişilen mü­cadeleler dolayısıyla İstanbul’da, 1189’da, hutbe onun rakibi Selâhaddin Eyyûbî nâmına okundu. Dördüncü Haçlı istilâsında İstanbul’un bir çok kilise­leri arasında Maslama adını taşıyan cami de yağma ve tahribe uğradı. Asır­lar zarfında cami yıkılmış ve yapılmış ise de onun ilk adı yaşamıştır. Fakat Osmanlı kaynaklan Galata’da bulunan “Arap Camii”ni yine de Maslama’ya nisbet etmişlerdir, ki bu mevki dolayısiyle yıkılan ilk camiin kaybolduğu, Av­rupalı ticaret kolonileri gibi Galata’da da bir Müslüman kolonisinin bulun­duğu anlaşılıyor. Selçuk Türkiye’sinde Bizans’a karşı Türk cihâdı ve İstan­bul mefkuresi Battal Gazi, Dânişmend Gazi destanları ve diğer menkıbele­rin başlıca mevzuu idi .

Türk-İslâm mefkuresine yeni bir kudret ve hayatiyet getiren Osmanlılar devletlerini âlim, şeyh ve velilerle birlikte kurar ve cihâd ruhunu yükseltir­ken İstanbul fethini müjdeleyen hadîslerin havasım çok yakından teneffüs ediyor; Hazreti Peygamber’in tebciline mazhar pâdişâh ve asker olmanın şe­ref ve sevabına erişmek arzusunu besliyorlardı. Orhan Gazi’nin büyük işler adamı olduğunu gören Osman Gazi’nin oğluna ölüm döşeğinde Bursa’yı fet­hedip kendisinin orada “Gümüşlü Künbed’e” defnini vasiyet etmişti. Bu mü­nasebetle onun oğluna:
“Osman Ertuğrul oğlusun,
Oğuz Karahan neslisün,
Hakkın bir kemter kulusun,
İslambol’u al gülzâr yap”
beyitleri de İstanbul hasretinin eskiliği hakkında kayda şayandır. Osmanlı fetihleri Bizans’a karşı ve İstanbul etrafında cereyan ediyordu. Yıldırım Bayezid Bizans’ın, 1396’da, önce Haçlıları Niğbolu seferine, sonra da Timur’u Anadolu üzerine tahriki dolayısıyla İstanbul’u iki defa muhasara eder ve Anadolu (Güzelce) hisarını yapar. Fakat ilk defa Haçlıların, sonra da Timur’un taarruzları onu muhasa­raları terke mecbur bırakır. Bununla beraber o ikinci muhasarayı terk eder­ken de Bizans ile yaptığı anlaşmaya göre İstanbul camiini inşâ ve Müslüman cemâate de kadı tâyin eder; Göynük ve Yenice’den sevkettiği bir miktar nü­fusu İstanbul İslâm mahallesinde iskân eder; adına hutbe okutur ve Bizans’ı vergiye bağlar.

Yıldırım’ın iki muhasaradan sonra, “Fetret” devrinde, oğlu Süleyman Çelebi’nin İstanbul seferi de bir yana bırakılırsa, II. Murad Gazi’nin 1422’de giriştiği İstanbul fethi teşebbüsü çok mühim olup Türk-İslâm mefkuresi ve din adamlarının rolleri bakımından da dikkate şayandır. Dukas’a göre Murad düşman sulhe saygı göstermedikçe savaşa ve fenalığa iltifat etmeyen bir pâdişâhtı. Murad yine bu Rum yazara göre muahedeleri bozan Haçlıları bir kaç defa perişan etmekle her halde bu yüce ahlâkının da ilâhı mükâfatına hak kazanıyordu. Bizans’a karşı bu sefere de imparatorun devlete musallat kıldığı Düzmece Mustafa isyanı sebep oldu. Murad bu defa İstanbul’u fethe­debilecek bir kuvvete sahip bulunuyordu. Pâdişâh devrin büyük velisi seyyid Buhârî’yi (Emîr Sultan’ı) da, maiyetindeki bir çok şeyhlerle birlikte, götür­müştü. Emîr Sultan, Seyyid olarak, Hazreti Peygamber soyundan geliyordu; Yıldırım’ın da damadı olmuştu. Emîr Sultan’ın duaları ile, pâdişâhları zafer­lere ulaştırdığına, bir çok kerametleri müşahede edildiğine inanılıyor ve bu sebeple de, her adımda, elleri ve atının dizginleri öpülüyordu.

Bir Bizans kaynağı onun diğer şeyhlerle birlikte sûrların önüne gelişini tasvir ederken Osmanlılar’da maddî-manevî kuvvetlerin ne derece müessir ve yüksek olduğunu meydana kor. Filhakika onun yaklaşması üzerine ordu: “Peygamber efendimiz bizi irşâd etmiştir. Eşref saatin haberini ondan alaca­ğız; bekleyiniz” diyorlardı. “Türk dünyasının velisi Emîr (Seyyid) Sultan gelin­ce müslüman askerleri sanki gökten melek inmiş gibi seviniyor ve ona koşuyor­lardı. Herkes onun ellerini ve üzengilerini öpüyordu; Pâdişâh da aynı şeyleri yaptı. Emîr Sultan (Hazreti) Peygamber’in torunlarına yakışır bir tavırla şunları söyledi: Ey Pâdişâh ve Müslümanlar! Biliniz, ki beni buraya O büyük insan, Muhammed, gönderdi. Sizlere haber vermeye, taarruz zamanını bildirmeğe ve şehrin fethini haber vermeğe geliyorum. O zamana kadar kendinizi hazırlayınız’ diyordu. Sultan ve askerleri onun sözlerini ciddiyetle dinliyor ve her söylediğine inanıyorlardı. Emîr Sultan ve yanındaki şeyhler de bizzat savaşa girdi; kılıçlariyle, Allah ve Muhammed nidaları ile hücuma geçtiler. Müslümanların yükselen cesaretleri karşısında Rumların korkusu müthişti; hücum sûrlar önüne kadar ilerledi”81. Gerçekten İstanbul’un fethi yaklaşı­yordu. Lâkin Bizans’ın hilekâr siyaseti yine imdada yetişti. Sahneye çıkardığı şehzade Mustafa’nın isyanı ve Karamanlıların ona yardımı Sultan Murad’ı derhal tehlikeye koşmağa ve İstanbul muhasarasını bırakmağa mecbur etti. Bir yıla yaklaşan muhasara bu suretle neticesiz kaldı ve fetih de oğluna nasip oldu.

Emîr Sultan’ın Türk kaynaklarında görülen menkıbeleri ve kerametleri Bizans kaynağına intikal eden bu manevî nüfuzun mübalâğalı olmadığını gösterir. Gerçekten onun kerametlerine şâhid olan pâdişâhlar sefere çıkar­ken ondan kılıç kuşanıyor ve zafer duası alıyordu. Emîr Sultan’ın Bursa’daki türbesi ve camii, beş asırdan beri, dilek sahiplerinin sığmağı oldu; bugüne kadar onun manevî nüfuzu devam etti . Esasen Osmanlı devleti kuruluşun­da, yükselişinde, sefer ve zaferlerinde, daima âlim, veli, şeyh, baba, derviş ve erenlerin rolü başta gelmiştir. Bu sebeple Osmanlı pâdişâhları hep dindar, dine ve din adamlarına hürmetkar idiler. Cihâd zamanlarında hep Evliya türbelerini ziyaret eder ve duada bulunurlardı83. İşte Sultan Murad Gazi’nin oğlu genç Sultan Mehmed bu manevî hava içerisinde yetiştirilmiş; babası onu büyük işleri başarmak için hazırlamıştı. Şehzade Mehmed’i millî kültür ve cihangirlik şuuru içerisinde terbiye etmiş; devrin en büyük âlimlerini onu okutmakla vazifelendirmişti. Çocukluğunda çok faal ve yaramaz olan şehza­deye çalışması ve dayak atması için hocası Molla Gürânî’ye müsaade etmiş ve o da talebesine bir değnek vurarak onu derslerine çalışmağa zorlamıştı. Manisa’da şehzade iken Şeyh Ak-Şemseddin de kendisine İstanbul’un fâtihi olacağını ve Hazreti Muhammed’in tebciline mazhar bulunacağını müjdelemişti.