Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU: Milliyetçiler

Milliyetçiler

Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU

I

Türkiye’de milliyetçilerin bir cephede toplanmayıp ayrı gruplar halinde çalışmalarından sık sık şikâ­yet edilir. Gerek siyasî parti olarak, gerekse fikir ve ülkü dernekleri halinde, milliyetçiler tarafından ku­rulmuş teşekküllerin neden bir bayrak altında topla­namadıkları hep endişe ile sorulur. Hele, Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya geldiği şu son yıllarda bile, milliyetçilerin eski dağı­nıklıktan hâlâ kurtulamamış olmaları, bâzı resmî ma­kamlar da dahil, her vatanseveri ümitsizliğe düşür­müştür.

İnsanı endişe ile düşündüren acı gerçek, milli­yetçilerin sadece dağınık olmaları değildir. Asıl fe­nası, kendini «milliyetçi» diye takdim ve ilân eden birçok teşekkülün, memlekette uğraşılacak hiç düş­man hasım yokmuş gibi, diğer milliyetçi gruplarla mücadeleye kalkışmasıdır.

Biz bu yazımızda milliyetçiler arasındaki dağı­nıklığın sebeplerini araştırarak, bâzı hal çareleri bul­mağa çalışacağız.

Bir fikir veya siyaset cephesinde bölünmeler varsa bunun iki sebebi olabilir:

  1. Varılmak istenen hedefin mahiyeti üzerinde­ki görüş ayrılığı : Prensipte ayrılık.,
  2. Hedefe ulaşmak için tutulan ,yolun seçimi üzerindeki görüş ayrılığı : Metotta ayrılık.

Mesele bu iki noktadan ele alınırsa, ilk bakışta, bizim dünki ve bugünki milliyetçilerimiz arasında, hiçbir zaman, onların birleşmelerine mâni olacak ka­dar derin görüş ayrılıkları bulunmadığı anlaşılır. Fa­kat gene de gruplaşmaların sonu gelmemiştir. O halde bahis konusu bölünmelerin başka sebebi yahut sebepleri vardır.

Bizce bu sebep, milliyetçilik mefhumunun her­kes tarafından farklı şekillerde anlaşılmış olmasıdır. Eğer bir kelime veya mefhumun mânâsı üzerinde tam bir anlaşma sağlanamamış ise, oriun etrafında toplanan kimseleri uzun müddet bir arada tutmak . mümkün değildir. Çünki böyle bir durumda herkes aynı sözü söylediği halde,, ayrı ayrı şeyler kastediyor demektir. Bu yüzden de, tabii olarak, cephenin men­supları arasında sık sık bölünmeler vuku bulacaktır.

Hakikaten Türkiye’de her gruba göre mânâ ve muhtevası değişen mefhumlardan biri de milliyetçilik’tir. O kadar ki, hem milliyetçi olduklarını iddia eden birçok teşekkül ve kişilerin, hem de milliyetçi­liğe düşman olanların bu kelimeden başka başka -şeyler anladıkları görülmektedir.

İşte milliyetçi cephe yıllardan beri böyle bir ta­lihsizliğin kurbanıdır. Bugüne kadar nice insan bile­rek veya bilmeden «milliyetçi» etiket İle ortaya çık­mış, fakat kısa zaman sonra cepheden bir bölük ko­parıp gitmiştir. Halbuki, daha işin başında milliyetçili­ğin ne olduğu ve neyin milliyetçilik olmadığı tam mânâsı ile bilinseydi, sonunda hiç bir ayrılık doğ­mazdı. Onun için biz burada milliyetçiliğin sınır taşla­rını tesbit etmeğe çalışacağız.

II

Milliyetçilik, herkesin üzerinde ittifak ettiği klâ­sik tarife göre milleti sevmektir. Ancak, değişik şekil­lerde yorumlanmağa müsait olan bu tarifin hem bi­raz genişletilmesi, hem de yeniden gözden geçirilme­si lâzımdır. Aksi takdirde, görüş ayrılıklarına sebep olan noktalar tesbit edilemez. Ayrıca, milliyetçiliği ba­zılarının sandığı gibi sadece duygu plânında düşünmek de, bugünün şartlarına uymaz. Eğer milliyetçiliği «milleti sevmek»ten ibaret sayarsak, büyük bir ha­taya düşeriz. Bugün milliyetçilik artık bir fikir hare­ketidir. San’atta, siyasette ve ekonomide ayrı bir ha­yat görüşünü temsil etmektedir. Kendine mahsus bir devlet felsefesi vardır. İşte bu esastan hareket edilince milliyetçiliği şöyle tarif etmek gerekecek­tir : Milliyetçilik, milletin teşekkülünü sağlayan soy, dil, kültür, töre, din ve tarih gibi mânevi unsurları şu­urlu olarak benimsemek, milleti ve ona ait bütün de­ğerleri şuurlu olarak sevmek ve bunları koruyup yü­celtmeğe çalışmaktır. (1)

(1) Türkler «Vatan – Millet – Devlet – İstiklâl» mef­humlarını hep bir arada görüp düşündükleri için, biz­de «Milliyetçilik yerine umumiyetle «Vatan-severlik» sözü ‘kullanılmış ve bu diğer mefhumları da ifade etmiştir. Fakat aslında, millet eğer sınırlan çizilmiş bir vatanda siyasî ve hukukî bir teşkilât kurarak müs­takil devlet halinde yaşıyorsa, o zaman yukardaki tarife vatanseverlik duygusunu da ilâve etmek lâzımdır. Si­yasi istiklâlden mahrum bulunanlar için, milliyetçiliğin öbür yönleri mümkün ama vatanseverlik bahis konusu değildir.

Birincisi fikir, inanç ve duygu yönüdür. Bu, «milletin teşekkülünü sağlayan soy, dil, kültür, töre, din ve tarih unsurlarını benimseyip sevmektir.»

Bir milliyetçinin önce samimi olarak kendisini Türk kabul etmesi, Türk hissetmesi gerekir. Bu, Türk­lüğünün şuuruna varıp, gururunu duymasıdır. Nasıl müslüman olan insanın, iman ettiği hakikatleri dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik etmesi» şart ise, milliyetçinin de öyle, Türklüğünü gönlünde duyması ve bu­nu açıkça belirtmesi şarttır. Bu, sanıldığı gibi ırk­çılık yahut «kafatasçılık» değildir. Ferdin his ve inan­cına bağlı bir keyfiyettir.

Milliyetçi Türk dilini, Türk tarihini, Türk san’at ve kültürünü, Türk ahlâk ve töresini bilmek, sevmek ve benimsemek zorundadır. Bunlardan bir kısmı ka­bul, bir kısmı reddedilemez. Aralarında bir tercih ya­pılamaz. Bir kısmının daha çok, bir kısmının daha az mühim olduğu söylenemez.

Nasıl, İslâmiyette imanın altı şartı varsa ve müs­lüman olmak için bu altı şartın, mutlaka, hepsini bir­den kabul etmek gerek ise, milliyetçilikte de milleti meydana getiren unsurların tamamını benimsemek zarureti vardır. O halde, milliyetçi ana dilini bilmek, sevmek ve onu hem yabancı dillerin baskısına hem de uydurmacılara karşı korumak zorundadır. Millî kültürünü, musikisi, edebiyatı, mimarisi ve bütün un­surları ile tanımak, anlamak, sevmek, yaşatmağa ve geliştirmeğe çalışmak mecburiyetindedir. Milliyetçi, Türk töresine uygun şekilde yaşamalı, ona göre davranmalıdır. Ahlâk, terbiye, nezaket ve görgü kaideleri Türk töresinin esaslarından alınmalıdır. Milliyetçi­nin, atalarımız tarafından bir «Türk dini» haline ge­tirilen İslâmiyeti kayıtsız şartsız benimsemesi de şarttır. Hiçbir milliyetçi, mensup olmakla övündüğü milletinin inandığı dini ihmal edemez. Milliyetçi, Türk tarihini başlangıçtan bugüne kadar, bir bütün olarak görmeli ve benimsemelidir. Türklerin tarih boyunca kurmuş oldukları devlet ve medeniyetlerin, san’at ve kültürün hiçbirini diğerlerine üstün tutmak doğru de­ğildir. Bunların hepsi-bir altın zincirin halkaları gibi­dir. Sadece tarihî akış içindeki yerleri farklı fakat, millî değerieri aynıdır. Bu sebeple, milliyetçi, ne çeşitli Türk boyları, ne de bugüne kadar kurulmuş Türk devletleri arasında bir .tercih , yapmağa kalkışamaz. Oğuzculuk, Türkmencilik, Osmanlıcılık gibi ayırımlar yapmaz. Bunların hepsini bir bütün halinde kucakla­yan Türk milliyetçisi, doğru bilgilere dayanan sağ­lam tenkitlerden de çekinmez. Kendi tarihi ile hesap­laşır ve her an onu aşmağa çalışır.

Türk milliyetçisi, daha önce de belirtildiği üzere, Türklüğü şimdiki siyasî hudutlarımızın içinde düşü- ı nemez. Türk Milletini yalnız Türkiye’de yaşayan 40 milyondan ibaret saymaz. Bir anne, gurbetteki evlâdı ile yanındaki arasında nasıl bir fark gözetmezse, Türk milliyetçisi de, öyle bugünki hudutlarımız dışın­da kalan ırkdaşlarımızla Türkiye Türkleri arasında bir fark görmez. «Gözden ırak olanı gönülden de ırak tutmaz.» Onların da hür, müstakil, mes’ut ve müref­feh olması için çalışır. Buna lüzumsuz bir macerape­restlik demez. Hiç değilse, duygu ve fikir planında bu, ülküyü taşır. Bu anlayışlardan dolayı milliyetçileri Turancılıkla suçlayanlar bulunsa da, Türk milletini 110 milyonluk bir bütün olarak görmek bizim milliyetçiiiğimizin ana çizgisini teşkil etmektedir. Diğer yandan, bütün bunları «gericilik», «tutuculuk» yahut «şovenlik» olarak vasıflandıranlar da vardır. Ama milliyetçi hakiki mânâdaki «ilericiliği» de, «geri­ciliği» de kendi ölçülerine göre tayin etmesini bilir. Fransız gibi giyinip, İngiliz gibi yaşayıp, Amerikalı gibi davranmanın ilericilikle alâkası olmadığının far­kındadır.

Bir insan veya teşekkül işte bu saydığımız şart­lara uymuyorsa ona milliyetçi demek mümkün değil­dir. Nasıl, müslüman olmak için «imanın şartlarına» inanmak ve «İslâmın Şartlarını» yerine getirmek lâ­zım ise, milliyetçi olmak için de bunun şartlarına uy­mak gerekir. Yalnız inanan fakat İslâmın şartlarını ifa etmeyen bir kimsenin Müslümanlığı eksik olduğu gibi, milliyetçiliği de yarımdır.

Meseleyi iyice açıklığa kavuşturmak için son ay­larda resmî ağızların sık sık kullandıkları yeni bir ta­bire de temas etmek gerekmektedir. Bu, Atatürk Mil­liyetçiliği tabiridir. Mahiyeti, bu tabiri kullananlar başta olmak üzere, henüz hiç kimse tarafından bilinemiyen Atatürk Milliyetçiliği tabiri, bugüne kadar herkesçe yanlış anlaşılagelen milliyetçilik mefhumu­nu büsbütün karıştırmıştır. Milliyetçilik bir fikir ve görüş sistemidir. Hiç değiştirilemeyecek prensipleri vardır. Ancak bu prensiplere inanan ve onlara göre hareket edene milliyetçi denir. Atatürk de milliyetçi­liğin bu prensip ve şartlarına uymuştur. Ama ona ye­ni prensipler katmamıştır. Zira, Türk Milliyetçiliği Atatürk’ten çok önce, tâ Göktürklerden itibaren var­dı, ondan sonra da var olmuştur. Ancak burada bir noktayı belirtmemiz gerekiyor. Bugün «Atatürk Mil­liyetçiliği» tabirine sarılanların çoğu, yıllardır, «milli­yetçilik» kelimesini ağızlarına almak istemeyen ve milliyetçilere de düşman muamelesi yapan ümanistlerdir. Onun için, bunlar, kendilerine ne milliyetçisi derlerse desinler, herşey olabilir fakat hiçbir za­man milliyetçi “olamazlar. Bir insanın aynı anda hem Müslüman hem de putperest olması nasıl mümkün değilse, kırk yıldan beri ümanist olan kimselerin de bir anda milliyetçi olmaları imkânsızdır. Milliyetçiliğin hiçbir prensibini benimsemeyenlerin, bu hatalarını da Atatürk’ün gölgesinde gizlemeleri • hazindir. «Ben müslümanım» demekle müslüman olunamıyacağı gibi, «ben milliyetçiyim» demekle de milliyetçi olun­maz. Türk tarihini 1923’ten başlatan, yeni nesillere Al­paslan’ı, Fatih’i, Itrî’yi tanıtmak ve sevdirmek isteme­yen bir zihniyetin temsilcileri nasıl milliyetçi olabilir­ler? Millî san’at ve kültürü toptan reddedenler, Türk ahlâk, gelenek ve töresini toptan terkedenler milli­yetçi olabilirler mi? Türk halkının konuştuğu dili bile değiştirenler1 milliyetçilikten bahsedebilirler mi? Allah kelimesini ağızlarına almamak için, hususi gay­ret sarfedenlerin, maarifin bütün kapılarını Yunan, Latin, Hıristiyan ve Amerikan kültürüne açanların «Ben de milliyetçiyim» sözü ciddiye alınır mı?

Milliyetçiliği tarif ederken, «milleti ve ona ait bü­tün değerleri şuurlu olarak sevmek» ibaresi kullanıl­mıştı. Dikkat edilirse burada «sevmek» fiiline «şuur­lu olarak» şartı koşulmuştur. Çünkü şuurlu olmayan sevginin hiç bir önemi yoktur. Her canlı, iç güdüsünün tesiri ile, mensup olduğu topluluğu veya grubu, tabii bir şekilde sever. İnsanlar da bir yandan iç gü­düleri, bir yandan da alışkanlıkları ^sebebiyle kendi milletlerini severler. Fakat bu «tabii sevgi» milliyetçili­ğin tarifindeki «şuurlu olarak sevmek» şartına gir­mez. İkisi arasında mahiyet farkı vardır. Siyasî mâ­nâdaki milliyetçiliğin şartlarından biri olan vatanseverlik için de durum böyledir. Nitekim «vatansever» sıfatına lâyık görülmüş bir kimsenin vatanına karşı duyduğu sevgi ile, herhangi bir insanın, sırf doğup büyüdüğü yer olduğu için, memleketini sevişi arasın­da da gene böyle bir mahiyet farkı vardır. Meselâ, binlerce mâsum Türk’ü öldürdükleri için ülkemizden sürülen Ermeniler’le, istiklâl savaşında işgal kuvvet* leri ile işbirliği yaptıkları için hudut dışına kaçan Rumlar’ın Türkiye’ye karşı bugün duydukları hasret ve sevgiye hiçbir zaman vatanseverlik denemez. Bu, kuru ve bencil bir duygudan ibarettir. Esas olan mil­leti ve millî değerleri şuurla sevmektir. Ancak mesele burada bitmiyor. Şuurlu sevgi, seveni sevilene karşı bazı hizmetleri yapmağa, bazı fedakârlıklara katlanmağa mecbur eder. İnsanı hizmet, vazife ve fe­dakârlık yapmağa sevketmeyen sevgi, hangi derece ve mahiyette olursa olsun, sadece şahsî bir duygudan ibaret kalır. O halde, milletine faydalı olmak için her fedakârlığı göze alamayan insan milliyetçi değildir. Nasıl, iyi ahlâklı ve faziletli insan olmanın birtakım şartları var ise, milliyetçi olmanın da öyle şartları vardır. Hırsızlık etmeyen, yalan söylemeyen ve kim­seye kötülük yapmayan sıradan bir insana «faziletli insan» denemez. İnsan sadece kötülük yapmamak­la yetinmeyip, herkese iyilik yapmağa da mecbur­dur. Ancak o zaman «faziletli» sıfatına hak kazanır. Milliyetçi de öyle olmak zorundadır. Vatan ve millete karşı suç işlememek, millî değerler aleyhinde çalışmamak milliyetçi olmağa yetmez. Ayrıca, milleti yü­celtmek için canla-başla çalışmak da lâzımdır. Her baba çocuklarını sever. Ama nice babalar vardır ki çocuklarına karşı sevgisi eksik olmadığı halde, on­ları aç-sefil bırakmıştır. Okutmamış, iş-güç sahibi yapmamıştır. Böyle, çocuklarına karşı sadece kuru. _ bir sevgi besleyen kimsenin iyi bir baba olduğu söy­lenebilir mi? Milliyetçi için de aynı ölçüler söz ko­nusudur. Birinci dünya savaşından sonra yurdumuz işgal edildiği zaman, buna elbette bütün vatandaşlar üzülmüştü. Belirli, hainler dışıncla kimse de düşmanı alkışlamadı ve desteklemedi ama, silâhını alıp cep­heye koşanlar yanında askerlikten kaçanlar, köşe­sine çekilip oturanlar ve gününü gün etmeğe çalı­şanlar da vardı. Biz sadece savaşanlara milliyetçi diyoruz.

İşte bütün bunlar milliyetçiliğin hiçbir zaman değişmiyecek umdeleridir. Milliyetçilerin birleşecekleri «asgari müşterek» de bu esaslardır. Milliyetçi olduğu­nu sanan ve iddia edenler her şart altında bunlara bağlı kalmak zorundadırlar.

Milliyetçiliğin ikinci yönü harekettir.

Bu, Türk Milleti’nin huzur, refah ve saadetini, Türk vatanının bölünmezliğini ve Türkiye Cumhuriye- ti’nin ebediliğini sağlamak gayretidir. Bunu temin et­mek milliyetçi hareketin yegâne gayesidir. Onun için, milliyetçi, sosyal ve siyasi hayatta yapılan her hare­keti, girişilen her teşebbüsü, yukarıdaki gayenin gerçekleşmesi uğrunda kullanılacak bir vasıta sayar. Gayenin değişmesi bahis konusu olamıyacağına göre milliyetçi, daima bu sabit hedefe ulaşabilmek için, çe­şitli yol ve vasıtalara baş vurur. Meselâ, iki asırdan beri yapılagelen bütün siyasi hareketler, Tanzi­mat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, inkılâp, ihtilâl, reform ve anayasa milliyetçilerin nazarında, Türk -Milleti’nin saadetini temin için birer vasıtadır. Fakat, milliyetçi­ler dışındaki gruplar şjmdiye kadar, asıl geyeyi unutarak, bu vasıtaları gaye hâline getirmişlerdir. Hal­buki milleti huzur ve refaha kavuşturmayan, devletin zayıf düşüp, vatanın bölünmesine sebep olan hare­ketler gaye edinilebilir mi? Demokrasi, hürriyet, muhtariyet, anayasa ve reformlar ancak devleti da­ha güçlü, milleti daha mes’ut kıldığı takdirde bir mâ­nâ ifade eder.

Milliyetçi hareket, memleket idaresinde söz sa­hibi olmayı da, Türk Milleti’ni mes’ut ve güçlü kılma gayesi için bir vasıta olarak görür. Bu sebeple iktida­ra taliptir. İktidara gelmek kararı olmayan, bunun plân ve programını yapmayan bir kadroya artık, tam bir milliyetçi denemez. Millete karşı duyulan sevgi, ne kadar şiddetli olursa olsun, hareket haline geçemez, sadece tatmin eden romantik bir duygu değeri taşır.

Milliyetçi hareket sosyal, siyasi ve ekonomik ted­birleri daima bir vasıta saydığı için, bu konularda katı ve değişmez kalıplara hapsolmaz. Günün şartlarına, ülkenin imkân ve ihtiyaçlarına en uygun yolu bulma­ğa çalışır. Aksi halde gayeyi vasıtaya feda etmek ha­tasına düşer. Her adımını «milletin refah ve saadetini sağlamak» gayesiyle atan milliyetçiden, «Halksız ve halka rağmen» iş yapması da beklenmemelidir. Bu, hem millet sevgisi ile, hem de asıl gaye ile bağda­şamaz. Halka rağmen yapılan hareket milleti mes’ut değil, bedbaht eder4. Milliyetçi, tasavvurlarını ger­çekleştirerek kendini tatmin uğruna, milletini tedir­gin edemez. Milliyetçi, halkı, ona. kızarak, onu kü­çümseyerek değil, hürmetle sever. Onun yalnız mad­di refahını değil, mânevj huzurunu sağlamayı da bir vazife bilir. Halkın, millî benliğini kaybetmeden, mo­dernleşip çağın insanı olmasına çalışır. Milliyetçiler, gayenin kısımları arasında da bir tercih yapamazlar. «Devlet güçlü olsun millet mühim değildir.» yahut «asıl mesele milletin rahat yaşamasıdır, devletin is­tikbali önemli sayılmaz» gibi düşüncelere de milliyet­çilikte yer yoktur. Gerçi bunlar birbirinden ayrıla­maz. Ancak, hem dünyada böyle örnekler görülmüş­tür, hem de Türkiye’de öyle düşünenler vardır. Ama milliyetçinin kulağı daima milletin kalbinde, gözü de hep «gaye ibresinde» dir.

Milliyetçi, memleket idaresinde takip edeceği yolu bizzat kendisi seçer. Dış dünyanın takdirini ka­zanmak için devleti zayıf düşürecek tatbikatlara gi­rişmez. Devlet idaresi ne «deneme tahtası», ne de «yazboz tahtası» dır. «Aman, Avrupa bize ne der!» kompleksinden kurtulamıyanlar bugüne kadar mille­ti selâmete çıkaramamışlardır. Milliyetçi aynı hata­ları tekrarlamaz. Oturduğumuz mahallede herkes kı­zını dansöz yapsa, sırf «geri kafalı» demesinler diye, biz de kızımızı dansöz yapar mıyız?

O halde milliyetçi hareketin anlayışı şu olma­lıdır :

Türk Devleti’ni güçlü, Türk Milleti’ni mes’ut, Türk san’at ve kültürünü üstün kılmak için herşey bir vasıtadır.