Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN: ÖZBEKİSTAN GEZİ NOTLARI

ÖZBEKİSTAN GEZİSİ

(ANAYURTTAN ATAYURDA)

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN

Uçağımız pazartesiyi salıya bağlayan gece Eskişehir hava alanından kalkacak. Hepimizde bir telaş var. Gruplar halinde ismimiz okunuyor. Herhangi bir kargaşaya sebep vermemek için herkes kendi kafilesi ile birlikte olacak. Sayın Valimiz Güngör Azim Tuna bey, valilik özel kalem müdürü sayın Maksut Yüksek bey ve Eskişehir Türk Dünyası Ajansından arkadaşlar biz Atayurt yolcularını uğurlamaya gelmişler. Birlikte fotoğraflar çekildi. THY direkt Taşkent sefer sayılı uçağa binildiğinde Türkiye toprakları geride kalıyordu. Gökyüzünde hasretle belki de sadece merak içinde bizler Özbekistan’a doğru yolculuk yapıyorduk. “Torun, dağlara hayranlıkla baktı. Sonra bütün cesaretini ve sesinin bütün gücünü toplayarak seslendi”[1]:

 

Gün vuranda karşı yatan,

Göğsü güzel sıra dağlar…

Gelişiniz nerelerden,

Gidişiniz nere dağlar…

Bin yıl oldu eğilmedi,

Başlarınız yere dağlar…

Duruşunuz çok benziyor,

Şol Alp Erenlere dağlar…

Söyleyiniz kimdi onlar,

Aşılmayan, aşınmayan,

Ata, dede, baba dağlar…

Otağ otağ, kubbe kubbe,

Çadır çadır oba dağlar…

Alp Erenler, beğ erenler,

Yok mu onları görenler…?

Söyleyiniz kimdi onlar,

Nerdeler şimdi onlar… ?

Neredeler şimdi onlar…

Söyleyiniz bre dağlar!…

Dağlar, doğudan batıya bir ürperişle sanki kımıldayıp silkindiler. Göğsü zümrüt gibi ormanlı, başı bembeyaz dumanlı bir dağ, derinlerden gelen bir sesle konuştu:

Gün doğanda alnı güzel,

Gören göz aydını oğul…

Bir an için, ko bir yana

Dünyanın kaydını oğul…

Halleşelim gel seninle;

Dizimize otur da dinle…

Dağ konuşuyor.Torun kendinden geçerek dinliyordu.

O gaziler, Alp Erenler

Öldüler, toprak oldular…

Belki bir gül, belki çiçek,

Belki bir yaprak oldular..,

Vefalı dillerde destan.

Ellerde bayrak oldular…

Dağlar sustu. Başları dumanlı, yamaçları ormanlı sıra dağların en görkemlisi sustu. Binlerce yıl yaşamış bir Dedem Korkut heybetiyle sağına, güneşin doğduğu ülkede, dorukları göğe değen Tanrı Dağlarına baktı…

Sonra başını yavaş yavaş döndürdü. Bütün Orta Asya bozkırlarını ve o bozkırlarda Türk’ün yaşadığı üçbin yılık macerayı gözleriyle taradı…

Sonra önünde uzayıp giden zümrütten eteklerine baktı. Eteklerinde Anadolu. Rumeli – Türkiye… Bütün vatan uzayıp gidiyordu.

Dağ susuyordu. Sıra dağların en görkemlisi susuyordu. Dağ susuyordu ama Torun konuşuyordu:

Cenk davulları vuranda

Alp – Eren göğüslü dağlar…

Al sancaklar açılanda

Elekleri süslü dağlar…

Kara bulutlar çökende

Dorukları puslu dağlar…

Kara kışta deli boran

İlk baharda uslu dağlar…

Gün doğudan, gün batıya

Birbirine yaslı dağlar…

Eğilmeyen, bükülmeyen

Erdemli, namuslu dağlar.

Ala tanda ezanlarla

Yankılanan sesli dağlar…

Söyleyiniz kimdi onlar.

Bencileyin hisli dağlar…”

 

Dağlar bulutlar gibi gelir geçerken, uçağımız yavaş yavaş bir pamuk tarlasını andıran bulutların üstüne çıkmıştı. Uçak, on bin metre’de sefer halinde iken Prof. Dr. Nedim Ünal, Türk Dünyası üzerine hayli heyecanlı konuşmalar yapmakta idi. THY’larının güler yüzlü personelinin yemek ikramları ve valiliğin Özbekistan bilgilendirme broşürlerini okumak ile yolculuğun nasıl geçtiğini anlayamadık. Türkistan Gezimizde Taşkent, Buhara ve Semerkant’a uğranacaktı. Bu şehirlerde ziyaret edilmesi gereken ilim ve irfan makamları Dr. Hayati Bice’nin araştırmasına göre şunlardı:

“TAŞKEND ve civarı: Zengi Ata, Şeyh Zeynüddin Hafi, Şeyh Ebubekr Keffal Şasi, Çoban Ata. BUHARA ve civarı: Hz. Eyyüb(a.s.), Hz. Bilal-i Habeşi, İmam İsmail Buhari, Hz.Pir Muhammed Bahâeddin Buhari Şah-ı Nakşbend , Mir Arab Abdullah bin Hüseyn bin Ali Yemenî (Hz. Ali’nin torunu), Hoca Arif Reyvegeri, Hoca Mahmud Encir Fag-nevi, Hoca Ali Ramiteni, Hoca Muhammed Baba Semmasi, Seyyid Emir Külal, Hacegi Muhammed Emkenegi, Seyfüddin Baharzi, Baba Kemal Cendî, Evliya Kebir, Hoca Sökmani, Hoca Dehkan Killeri, Hoca Ahmed Sıddik, Hoca Evliya Parsa, Hoca Zeki Hudabadi, Abdullah Nesefi, Hoca Süleyman Kermini, Hoca Evketman, Hoca Ali Ergündani, Hoca Muhammed Külahduz, Hoca Mehmed Yaverdi, Şeyh Alaaddin Attar, Hoca Hasan Attar, Hoca Sofi Suha-ri, Mevlâna Arif Dikgerani, Emir Kulan Vaşi, Mevlâna Bahâeddin Kışlaki,Nizameddin Hamuş SEMERKAND ve civarı: Şah-ı Zinde:Kusem ibn Abbas, Kadızâde-i Rumi, Mir Seyyid Berekah, Şeyh Ömer, Emir Timur, Bibi Hanım, Uluğ Bek, Hoca Ubeydullah Ahrar Taşkendi, Ömer Nesefi, Ebulleys Semerkandi, Ebu Mansur Maturidi, Mevlâna Kemal Meydani, Fahrulislam Pezdevi, Kemalleddin Kaşani.”[2] Eskişehir Valiliği ve Eskişehir Türk Dünyası Ajansının bastırdığı güzel broşürlerde; bizlere bu tarihî makamlardan, sadece gidebileceğimiz yerler yeterli bir şekilde anlatılmıştı. Yavuz Bülent Bakiler’in “Türkistan Türkistan”, “Üsküp’ten Kosovaya”; Mustafa Özçelik’in “Anadolu ve Dünya bilgesi Nasreddin Hoca”, “Yunus Emre”, “Seyit Battal Gazi”; Rana İbrahimova’nın “Aybek/Oybek” isimli eserleri takdim edilmişti. Ajansın amblemli bayrağı ile kaşkol, Türk ve Özbekistan bayrakları’da hediyeler arasında idi. Çoğunlukla, kaşkolları arkadaşlarımız yurda dönmeden Özbek Türklerine hediye ettiler. Sabah Taşkent’e uçağımız indiğinde gruplar halinde gümrükten geçip, otobüslerimize oturduk.

19.11.2013 (Salı)

Otele doğru giderken solda ikinci cihan harbinde Japon esirlerce yapılmış geniş parklar vardı. Emir Timur Meydanı, Ali Şir Nevaî parkı ve Stalin döneminde yapılmış tek tip apartmanlar. Günümüzde Türkistan tarihî mimarisine uygun binalar yapılıyor. Binalarda Türkistan kimliği ve ruhu korunmaya çalışılıyor. Türkistan kültüründe Ön asya kültürlerinde olduğu gibi, Zümrüd-ü Anka ve leylek özgürlüğü simgeliyorlar.

Türkistan’ın Özbekistan bölgesine kültür Turizmi ile insanlar geliyor. Yol güzergahımızda Televizyon kulesi ve pilav merkezi bulunuyor. Sağda İletişim Fakültesi var. 1960’lı yıllarda ve öncesinde yıkılmış eserler günümüzde aslına uygun restore ediliyorlar. Otobüste Meral hanım (Doç. Dr. Meral Bayrak) dedelerinden birinin Buhara’dan Hicaz’a oradan bir kafile ile de Eskişehir’e geldiğini anlattı. Sonra burada evlendiriliyor ve kalıyor. Meral hanım’ın kendisi ve ailesi için çok farklı duygular yaşadığını düşünüyorum. Gezi boyunca otobüs sohbetlerine Meral hanım ve Doç Dr. Emine Gümüşsoy hocamız büyük katkılarda bulundular. Otobüsümüzle otelimize vardık ve eşyalarımızı indirdik. Kısa bir istirahhatten sonra hep birlikte yemeğe gidildi. Öğle yemeği Lokanta April’deyiz. Abdulhay Tolkun bey , Prof. Dr. Ahmet Kartal bey, Doç. Dr. Mehmet Topal bey aynı masadayız. Abdulhay bey, Özbek çayı (yeşil çay) ikram etti. Salata ve patlıcan kızartma ile yemeğe başladık. Brokoli çorbası ve Muton (etli püreli) yemeği. Dönüşte yolda dikkatimi şu cümle çekiyor: “Boyok va Mukadassan Mustaqıl Vatan”

Hastı İmam’a gidiyoruz. Hazreti İmam Külliyesi (Diyanet İşleri), Barak Han Medresesi. (XVI. yy) Şaş (Eski Taşkent) dönemi. Guffal El Şaşi X. YY’da yaşar. Hz. Osman’ın şehit olduğunda okuduğu Kur’an burada bulunmakta. Emir Timur tarafından getirtilmiş. Sovyetler döneminde Petersburg’a götürülmüş sonra tekrar getirilmiş. Fotoğraf çekerken görevli yasak olduğunu söyledi. Flaştan eserler etkileniyorlar. Hatırlıyorum, haklılar, dünyanın her yerinde bu hassasiyet var. Türkiye’de de müzelerde, camilerde fotoğraf yasağına dikkat ediliyor. Hastı İmam da ikindi namazını kılıyoruz. Bu cami Cuma ve bayram namazlarının kılındığı bir cami. Yeni ve eski uslûpla yapılmış. Bu coğrafyayı gezerken nice muhteşem camileri gezeceğimizi biliyoruz. Roger Garaudy’nin dediği gibi “İslâm’ın Aynası Camiler”[3]imiz. Camilerimiz başta olmak üzere İslâm Medeniyetine ait şahaserlerimizden bir çoğu bu topraklarda inşa edilmiş. Yıllar önce Eskişehir Türk Ocağında Prof. Dr. Şahin Koçak’ı dinliyoruz. “ Matematikte Tekrarsız Süslemeler”i anlatıyor. Tekrarsız süsleme, bir parkeleme sanatıdır. Üçgen, kare, dikdörtgen, eşkenar dörtgen vb. şekilli parke taşlarının (karoların) ustalıklı dizilmesiyle ilginç görüntüler elde edilebilmektedir. Bunlardan en ünlülerinden biri, Oxford Üniversitesi’nden kuantum ve görelilik fiziği uzmanı Roger Penrose (doğ. 1931) tarafından 1974 yılında oluşturulan “Penrose Parkelemesi” ya da “Penrose Karoları Deseni” diye anılan tablodur. İngiliz tasarımcı William Morris (1834-1896), böyle yinelemeli desenleri tekstil ve süsleme kağıdı örneklerinde kullanmıştı. Karolar en az iki yöne sabit bir miktarda ötelendiğinde kaplama aynı kalıyorsa, buna “periyodik kaplama” denir. Periyodik dizilemeyen ilk karo kümesini 1966 yılında Robert Berger oluşturmuştur Berger’in periyodik olmayan (aperiyodik) karo kümesi 20426 karodan oluşuyordu. Berger bu sayıyı daha sonra 104’e indirmiştir. 1971 yılında Raphael Robinson (1912-1995), 6 karo ile periyodik olmayan yeni bir diziliş bulmuştur

Robinson’un altılı kümesinden sonra 1973 ve 1974 yıllarında Roger Penrose de periyodik dizilemeyen karo kümeleri üzerinde çalıştı Penrose önce, düzgün beşgenler kullanarak 4’lü karo kümelerinden periyodik olmayan bir kaplama gerçekleştirmiştir. Bunda düzgün beşgenin yanındaki şekiller, yüzey düzgün beşgenlerle kaplanmaya çalışıldığında arada kalan şekillerdir. Penrose, bu dörtlü kümenin periyodik kaplamaya da izin verdiğini görmüştür. Penrose daha sonra, periyodik dizilemeyen, kenarları çentikli yeni bir 6’lı karo kümesini oluşturdu.[4]

Şahin Hoca, bunun yüzyıllar önce Türk İslâm Dünyasında bilindiğini ve eserlerde uygulandığını anlatıyor. Slaytlar muhteşem. Ertesi gün koşa koşa hocadan resimleri almak için Anadolu Üniversitesi matematik bölümünün yolunu tutuyorum. Hoca son derece kibar ve paylaşımcı bir insan Hem resimleri hem de “Science” dergisindeki makaleyi veriyor. Bu makalede “Gunbad-i Kabud in Maragha, Iran (1197 C.E.), Selcuk Mama Hatun in erzincan Tercan, Turkey (~1200 C.E.), Darb-i Imam shrine, Isfahan, Iran (1453 C.E.). Topkapı sarayı Duvar çinisi, Timur sandıkları Khwaja Abdullah Ansari at Gazargah in Herat, Afghanistan (1425 to 1429 C.E.).[5] Taşkent, Buhara, Semerkant gibi Medeniyetimizin şahikalarını gezdikçe bu makalenin kıymetini anlıyorsunuz. Timur ve Tüm Ecdadımıza Fatihalar gönderiyorsunuz. Allah (C.C) cümlesinden razı bolsun. Bizleri de razı kılınacak kullardan eylesin.

Türkistan coğrafyasının Özbekistan bölgesinde gezerken öncelikle büyük İslâm sufî ve alimlerinin türbelerini ziyaret edeceğimizi biliyoruz. T.C. Eskişehir Valiliğimiz ve Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkentinin hazırlamış olduğu oldukça bilgilendirici kitapçıkları uçakta çoğumuz okumuştuk. TRT’nin hazırladığı Asya’nın kandilleri filmleri ise her yönüyle seyredilmeye değerdi. Biz yine de buradan itibaren Atayurda yolculuk yapacaklara fikir vermesi için o sahaya bizden önce yolculuk yapmış bilim adamı, aydın, araştırmacı vd. yazarların eserlerinden ve Türkistan tarihinden alıntılarla gezi notlarımızı zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Yeri geldikçe bunlardan alıntılar yapılması uygun olacaktır. Alıntı yapamadıklarımızı künyeleriyle gezi notlarının sonunda vermek gerekir diye düşünüyorum. Önce Dr. Hayati BİCE’nin “Türk Yurtlarında İmanımızın İşaret Taşları” eserinden kıymetli bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Türklerin İslâmiyeti gönüllere işleyici bir kadro olan sûfîlerden öğrenmeleri İslâm tarihinin en önemli olgularındandır. Tasavvufî hayatın Türkler arasında bu kadar derin kökler salabilmesi Türklerin yaradılış itibariyle bu yola yatkın olduklarını göstermektedir. Allah’ın hidayetiyle Türk dünyası İslâm’ı kalb gözüyle tanımış ve benimsemiştir. Eskiden beri rizayete alışkın olan Türkler arasında tasavvuf, daha farklı bir karakter geliştirmiştir ve bu farklılığın temeli daha fazla insana yönelik ve aksiyoner oluşa dayanır. Türk sûfîsi sadece şeyh veya mürid değil, aynı zamanda ahi, gazi, alp-eren ve hatta emirdir. Bir çoğu ehl-i tarik olan Türk hakanları, İslâm akidelerine çok sıkı bağlandıklarından ehl-i sünnet inancını o kadar kuvvet ve kanaatle kabul etmişlerdi ki, bu durum bir taraftan müslümanlar arasında tefrika ve dalalet mezheplerinin yayılmasına engel olurken diğer taraftan da Türk dünyasında gelişen sûfî ekollerde şer’î esaslara ve sünnete derin ve samimi bir bağlılığın önde tutulmasını sağlamıştır.

Tasavvuf ehli ile devlet adamları arasındaki ilişkinin Türk dünyasının tasavvuf ile daha yeni tanıştığı yıllarda bile ne ölçüde sağlam temellere oturduğunu ilk müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmud ile kendisini ziyaret ederek feyz aldığı Nakşibendiyye tarikatının silsilesinde yer alan büyük sûfî Ebul Hasan Harakanî arasındaki diyaloglar açıkça gösterir. Feridüd-din Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya’sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Sultan Mahmud, Şeyh Harakanî ile birkaç defa görüşmüştür. Şeyh Ebul Hasan Harakanî’nin ününü duyan Gazneli Mahmud, adamlarıyla birlikte, biraz da şeyhi imtihan maksadıyla Harakan’a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakanî, özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakanî bunu reddeder. Bu defa, “O’ndan bir hatıra olsun diye” herhangi bir eşyasını ister. Harakanî de bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, veda ederken Şeyh Harakanî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar : “Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim ?” Şeyh Harakanî, şu karşılığı verir : “İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi sınamak niyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevazu hâline saygı gerekir.” Sultan Gazneli Mahmud, Harakanî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki : “Şu dört şeye dikkat et! Büyük günahlardan sakın. Namazını cemaatle kıl. Mahlukâta şefkatle muamele et. Cömert ol.”

Tasavvuf-idare ilişkisine bir diğer örnek olarak, Türk tasavvuf tarihinin en önemli isimleri arasında önde gelen iki mürşid olan Hoca Ahmed Yesevî ve Abdulhalık Gücdüvanî’nin şeyhi olan Yusuf Hemedanî ile Selçuklu devletinin son büyük hanı olan Sultan Sencer arasındaki ilişkiyi gösterebiliriz. 1110 yılı Ramazan’ında Sultan Sencer, Semerkand’da bulunan tanıdığı sûfîlere bir mektup yazıp Şeyh Yusuf Hemedanî’ye olan saygı ve hürmetini bildirerek dergahın dervişleri için armağanlar gönderiyor ve “Ashab-ı Kiram’ın yolundan ayrılmayan bu büyük mürşidin yaşayış tarzını yazılı olarak kendisine bildirmelerini ve ayrıca şeyhten kendisi için Fatiha niyaz etmelerini” diliyordu. Sultan Sencer’in arzuları kendisine en önde gelen müridleri yanında iletilen Yusuf Hemedanî Sultan için bir “Fatiha” okudu ve kendilerine iletilecek hata ayıplardan başka bir vasfı olmadığını söyledi. Dervişlerin ricası üzerine “Sünnet-i Nebevi’ye uygun bende ne gördünüzse onu yazın!” diyerek izin verdi. Bu izin ile dervişler Şeyh’in yaşayış ve halinden bahseden bir risale hazırladılar ve bu risale Sultan Sencer’e iletildi. Bu ilişkinin düzeyi ve niteliği devletin en üst makamındaki kişi ile alimler arasındaki sevgi ve saygının da örneğini oluşturmaktadır. İslâm’ın hayata geçirilmesi olarak özetlenebilecek tasavvuf mekteplerinden hemen hemen Türklere has bir yol olan Yesevîyye yanında, Kadiriyye, Nakşbendiyye gibi en yaygın “Ehl-i Sünnet” sûfî kollarının intikalinde miladın 13-14. yüzyıllarından itibaren Türk mürşidlerin yerinin önemi konuya yabancı olmayanların bildiği bir husustur. İslâm dairesine akaidin ehl-i sünnet kapısından giren Türk, kalbini de ana kaynağın tertemiz pınarlarına açmış ve büyük bir çoğunluğu ile tarih boyu sırat-ı müstakim üzre bulunmuştur.”[6]

İlk gün ziyaretgahlarımızdan Zengi Ata Külliyesine doğru gidiyoruz. Ahmet Yesevî tarikatı büyüklerinden. Yol boyu evler Anadolu’daki gibi tek katlı bahçeli evler. Doğal gazları ise dışarıdan gidiyor. Avlu kültürü, Türkistanda ve Türkiye’de halen benzer şekilde devam ediyor. Orta Talim Mektebinin önünden geçiyoruz. Zengi Ata Külliyesine vardığımızda, külliye tamir ediliyor. İşçilerden Rüstem ve Mestan’la tanıştık. Zengi Ata, Aslan Baba’nın torunu, Ahmet Yesevi’nin öğrencisidir. Akşam namazını burada kıldık. Orada cenaze namazı akşamda kılınıyor. Bir mevta’nın cenaze namazında Türkistanlı ve Türkiyeli Müslüman Türkler omuz omuza olduk. Doç. Dr. Hasan Hüseyin Adalıoğlu ne şanslı kul dedi, Türkiyeden gelen kardeşleri de son namazını kıldırdılar. 3000 km öteden bu kadar cemaati gelen var mıdır? Ne büyük bahtiyarlık.

Zeng-i Ata, Yesevîyye yolunun 4. kuşak mürşidlerinden Arslan Baba’nın öz torunudur. Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata’dır. Mansur Ata’ dan sonra yerine oğlu Abdülmelik Ata, sonra da O’nun oğlu Tac Hoca geçmiştir ki, bu ünlü Yesevî şeyhi Zengi Ata’nın babasıdır.  Arslan Baba, Yesevî Ahmed’in ilk mürşidi olduğu gibi evlenip çoluk-çocuğa karışmış ve torunları vasıtasıyla da Türkistan’ın manevi coğrafyasını şekillendirmiş bir Allah dostu idi. Arslan Baha’nın oğlu ve Ahmed Yesevî’nin ilk haleflerinden olduğu iddia edilen Mansur Ata (öl.H.594/ M.1197-98)hakkında bulunacak belge ve bilgiler Arslan Baba ailesinin Türkistan’ın manevi hayatındaki yerini daha da açık olarak gösterecektir. Şu haliyle bile Otrar yakınlarındaki türbesindeki Arslan Bab, Taşkent yakınlarındaki türbesindeki Zengi Ata, aslında yeteri derecede fakir vermektedir. Zengî Ata, H. 656/ M. 1258-59 yılında Şaş (Taşkent) yakınlarında Semerkant yolunun on birinci kilometresinde Zengî Ata köyünde vefat edip oraya defnedilir. Reşahat’e göre Zengi Ata, Ahmed Yesevî’nin en yetkin halefi Hakim Ata’nın en yetkin halefidir. Neseb olarak ise Mansur Ata’dan sonra yerine oğlu Abdülmelik Ata, sonra O’nun oğlu Tac Hoca (öl.H.596/ M.1199-1200) geçmiştir. Zengî-Ata’nın babası, işte bu Tac Hoca’dır. Bunun anlamı Zengi Ata’nın, Yesevîyye yolunun dördüncü kuşaktaki zirve ismi olduğudur. Doğduğu, yaşadığı ve öldüğü yer olarak gerek Yesevî’nin şehri Yesi’ye gerekse dedesi Arslan Baha’nın türbesinin bulunduğu Otrar’a oldukça uzak olan bugünkü Özbekistan’ın başkenti Taşkent’tir, Zengi Ata’nın yaşadığı yıllarda Taşkent’in adı “Şaş” vilayeti olarak kaydedilmiştir. Zengi Ata’nınYesevîîyye yolunun olduğu kadar sonraki asırlarda Türkistan’ın en etkili tasavvufi ekolü haline gelen Nakşbendiyye büyüklerince de bilinen ve saygıyla anılanbir veli olduğu anlaşılmaktadır. Reşahat’te bir çok menakıbı anlatılan Nakşbendiyye ulusu, Ubeydullah Ahrar’ın “-Zengi Ata’nın mezarını her ziyaret edişimde kabirden “Allah Allah!” nidasını duyardım.” sözleri bunun açık bir delilidir. Reşahat’te Zengi Ata’nın bugün için de oldukça ilginç olabilecek bir menkıbesi de ayrıntılı olarak yer almaktadır. Bu menkıbeye göre Ahmed Yesevî’nin gözde halefi Süleyman Hakim Ata’nın ten rengi karaya yakın denecek kadar koyu esmermiş. Bir gün eşi Anber Ana’nın gönlünden şöyle bir düşünce geçmiş: “-N’olaydı , Hakim Ata bu kadar esmer olmasaydı!” Hakim Ata, keramet nuruyla hanımının bu gizli fikrini keşfetmiş ve eşine şakayla karışık olarak “-“Tiz ola ki benden siyaha musâhib olasın!” demiş. Bu sözünün üstünden çok geçmeden Hakim Ata ölmüş. Hakim Ata Harezm’de vefat edince Zengi Ata Taşkent’ten Harezm’e gelir ve mürşidinin kabrini ziyaret edip ve yakınlarına taziyede bulunur. Anber Ana’nın yeniden nikahlanabilmesi için geçirilmesi gereken “iddet” dedikleri şer’i bekleme müddeti sona erince yakınlarından birisini Anber Ana’ya gönderip nikahına talip olduğunu bildirir ve mürşidinin dul eşi Anber Ana’ya talib olur. Anber Ana yüzünü hiddetle döndürüp : “-Ben Hakim Ata’dan sonra kimseye varmam!… Kaldı ki, bu kömür yüzlüye, hele böyle zenciye !” diye reddeder; fakat boynu o vaziyette kalır.[7]

Anber Ana, boyun ağrılarıyla ıstırab içinde kıvranırken teklife aracı olan yakını Zengi Ata’ya koşup vaziyeti haber veriyor. Zengi Ata, bu aracıya: “-Git ve Anber Ana’ya de ki: “Beni Zengi Ata gönderdi ve soruyor: Bir gün “keşke kocam bu kadar esmer olmasaydı!” diye kalbinden geçen duyguyu Hakim Ata keşfetmiş ve “Benden daha karasına düşeceksin!” dememiş miydi sana? Şimdi ne dersin bu tecelliye?” Anber Ana bu soru karşısında herşeyi anlıyor ve kaderin emrine boyun eğip teklifi kabul ediyor; o anda da boynunda ağrı ve tutulma düzeliyor. Böylece Anber Ana, kuzguni siyah derili bir zenci olan Zengi Ata’nın zevcesi olur. Hakîm Ata Kitabı’nda ise bu menkıbenin başka bir versiyonu yer alır. Menkıbe şöyledir:

“Hakîm Ata kara tenli olduğu hâlde, Anber Ana beyaz tenli ve güzeldi. Bir gün, Hakîm Ata yıkanırken Anber Ana, Barak Han’ın kızı iken bu kara adama düşmesindeki hikmeti düşündü. Hakîm Ata’ya bu düşünce malum oldu: “Sen beni beğenmiyorsun amma, benden sonra dişinden başka beyazı olamayan bir karaya düşeceksin!” dedi. Anber Ana pişman olup ağladı; lâkin iş işten geçmişti. Hakîm Ata, rıhlet zamanı yaklaşınca Hârezm’den oğullarını çağırttı ve onlara dedi ki, “Ölümümden sonra kırk-aşını verirken gün-doğusundan Kabe ahalisinden kırk Abdal gelecek; aralarında bir gözü zayıf ve ayağının biri aksak bir kara Abdal vardır. Ananızı, evlenmesi için beklemesi lazım gelen müddet sona erince ona nikahlayın!” Hakikaten Ata’nın vefatından kırk gün sonra Abdallar geldiler; fakat içlerinde kara Abdal yoktu. Çocuklar onu sorup geri kaldığını anladılar ve çağırttılar. Onun adı Zengî idi. Babalarının vasiyetine göre, analarını Zengî’ye nikahladılar. Bu Zengî’nin veliliğini o zaman kimse bilmezdi. Zengî Baba, karısını alıp kendi vilâyetine çekilip gitti. Anber Ana, eski kocasının kerameti eseri olarak bu Zengî’den çok sıkıntı çekti; lâkin ona tahammül eder ve başka kadınlara da bu hususta nasihatte bulunur.[8]

Bunlar birer rivayet; doğrulukları tartışılabilir; ancak tartışılamayacak bir şey var ki şu anda Taşkend yakınlarındaki Zengi Ata kasabasındaki Zengi Ata türbesinin hemen arkasındaki bahçede Anber Ana da kabri üzerindeki asude zaviyede asırlardır kendisini ziyaret eden Türkistan kadınlarını ağırlamaktadır. Anber Ana’nın türbesi, üstü kubbeli taştan yapılan küçük bir yuvarlak odadır. Son yıllarda Özbekistan’da yeniden canlanan dini hayatın biraz da taassuba kaymasıyla namahrem olduğu inancıyla Amber Ana’nın türbesine erkeklerin girmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Taşkent’in güney-batısında yer alan Zengî Ata kasabası, bir derenin etrafına kurulduğundan suyu bol, etrafı bağ ve bahçelerle çevrili güzel bir yerdir. Ülke geneline göre kıyaslanırsa, Zengî Ata kasabası üç yüz hane kadar olan nüfusuna karşılık üç ayrı mescidi ile dikkat çeker ki köyün dindar oluşunun bir işaretidir. Kasaba halkı kendilerini Zengî Ata’dan dolayı “Hoca evladıyız.”, diye tanıtmaktadır ki Türkistan’da “Hoca olmak” deyimi bölgeye fetih için gelen “Arab ordularından kalanların soyundan olmak” anlamında kullanılmaktadır. 19. yüzyılda Türkistan’a giden ve gezi notlarını seyahatname tarzında kaleme alan Schuyler de, Zengi Ata kasabasını ziyaret ederek kayda geçirmiştir. Schuyler, kasabada Eylül ayının ilk haftasında Kazan’dan Hindistan’a birçok yerden gelen ziyaretçilerle kasabanın dolup taştığını ve bu sırada kurulan pazar çerçevesinde büyük bir ticari hareketlenme gözlendiğini yazmaktadır. Zengî Ata Türbesi, köyün kuzey-doğusunda olup bir tarafında mescid, diğer tarafında ise medrese bulunmaktadır. Zaman içerisinde türbenin arkasında büyük bir kabristan teşekkül etmiş olup Anber Ana türbesi de işte bu kabristandadır. Türbeye girişteki kapının kenarında, “orada bir Allah dostu yattığına işaret eden” ucunda açılmış bir el ayası bulunan uzun bir direğe bağlanmış bir demet at kuyruğu kılından oluşan heybetli tuğ bulunmaktadır. Bu tür tuğları Buhara’dan Fergana’ya, Hive’den Herat’a kadar tüm Türkistan’da evliyaullaha ait olduğu bilinen kabristanlarda ve/veya evliya türbeleri içerisinde kabirlerin başına dikili/asılı olarak görmek mümkündür.[9]

Reşahat, tarikat mürşidi olarak Zengi Ata portresini de daha sonra kendisinin halefi olacak olan dört bağlısının irşadını anlamlı bir menkıbe olarak aktarmaktadır: ” Dört medrese öğrencisi yıllarca tahsil ettikleri zahiri ilimlerle mutmain olamayıp kendilerini manevi yolda erdirecek mürşid aramağa çıkarlar. Taşkent kırlarından geçerken, bir sığır sürüsü otlatan, dudakları kalın bir zencinin namaz kıldığını görüyorlar. Bu garib zenciyle konuşmak üzere bir kenarda durup namazı bitirmesini beklerler. Bu kuzgun karası derili çoban Zengi Ata’dır ve manevi kemalini gizleyerek dağda-bayırda halkın sığırlarını otlatmaktadır. Türkistan müslümanları arasında Taşhkend yakınlarındaki adıyla anılan tepecikte medfun bulunan Çoban Ata koyunların piri sayılırken, Zengî Ata’nın ise sığırların piri kabul edilmesi de bununla ilgilidir.[10]

 

Zengi Ata, kırlarda kıldığı her vakit namazı sonrası sesli zikirle meşgul olmaktadır. Zengi Ata, her zamanki gibi namaz sonrası cehri zikrine başlayınca sığırlar otlamayı bırakıp Zengi Ata’nın etrafında halkalanarak zikri dinlerler… Bu garib hali gören dört genç, Zengi Ata’nın yanına gelirler. Bakarlar ki bu kara zenci çoban dikenli otlardan bir demet yapıyor ve çıplak ayağını üzerine bastığı halde dikenler kendisine acı vermiyor. Çobanın bu hallerine hayretle bakıp yaklaşırlar ve selâm verirler. Zengi Ata, gençlerin selâmına mukabele edip sorar: “- Siz yabancıya benziyorsunuz! Nereden gelip nereye gitmektesiniz? ” Gençler: “- Biz Buhara’da medrese öğrencisiydik. İlim okuyorduk. Birden içimize bir ateş düştü ve akıl didişmelerinden vazgeçip mânâ yoluna girmek arzusu geldi. Bu arzuyla yurdumuzu, her şeyimizi bırakıp yollara düştük. Biricik muradımız, bizi gayemize erdirecek bir kâmil mürşid bulmaktır… Onu arıyoruz! Bize bildiğiniz bir mürşid varsa bir salık verebilir misiniz?” derler.[11]

Zengi Ata, bu samimi gençlerin yüzüne bakıp: “-Durun; dünyanın çepeçevre, dört bucağını araştırıp kâmil mürşidden bir koku alacak olursam size haber vereyim.” der. Zengi Ata, başıyla bir daire çevirerek her tarafı koklar ve bütün istikametleri kontrol ettikten sonra “- Her tarafı kokladım ve yokladım, sizi irşada ehil, kendimden başka kimseyi bulamadım!” diye konuşur. Bu durum karşısında gençlerin dördü birden müthiş bir hayrete düşerler. Aralarından Uzun Hasan Ata, mürşidi olarak kabul ederek Zengi Ata’ya gönlüyle ilk bağlananı olur; bu tereddütsüz bağlılığıyla da Zengi Ata’dan sonra irşad makamına ilk varisi olur. Sadr Ata da “-Mümkündür ki, Kadir Allah, bu kara adamın gönlüne emanet nurunu yerleştirmiş olsun. Esrar âlemi bu, kim ne bilir?” diyerek hemen biat etmeyi düşünür. Seyyid Ata ile Bedr Ata ise hemen teslim olamayıp inkâra yönelirler. Gençlerden Rasullullah’ın soyundan olduğu için Seyyid Ata olarak anılan Ahmed adlı genç, kalbinden “- Ben Seyyid soyundan, ilim sahibi ve ilmin inceliklerini bilen bir insan olarak zenci bir çobana nasıl bağlanabilirim?” diye geçirir. Bedr Ata ise “- Bu kalın dudaklı zencinin yeltendiği iddiaya ve güttüğü dâvaya da bak!” diye içinden istihza eder. Fakat hem kabul gösterenler hem de inkâr edenler, Zengi Ata’nın tasarrufuna yakalanır ve hepsi birden cezbesine kapılarak müridi olurlar. Anber Ana’nın birer evladı gibi esirgeyip kolladığı bu gençler, hızla manevi kemâl derecelerine ulaştılar ve Zengi Ata’dan sonra da sırayla irşad makamına geçtiler.”[12]

Zengî Ata’nın müridi olan Sadr Ata ile Bedr Ata’nın isimleri Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed’dir. Buhâra’da medresedeyken aynı hücrede otururlar, aynı dersleri takip ederler, birbirlerinden hiç ayrılmazlarmış. Zengî Ata’ya mürid olduktan sonra Sadreddin’in mertebesi yükselirken, Bedreddin sülukunda sürekli geride kalır. Sonunda, Bedreddin bundan etkilenir ve Anber Ana’ya hâlini anlatır. Anber Ana da Zengi Ata’nn uygun bir zamanında Bedreddin’in üzüntüsünü eşi Zengî Ata’ya açıklar. Zengî Ata der ki, “Benimle ilk defa görüştüğü zaman, Bedreddin, içinden “Bu deve dudaklı zenci haddinden fazla iddia eder”, diye düşündü. Şimdiye kadar feyz alamamasının sebebi budur; lâkin madem ki sen vasıta oluyorsun, ben de kusurunu affettim! Gerçekten, ondan sonra iki arkadaşın süluktaki seyirleri de birbiriyle paralel olarak gider. Bu rivayetlerde Anber Ana’nın dervişlerin seyr ü suluklarını etkileyecek kadar söz sahibi olarak zikredilmesi dikkat çekicidir. Bu da bazen İslâm adına tenkid edilmiş olan Yesevîyye geleneğindeki kadınların rolü konusunda ilginç bir noktadır.[13]

Yesevîye silsilesi, özellikle Zengî Ata’nın iki müridi olan, Seyyid Ata ve Sadr Ata’dan gelir. Bedr Ata olarak bilinen Bedreddin Muhammed Ata’ya ait olduğu kaydedilen bir türbe ise Sayram kasabasındadır ki bu Bedr Ata’nın Sayram’da yerleşerek irşad faaliyetini orada sürdürdüğünü düşündürmektedir. Seyyid Ata, Anber Ana’nın aracı olması ile şeyhinin affına mazhar olduktan sonra manen çok ilerlemiş, çağdaşı olan Hoca Azizân ile sohbetlerde bulunmuştur. Menkabe kitaplarında birçok kerametinden söz edilen Seyyid Ata’nın en ünlü halifesi Huzyanlı İsmail Ata’dır. Zengi Ata’dan sonra Yesevîyye’nin anayol olarak Seyyid Ata’dan sonra halefi İsmail Ata ve İsmail Ata’nın oğlu İshak Ata vasıtasıyle devam ettiği bilinmektedir. Sayram ile Taşkent arasındaki Hûziyan kasabası halkı da, medreselerindeki zahir ulemasının muhalif oldukları İsmail Ata hakkında söylemediklerini bırakmazmış. Bu sözler kendisine aktarılan İsmail Ata: “- Bu mollalar bizim sabunumuzdur. Onlar olmasa nasıl temizleniriz?” der geçermiş ki Ubeydullah Ahrar, bu sözü çok beğendiği için tekrarlarmış.. Reşahat’te İsmail Ata’nın halkla ilişkisindeki kuralını dile getiren : “- Halkı sev ; halkın güneşte gölgesi, soğukta kaftanı, kıtlıkta ekmeği ol! „ sözleri için de yine Ubeydullah Ahrar’ın “her hikmeti toplayıcı kelâm” dedikleri kaydedilmiştir. İsmail Ata’nın bir müride telkin ettiği “- Ey derviş, seninle yol arkadaşı olduk! Bizden şu sözleri bir nasihat olarak kabul et: Bu dünyayı süslü bir kabir say, Allah ile kendinden başkasını yok bil ve nihayet tevhid denizinde öyle boğul ki, sen de aradan çık ve “var olan ancak Allah’tır” sırrına er! „ sözleri tasavvufi kemalinin, secde ederken kendilerinden yayıldığı rivayet edilen zevkin kokusunu taşımaktadır.[14]

Reşahat’te Abdullah Hocendi adlı Nakşıbendi ulusu anlatır: “-Şah-ı Nakşıbend’in sohbetine ulaşmadan çok önceleri güçlü bir cezbeye kapılmıştım. Tasavvuf ulularından birisinin kabrini ziyaretimde bana hitaben “-Geri dön; senin muradın 12 yıl sonra Buhara’da gerçekleşecektir!” denildiğini işittim. Bu hitabdan epey sonra birgün pazaryerinden geçerken bir köşeye çekilmiş, birbiriyle halleşen, içli içli konuşarak ağlaşan iki Türk gördüm. Kulak verdim: Tasavvuftan konuşuyorlardı. Sohbetlerine katılmak istedim. Pazardan biraz meyva ve yiyecek alıp önlerine koydum. Birbirlerine işaret ederek hakkımda iyiniyet gösterdiler ve : “-Bu derviş istekli görünüyor. Onu Sultanımızın oğlu İshak Hoca’ya götürelim!” dediler. İshak Hoca’nın yerini öğrendim ve gittim. İsmail Ata, benim için ilgi ve himmet isteyen oğluna benim için: “-Bu dervişin nasibi benden değil, Şah-ı Nakşbend’den. Benim onu tasarrufa mecalim yoktur.” dedi. Bu sözü işitince, yıllar önce kabirden gelen hitabı hatırladım ve İsmail Ata ve İshak Hoca’nın ermişliğine tam inandım. Nasibimi bekledim…”[15]

Türkistan edebiyatının önde gelen isimlerinden Atai mahlaslı şairin de İsmail Ata’nın müridi olduğu ve buna işaretle Atai mahlasını kullandığı bilinmektedir.

Cevâhirü’l-Ebrâr’a göre ise Yesevî silsilesi asıl Sadr Ata halifeleriyle sürer. Buradaki silsile şu şekildedir: Zengî Ata, Sadr Ata, Cemal Şâşî (Harezm’de bulunmuş), oğlu Hasan Şeyh, Ali Hoca, Hoca Ali: Bunlardan sonuncusunun iki halifesi var ki biri Şeyh Pehlivan, diğeri Şeyh Mevdud (Sultan Ebû Said’in şeyhi) olmak üzere iki halifesi vardır. Şeyh Mevdud’un halifesi Hadım Şeyh, Şeyh Cemâluddin (Buhara’da bulunmuş, mezarı Herat’ ta), Şeyh Süleyman Gaznevî (önce Ubeydullah Ahrar’dan, sonra Cemâlü’ddin’ den feyz almış), Şeyh Hudaydâd, Molla Velî Kûh-i Zerî (Kûhzerinî), Kasım Şeyh, Şeyh Hudaydâd’ın diğer halifesi de Şeyh Metîn’dir. Sonuncusundan (Şeyh Metin) Şeyh Emin, ondan Seyyid Mansur Ata, ondan da eserin yazarı Hazini el almışlardır.

 

Zengî Ata İçin Yazılan Şiirler[16]

Yesevî dervişlerinin şiirlerinde Zengî Ata için yazılmış olanlara da rastlanmaktadır. Bunlardan biri, Yesevî dervişlerinden şair Şemsî’nin Mecmua-i Hazinî’de yer alan şiiri şöyledir:

Hak Mustafâ’nın peyrevî

Sultân Hoca Ahmed Yesevî

Sûfî Muhammed Mevlevî

Yâ Zengi Babâ himmeti

Şemsî’nin Zengî Ata’ya hitaben yazılmış bir Mürâcaât’ı da vardır:

Ol Seyyid-i âdem hakkı

yâ Zengî Baba himmeti

Ol meflıar-i âdem hakkı

yâ Zengî Baba himmeti

 

Zengî Ata’nın hemşehrisi Kemmî Taşkendî’nin Zengî Ata için yazdığı şiir de şöyledir:

Dergeh-i Hak pâsbânı  Hazret-i Zengî Atâ

Sırr-ı gaybî râzdânî Hazret-i Zengî Atâ

 

irdiler zahir siyeh-fâm-ü lîkin bâtınen

Tabtılar nûr-ü ziyâ’nı Hazret-i Zengî Atâ

 

Turfa bir keşf-i keramet görgüzüb dehr ehligâ

Aldılar Anber-Anâ’nı Hazret-i Zengî Atâ[17]

Taşkent’te akşam “Özgürlük Meydanı”na uğradık. Meydan o kadar büyük ki, hepimiz gezemedik. Çünkü günün ve yolun yorgunluğu üstümüze çökmüştü. Komünizm döneminde “Kızıl Meydan” adı sonra değişmiş. Meclis Binası, maliye Bakanlığı binaları vardı. Özbekistan’ın 1991 bağımsızlığından itibaren her 1 Eylül’de kutlamalar yapılıyormuş. II. Dünya savaşında şehit olmuş Özbek Türkleri için bir anıt yapılmış. Devamlı ateş yanıyor. Heykelde anne şehit oğluna ağlıyor. Meydanın girişinde “Eski Halat(hali), yeni halat” fotoğraflar asılmış. Meydandan çıkınca “Marifet Merkezi” (Kültür Merkezi) bulunuyor. Emir Timur meydanında At üzerinde Emir Timur Heykeli, müzesi ve Üniversitesi var. Otele döndüğümüzde lobide; Kanal 26’dan İlhan Yalçın bey, Yaşar Abacı beyle sohbet ediyoruz. Yaşar bey otobüslerde başkanlık seçimleri olsun diyor. Planlamasını yapıyoruz. Seçimle otobüste yeni bir uygulama başlatacağız. Ertesi gün yürürlüğe geçti. Gezi boyunca da otobüsümüz ve grubumuzda tatlı bir hatıra olarak kalacak tablolar oluştu. B grubu otobüs’te, Meral Bayrak, Emine Gümüşsoy, Adnan Adıgüzel, Zeki Yıldız, Selahattin Önder, Onur Koyuncu, Özgür Emiroğlu, Mustafa Uyanoğlu, Hilmi Demiral, Dursun Irk, Osman Köksal, Yakup Karabağlı, Hakan Şentürk, Ahmet kartal, Erdoğan Boz, Çetin Polat, Hayri Barutça, İlhan Yalçın, Yaşar Abacı, Cezmi Karasu, Elif Kalıpçı, İrem Eriç, Volkan Martin, Oktay Berber, Kamil Çolak, Fahri Yetim, Mustafa Metintaş, Necati Fıratlı, Mehmet Kayıran, Mustafa Aygün, Mehmet Sayar, Adem Koç, Zafer Koylu, Ahmet Kartal, Mehmet Topal, Adil Şen, Mürsel Çetin hocalarımızın oylamasında “oy çokluğu ile” otobüs sorumluluğu şahsıma, danışmanlıkta Mehmet Topal beye uygun görüldü. Başkanlık ve danışmanlık mevzuû Mehmet beyle aramızda lâtife edilerek sürekli konuşuldu. Mehmet beyin baskın olduğu anlarda ise sağolsun Doç Dr. Fahri Yetim bey yardımıma yetişiyordu. İlerleyen günlerde bu konunun içine haberi olmadan Nedim beyi de dahil ettik. Nedim Hoca’nın olaydan habersiz akşam yemeğinde resmi olmayan kafile başkanlığını kaybetmesi ise video ve fotoğrafları ile daha sonra face book’larda yayınlandı. O gün akşam yemeğini yediğimiz lokantanın alt katında bir de eğlence vardı. Gençler Kafkas oyunları sergilerken, Doç. Dr. Zafer Koylu’da çıkarken onlara iştirak ediyordu. Otele geldiğimizde sohbetler biraz daha devam etti. Hakim ve edebiyatçı olan ağabeyimiz Salih Kiral bey şiirlerinden bizlere bir demet sundu;

“BEN’SİZ NİL”

“Dağlar, çöller geride kalır o atılışla

Neden sonra durulur, geçerken şehirlerden

Gelin gibi süzülür, zümrüt arazilerden

Yüzbinlerce insanı âşık eder kendine

Fakat kendi aşkını arar gururla yine.

Güneş bir alev gibi, ıssız çöller umutsuz

Bir damla yağmur da yok, gök günlerdir bulutsuz

Bağrı yanmış insanlar delice ona koşar

Serinliğine eren sanki rüyada yaşar.

Yemyeşil kıyısında mola veren kervanlar

Büyülenir kalırlar, artık durur zamanlar.

Kervan ateşleriyle Nil geceye girer de

Garip sesler çınlarken uzaktan perde ne”

Salih beyin şiirinden kısa bir alıntı yukardaki mısralar. Nedim Ünal, Osman Köksal, Selahattin Önder hocalarımızın da katıldıkları sohbetten sonra odalarımıza çekilip uyuduğumuzda herhalde herkes yorgun fakat farklı bir Türk Yurdunu görmenin de mutluluğu içindeydi.

20.11.2013 (Çarşamba)

Saat 7.30’da Uçakla Buhara’ya geçeceğiz. Uçağımız Buhara kentine doğru havalandı. İndiğimizde saat 9.30’du. Rehberlerimiz Erol Çağlar bey ve Babür Hurşid Beg bugün ziyaret edeceğimiz yerleri anlatıyorlar: Emir Külal, Şah-ı Nakşibent Külliyesi, Leb-i havuz, Magaki Attar Camii (İlk Orta Asya Camii) Buhara çarşısı, Kalyan Minaresi, İsmail Samani Türbesi, Abdulhalik Gucdüvani Türbesi. Yerel saatle 9.33’de Havalanından şehir merkezine doğru hareket ediyoruz. İlk durağımız Emir Külal hazretleri; Erol bey ve Babür bey anlatmaya devam ediyorlar; Muhammed Baba Semmâsî’nin talebesi ve Şah-ı Nakşibend’in mürşidi. Suhari köyünde doğmuş, babası Emir Hamza. Emir ünvanı Peygamber soyundan gelmesinden dolayı. Çömlekçilik mesleğinden dolayı Külal lakabıdır.. Baba Semmâsî, Emir Külal güreşirken seyreder. Göz göze gelirler. Baba Semmâsî’nin peşinde Külal tasavvufa meyleder. Daha sonra Baba Semmâsî, Emir Külal’i Hace Bahauddin Şah-ı Nakşibend’in manevi terbiyesinde görevlendirir. Şu anda arabamız Şah-ı Bahauddin Nakşibendi’nin külliyesinin önünden geçiyor. Fakat önce Emir Külal’e uğrayacağız. Çünkü Şah-ı Nakşibend önce hocamın ve annemin kabrini ziyaret ediniz diye vasiyette bulunmuş. Pamuk tarlaları ve pirinç tarlalarını geçtikten sonra (Mehmet Kayıran hocam Nallıhan’a benziyor diyor) Emir Külal Hazretlerinin türbesine geldik. Türbe ziyaretinden sonra arkadaşlarla mutad fotoğraflar çektiriyoruz. Arife Bibi, Şah-ı Nakşibend’in annesini de ziyaretten sonra Şah-ı Bahauddin Nakşibend’in kabrine otobüsümüz yavaş bir hızda gidiyoruz. Edep gereği otobüsler burada yavaşlarmış. Şah-ı Nakşibend’in sade mütevazi bir kabir taşı var. Her türbe ve kabirde okuduğumuz gibi Fatihaları pak ruhlarına hediye eyliyoruz. O mıntıkada Şeybanilere ait aile kabristanları da bulunuyor. Türkistan’da her tarafta dut ağacı yaygın. Türkün olduğu her yerde dut ağacı var. Abdulhay yere düşmüş bir yaprağı hatıra olarak alıyor. Canlı ağaç dalından koparmaya gönlü razı değil. Bahçede bir ağaca kadınlar saygı gösteriyorlardı. Ağacın kabuğundan koparıp saklıyorlar. Sebebini sorduk “günahlar bağışlanıyormuş” Ben de koparayım dedim beş kez denedikten sonra çok küçük bir parça zor aldım. “Günahlarımın çokluğundan zor kopardım” herhalde. Bu ağaç motifi tüm dünya kültürlerinde özellikle de Türklerde çokça var.

Buradan ayrılmadan Evliya’nın bu meşhur zatları hakkında biraz daha geniş okumalardan sonra gezimize devam edelim: İslâm sufiliğinin ana kollarından Hâcegân Hânedânı Hâce Yusuf Hamedâni ile başlar. Türkistan ve Anadolu sufiliğini anlamak için bu silsileyi takip etmek gerekir. Hasan Lütfi Şuşud[18], değerli araştırmasında şunları yazar: “Hâcegân Hanedanı beş asır sürmüştür. Harzemşahlar devletine, Cengiz Han ve Emir Timûr Gürgân devirlerine. Timur sülasesi saltanatına rastlamıştır. Halen de Nakşıbendiyye olarak temadi etmektedir. Hâce unvanı Orta Asya’da ilim ve irfan büyüklerine, eşraf ve ayana verilmiştir. Yusuf-u Hemedani Hazretleri böyle yad edilen ilk mühim şahsiyettir. Hâcegân Hazerâtı ne bulmuş, ne vermişlerdir? Hayâlden hakikate gelenler ne bulursa onu bulmuşlardır. Bulduklarını da istidad sahiplerinden esirgememişlerdir. Şeeniyet nikaabını kaldırmış, hilkat muammasını çözmüşlerdir. Mutlak necata ermişlerdir. Bunun kadrini zekâ ehli bilir. Bugün de hakikatleri ile erbâbına imdada hazırdırlar İlahi feyizler zaman ile artmaz eksilmez. “Devr-i Saadet” dâim ve hâkidir. Saadet sahipleri ümmetler arasından ayrılmazlar. Erişme yolları tam safiyyetleriyle elan da açıktır, yeter ki biz taklidden tahkike gidelim. Zira Tasavvuf mecazdan hakikate, kaal den haale gelmektedir. Bu mazhariyyet ileri isti’dada muhtaçtır ki Hâcegân Hazeratı’nda ve hem-meşreblerinde, asırlarca tezahür etmiştir. Hâce Nakşibend, Muhammed Parsâ, Sâdeddin Kaşgarî, Mevlânâ Abdurrahman Câmî, Hâce Ahrâr Ubeydullah gibi güç yetişir kimseler bu zümredendirler. Mertebeleri ıtlaktır ki, terk i izâfâta mütevakkıftır. Bu ise,-Niyâziî Mısrî ifadesiyle-kümmel-i insan içinde binde bir insan nasibidir.[19] Hâcegân âriflerini, pirân ve zâtiyyûnu yetiştiren meslek nedir. Hilkat emr-i vakiini kabul edemeyenlerin, zaman-mekân sistemine intibak bulamayanların tahkik yoludur. Bu zevât hakiki (Ledün) ehlidirler. Gidişleri sâf tasavvuftur ki, ilm-i zât-i ilâhiye erişmeyi, hatta vücudun ve idrakin mâverâsına ulaşmayı hedef tutar. Tahkik istikaameti de budur. Muhakkiklerin gayeleri ıskaat-ı izâfâttır, (Kevn)den çıkmaktır, ıtlaka erişmektir, ref-i taayyündür. Bu yolun başı Fenâ-Fillâh. sonu (Gayb) akdesiyyetidir. Bu hâs tasavvuftur; ekmellerin, ulu peygamberlerin hakkıdır. Vücud bizârlıgı hidayetine sahip Ahadiyyet ehlinin rızkıdır. Tahkikte (Fenâ) esastır. Ve illâ hakikatle temas edilmez, mahiyetleri örten perdeler kalkmaz. Fenâsız, Âlem rüyası gitmez, akil ve nakil efsanesi bitmez.

Fenâ nedir? Şeenî varlıktan hakiki vücuda, Gayb ıtlakına geçmedir. Var sanılan mükevvenatın “mümkün-ü madum” olduklarını müşahede etmek, uyanmaktır. Fenâ, umumiyetle, Halkın Hak’ta, kulun Rabbı’nda gaib ve muttehid olması diye kabul edilir. Hakikatte, Ebu Aliyü’d-Dakkak (k.s.) ifadesiyle: Vücudü vecde ulaştırmaktır ki, enfüste ve afakta vücudiyyatı ifnadır. Müşahhastan mücerredata geçmektir. Fenâ, büyük meşakkatlerle ve az kimselerce elde edilir. Menzilleri: Fenâ-i Efal, Fenâ-i Sıfat, Fenâ-i Zat’tır. Ecsam âlemi ihsaslarından Ervah âlemine intikal etmek fenâ-i ef’ale erişmektir. Fenâ-i Sıfat, Gayb-ı muzaf hazretidir ki, imkân ve aşk mertebesidir. Fenâ-i Zata ulaşmakla da varlıktan ve -hubût âmili- izafi şuurdan halâs hasıl olur. Mahiyetlere ait zihnî müşküller, Hazretü’l-ilm de denilen fenâ-i ef’alde hallolur. Hissî ihtiyaçlar, aşk makamı olan fenâ-i sıfatta itminan bulur. Fenâ-i Zat’ta da “sırrı” müşküller ref olur. Fenânın tekâmülü Bakaa’dır. Gayb’tır. “Keen Lem Yekûn” hürriyetidir. Bu gidişe cezbe sülükü, (vech-i hâs) seyri, ahadiyyet yolu da denilir ki mecburlara münhasırdır. Fenâ ancak riyazet ve inkisâr ile istihsâl edilir. İsti’dad ve sebat şarttır. Muvaffakiyet elverdikte “âyân-ı sâbite” gözükür ki, ednâsı âyân-ı ilmiyye, âlâsı âyân-ı gaybiyyedir. Âyân-ı sabite: “mümkünatın ilm-i ilahide sabit hakaayiki” olduğuna göre, saliklerin fenâ müşahedeleri aynen “ilahi” görüşlerdir.[20]

Tahkik yolunda daha ileri erişmeler, havsalayı aşan mavera manzaraları vardır. Bu cihetler ıstılâh ve mecazlarla söylenmiştir. Zira diniyyat ve ledünniyat umumiyetle üç batın üzerine mütalâa olunur: Fenâya erişmemiş kimselere göre, (misallerle); hakikî seyr-i sülük menzillerinde bulunanlara göre, (fenâya müsteniden); bakaya ulaşmışlara göre, (madumiyyetler üzerine), Meselâ Ulûhiyyet mefhumu bu üç kademede tamamen farklı görünür. Keza, nübüvvet, velâyet, hazerât, cismiyyet, ruhaniyet, beden, ruh, fenâ ve saire gibi diğer ana mevzular da her müteakip bütün mertebesinde başka hakikatlere dönerler. Aynı mahiyyetler başka vasıflarda görünürler. Akil ve nakil ilimlerine malûmat üzerine malûmat koymakla terakki ettik sanılır. Ledun’de kesiften lâtife, vardan yoğa, yani imkândan vücûba doğru gidildiğinden ve Tasavvuf: (kevni)’den (İlâhî)’ye müteveccih bir (terk) yükselmesi olduğundan. ıtlak sahasına girilme nisbetinde, alelâde idrake sığmayan harikalar iklimine erişilir. Burada gözüken hakikatlerin ifşası mahzurlu addedile gelmiştir. Hâcegân Hazerâtı, işte bu harikalı gidişi başarmış olanlardandır. Efsane ve hurafelerden uzak kalmışlar, dolayısiyle İslâm Tasavvufu’nu safiyyet ve ululuğu ile temsil etmişlerdir.[21]

Hâcegân Hazerâtı

Hâce Yusuf Hemedâni:

Ebu Yakub Hâce Yusuf Hemedâni, hicri 440 (M. 1048) yılında Hemedan yakınında Bozencird’de doğmuş, 535’de (M. 1140) Bamyin’de doksan beş yaşında vefat etmiştir. Kabirleri Merv’dedir. Yeseviyye, Nakşıbendiyye, Hâcegân ve —Hâce Yesevi, Lokman Perende yoluyla da —Bektaşiyye silsilelerinin “ser halkası” dırlar. Bu yüzden Türk tasavvufunda müstesna yeri vardır. Reşahat Tercümesi ne nazaran: “Kutbü’l Evliyâ Hâce Muhammed Parsâ Hazretleri, Faslü’l-Hitab nam kitaplarında buyurmuşlardır ki, Mevlânâ Şerefeddin Ukeyli el Ansari el Buhari, ki ulemayı azimüşşan ve kibar-ı Hanedan-ı Hâcegân’dır, hattı şerifleriyle yazmışlardır ki: Şeyh Yusuf-u Hemedâni on sekiz yaşında iken Bağdad’a varup Ebu İshak Fakih’ten İlm-i fıkıh öğrendiler ve ilm-i nazarda derece-i kemale eriştiler. İmam ı Âzam Ebu Hanife (r.a.) mezhebinde idiler. Ve İsfahan ve Buhara’da tahsil ettiler ve Irak’ta ve Horasan’da ve Harzem’de ve Maveraünnehir’de sahib-i kabul oldular.” “Künyeti Ebu Yakub’dur. İmam ve âlim ve ârif-i rabbani idi. Ahval ve mevahib-i cezile ve keramât ve makaamat-ı celile sahibi idi. İptidada Bagdad’a varup Şeyh Ebu İshak-ı Şirazi’nin meclisine mülazemet etti. Ve kadr-ı bülend ıssı oldu ve akranına ilm-i fıkıh-da ve gayrında, hususa ilm-i nazarda, galebe eyledi.” -Nefahete’l- Üns Tercümesi-[22]

Üstadı Ebu İshak, gençliğine rağmen. Hâce Yusuf’u ashabının çoğundan üstün tutarmış. Bagdad’da, Semerkand’da, İsfahan’da mütehassıs ulemadan hadîs dinledi. Nihayet: “Bu cümleyi terk edüp ibadet, riyazat ve mücahede tarikin tuttu.” Şeyh Abdullah-ı Cuveyni ve Hasan Sümmani ile de sohbet etmişse de tasavvufta üstadı, Ebu’1-Kâsım-ı Gürgani halifesi ve İmam Gazali mürşidi —Horasan’ın müstesna sofilerinden— Şeyh Ebu Ali Farmidi’dir. Tarikat silsileleri şöyledir: Hâce Yusuf Hemedâni —Şeyh Ebu Ali Farmidî— Ebü’l Hasan Harakani —Bayezid-i Bestami— İmam Caferü’s Sadık, —İmam Muhammed Bakır— İmam Zeyne’l-Abidin— İmam Hüseyin, Şehidi Kerbela— İmam Ali bin Ebu Talib: Hazret-i Risaletpenah (s.a.v.). Şeyh Ebu Ali Fannidî’nin Harakâni Hazretlerinden başka Tuşlu Ebu 1-Kâsım’ı Gürgani’den de feyz almış bulunması itibariyle, Yusuf-u Hemedani’nin ikinci şeceresi de şudur: Hâce Yusuf-u Hemedani —Şeyh Ebu Ali Farmidi— Ebü’l-Kâsım Gürgani —Ebu Osman Magrebi— Ali Rudbari —Serius-Sakati— Maruf-u Kerhi —İmam Rıza— İmam Musa Kazım- İmam Caferü’s Sadık— İmam Muhammed Bakır —İmam Zeyne’l Abidin —İmam Hüseyin— İmam Ali bin Ebu Talib— Hz. Risaletpenah (s.a.v.). Risale-i Bahaiyye’ye nazaran da, “Bir başka cihetten bu tarikata İmam Ca’fer-i Sadık validesi tarafından ceddi İmam Kâsım’dan ve İmam Kâsım da Selman-ı Farisi’den, bu zattan da Ebu Bekr-i Sıddik’den geçerek Hazret-i Risaletpenahiye” ulaşır. Hicretin 602 yılında (M. 1205) Şeyh Evhadüddin-i Kirmani’nin Muhyiddin İbnul Arabi Hazretlerine söylediğine göre, Hâce Hemedâni altmış seneden ziyade irşad makamında kalmıştır. Bu müddetçe Irak, Horasan ve Maveraünnehir’de irşad ile meşgul olmuş, uzun zaman Buhara’da bulunmuştur. Halifeleri Hâce Ahmed Yesevi. Abdülhalık Gucdüvani. Abdullah-ı Berki ve Hasan Endaki kendisinden burada ve Semerkand’da seyr-i sülük görmüşlerdir Ömrünün sonu gâh Herat’ta gâh Merv’de geçmiştir. 535 Rebiül-evvelinde (M. 1140) Herat’tan Merv’e vaki son seferinde yolda Bamyin kasabasında irtihal etmekle orada defn olunmuşlar, bir müddet sonra naaşları müridlerinden İbnu’n-Neccar tarafından Merv’e nakledilmiştir. Kabirleri Merv’de ziyaretgâh imiş.[23]

Kendi ifadelerince (Menazilü’s-Sairin) ve (Menazilus-Salikin) adlı risaleleri vardır. Rivayete nazaran 515 tarihinde (M. 1121) Bagdad’da Medrese-i Nizamiyye’de büyük ve mutena bir cemaat huzurunda verdiği vaaz esnasında İbnüssaka adındaki maruf fakih kalkıp bir mesele sormuş. Hâce Yusuf Hz: “Otur ki senden küfür kokusu gelmektedir, şayed ki senin ölümün din-i İslâm üzere olmaya” demiş. Bu bilahara tahakkuk etmiş. İbnüssaka Bagdad’a gelen bir Bizans elçisiyle İstanbul’a giderek orada —hükümdarın kızını alabilmek için— tanassur etmiş ve Nasraniyette ölmüş. Üçüncü halifesi Hâce Abdülhalık Gucdüvani’ye atf olunan (Makamat-ı Yusuf-u Hemedâni) risalesinde Hâce Yusuf Hazretleri hakkında mütemmim malumat vardır. Uzun boylu, zayıf bünyeli, çiçek bozuğu, kumral imiş. Daima yamalı yün esvab giyermiş. Dünya işlerine ehemmiyet vermez, zenginlere ve devlet büyüklerine sokulmaz imiş. Eline geçeni muhtaçlara verir, kimseden bir şey almazmış. Türkçe bilmezmiş. Güler yüzlü, mültefit, halim ve rahim imiş. Oturur ve yürürken Kur’ân okurmuş. Arada yüzünü Hemedan tarafına döndürüp çok ağlar imiş. Haps-ı nefes usulü ile zikir yaparmış. Ve bunu o derece ileri vardırırmış ki, imtidadından dolayı vücudundan ter boşanırmış. Selman-ı Farisi’nin asası ile sarığı kendisinde imiş. İslâmiyyetin esas akidelerini te’vilsiz kabul edermiş. Din, mezheb farkı gözetmeden herkesi severmiş. Mecusilerin ve sair din mensuplarının evlerine gider, İslâmın hakikat ve ululuklarını anlatırmış. Fakirleri zenginlerden ziyade sayarmış. Hayatı fakirane imiş. Dergâhına gelen nezir ve hediyelerden nefsi için bir şey almazmış. Devrin ekâbirinden büyük hürmet görürmüş. Sultan Sencer kendisine tazim ve niyaz gösterirmiş. 504 Ramazanında (M. 1111) hanekahı ve dervişleri için Semerkand’dan Kâsım-ı Cevki eliyle elli bin altın göndermiştir. Devletşah Tezkiresi, Merv’deki dergâhının “Horasan’ın Kâbesi” denecek kadar meşhur olduğunu bildiriyor. Hakim Senai, Gazneyn’den Horasan’a gelerek Yusuf Hemedâni’ye intisab etmiş ve bu hanekahta bir müddet kalmıştır. İrtihalinin son demlerinde Hâce Yesevi’ye (Ya Sin) ve (Vennaziat) sûrelerini okutmuş ve son âyetler okunurken teslim-i ruh et mişlerdir.[24] Hâce Yusuf Hamedani’nin Ahmet Yesevi ve Hâce Abdülhâlık Gucduvani iki önemli talebesidir. Daha sonra Nakşibendilik, Hâce Abdülhâlık Gucduvani’nin manevi kolundan neşet edecektir. Buhara’da Türbesini ziyaret etmeyi düşündüğümüz Hâce Abdülhâlık Gucduvani’den orada bahsedeceğiz. Şimdi tarihin daha sonraki seyrine Baba semâsî ve Emir Külal hazretlerine dönelim:

Hâce Muhammed Baba Semâsî: “Hazret-i Azizân ashâbının efdalı ve tarikatte cümlesinin ek-melidir.” Râmitiyn civarında. Buhara’dan üç fersah mesafedeki Şemas Köyü’nde doğmuştur. Medfeni de oradadır. “Naklolunmuştur ki Hazret-i Azizân’ın vefâtı karib oldukta, kendülere nâib-i menâb olmaya, ahbâb ve ashâbı beyninde, Hâce Muhammed Babayı ihtiyar eylemişler ve emr-i hilâfeti anlara teslim ve tefviz edüp cümle ashâbına anlara ittiba’ ve mülâzemet edesiz deyü ısmarlamışlardır.” —Reşahat. Tercümesi.— Meşhurdur: Hâce Baba Semâsî, Bahaeddin Nakşıbend Hazret-leri’nin doğduğu Kasr-ı Hindüvan köyünden evvelce geçerken ashâbına dâima: — Bu topraktan bir er kokusu geliyor, buyururlar imiş. Birkaç zaman sonra yine bu köye uğradıkta “koku arttı, şüphesiz o er doğmuştur” demişler. Filhakika üç günden beri Hâce Bahaeddin Nakşıbend dünyaya gelmiş bulunuyormuş. Bahaeddin’in dedesi çocuğun sinesi üzerine bir hediye koyup, o diyâr âdeti üzere, Baba Semâsı nazanna arz ettikte “Hâce Hazretleri buyurmuşlar ki: Bu benim oğlumdur ve biz bunu kabul eylemişiz. Ba’dehû ashâbına demişler ki, bu ol merddir ki biz bunun kokusun almıştık. Çok geçmeye ki bu çocuk rüzgânn muktedâsı ve ehl-i aşkın müşkül-küşâsı ola. Andan sonra Seyyid Emir Külâl’a, ki kendi halifeleridir, teveccüh eyleyüb buyurmuşlar ki: Oğlum Bahaeddin hakkında şefkat ve terbiyyet deriğ etmeyesin. Ve eger taksir eyler isen sana helâl itmezem. Emir Hazretleri dahi ayag üzerine kalkıp ve ellerin sinelerine koyup niyâz-ı tamâm ile, — Merd değilim eger taksir edersem, demişler.” (Makamat-ı Hâce Bahaeddin Nakşıbend), —(Reşahât Terc.)— Hâce Ubeydullah Ahrâr’dan naklolunur ki, Muhammed Baba’nın Semas köyünde küçük bir bağı varmış ve ara sıra burasını kendi eliyle budar imiş. Fakat her budağı kestikte hâl galebesinden kendilerinden geçip bıçağı elinden yere düşer ve bihôdî hâlinde bir müddet kütük başında kalırmış. Dört halifesi malûmdur: Hâce Sofi, Hâce Muhammed Semâsı (oğludur), Mevlânâ Dânişmend Ali ve Seyyid Emir Külâl’dır.[25]

Seyyid Emir Külâl: Hâce Muhammed Baba Semâsî’nin ekmel halifesidir. Seyyâdetleri de vardır. Buhara’ya iki fersah uzakta Suhâri köyünde doğmuş ve orada medfûn bulunmuştur. Çömlekçilikle geçindiklerinden, Buhara tabiriyle Külâl unvânı kalmıştır. Pederi Seyyid Hamza’dır, kendisi de ikinci oğluna bu adı vermiştir. “Vâlide-i seyyideleri derler imiş ki, mâdâme ki Emîr karnımda idi, her ne zaman ki şüpheli taâm yiseydim karnım ağrırdı. Çün bu hâlet birkaç defa vâki oldu. Bildim ki karnımdaki cenindendir. Bu kerameti gördükte lokmada ihtiyat edüp andan ümidvar oldum.» —Reş.T.,— Seyyid Emir gençliğinde güreşe meraklı imiş. Bir gün güreşirken Muhammed Baba Semâsı oradan geçmekle durup güreşini seyretmiş. Buyurmuşlar ki: Bu meydanda bir er vardır ki çok merdler anın sohbetinde kemale erseler gerektir. Seyyid Emir’in nazarı Hâce’ye iliştikte Hâce Baba nın cazibesine tutulmuş. Hâce Muhammed Hazretleri oradan ayrıldıktan sonra Emîr de gayri ihtiyari güreşi terk ederek kendilerini evlerine kadar takib etmiş. Hâce Hazretleri kendisine tarikat talim edip sülük göstermiş. Seyyid Külâl Baba Semâsî’ye yirmi sene hizmet etmiştir. “Her hafta iki kerre, düşenbe ve pencüşenbe günleri, Hâce’nin sohbeti için Suhari’den Semas’a varup gelirler imiş. Bahusus ki bu iki beldenin arası beş fersahtır. Emir Hazretleri, Baba Semâsî’nin terbiyyetiyle mertebe-i tekmil ve irşada erişinceye dek Hâcegân tarikine bir veçhile meşgul olmuşlar ki bir ferd anın ahvaline muttali’ değil imiş.” —Res.T.— Dört oğlu ve dört halifesi vardır. Cümlesi erbab-ı kemal ve as-hab-ı vecd-ü hal” imişler. Oğulları Emir Burhan, Emir Hamza (vef. 880), Emir Şah ve Emir Ömer’dir. Halifeleri Hâce Bahaeddin Nakşıbend, Mevlânâ Ârif Dik kerânî, Şeyh Yadigâr Günseruni ve Hâce Cemaleddin Dehista-ni’dir. Her bir oğlu ve halifesi de ayrıca ashab ve hulefa yetiştirmiştir. Emir Külâl’ın da Alaeddin Günserûnî, Emir Kilan-i Vâşi, Şeyh Bedreddin Meydânı, Şeyh Süleyman Germini ve saire gibi ma’ruf ashabı vardır. Seyyid Emir Külâl, yetiştirdiği zevattan Bahaeddin Nakşıbend ile Mevlânâ Ârif Dikkerânî hazeratını diğer halifelerine faik addetmiştir. Emir Külâl’ın vefatından sonra Hâce Bahaeddin birkaç sene Mevlânâ Ârife “sıdk-u muhabbet ile” hizmet etmiştir. Bu zatın kemali sözlerinden aşikârdır. “Bir kimse kendülerine hediye getürdükte, Mevlânâ kabul etmemişler ve demişler ki: Hediye almak şol kimseye revadır ki anın himmeti berekâtı ile hediye sahibinin muradı hasıl ola. Bizde ol himmet yoktur.” Vefatının yakın olduğunu hisseden Mevlânâ Arifin müstacel daveti üzerine Hâce Bahaeddin —ilk Hicaz seferinden avdetini müteakip ashabı ile içtima ettiği— Merv’den acele Buhara’ya gitmişler. Dikkeran köyünde Mevlânâ Ârif kendisine, Hâce Muhammed Parsâ’yı ısmarlamış ve: “—Malûmunuzdur ki sizinle aramızda ittihad-ı külli vardır, mabeynimizde çok aşkbazlıklar geçmiştir. Şimdi artık vade geldi. Kendi ashabıma ve sizin ashabınıza baktım: Bu tarikat kabiliyyetini ve yokluk sıfatını Hâce Muhammed Parsâ Hazretlerinde diğerlerinden fazla gördüm. Bu yolda her ne buldu isem cümlesini kendisine emreylerim. Siz de ihmal etmeyiniz” buyurmuşlar. Bu vasiyyetlerinden üç gün sonra irtihal etmişler, Hâce Bahaeddin bizzat teçhiz ve tekfinini yaparak Merv’e dönmüşledir.[26]

Hâce Muhammed Bahaüddin “Şah” Nakşıbend: Nakşıbendiyye piridirler. Türkistan sofilerinin mümtazlarından, büyük fasılalarla zuhur eden ekmelin ve zatiyyundandırlar. Vera-set-i Muhammediyye sahibidirler. İsimleri Muhammed bin Muhammedü’l Buhari’dir. Buhara’ya yakın Kasr-ı Hindüvan Köyünde Hicri 718 Muharrem’inde (M. 1318) doğmuş ve bilahare Kasr-ı Arifan adını alan bu köyde 791 Rebiül evveli’nin üçüncü gecesi irtihal buyurmuşlardır (M. 1389). Kabirleri oradadır. Üveysî, yani zatî ve ahadi isti’dad sahibi bulunmakla beraber, Hâce Abdülhalık Gucdüvanî ruhaniyyetinden feyz almış, doğumlarından üç gün sonra Muhammed Baba Semâsı nazarına erişmiş, Seyyid Emir Külâl’dan tarikat âdâbı öğrenmiş, seyr-i sülük görmüştür. Daha çocukluğunda siymalarında velâyet ve asalet eserleri aşikâr imiş, hallerinde kemal ve keramet görülürmüş. (Makamat)’ında zikredilir ki, sülüklerinin iptidalarında bir gece gördükleri vakıalarında Abdülhalık Gucdüvan-i ruhaniyyetinden kendilerine hidayet ve istikamet verilmiş:— Bana üç çerag gösterildi. Sonra bir ulu taht gördüm, önüne bir yeşil perde gerilmiş. Tahtın çevresinde bir cemaat, bu cemaatin arasında Hâce Muhammed Baba Semâsı vardı. Bildim ki bu zevat göçmüş Hâcegân hazeratıdır. Taht üzerinde Abdülhalık Gucdüvanî Hazretlerinin bulunduğu cemaattan birisi tarafından bana bildirildi. Cemaatın da anların halifeleri olduklarını bildim: Hâce Ahmed Sıddiyk, Hâce Evliya-i Kilan, Hâce Ârif Rivgeri, Hâce Mahmud Fagnevi ve Hâce Azizan Ali Ramiytinî. Delilim, Baba Muhammed i göstererek, bu zata hayatlarında erişirsin, senin şeyhindir, dedi, sana o keramet verildi ki nazil olan bela senin bereketinle def’ola. O vakit cemaattan bana denildi ki, eyi dinle, Hâce Hazretleri Hak yolunda senin için mühim sözler söyleyecektir. Rica ettim. Hazret-i Hâce’yi görüp kendilerine selâm vereyim dedim. Önümden perde kaldırıldı, bir nurani pir gördüm. Selâm verdim, selâmımı aldılar ve sülûkün iptidası, vasatı ve nihayeti hakkında telkinde bulundular. İlk gördüğüm üç çerag ile teyid edilen isti’dadımı tebşir ve tebrik buyurdular, bu kabiliyyeti işleyerek esrara ulaşmamı istediler. — Ve yine ısrar ile tavsiye eylediler ki: Cemi’ hallerde emr-ü nehy yollarından ayrılmayasın ve azimet ve sünnet ve ameli terk etmeyesin. Ve bidatlerden uzak kalasın ve daima Mustafa’nın (s.a.v.) hadîslerini rehber edinesin ve Resûlün ve ashabının ah-barını asarını tetkik edesin.[27] Bu nasihatten sonra cemaat Nesefe gidip Seyid Emir Külâl hizmetine varmamı tenbih ettiler. —Nefahat Tere.—Reşahât Tere.— Hâce Nakşıbend Hazretleri bu vakıayı müteakip Seyyid Külâl’a Nesef’de mülaki olmuştur. “Emir Hazretleri lütuflar gösterdiler ve iltifatlar buyurdular ve bana zikir telkin ettiler ve nefy-ü ispat tarikine zikr i hafi üzere meşgul kıldılar.” —Nef.T.— Emir Külâl, Hâce Bahaüddin’de gördüğü ihlâs ve istikametten dolayı kendilerine teveccüh ve iltifatını arttırdıkda, diğer ashabından birkaç kimse Bahaüddin’in kendilerine cehri zikirde iştirak etmediğini ve sair bazı hallerini şikâyet ettiklerinden, Emir Külâl, bir zaman sonra Suhar’da ashabından beş yüz kadarı ile bir mescid ve “cemaathane” inşa ederken, bilmünasebe, müştekilere: “Siz oğlum Bahaüddin’i anlamadınız. Hak Teâlâ’nın nazar-ı hassı onun halini hâmi ve şâmildir. Ve Hakk’ın kullarının nazarı Hak Teâlâ’nın nazarına tabi dir, benim ana nazarım ihtiyârî değildir” buyurmuşlar. “Andan sonra Hâce kerpiç taşımaya meşgul iken çağırmışlar. Cümle ashab huzurunda anlara müteveccih olup demişler ki: — Oğul Bahaüddin, Hâce Muhammed Baba Semâsı Hazretleri’nin nefes-i mübareklerini sizin hakkınızda yerine getürdüm. Demiş idiler ki, seni nice terbiyyet ettim ise oğlum Bahaüddin’i sen dahi ol veçhile terbiyyet edüb ve bab-ı terbiyyet ve irşadda dakika fevt et-meyesin. Ben dahi öylece eyledim… Ve mübarek sinelerine işaret edüp demişler ki, senden ötürü memelerimi kuruttum ve sizin ruhaniyyetiniz kuşu beşeriyyet yumurtasından çıktı. Amma sizin himmetiniz şahbazı bülend-pervaz vaki oldu. Şimden geru size icazettir, her kande ki meşamınıza marifet kokusu irişe, taleb eylen ve talebkârlıkta himmetiniz mucibince taksir eylemeniz.” —Reş.T.—[28]

Hâce Bahaüddin buyuruyorlar ki: “Emir Hazretleri’nden bu nefesin zuhuru bizim iptilâmıza bâis oldu . Eger Hazret-i Emir’e mutabaat suretinde sabitkadem olaydım beladan uzak ve selâmete yakın olurdum.” Bu vakadan sonra Hâce Nakşıbend, Emir Külâl’ın ikinci halifesi Mevlânâ Arif Dikkerânî hizmetine vararak Seyyid Külâl’ın vefatından itibaren bu zatın sohbetine daha yedi sene devam etmiştir. “Ve müddet-i mezburede Mevlânâ Arif ile bir mertebede ta’zim ve takdim vechi üzerine muamele eylerdi ki, su kenarında taharet etseler anların üstü yanında taharet eylemezler idi ve birlikte bir yere gitseler adımların anlardan ileru atmazlar idi. Anların ile kemal-ı mutabaat üzere musahabet eylerlerdi, zira Mevlânâ Ârif, Emir Külâl Hazretleri hizmetlerine anlardan evvel yetişip ve Hazret-i Emir nice yıllar anlara Hazret-i Hâce’den mukaddem terbiyyetler eylemişler idi.” —Reş.Terc.— Emir Külâl, son hastalığında, irtihalinden az evvel ashabına Hâce Bahaüddin’e mutabaat etmeyi emreylemişlerdir. Müridan ve ashabı, Hâce Bahaüddin cehri zikirde size tabi’ olmamıştır, diye sorduklarında, cevaben, Emir buyurmuşlar ki, ondan sadır olan her iş Hak Teâlâ’nın hikmetine mebnidir ve onun kendi iradesi ile zahir olmaz. Bahaüddin Nakşıbend Hazretleri buyururlar ki; “—Hafi zikre başladığımızda bir agâhlık peyda oldu, o sırrın talibi olduk. Otuz yıl Mevlânâ Arif ile durmadık ehl-i Hak aradık. İki kerre birlikte Hicaz’a gittik. Her nerede bir kimseyi haber verdilerse köşeler ve-zaviyeler komadık dolaştık. Eger Mevlânâ ÂRİF gibi bir kimse bulaydım veya onun mazhar olduğu esrardan bir zerre mikdarı sırra nail olmuş kimse bulaydım, bu canibe gelmezdim. Bir kimse tasavvur olunur mu ki seninle dizdize otursun da sırr ı âsumandan yüce olsun ve zahir-ü batın ile orada meşgul otursun?” Mevlânâ Arifin irtihalinden sonra Hâce Bahaüddin Nakşıbend, Seyyid Külâl’in tavsiyyesi üzere, Türk meşayihinden ve Hâce Ahmed Vesevi hanenadından Kasem Şeyhe giderek üç ay kadar kendisine hizmet etmiştir. Bu zat Hâce’ye izin vererek demiş ki, benim dokuz oğlum vardır, onuncuları sensin ve sen cümlesinden makbulsün. Bilahare Kasem Şeyh, Nahşeb havalisinden Buhara’ya her gelişte Nakşıbend Hazretleri kendisine tazim ve riayet gösterilmiş. Şeyh dermiş ki, sende gördüğüm bu talebkârlık sıfatını ve şiddet-i talebi bildiğim talib ve sadıkların hiçbirinde bulmadım. —Nefahat T.— Kasem Şeyh’ten sonra , manevi işaretle Türk şeyhlerinin kibarından Halil Ata’ya intisab etmiş ve on iki sene hizmetinde kalmışlardır.[29]

Halil Ata: Türk şeyhlerinin ulularındandır. (Nefahate’l Üns) tercümesine nazaran Hâce Nakşıbend tasavvufa girişinin ilk devresinde bir rü’yada kendisinin Halil Ata isminde bir dervişe ısmarlandığını görüyor. Dervişin siyması hafızasında kalmış olarak vakıayı gayet dindar bir kadın olan büyük analarına anlatıyorlar. “— Ol hâbı ana dedim. Buyurdular ki ey oğul, sana meşayih-i Türk’den nasib erişse gerektir.” Hazret-i Nakşıbend bu zatı her yerde daima aramakta iken bir gün “bazar-ı Buhara’da ana mülakat vaki oldu. Görünce anladım, sordum. Adı Halil imiş. Ol vakitte anınla mücâleset ve mükâlemet müyesser olmadı. Bundan çok mahzun oldum. Çün menzile geldim, akşam irdi. Ol Derviş Halil seni ister deyü bir kaasıd geldi. Yaz faslı eyyamı idi. Bir pare meyve götürüp anın yanına vardım. Çünki anı gördüm, diledim ki ol hâbı ana söyleyem. Türkîce eyitti, ol nesne ki senin hâtırındadır bizim önümüzde ayandır, hâcet-i beyan değildir. —Benim hâletim bir dahi oldu ve anın sohbetine hatırımın meyli daha arttı ve anın sohbetinde azim ahval ve garib ve acib nesneler müşahede ettim.” —Nef.T.—Bir müddet geçtikten sonra Halil Ataya “Maveraünnehr’in padişahlığı mukarrer olduğunu ilave ederek Hâce Bahaüddin, Ata’nın bu saltanatı devresince altı sene kendisine hizmet ve mülâzemet” ettiklerini bildiriyorlar. “—Ve bana çok şefkat iderdi. Gâh lutufla ve gâh anfile bana âdâb-ı hizmet ögredirdi. Ve ol cihetten bana çok faideler erişdi ve bu yolun seyr-ü sülûku makamlarında muhkem işime gerek oldu.” —Nef.T.— Halil Ata bu saltanatında, has nedimleri ile olan ve Hâce Hazretleri’nin de bulunduğu anlaşılan sohbetlerinde: — Her kim ki Hak Teâlâ nzası için bana hizmet eyleye Halk içinde ulu olur, der ve bunu çok defa tekrar edermiş. Hâce Bahaüddin de, bundan maksudunun kim olduğunu anlardım, diyorlar. Altı yıl sonra bu saltanata zeval geldiğini, bir lahzada o debdebenin yıkılarak “hebaen Mansur” olduğunu ilave buyuran Hâce Hazretleri bu hallerden bilkülliye dünya işinden gönlünün soğuduğunu, Buhara’ya geldiğini Rîvten’de —ki Buhara köylerinden olup Zivertun diye de anılır imiş— kaldığını bildirmektedir. Ayrıca Mevlânâ Kışlâkî ile de sohbet etmiştir. Bu zat Mevlânâ Dikkerânî’nin kayın atasıdır. Hâce Hazretleri kendisinden hadîs okumuştur. Mevlânâ Ârif Dikkerânî, Emir Külâl hizmetine girmeden evvel, kayınpederi Bahaüddin Kışlâkî’nin müridi bulunmuştur. Mevlânâ Ârif ile Hâce Nakşıbend’in ilk mülâkatları bu zatın devletleriyle ve Buhara’dan on iki fersah mesafedeki Hâce Mübarek-şah kışlağında vaki olmuştur ki, Bahaüddin Kışlâkî’nin doğduğu yerdir.[30]

Şah-ı Nakşbend’in yaşadığı sürece “helal lokma”ya dikkat etmiş ve yiyecek-içeceklerinin helal olmasına azami derecede dikkat göstermiştir. Haramdan olduğu kadar şüpheli şeylerden de sakınırlardı. Her zaman öğüt verdiği topluluklara Rasûlullah’ın  “İbadet on kısımdır; bunun dokuz kısmı helal kazanmak için çalışmak, bir kısmı da diğer ibadetlerle meşgul olmaktır.” mealindeki hadisini hatırlatır, bu yolda tavsiyelerde bulunurdu. Sofrasında başkaları da bulunuyorsa, onları sofrada Allah ile beraber bulundukları konusunda dair uyarır; aralarında gaflette olanları incitmeden ikaz ederdi. Allah hatırlanmadan, Allah’a şükret­meden yutulan lokmalara hayıflanırdı. Zaten tasavvufi anlayışına göre herşeyde başarılı olmanın sırrı, her zaman ve her yerde Allah ile beraberliğin bilincinde olmada yatmaktadır. Sofrasından yiyenleri, yediklerinin rahatsız etmemesi için çok dikkat ederlerdi. Gaflet ile , öfke ile veya istenmeye istenmeye ikrah ile hazırlanıp pişirilen yemekten yemezler ve bağlılarına da böyle pişirilen yemekten yedirmediği gibi, istenmeyerek hizmet edilen bir sofradan da yemek yemeyi istemezdi.

Şah-ı Nakşbend’e bir gün, Allah dostlarının kalbdeki hatıraları [yaramazlıkları] nasıl anladıkları soruldu. “Feraset nuru ile anlarlar; Allah, feraset nurunu veli kullarına keramet olarak vermiştir. “Mü’minin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar hadis-i şerifi ile buna işaret buyurulmuştur.” diye cevabladılar.

Hayatı boyunca sohbete çok büyük önem veren ve tasavvufi eğitimde sohbetin yerini sürekli vurgulayan Şah-ı Nakşbend’in bu tavrının temellerini ele veren bir sözü şöyledir: “-Hakk yola girişimin ilk zamanlarında iki kişiyi bir yerde sohbet ederken görsem hemen aralarına katılıp sohbetlerinden faydalanmak isterdim. Eğer yapılan sohbet, Allah rızasını kazanma doğrultusunda ise, o sohbetten memnun kalır, sevinirdim; eğer sohbete konu olan mevzu Allah yolunda yararsız ise üzülür, incinirdim… Ne zaman bana manevi bir hal gelip bastırsa, halimi anlatacak insan arardım. İsterdim ki birileri hep Hakk’tan konuşsa ben dinlesem; ya da ben Hakk tarafından konuşturulsam da beni bir dinleyen olsa..” Sohbetin muhatabını aradığına işaret eden, anlatılan bu arayış hali, insan psikolojisinin sırlarından birisidir. Herhangi bir yerde sohbet için davet edildiklerinde sohbete dervişlerini de alarak giderdi. Davetli bulunduğu yerlerde ilim ve devlet adamlarından hayli kimseler bulunur ve sohbetinden istifade etmek isterlerdi.

Anahatlarıyla Nakşbend Yolunun Kuralları

Şah-ı Nakşbend, kendi yolunun kurallarını da anahatlarıyla özetlemiştir:

“Bizim yolumuz, Allah’ın Resulü (S.a.v.)’in sünnetine bağlı olmak ve ashabına uymak şeklinde kurulmuş ve yürütülmektedir. Bunun içindir ki, bu yolda az bir amelle çok yol alınır. Ne var ki, Rasûlullah’ın sünnetine uymak o kadar da kolay bir iş değildir. Bu yol, sohbet yoludur. Gizlilik; şöhret ve felakettir. Sohbetin taraflar için faydalı olabilmesi, tarafların birbirlerinde fani olmasıyla mümkündür. Tarafların birbirlerinde fani olmadığı sohbetten yarar sağlanamaz. Sohbetimize katılanlardan bazısının kalbine muhabbet tohumu ekilmiş ise de, ne yazık ki, Allah’tan başkasına da yer verilen kalblerde bu tohum yeşerememektedir. Bize düşen şey, böyle kimse kimselerin kalbini ‘gayri’lerden temizlemektir. Muhabbet filizlerinin boy atması bu temizlemeye bağlıdır. Bazılarının gönlüne de bu muhabbet tohumu henüz atılmamıştır. Görevimiz, böylelerinin kalbine de muhabbet tohumunu saçmaktır. Kalblerde muhabbet ağacını bitirip büyütmek ve meyveye dönüştürmek işin esasını teşkil eder. Kimin kalbinde sevgimiz varsa, ister uzakta olsun, ister yakında, o kimse bizimledir ve terbiyemiz altında korunmaktadır. İşimiz gece gündüz o kimsenin gönlünde muhabbeti geliştirmek ve o gönlü zararlı şeylerden korumaktır.”

“Bizim tarikatımızda rıza makamına erene kadar mürid, hangi makama eriştiğini bilmemelidir. Rıza makamına eriştikten sonra bu hususta sakınca kalmaz. “Bulunduğu makama rıza göstermeyen salike, o makam perde olur” denilmiştir. Sûfî, Allah dostlarından birine yakınlık elde ederse, önceki ve dostluk sırasındaki hallerini tartmalıdır. Yeni edindiği dostluk, sûfînin hallerinde güzelleşme ve gelişme sağlamamışsa bu dostluk kesilmelidir. Dostluğunda fayda görülen bir kimsenin dostluğunu devam ettirmek ise farzdır.”

“Mürşidler, basiret sahibi kimselerdir; gönül gözleri açık olup, Allah’ın ezel lütuflarım bilirler ve ona göre davranırlar. Hepsi de kerem sahibi olduklarından Allah’ın lütuflarım kimseden esirgemeyip herkese lütuf ve keremde bulunurlar. Sûfîlerin kusur ve hatalarını görseler de, affederler. Mürşidlerin değişik halleri vardır; Allah’ın lütuflarını görür ve vaktinde mukabelede bulunurlar. Mürşidlerden bazıları, saliklerinin kabiliyetine göre muamele eder. Bir mürşidin, müridine yol aldırabilmesi için üzerinde çok gayret göstermesi gerekir.” “Sûfînin gereği gibi yol alabilmesi tarikat hallerinde ‘yakîn’e erişmesine, yani samimi olarak inanmasına ve hizmette bulunmasına bağlıdır. Sûfînin yakîne erebilmesi ise ancak mürşidinin himmette bulunmasıyla olur. Bütün gayretler ve kulluk hizmetleri yakîn derecesine ulaştıktan sonra bekleneni verirler. Sûfînin kendi zorlaması ve kendi gayretiyle kazanılacak yakîn, basit bir sebeple elden çıkabilir. Mürşidlerin himmetiyle kazanılan yakîn ise bozulmaz ve elden çıkmaz. Yapılan ibadetler ve mücahedeler üzerinde mürşidin himmeti varsa ve bu himmet o mücahede ve ibadet sahibi sûfîyi yakîn mertebesine ulaştırmışsa, elbette yolun sonunu de­recelerden geçerek Allah’a vuslat takip edecektir.” “Zikrin beklenen sonucu vermesi de yine mürşidin himmetine bağlıdır. Kamil bir mürşidden alınıp yerine getirilen zikir vuslata götürür. Mürşidsiz, terbiyecisiz eda eda edilmeye çalışılan zikir, ibadet olsa bile, kişiyi vuslata götürmez. Bizim ihtiyarımız [seçimimiz], müridlerimizi cezbeyle meşgul eylemektir. İstersek, sülük yolu ile de terbiye ederiz. Bu yola henüz girmiş bulunan dervişin, diğer müridlerimizle sohbette bulunması gerekir. Böylece bizim sohbetimize girmeye kabiliyet kazanır.” “Bizler maksada ulaşmak için bir vasıtayız. Bizim işimiz, istekliyi, bir yere geldikten sonra bizden koparıp maksudu ile birleştirmektir. Dervişlerini hakkıyla terbiyeye ehil olan gerçek mürşidler, sülük ettirecekleri çocukları alıp, tarikat beşiğine yatırıp terbiye memelerinde, himmet sütüyle onları büyütüp, besleyip, terbiye edip manevi buluğa erdirirler. Daha sonra da onları kendilerinden ayırıp Allah’ın katına yerleştirirler. Ondan sonra onları, Alemlerin Rabbi olan Allah terbiye eder, kendisine alır. Sûfî, ebediyete kadar yaşasa da mürşidinin kendisine verdiği emeğin hakkını ödemeye çalışsa buna gücü yetmez.” Gerçek derviş ayağına batan bir dikenin bile niçin battığını bilir; bilmelidir de. Allah ehli olan veliler, insanların bunca yükünü bir gönül kazanmak için çekerler. Hiç bir gönül yoktur ki, Allah’ın onun üzerinde nazarı olmamış olsun. Gönül sahibinin, gönlüne Allah’ın nazar ettiğini bilip bilmemesi farketmez. Allah’ın tecellisine mazhar olan bir gönlü ele geçiren kimse ondan feyz alır. O’nun nazarının ne zaman hangi gönül üzerinde olduğu bilinmez. O’nun içindir ki, her gönlü kazanmak için gayret etmek gerekir. Sûfî, sürekli olarak yerine getirdiği bir nafile ibadeti, daha sonra arada sırada yerine getirmeye başlarsa o ibadetin kendisine bir faydası olmaz. Arada sırada nafile ibadet terkedilebilirse de bu terki nefsin hoşuna gidecek hale getirmemelidir, içinde nefsin hazzı bulunan bir ibadetten hayır gelmez. Öylesi ibadet Hakk katında reddolunur. “Mürşidlerin kılıcı kınından sıyrılmış durumdadır. İnsanlar bazan o kılıçlara kendilerini vurur ve perişan olurlar. Aslında onlar çok merhametlidirler. Kimseye durup dururken kılıç vurmazlar.” “Allah’ın Resulü (S.a.v.)’in duası bereketiyle bu ümmette herhangi bir hayvan suretine zahiren değişme olmaz; ancak manen değişim olur.” “Allah’ın veli kulları, O’nun bir takım sırlarını anlarlar. Fakat anladıklarını izin olmadan açıklayamazlar. Sırları gizlemek kamil kişilerin işidir: Tarafımızdan zaman zaman bazı kişilerin tehlikeli halleri açıklanmaktadır. O açıklamalar, bizim kendi isteğimizle olmamaktadır. Allah bizim dilimizden o açıklamaları yapmaktadır. Derviş olan kimsenin dış alemi renksiz, iç alemi gürültüsüz olmalıdır.” “Dervişler, vakitlerini israf etmezler, vakti paradan önemli görürler; bu günün işini yarma bırakmazlar. Bu bakımdan dervişlere “ibnü’l vakt” [vaktinin kıymetini çok iyi bilip ona göre değerlendiren kimse] , denilmiştir.” “Zamanımızın bu yola isteklileri, bu yolda ne istediklerini kendileri bilmek istemezler. İsterler ki, Hakk’ı isteyip bilmeden O’na ulaşıp kavuşsunlar. Bir kimse birazcık gayret gösterip kulluk hizmetlerinde bulunsa, Allah o kimsenin kalbine isteme duygusu doldurup bize gönderir, biz de o kimsenin Allah’ın lütfundan ne kadar nasibi varsa sevkederiz. Gerçekte mürşid Allah’tır. Her şey­de ve her hususta O’nun hükmü geçmektedir.” “Allah’ın dostu olan veli öyle bir kimsedir ki, o bir bağa girse, bağda bulunan her ağacın yapraklarından “Ey Allah’ın veli kulu!” diye kulağına ses gelir. Veli bunların hiç birisine iltifat etmeyip, boynunu büker, geçmişteki hatalarını gözünün önüne getirir; kusurlu bir kul olduğunu kabul eder. Bu makamda kemal mertebesinin doruğuna yükselen Allah’ın Resulü (S.a.v.)’dir. Allah ona her ne lütfettiyse o hep kulluğun boynu büküklüğünde kaldı, kendisinin tezellül halini yadırgayanlara “Ben şükreden bir kul olmayayım mı?” diye karşılık verdi. Velilerden bazısının Allah katında kusurlarına bakılmayıp affolunmaları, fena [ yokluk ] halinde iken o kusuru işlemelerindendir. Yoksa, insan olarak velinin işlediği kusur, veli olmayanın işlediği kusura göre daha çirkindir ve daha ağır cezayı gerektirir.” “-Haberde şöyle gelmiştir: İki günü birbirine müsavi olan kimse zarardadır. Bir gün sonrası bir gün evvelkinden daha şerli ve zararlı olan kimse Allah’ın lanetine müstahaktır. Bir sonraki günü bir evvelki gününden daha iyi olmayan noksandır. O kimsenin ölmesi daha hayırlıdır.” Bu haber bir hadis olup, zahiri amelleri içine aldığı gibi batın amellerini de içine almaktadır. Çünkü zahirî amellerde yükselmenin bir sınırı vardır. Her ibadet “en az” ve “en çok” sınırları içinde yapılmaktadır. Batınî amellere gelince, bunların sınırı ve sonu yoktur. Batın amelleri, yüce Allah’a teveccühte bulunmak, O’nun sevgi ve merhametinde erimek ve O’nu bilip sırlarına ortak olmak şeklinde devam eder.” “Sûfî, her zaman Allah’a teveccühte bulunmaya, O’nun muhabbetiyle hallenmeye ve O’nun sırlarını keşfedip büyüklüğü karşısında erimeğe devam etmelidir. Bunlarda makamdan makama geçme ile beraber, bu geçişlerin sonu yoktur. İstidadı olan için sürekli yücelme ve yükselme vardır.” İrşad makamında kendisine halef olan Alaeddin Attar’ın anlattıkları ise günümüzde sıklıkta çarpıtılarak tasavvuf aleyhinde kullanılan tasavvufta mürşide duyulan sevgi ve muhabbetin aslını ortaya koymaktadır: ” Şah-ı Nakşbend’e bağlandığım ilk günlerde muhabbetleri bende öyle eser bırakmıştı ki, kendilerini görmeden bir an bile kalsam bana uzun yıllar gibi geliyordu. Bir an bile sohbetlerinden uzak kalamıyor, mübarek yüzünü görmeden duramıyordum. Kendisine bağlılığım ve muhabbetim bu ölçüde devam ederken bir gün bana dönüp şöyle buyurdular: “-Sen mi beni dost edindin, yoksa ben mi seni?” Dedim ki: “Siz sultanımız ben fakire iltifat buyurdunuz, bendeniz de sizi dost edindim .” Bunun üzerine buyurdular ki: “Bir saat kadar beklersen, doğru olan sana bildirilir.” O andan itibaren bende kendilerine muhabbetten eser kalmadı . Dediler ki : “Gördün mü? Muhabbet, dostluk benden midir, yoksa senden midir?” Hakiki Sevgili, kabul perdesini “yuhibbühüm” yüzünden kaldırıp açmadıkça, hangi yiğit ayağını “Yuhibbunehüm” tarafına atabilir?” sözleriyle Maide suresi 54. ayetine işaret ettiler.” Ömrünün son anlarında Kasr-ı Arifan’daki çok sevdiği bağında kazılmasını emrettiği kabri çevresinde asırlar içerisinde yapılan binalar ile oluşan ve günümüze kadar gelen külliye, Sovyet işgalinin en acımasız, din karşıtı propagandanın en yoğun olduğu dönemlerde de fonksiyonuna devam etmiştir. Zamanın velilerinden Abdü’l Kuddüs Şah-ı Nakşbend’in defni esnasında şahid olduklarını şöyle anlatıyor: “Ahirete teşriflerinde, bizzat defin hizmetlerinde bulundum. Ne zaman ki kendisini kabirde yerlerine koyduk. Yüzünün döndürüldüğü taraftan kendisine bir kapı açıldı ve hadiste bildirildiği üzere, “Muhakkak ki kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” sözünün anlamı ortaya çıktı. (Açılan kapıdan iki huri gelip Hoca hazretlerine selam verdiler. Yüce Allah’ın kendilerini O’nun için yarattığını, yaratıldıktan beri kendisine hizmet için beklediklerini bildirdiler. Hazret onlara şöyle dedi: “Benim Allah’ımla aramda sözleşme vardır. Bana Cemalini göstermedikçe ve bana müntesip olanlarla, hangi sebeple olursa olsun, sohbetimde bulunanlara ve duydukları ile amel edenlere şefaat yetkisi almadıkça hiçbir şey ve hiçbir kimseyle meşgul olamam.”) Kurucusu olarak Şah-ı Nakşbend’in adı ile anılan tasavvufi yolu Nakşbendiyye Buhara’dan dünyaya dağılan halifeleri ve takipçileri tarafından bugün tüm dünyaya yayılmış durumdadır. Sovyet dönemindeki yoğun din karşıtı propaganda döneminde Şah-ı Nakşbend de ağır saldırılara maruz kalmıştır. İdeolojik saldırılar yanında Kasr-ı Arifan’da bulunan kabrinin de yer aldığı külliye de ziyaretçilere kapatılmış; kabrine ziyaret için gelenler gizli polis takibine alınarak haklarında ” dini hurafelere inanmak, şarlatanlık” iddiaları ile takibat yapılmıştır. Hatta türbesi başında dua ederek adakta bulunanlar akli dengelerinin yerinde olmadığı gerekçesiyle akıl sağlığı dispanserlerinde gözlem altına alınmış ve toplum içinde aşağılanmışlardır. 1984 yılında Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin’in türbesini ziyaret eden bir yabancı Nakşbendiyye tarikatına mensup olduklarını bildirdiği kişilerin türbenin bakımı ve korunmasını fahri olarak yürütmeleri yanında tarikat gereklerini de yerine getirdiklerini yayınlamıştır. O yıllarda tarikat gereklerinin ne derecede yerine getirildiği konusu şüpheli olduğundan bu haber ihtiyatla karşılanmalıdır.

Bazı İslâm büyükleri ve tarihi şahsiyetlerin türbeleri zaman içinde turizm maksadıyle de olsa ziyarete açılırken Şah-ı Nakşbend külliyesi 1991 yılına kadar ziyarete kapalı olarak gözlerden gizlenmiştir. Sovyetler Birliği’ndeki “dini özgürlük” , İslâm mirasına saygı şeklindeki ideolojik propaganda için İslâm ülkelerine yönelik olarak hazırlanan katalog ve prestij kitablarında dahi Şah-ı Nakşbend külliyesinden tek kelime ile olsun söz edilmemesi dikkat çekicidir. 1991 yılında Özbekistan’ın “bağımsızlık” ilanından sonra hazırlanan eserlerde artık Şah-ı Nakşbend’in kültürel mirasına yer verilmeğe başlandığı görülmektedir. Şah-ı Nakşbend’in vefatından sonra Kasr-ı Arifan’da yapılan türbesi halen de bütün Türkistan’ın en saygı gösterilen manevi makamlarından birisidir. Bu dönemde (SSCB) Şah-ı Nakşbend ve yoluna yönelik bir başka saldırı görülmeğe başlanır. Sovyet döneminde Libya, Cezayir, Mısır gibi sosyalist eğilimli Arab ülkelerine yüksek dini tahsil için gönderilen Özbek, Kazak, Türkmen gençleri gittikleri ülkelerdeki selefi akımlarının etkisinde kalarak bazıları tasavvuf karşıtı söylemleri benimser. Bunlardan birisi olan son Orta Asya Müslümanları Dini idaresi Başkanı, müftü Muhammed Sadık Şah-ı Nakşbend’in külliyesinin girşine yerleştirdiği “kabir ziyaretinin gizli şirk olduğu” konusundaki klasik vehhabi anlayışını yansıtan 3 dilde -Özbekçe-Rusça-İngilizce- yazdırılmış devasa levhalarla herhalde büyük bir İslâmi hizmeti yerine getirdiğini düşünüyor olmalı idi. Bu levhaları 1992’de Dr. Hayati Bice[31] ilk Buhara ziyaretinde üzüntü ile izlemiştir 1993 ve sonrasındaki ziyaretlerinde bu levhaların kalktığını görür. Müftü Muhammed Sadık’ın ise bir Arab Emirliği’ne “hicret ettiği” söyleniyordu. Bağımsızlık sonrasındaki yeni dönemde Şah-ı Nakşbend’in dünya çapındaki etkisinden yararlanmak isteyen Özbekistan idaresi -pragmatik maksadlarla da olsa- Kasr-ı Arfian’da imar çahşmalarını başlatmış ve Nakşbendi külliyesinde de büyük bir restorasyon çalışmasını başlatmıştı. Birçok İslâm ülkesinden ve bu arada Türkiye’den de ulaştırılan maddi yardımlarla külliyedeki kubbesi tamamen çökmüş olan orta büyüklükteki mescid onarılarak ayağa kaldırılmış, Şah-ı Nakşbend’in kabri ve külliye tamamen elden geçirilmişti. Şah-ı Nakşbend Mescidi’nin doğumunun miladi hesabla 675 .yıldönümü vesile edilerek organize edilen uluslararası törenle ibadete yeniden açıldığı ve uzun aradan sonra ilk Cuma namazının kılındığı 18 Eylül 1993 Cuma günü külliyede toplanan cemaat Şah-ı Nakşbend’in bugünün dünyasında ne analama geldiğini açıkça ortaya seriyordu.[32]

“Bu cemaat içinde 51 kişilik Türk heyeti yanında, Malezya’dan Tataristan’a, Endonezya’dan İngiltere’ye, Japonya’dan Kanada’ya tüm dünyadan Şah-ı Nakşbend’e gönül bağıyle bağlı birçok insan bir araya gelmişti. Bu anlamlı günde en heyecan verici sahne ise Cuma namazı iyice yaklaşırken külliyenin dış kapısından itibaren tekbir ve tehlillerle yerleri-gökleri titreten bir ordu heybetiyle külliyeye dahil olan İslâm’a komünizmin en ağır işkencelerle saldırdığı dönemler de dahil her zaman sadık kalmış Fergana vadisinden gelen Nemengan-Andican-Hokand müslümanlarının kabr-i şerifi ziyaret için avludan bölük-bölük geçmeleri idi. Başlarında Türkistan sarıkları, sırtlarında “çapan” denilen cübbeleri ile yüzlerinden yılların çileleri okunan bu insanlar, Türkistan’da İslâm’ın yeniden dirilişinden korkan şirk ve küfür ehline korku salan Ferganalı dervişlerdi. Bu dervişlerin celalli bir eda ile kelime-i tevhidi tekrar ederek önümden geçip gidişleri, ömrüm boyu unutamayacağım sahnelerden birisi olarak hafızama nakşedilmiştir.”demektedir, Hayati Bice. Hatıralarında devamla “Cuma namazı öncesi Buhara ve Özbekistan’ın değişik yerlerinden Kuran kursu öğrencileri tilavet ettikleri ayet-i kerimelerle bütün dergahı çınlatıyorlardı. Külliyenin avlusunda kuş sesleri ile karışan bu ilahi sesler herkesi derin düşüncelere sevkediyordu. Daha bir yıl önce terkedilmiş bir virane haline getirilmiş olan dergahtaki bu hal, adeta bir yeniden doğuşu müjdeliyordu. Şah-ı Nakşbend’in sağlığında pek çok sevdiği bu bahçedeki kabri etrafında halkalanan mümin çehrelerde bu müjdenin müşahhaslaşmış eserleri ayan-beyan görünüyordu. Cuma namazı öncesinde vaaz edip bu tarihi namazı kıldıran ve bu törenleri düzenleme önerisinin sahibi olan Özbekistan müftüsü Abdullah Muhtar Efendi, İstanbul Beylerbeyi’nden Şeyh Mustafa Karadağ’ın asasına dayanarak, onlarca yıllık sükuttan sonra okuduğu ilk vaazında bugünleri gösterdiği için Allah’a hamdederken tüm cemaat de aynı duyguları paylaşıyordu. Cuma vakti girip hiç alışkın olmadığımız ancak hoş bir üslup ile ezan okunduğunda saflar yeniden düzenleniyor. Daha bir yıl önce yıkı ve metruk halde olan ve ferdi namaza bile kapalı olan külliyenin iki mescidini tamamen dolduran cemaat külliyenin avlusuna taşmıştı.[33] Bugün artık tüm Özbekistan gezi programlarının en önemli bir ayağı olarak Kasr-ı Arifan ziyareti kataloglarda yerini almıştır. Dünyanın her yerinden gelen onbinlerce ziyaretçi, Şah-ı Nakşbend’in adını duymuş veya duyamamış olsunlar, bu kutlu makamda yepyeni duygularla tanışmakta, yeni fetihlerle gönülleri gönenmektedir.[34] Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti kapsamında geziye katılan ekibimizde bunu müşahade etmekteydi. Nakşibendi sulûk’u içerisinde manevî eğitim almış bazı dostlarımızın gıbta ile bakılacak halleri görülmeye değerdi.

Şimdi kısaca Bahaüddin Nakşibend’in tarikat silsilesi’ni yazılı kaynaklara göre vermeye çalışalım,: Muhammed Bahaüddin Nakşibend, Seyyid Emir Kulal, Muhammed Semmasi, Hoca Ali Kametini, Pir Nessac, Hoca Mahmud Ibhir Fağfurî, Hoca Arif Rivkerî, Abdülhalık Gucduvanî, Hace Yusuf Hemedanî, Ebu Ali Farmedî, Ebu’l-Hasan Harakanî, Bayazid-i Bestamî, Cafer-i Sadık, Kasım bin Muhammed bin Ebu Bekir, Selman-ı Farisî Hz. Ebu Bekir,  Hz. Muhammed (SAV).

Nakşibendiyye’nin belli başlı kolları şunlardır: — Ahrariyye — Mazhariyye — Naciyye — Melamiyye-i Nakşibendiyye — Kasaniyye — Camiye — Müceddediyye — Halidiyye — Muradiye. Nakşibendiyye Anadolu’ya Molla İlahî-i Simavî (öl. 1491) yoluyla gelmiş ve yayılmıştır. Molla İlahî, Ubeydullah Ahrar’ın (öl. 1490) halifelerindendir. Hindistan Bölgesinde yayılması ise Bakî Billah Kabulî (öl. 1606) sayesinde gerçekleşmiştir. Nakşibendîliğin Hindistan bölgesinde daha sonraları İmam Rabbanî (öl. 1626) gibi kuvvetli bir şeyhe ve büyük bir alime sahip oluşu, varlığını sürdürmesi ve yaygınlaşması açısından çok önemlidir. Müceddediyye adını alan Rabbanî kolu Hindistan ve havalisi sınırlarını kısa zamanda aşmış, Hicaz, ırak ve Suriye bölgesine gelerek yayılmıştır. Suriye’de Mevlana Halid-i Bağdadî (öl. 1826) ile kurulan Hali-diyye kolu Molla İlahî ile gelen Ahrariyye’den sonra Anadolu’ya gelen ikinci kol olmuş, özellikle Ziyaeddin Gümüşhanevî (öl. 1893) ve müritlerince bütün Anadolu’ya yayılmıştır.[35]

Tarikatın Esasları ve Âdâb-ı Erkanı: Tarikatın esaslarını belirleyen sekiz prensip ilk defa Gucduvanî tarafından vaz edilmiş, sonraları bunlara üç tane daha eklenerek on bire çıkarılmıştır; Üveysîlik ile ve rabıta üzerinde özellikle durulmuştur. 1. Huş der dem – Her an için uyanıklık ve dikkat, 2. Nazar ber kadem – Ayağa bakmak, nazarı ayağa bağlamak (Düşünce ve dikkatin dağılmaması için), 3. Sefer der vatan – Vatanda sefer (Beşerî sıfatlardan melekî sıfatlara geçmek, mürşidin peşinde olmak)., 4. Halvet der encümen – Halkın içinde Hak ile beraber olmak, 5. Yad kerd – Hatırlamak. Dil ve kalp ile sürekli Allah’ı anmak., 6. Baz keşt – Geriye dönmek. (Gafletten uzaklaşmak için dua ve niyazda bulunmak)., 7. Nigalı daşt – Korumak. Kalbi, nefsin arzularından koruyarak imar etmek., 8. Yad daşt – Hatırda tutmayı sürekli hale getirmek., 9. Vukuf-ı zamanı – Zamana vâkıf olmak., 10. Vukuf-ı adedî – Sayıya vâkıf olmak. (Sayıya bağlı kalarak zikr etmek)., 11. Vukuf-ı kalbî – Kalbe vâkıf olmak (Türk Dili ve Edebiyatı Ans., “Nakşibendilik”, c. 6, s. 508).[36] Nakşibendilik erkanı ve büyüklerini anlatan bir çok eserde bilgiler bulmak mümkündür. Bunlardan Mevlana Ali Bin Hüseyin es-Safi (1462-1533-Herat-) tarafından yazılan “Reşahât” isimli eser bu konuda yıllardır önemli kaynaklık etmektedir. Son olarak müstensihi “Buharalı Hacı Mehmet Zülâlî Eskişehrî” nin emaneti ile “Reşahat”[37] günümüz Türkçesine bir kez daha Naci Bayraktaroğlu ve Nizamettin Arslan tarafından yeniden kazandırılmıştır. Hacı Mehmet Zülâlî (Dede) Baba’nın Özbekistan coğrafyasında doğup Eskişehir’de hizmet gören ve kabr-i bulunan bir Nakşi velisi olarak hayatından bahsetmek yerinde olur: Hacı Mehmed Zülâli Efendi, günümüzde Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Buhara yakınlarında Belov denilen beldede dünyaya gelmiştir. Doğum tarihlerini bilmiyoruz. Ancak “Reşahat” kenarına kendilerinin yazdığı; “Hizmet intihâbıyla meşgul Mehmed Zülâlî, otuz dokuz târihinde (1239) Şâm-ı Şerîf’de, mürşîdi’s sakaleyn, Hazret-i Mevlânâ Şeyh Hâlid Zülcenâheyn, hizmetlerinde iken…”diye devam eden notdan 1239/1823-24 yıllarında tarikat erkân ve âdâbını tahsil için Şam’da bulunduğunu öğreniyoruz. Bu yılları en düşük ihtimalle gençlik yılları kabul edersek 15-16 yaşlarında olması gerekir. Buradan hareketle 1807-1808 yıllarında bu âleme teşrif ettiğini söyleyebiliriz. Torunları merhum Bahri Dede Efendi’nin hayatta iken sevdiklerine anlattıklarından; Mehmed Zülâli Efendinin dedesinin isminin Şıh Abdullah olduğunu ve Buhara’da “Sakinler Medresesi” müderrisliğini ifa ettiğini öğreniyoruz. Buhara’dan Anadolu’ya dolayısıyla Eskişehir’e hangi yıllarda göç ettiklerini bilmiyoruz. Fatma Hanımla izdivaç eden Hacı Mehmed Zülâli Efendinin Hatice ve Mustafa isminde iki çocuğu vardır. Hacı Mehmed Zülâli Efendi, tarikat erkân ve âdâbı tahsili için Şam’da Mevlâna Hâlid Hazretlerinin daire-i saadetlerinde bulunmuşlardır. Torunu Bahri Dede bu- nunla ilgili olarak sevdiklerine şöyle anlatmıştır: Dedem Zülâli Efendi, Mevlâna Hâlid Hazretleri yanında fazla kalmayıp Nakşibendi-Hâlidî tariki üzere icazet almış. Böyle kısa sürede icazet alınca, tekkede yıllardır bulunan bazı dervişler şaşırmışlardır. Dervişlerin merakı Mevlâna Hâlid Hazretlerine malûm olunca bir sohbetlerinde ihvanına “Eskişehirli buraya geldiğinde gönül lâmbasının camı, gazı ve fitili hazırdı. Biz sadece onu uyandırdık” buyurmuş. Mehmed Zülâli Efendi, icazet aldıktan sonra Hacca giderek Hac görevini de ifa edip Eskişehir’e dönmüştür. Hacı Kayyumoğlu Molla Mehmed ismiyle 1845 yılında Eskişehir Odunpazarı Orta mahalle 16 numarada ikamet etmekte ve attarlık mesleği ile meşgul olmaktadır. Reşehât’ın ilk kapak altı sayfasına yazılan: “İş bu kitâb-ı müstetâb, Eskişehir’de sâkin Attar el-HâcZülâlî Efendi rahmetullah’ı aleyh rahmeten vâsıa Hazretlerinin Reşahât-ı Şerîfi’dir” notu da bu bilgiyi teyid etmektedir. Malûm olduğu üzere “attar” güzel koku ve şifalı bitkiler satılan yere ve satanlara deniyor. Mehmed Zülâli Efendi hastalara tıbbî bitkilerden ilaç da yapmaktadır. Arşivimizde bulunan hazrete ait bir defterden, onun farmakoloji ilmine de aşina olduğunu görüyoruz. Defterde; hangi hastalığın hangi ilaçlarla tedavi edileceğine ve bu ilaçların nasıl imal edileceğine dair geniş bilgiler bulunmaktadır. Attarlık mesleğinin yanında, onun Eskişehir ve çevresinde tarikat-ı nakşibendiye-i sevdirmeye çalıştığı bilinmektedir. Maddi hastalara maddi ilaçlar, manevi hastalara da manevi ilaçlar sunarak hastaların ve tâliblerin derdine derman olmuştur. Odunpazarı Orta Mescid’in (günümüzde Orta Cami) Zülâli Efendinin Nakşibendi dergâhı olduğunu tahmin ediyoruz. Bu konuda günümüze ulaşan sözlü rivayetlerin yanı sıra Orta Cami minare kitabesini yazan kişi olarak “el-fakîr Zülâli” imzası bu tahminimizi daha da güçlendirmektedir. 19001ü yılların başında dâr-ı bekâya teşrif eden Hacı Mehmed Zülâli Efendinin kabr-i şerifleri Eskişehir Odunpazarı mezarlığındadır.[38]

Eskişehir’e “Reşahat” ve güzel dostlar vesilesiyle zihnî bir yolculuktan sonra tekrar Buhara’ya dönelim. Şah-ı Nakşibent hazretlerini ziyaretimizi mütakiben son Buhara hanı “Emir Alim Han”ın (1881-1944) “Yazlık Sarayı”na gidiyoruz. Rehberlerimiz anlatıyor; Ruslar 1865’de Taşkent ve Hokant’ı alıyor. Üç yıl sonrada Buhara ve Hive Hanlıkları teslim oluyorlar. Rus Çarlığına bağlı olan Buhara Hanlığında Emir Alim Han 1920’de Bolşeviklere karşı savaşıyor ve kaybediyor. Afganistan’a geçiyor ve Kabil’de1944’de ölüyor. Ruslar Buhara’yı işgal ettiğinde 13 vagon altını Rusya’ya götürüyor. Saray’ın avlusu ve avluda tavus kuşları var. Bunlar Hindistan’dan getirilmiş. Saray şimdi müze halinde gelenlerin ziyaretine açılmış. Vaktiniz varsa Osmanlı son dönemi ile Türkistan hanlıkları arasındaki ilişkileri ve etkileşimleri A. Ahad Andican’ın “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye ve Orta Asya” isimli eserinden okuyabiliriz. Çünkü, Türkistan hanlıklarının düşüşü, Millî mücadeleleri ailesi de Türkistanlı olan Ahat Andican tarafından belgelere dayanarak gayet güzel anlatılmış. Bazı araştırmacıların ve Alim Hanın ailesinin, yazarın Buhara Emiri ile ilgili düşüncelerini katılmadığını da okumuştum. Fakat ana hatları ile bakınca eserin Türk Dünyasına çok önemli mesajları bulunmaktadır:

Türkistan cedidizminin doğuşu

Cedidizm hareketi, din eksenli geleneksel eğitimden Batı tipi çağdaş bir eğitim sistemine geçiş çabası olarak XIX. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmış bir akımdır. Hareketin öncüleri Abdunnasır Kursavi (1775-1813) ve Şehabeddin Mercani (1815-1889) isimli Tatar aydınlarıdır. Orta Asya’nın skolastik eğitim sisteminin yetersizliğini ve bu karmaşık ve zor eğitim sistemin Müslümanların geri kalmasında en büyük etken olduğunu savunan Mercani, Tatar okullarında reform yapma çabası içine girmişti. Rusya ile Orta Asya arasındaki ticarete aracılık eden gelişmiş Tatar burjuvazisi tarafından desteklenen bu anlayış, kısa sürede Volga bölgesinde din derslerinin yanında tarih, coğrafya, matematik gibi derslerin de okutulduğu, halk diliyle eğitim yapan okulların ortaya çıkmasını sağladı. Bu anlayışın Rusya’nın diğer Müslüman bölgelerine de yayılmasını ve cedidizm, yani yenilikçilik adı verilen bir akım haline dönüşmesini ise Bahçesaraylı bir Kırım Türkü olan İsmail Gaspıralı sağladı. Türkiye’de kültür ve eğitim alanlarında büyük bir değişime öncülük eden Genç Osmanlılardan ve Müslüman Birliği savunucusu Cemaleddin Afgani’den etkilenen Gaspıralı, 1883 yılında çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesinde, Osmanlı Türkçesi çevresinde bir dil birliğini önerdi ve başta Kırım olmak üzere bütün Müslüman-Türk bölgelerinde “usul-ü cedid” okulları açılmasına öncülük etti. Gaspıralı’nın başlattığı liberal hareketin ulaşmak istediği nokta, eğitim reformu aracılığıyla Müslüman toplumun modernleştirilmesi ve Rusya’daki Müslüman Türklerin bir birlik oluşturmaları şeklinde tanımlanabilir. “Dilde, Fikirde ve İş’te Birlik” sloganının özünde bu vardı. Fakat cedidizm, sadece bir eğitim reformuyla sınırlı kalmayacak, bir süre sonra Orta Asya hanlıklarında reform isteyen aydınları ve daha sonra da Rus hâkimiyetine karşı mücadele edecek olan Müslüman-Türk seçkinleri kapsayan siyasi bir akım haline dönüşecektir. XX. yüzyıla girerken Türkistan coğrafyası üç idari ünite halindeydi. Ruslar XIX. yüzyıl sonlarına kadar işgal ettikleri bölgeleri Türkistan Genel Valiliği haline dönüştürmüşlerdi. Harezm bölgesindeki Hive Hanlığı ile Güney Türkistan’ın bir bölümünü kaplayan Buhara Hanlığı ise Rus himayesinde ayrı idari birimler olarak varlıklarını sürdürmekteydiler. Türkistan coğrafyasındaki modernleşme hareketleri, bu idari farklılıklar nedeniyle, aynı araçları kullanmakla birlikte, değişik çizgilerde gelişmiştir. Türkistan Genel Valiliği bölümünde İsmail Gaspıralı’nın Rusya Müslümanları için arzuladığı hedeflerle örtüşecek yönde bir gelişme vardı. Türkistanlı cedidler, yeni metot okullar ve basın fa- aliyetleri aracılığıyla toplumun modernleşmesini sağlamak amacmdaydılar. Buna karşın Buhara ve Hive hanlıklarında cedidlerin ilk hedefi, hanlık yönetimlerini reformlar yapmaya zorlamak ve onları Osmanlı benzeri meşruti idareler haline dönüştürmekti.[39]

Reformcu bir din adamı olan Münevver Kari’nin 1901’de Taşkent’te ve bir yıl sonra da bir diğer aydın din adamı, Mahmud Hoca Behbudi’nin Semerkant’ta usul-ü cedid okulu açmalarıyla başlayan süreç, kısa sürede bütün Türkistan Genel Valiliğine yayıldı. Ayrıca, yine Münevver Kari önderliğinde, Taşkent’te, dış ülkelere öğrenci göndermek amacıyla “Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi” adı altında bir cemiyet kurulmuştu. 1905 yılında Rus meşrutiyetinin ilanıyla başlayan liberal hava, Türkistanlı cedidlerin bir taraftan siyasi çalışmaları başlatmalarına, bir taraftan da yayın faaliyetlerine girişmelerine imkân sağladı. Münevver Kari basın alanında da öncü oldu. Onun çıkardığı Hurşit isimli gazeteyi, Şöhret, Aziya, Tüccar gibi çok sayıda yayın izleyecek, çoğu kısa ömürlü olan bu gazeteler çar yönetiminin yeniden baskı uygulamaya başladığı 1908 yılma kadar varlıklarını sürdüreceklerdir. Step Genel Valiliğine bağlı Kazak bozkırlarında da benzer bir süreç yaşanmaktaydı. 1899’da Dala Valayati isimli edebi gazeteyle başlayan süreç, 1905’ten sonra daha da genişlemiş, Kazakistan, Üç Cüz, Vatan Dili, Alaş, Aykap ve Abai gibi yayınlar ortaya çıkmıştı.1911 yılında baskıcı Başbakan Stolipin’in öldürülmesi ve yerine daha ilerici Kokovtsev’in getirilmesi, 1912’de yenilenen Duma’da anayasalcı demokratların ve sosyalistlerin güç kazanması, Rusya genelinde liberal bir siyasi ortam doğmasına yol açtı. Bu dönemde Türkistan’daki cedid basınında yeniden bir canlanma göze çarpmaktadır. Türkistan Genel Valiliği bölgesinde, başta Behbudi’nin Ayine ve Semerkant’ı, Ubeydullah Hoca’nın Sedâ-yı Türkistan’ı ve Abidcan Mahmud’un Sedâ-yı Fergana’sı; Step Valiliği bölgesinde ise Ahmet Baytursun’un Kazak’ı ve Kölbay Tüğusov’un Alaş’ı olmak üzere çok sayıda gazete çıkarılacak ve1917 yılma doğru sayı daha da artacaktır. Cedidler bu yayınlarla bir taraftan eğitim, dil, kimlik, din reformu ve Müslümanların geri kalış sebepleri gibi konuları gündeme getirerek halkı eğitmeye ve topluma bir kimlik bilinci kazandırmaya çalışırlarken, bir taraftan da Türkistan halkı ile dış dünya arasında bir pencere rolü oynamaktaydılar.[40]

Bu dönemde cedidlerin sadece basın faaliyetleriyle yetinmeyip kitabevleri kurdukları ve buralarda İstanbul, Hindistan ve İran’dan getirdikleri kitapları ve yayınları halka sundukları görülmektedir. Ayrıca, halkın daha fazla yayım izleyebümesi, gazete ve dergi satın alma imkânı olmayan kesimlerin de yararlanabilmesi amacıyla büyük şehirlerde okuma evleri açmaktaydılar. Bu evlerde İslam dünyasının diğer bölgelerinde yayımlanan ve yayımcıları tarafmdan ücretsiz olarak gönderilen gazete ve dergiler okuyucuların hizmetine sunulmaktaydı. Bu evlerin en tanınmışları 1908’de Semerkant’ta Behbudi’nm açtığı “Kıraathane” ve “Mutâlihane İslamiyye” diğeri de Abdullah Avlani’nin 1912’de Taşkent’te açtığı “Turan Okuma Evi”dir. Bu ev 1917’ye kadar faaliyetini stüdürecektir. Buhara ve Hive hanlıklarında da benzer bir süreç yaşanmaktaydı. Buhara Hanlığı yüzyıllardan beri geleneksel medrese eğitiminin en büyük merkezlerinden birisi olmuştu. Bu nedenle Buhara’nın yeni metot okulları kabul etmesi, Türkistan’ın diğer bölgelerine oranla daha geç bir tarihte, Gaspıralı’nın bölgeyi ikinci ziyaret tarihi olan 1908’den sonra olmuştur. Mirza Abdulvahid yönetiminde açılan ve Farsça eğitim veren ilkokuldan sonra, tutucu ulemanın bütün engellemelerine rağmen yeni okullar açılmaya devam etmiştir. Buharalı cedidlerin bu yıllarda siyasi ve sosyal nitelikte gizli teşkilatlannıalara yöneldikleri görülmektedir. Türkiye’deki Genç Türkler hareketinin başarısından etkilenerek, 1909 yılında bir araya gelen Buharalı aydınlar, “Yaş Buharalılar” adı alımda gizli bir teşküat kurdular.Diğer taraftan cedidler, Buhara medreselerindeki yetersiz ve eski eğitimi aşabilmek için, İstanbul, Kazan, Kırım ve Orenburg gibi bölgelere öğrenci göndermek istiyorlardı. 1909 yılı başlarında, bu faaliyeti desteklemek amacıyla “Şirket-i Buhara-i Şerif’ adı altında bir şirket kuruldu. Aynı yılın haziran ayında kurulan “Cemiyet-i Terbiye-i Etfal” isimli bir gizli oluşum, kısa bir süre içerisinde yurtdışına öğrenci gönderme faaliyetini başlattı.[41]

İstanbul’daki bir grup sürgün “Buhara Tamim-i Maarif Cemiyeti”ni kurdu. Grubun amacı Buhara’dan Türkiye’ye öğrenci getirilmesini sağlamaktı. Ayrıca cahilliğe karşı mücadele edilerek halk arasında eğitimi yaygınlaştırmak amaçlanmaktaydı. Buhara’daki “Terbiye-i Et-fal” ile İstanbul’daki “Buhara Tamim-i Maarif Cemiyeti’nin işbirliğiyle iki yıl içerisinde İstanbul’a 30 öğrenci gönderildi. Ortak üyeleri olan her iki cemiyetin sözcülüğünü ve ideolojik liderliğini o sıralarda İstanbul’da bulunan Şair Abdurrauf Fıtrat yapmaktaydı. 1910 yılında Buhara’da çok büyük bir Sünni-Şii çatışması meydana geldi. Olaylar, emirin talebi üzerine Buhara’ya gelen Rus birlikleri tarafından bastırıldı. Yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan olayların suçunu reform yanlılarına yükleyen Emir, cedidler arasında geniş bir tasfiye gerçekleştirdi. Cedidlerin çoğu Taşkent, Semerkant gibi Türkistan Genel Valiliği sınırlarındaki şehirlere kaçmak zorunda kaldılar. 1911’de emirin ölmesi ve yerine geçen oğlu Alim Hanın başlangıçtaki reform yanlısı yaklaşımı cedidlerin bir kısmının Buhara’ya geri dönmesini sağladı. 1912 yılma gelindiğinde Buhara’da 52 adet “usul-ü cedid” okulu açılmış durumdaydı. Sonraki iki yıl içerisinde bu rakam 104’e ulaşacaktır. Buharalı cedidler, yayın faaliyetlerine ancak 1912’lerde başlayabilmişlerdir. Yeni emirin tahta çıkmasıyla birlikte başlayan ılımlı siyasi ortamdan yararlanmak isteyen cedidler, kendilerine yakın olan Mirza Muhiddin’in yardımıyla, Rus siyasi temsilcisi A.S. Somov’u ikna ederek, temsilciliğin bulunduğu Kagan’da Buharayı Şerif gazetesini çıkarmaya başladılar. Bu gazeteyi çıkaran grubun önderlerinden Gıyas Mahdum Hasan, 1905 yılından itibaren İstanbul Darülfünunu’nda eğitim gördükten sonra 1911’de Buhara’ya dönen bir cedid idi. Gazete, Buhara Hanhğı’nın resmi dilinde, yani Farsça yayımlanmaktaydı. Aynı yılın haziran ayında, yine eğitimini İstanbul’da yapmış Mirza Siracı Hakimin yönetiminde, Özbek Türkçesiyle Turan isimli bir gazete çıkarılmaya başlandı. Somov, her iki gazeteye de, sansür uygulamak şartıyla izin vermişti. Eğitim reformu, siyasi ve sosyal reform gibi konularda yazılan yazıların Emir tarafından toleransla karşılanması mümkün değildi. Bu nedenle bu gazetelerin ömrü fazla olmayacak ve ertesi yılın ocak ayında Somov’un emriyle kapatılacaklardır. 1914 yılında ise Buhara’nın kadimcileri, cedidler üzerinde bir zafer kazanacak, Emir Alim Han’a baskı yaparak bütün “usul-ü cedid” okullarının kapatılmasını sağlayacaklardır. Bu gelişme, cedid okullarının yeraltına inmesine ve eğitimin evlerde gizli olarak yapılmasına yol açacaktır.[42]

Hive Hanlığı, yönetim açısından daha şanslıydı. Buhara emirine göre daha liberal bir yapıya sahip olan Muhammed Rahim Bahadır Han’ın, 1904 yılında yayımladığı bir fermanla “usul-ü cedid” okullarının açılmasına izin vermesiyle birlikte, Hüseyin Kuşayoğlu isimli bir Osmanlı Türkü’nün de ders verdiği Ürgenç usul-ü cedid okulu açılmıştı. Emirin 1910’da ölümünden sonra iktidara gelen oğlu İsfendiyar Han döneminde okullarla ilgili liberal politika devam ettirildiyse de, hanlık ile Türkmen boyları arasında çıkan çatışmalar nedeniyle siyasi baskı arttı. Bu durum reform yanlısı Hiveli cedidlerin Genç Hiveliler adı altında bir araya gelmelerine ve hanlık yönetimine karşı mücadeleye başlamalarına sebep olacaktır. Türkistan cedidizmi, büyük ölçüde, Tatar Türkleri arasında XIX. yüzyılın ikinci yansından itibaren başlayan yenilikçilik hareketlerinden etkilenmiştir. İsmail Gaspıralı’nın Tercüman’ı ve bölgedeki Tatar Diasporası bu alanda çok önemli bir aracılık rolü yüklenmişlerdir. Tercüman, daha çıktığı yıllardan itibaren, Türkistanlı seçkinler tarafından yakından izlenmekteydi. Gazetenin 1885’lerdeki bin abonesinin en az iki yüzünün Türkistan Türklerinden oluştuğu bilinmektedir. Gaspıralı’nın fikirleri Türkistanlı cedidlerin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Daha sonraki yıllarda Şöhret ve Turan gibi gazeteleri çıkaracak olan Abdullah Avlani’nin “Tercüman okumaya başladım, dünyadan haberim oldu” sözleri bu etkiyi çok iyi özetlemektedir. Başta Behbudi olmak üzere birçok cedid, Gaspıralı’yla tanıştıktan sonra cedidizm alanında çalışmaya başlamışlardır.[43]

Türkistan’daki Tatar Diasporası ise, Kazan ve Kırım coğrafyasındaki gelişmeleri izleyerek, Türkistanlıların “usul-ü cedid” okulları açmalarından çok önce, kendi çocukları için bu nitelikte okullar kurmuşlar ve böylece Türkistanlı aydınlara örnek olmuşlardı. Daha sonraki yıllarda Tatar aydınları bir taraftan Türkistan Genel Valiliği sınırlarında ve Step Vilayeti’nde açılan okullarda öğretmen olarak faaliyet göstermişler, bir taraftan da Türkistan’daki yayın faaliyetlerine katkı sağlamışlardır.Tatar aydınlarının Türkistan coğrafyasındaki çalışmaları o kadar etkili olmuştur ki, Tatarların Osmanlı Türkiyesi için aracılık yaptıkları ve Türkistan coğrafyasında Panislamizm ve Pantürkizm akımlarının gelişmesine zemin hazırladıkları iddiasıyla, Rus yönetimi, 1911 yılı haziranında çıkardığı bir yasayla, öğretmenlerin okuldaki öğrencilerle aynı etnik gruptan olmaları zorunluluğunu getirmiş, böylece Tatar öğretmenlerin Türkistan’da görev yapmalarını engellemiştir. Bu kararın alınmasından sonra Tatar Diasporasının Türkistan’daki etkinliği giderek azalacaktır.[44]

Osmanlı imparatorluğu, geçmişte olduğu gibi, cedidizmin şekillendiği yıllarda da Türkistanlı aydınlar için bir çekim merkezi olmuştur. Başlangıçta etkileşim büyük ölçüde kültürel boyuttaydı. Herhangi bir nedenle Osmanlı coğrafyasına seyahat eden Türkistanlı aydınlar, İstanbul üzerinden hacca giden Türkistanlılar ve çeşitli yollarla Türkistan’a ulaşan Osmanlı gazete ve dergileri bu etkileşimin aracıları olmuşlardır. Osmanlı başkentinde basılmakta olan gazete ve dergilerin çeşitli yollarla Türkistan coğrafyasına iletilmesini sağlayan bir abonelik sisteminin 1870’li yıllardan itibaren başlamış olduğu bilinmektedir. Türkistanlı cedidlerden Sadriddin Ayni, Buhara İnkılâbı Üçün Tarihi Materyallar başlıklı çalışmasında bu konuyla ilgili olarak şöyle yazmaktadır: Sözü edilen öğretmen ile Türkiye’de meşrutiyet’ten (1908) sonra yayınlanmağa başlayan ‘Sırat-ül Müstakim’ dergisini inceleme imkânını bulduk. Söz konusu mecmua, dini, ilmi, sosyal, siyasi ve edebi bir dergi olup hilafet merkezinin en büyük ve en ulu kişilerinin katılımı ile çıkarılmaktaydı. Bu dergide siyasi ve sosyal reformlar, ayet ve hadislere uygulanarak açıklandığı için bizim fikirlerimizde de esaslı bir değişim ortaya çıktı.1908 yılındaki Genç Türk Devrimi ve meşrutiyet ilanı, ulaşmak istedikleri hedeflerle örtüştüğü için, Türkistanlı cedidler tarafından büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Buharalı cedidlerden Feyzullah Hocayev bu gelişmeyi “Türkiye ve İran devrimlerinin etkisiyle bütün Müslüman Doğu’da milli devrim hareketleri güçlenmeye başladı ve 1910 yılından itibaren cedidler hareketinin teşkilatlanması gündeme geldi” şeklinde değerlendirmektedir. Genç Türklerin Sultan Abdülhamid’e karşı verdikleri mücadele, kendilerinin Buhara ve Hive yönetimlerine karşı verdikleri mücadeleyle özdeşleştirilmekteydi. Genç Türklerden esinlenen Buharalı cedidlerin siyasi kanadı l909 yılında “Yaş Buharalılar”, Hiveli cedidler de “Genç Hiveliler” adı altında örgütlendiler.[45]

Kısa bir süre sonra Buhara’da gizli olarak kurulan “Terbiye-i Etfal” Cemiyeti’nin ilk işi, daha sonraki yıllarda Buhara cedid hareketinin önderleri olacak olan Osman Hoca ve Hamid Hoca’yı “Usul-ü Savtiye” okulları konusunda bilgi sahibi olmaları için Bahçesaray’a ve istanbul’a göndermek oldu. Daha sonra Abdurrauf Fıtrat ve Mukimiddin Bekcan da İran üzerinden istanbul’a gittiler. Buharalı bu gençler, 1909 yılı sonlarında, istanbul’da, Sadık Aşuroğlu ve Gulcalı Abdulaziz isimli arkadaşlarının da katılımıyla, kendilerinden sonra gelecek öğrencilerin öğrenimlerine yardımcı olmak amacıyla “Buhara Tamim-i Maarif Cemiyeti” adı altında bir eğitim derneği kurdular.Bu dernek aracılığıyla Türkiye’deki okullara 1911 yılında 15 Buharalı öğrenci getirilerek yerleştirildi. 1912 yılma gelindiğinde Türkiye’deki toplam öğrenci sayısı 30’a ulaşacaktır. Aynı dönemde istanbul’daki Rus elçiliği Türkistan Genel Valiliğine gönderdiği bir raporda, bu cemiyetin Türkistan’dan ve Kaşgar’dan getirip Türkiye’deki okullara Bu arada “Yaş Buharalılar” tarafından kurulan kütüphaneler aracılığıyla İstanbul’da ve Rusya’da (Tataristan, Kırım) yayımlanan gazeteler, dergiler ve kitaplar Buhara’ya getirilmekteydi. İstanbul’daki Buharalı öğrenciler Türkiye’de yayımlanmış önemli kitapları seçerek kısa sürede Türkistan’a ulaştırmaktaydılar. Türkiye’ye gelen Buharalı cedidler arasında, özellikle Abdurrauf Fıtrat’ın ayrı bir konumu vardır. “Medreset-ül Vaizin”deki eğitimi sırasında İstanbul’daki aydın çevrelerle yakın bir ilişki kuran Fıtrat, burada reformcu düşüncelerle tanıştı ve daha sonraki yıllarda Türkistanlı cedidler arasında büyük etkilere yol açacak olan birkaç eser yayımladı. Münazara isimli ilk kitabında, Buharalı bir müderris ile Avrupalı bir aydım Hindistan’da karşı karşıya getiren Fıtrat, bu ikiliyi “usul-ü cedid” okulları hakkında konuşturmaktadır. Medreselerdeki yozlaşmanın, eğitimdeki kokuşmuşluğun ve dolayısıyla ortaya çıkan İslam dinindeki gerilemenin sebeplerinin tartışıldığı Münazara, gerekli reformlar yapılarak çağdaş bir eğitini anlayışına geçilmediği takdirde Müslümanların gerilikten asla kurtulamayacakları konusunda Buharalı müderrisin ikna olmasıyla son bulmaktadır. İkinci eseri olan Hind Seyyahının Beyanatı isimli kitabında ise, Fıtrat, bu kez, Hindistanlı bir seyyahın Buhara’yı ziyaretini konu almaktadır. Seyyah, vakıflar tarafından yönetilen geleneksel Buhara medreselerinde, eğitimsiz halk doktorlarının çalıştığı sağlık alanında, yozlaşmış kadıların yönetimindeki hukuk sisteminde, hurafelerle doldurulduğu için gerçek özünü yitirmiş din kurumlarında ve geleneksel yöntemlerle üretim yapan ticari kuruluşlarda gözlemler, değerlendirmeler yapar ve öneriler getirir. Amaç, Buhara’nm ortaçağ hayatından kurtarılması, gerekli reformların yapılmasıyla çağdaş bir ülke haline getirilmesidir.[46]

İstanbul döneminde Osmanlı aydınlarından büyük ölçüde etkilenen Fıtrat, bu eserlerinde, söz konusu dönemde Osmanlı coğrafyasında çok yaygın olarak kullanılan ve Türkistanlı seçkinlerin henüz bir hayli yabancı oldukları “vatan”, “hürriyet”, “meşrutiyet “gibi kavramları sıkça gündeme getirmektedir. Münazara isimli kitabındaki Avrupalı karakterini “Düşünün. Niyazi ve Enver Beylerin İstanbul (Osmanlı) Meşrutiyeti için gösterdikleri çabalar terakkiperverlik değil de nedir?” şeklinde konuşturarak, Türkistanlı aydınları Genç Türkleri örnek almaya çağırmaktadır. Her ikisi de İstanbul’da basılan bu kitaplar, cedid okullarının kapatılmasının gündemde olduğu bir dönemde Türkistan’da yayımlanmış, özellikle gençlerin reformcu bir çizgiye yönelmelerini özendirerek cedidizm hareketinin güçlenmesini sağlamıştır. Bu arada Fıtrat, İstanbul’da yayımlanan Hikmet ve Tearif-i Müslimin gazetelerinde, Buhara yönetimini eleştirerek, vakit geçirmeksizin gerekli reformları yapmaya davet eden yazılar yayımlamaktaydı. Bu çalışmalarıyla Fıtrat, Türkistan’a geri döndüğü zaman, Yaş Buharalılar Hareketinin ideolojik önderi haline gelmişti. istanbul’daki öğrencilerden bir diğeri, Darülmuallimin’de okuyan Nur Alizade Giyaseddin Hüsnü’ydü ve o da, Fıtrat’a benzer şekilde, Tearif-i Müslimin ve Sırat-ı Müstakim gibi yayın organlarına yazılar yazmaktaydı. Görüldüğü gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, ikinci Meşrutiyet’in ilan edildiği, Genç Türklerin iktidara yürüdüğü ve reform arayışlarının yoğunlaştığı dönemde Osmanlı başkentinde ciddi sayıda bir Buharalı öğrenci ve sürgün kitlesi toplanmış durumdaydı. Bu aydınların Osmanlı deneyiminden etkilenmemeleri mümkün değildi. Rusya’nın vassalı haline dönüşmüş Buhara Hanlığı’nın, politik güçsüzlüğü ve dönemin uluslararası değerleri açısından aşırı gerici bir yönetim olarak tanımlanıyor olması, Buharalı cedidlerin Türkistan’ın doğrudan Rus kontrolü altında olan bölgelerine göre daha aktif ve siyasal dozu daha yüksek bir çalışma yapmalarına imkân sağlamaktaydı. Nitekim Türkiye’de öğrenim görerek Buhara’ya dönen gençler “usul-ü cedid” tipi okullar açmak, gazete çıkarmak gibi kültür ve eğitim alanlanndaki faaliyetlerle yetinmediler ve cedidizm hareketinin siyasallaşması yönünde de etkili oldular. Buharalı cedidlerin önde gelenlerinden Sadriddin Ayni bu etkiyi şu şekilde tarif etmektedir:[47] Şubat İhtilalinden sonra reformcular hareketinin başına Fıtrat ve Osman Hoca gibi Türkiye’de öğrenim gören ve Pantürkizm’i benimsemiş cedidler geçtiler. Onlar yalnızca kendi aralarında değil, Özbek dilini bilmeyen Buhara Halkı ile de Osmanlı-Türk dilinde konuşmaktaydılar. Şubat İhtilalinden sonra onlar reform talep etmeye başladılar. Benzer bir değerlendirme, Yaş Buharalıların önderlerinden olup, 1937 yılma kadar Özbekistan’da yöneticilik görevi yapan Feyzullah Hocayev tarafından yapılmaktadır:İstanbul ve Orenburg’dan dönen öğrencilerin çoğu cedidizm’in eski önderleriyle uyuşamadılar. Cedidlerin kültürel çalışmalar yapmak şeklinde dar bir çerçeveye sıkışıp kalan hayalperestlikleri onları tatmin etmiyordu. Onlar siyasi konulan ön plana çıkarmayı ve siyasi nitelikte çalışmalar yapmayı talep etmekteydiler. Onların yeni isteklerinde halkçılık ortaya çıkmaya başladı. İhtilal öncesi yıllarda cedidler tarafmdan ortaya konulan taleplerin en uç noktası Genç Türklerinkine benzer bir anayasal sistemi Buhara’da yerleştinnek arzıısuydu ve bu olay cedidizm hareketinin maksimum programını oluştumıaktaydı.Türkistan Genel Valiliği bölgesindeki cedidler de Türkiye’yle çok yönlü bir ilişki içerisindeydiler. Bu bölgedeki cedidlerin önderlerinden Behbudi, 1900’lü yularda Mısır’a giderek Muhammed Abduh’la tanışmış ve El Ezher’i ziyaret etmişti. Behbudi’nin Türkiye’ye gelmeden çok önce, İstanbul’daki aydın çevrelerle temaslar kurduğu büinmektedir. Nitekim 1910 yılında Sırat-ı Müstakim’de yayımlanan bir mektubunda, Semerkant’taki okuma evi için gönderilen gazetelere teşekkür etmekte, kendi yazdığı bir eserini de gazeteye hediye olarak gönderdiğini bildirmektedir. Behbudi, din, tarih, coğrafya, eğitim, dü, sağlık, iktisat gibi çok farklı alanlarda yazılar yazarak bir anlamda Türkistan toplumunun öğretmenliğine soyunmuş durumdaydı. Bu yayıncılık anlayışında 1870’li yıllarda İstanbul’da Dağarcık ve Kırkambar gibi gazeteleri çıkaran ve çok farklı alanlarda kitaplar yazan Ahmed Midhat Efendi’den esinlendiği bilinmektedir. 1912 yılında Türkiye’ye gelen Behbudi, Osmanlı İmparatorluğunun birçok şehrinde bulunmuş ve Osmanlı eğitim sistemini inceleme imkânına sahip olmuştu. Osmanlı İmparatorluğuyla ilgili izlenimlerini kendi gazetesi Ayine’de “Seyahat Hatıraları” başlıklı bir dizi yazı şeklinde yayımlayacaktır. Türkistan’a döndükten sonra Behbudi’nin Türkiye’yle ilişkilerini genişleterek sürdürdüğü görülmektedir. Ayine gazetesi tarafından verilen Türkistan-Buhara-Hive haritası, İstanbul’da, Türk Yurdu Matbaası’nda hazırlandıktan sonra Semerkant’a gönderilmiştir.[48] Cedid hareketinin önderlerinden Münevver Kari, Türkiye’ye hiç gelmemiş olmasına karşın, Türkiye’yi İslam dünyasının kültür ve eğitim merkezi olarak görmekteydi. Daha sonraki yıllarda dış dünyadaki Türkistan millî hareketinin aktif üyelerinden birisi olacak olan Abdulvahap Oktay, Münevver Kari’nin, okulundaki öğrencileri ileri eğitim için İstanbul’a gitmek konusunda özendirdiğini yazmaktadır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı öncesinde bazı öğrencilerini Türkiye’ye göndermiş ve bu işlemin düzgün olarak sürdürülebilmesi için de “Cemiyet-i Hayriye-i Islamiyye” adlı bir yardım teşkilatı kurmuştu.Cedidlerin Semerkant grubunda olan Abdulkadir Şekuri ve “Aczi” mahlasıyla yazan Seyid Ahmed Sıddıki, değişik tarihlerde istanbul’da bulundular ve daha sonra kendi bölgelerinde cedid okulları açtılar. Sonraki yıllarda meşhur bir edebiyatçı olacak olan Hamza Hakimzade Niyazi 1912’de Türkiye’yi ziyaret etmişti. Muhammed Şerif Sufizade, 1902’de İstanbul’a geldi. Üç yıl Sufi dergâhlarında imamlık yaptıktan sonra 1905’te “Darülmuallimin-i Şahane”ye girdi. 1906’da Türkistan’a döndü. 1913’te Çust şehrinde cedid okulu açtı.[49]

Türkiye’den Türkistan’a dönen aydınlar bir taraftan meşrutiyet Türkiyesi’nde tanıştıkları yenilikçi düşünceleri yaymakta, bir taraftan da eğitim alanında modern metotları uygulamaktaydılar. Behbudi, Münevver Kari, Avlani ve Sadriddin Ayni gibi cedid önderlerinin, yeni metot okullarda okutulmak üzere yazdıkları islam tarihi, coğrafya, matematik gibi kitaplann Osmanlı, Tatar ve Fars kaynaklarından yararlanılarak hazırlandığı bilinmektedir. Benzer şekilde, Münevver Kari’nin Numune Mektebi’nde kullanılan atlas, harita ve küre gibi eğitim araçlarının İstanbul’dan gelmekte olduğu, o dönemde Kari’nin öğrencisi olan aydmlar tarafmdan ifade edilmiştir.Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması Türkistan’dan İstanbul’a gelen öğrenci sayısını azaltmış olmakla birlikte tamamen kesilmesini sağlayamamıştı. Savaş dönemiyle ügili bazı belgeler İstanbul’da Türkistanlı öğrencilerin bir taraftan öğretimlerini devam ettirirken bir taraftan da Osmanlı-Türkistan ilişkileri konularında çalışmalar yaptıklarını göstermektedir. Bu belgelerden bir tanesi, İstanbul’da okumakta olan ve kendilerini Kırgız, Kazak ve Astrahan bölgelerinin temsilcileri olarak tanımlayan Türkistanlı öğrencilere aittir. Bu öğrenciler tarafmdan Harbiye Nazırlığı’na gönderilen bir müracaatnamede, Osmanlı Devleti’nin millî orduların kurulmasına yardımcı olarak bu bölgelerin bağımsızlığına katkı sağlaması, Türkistan’da Osmanlı tipi eğitimin gerekliliği ve bu nedenle söz konusu bölgelerden Türkiye’ye daha çok sayıda öğrenci getirilmesi gibi konular gündeme getirilmiştir. Türkistanlı öğrenciler, Türkistan bayrağı altında bir teşkilatlanmaya gitmenin gerekli olduğunu ve bu konularda çalışmalar yapmak istediklerini belirtmektedirler. Diğer belgeler ise yine İstanbul’daki üç Türkistanlı öğrencinin ülkelerine dönmek konusundaki yardım talepleriyle ilgilidir. Bu belgeler söz konusu dönemde Türk Ocakları ve İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi teşkilatlarla Türkistan coğrafyasından gelen öğrenciler arasındaki ilişkileri göstermesi bakımından ilginçtir. 1914 yılında İstanbul’a gelen 3 öğrenci, önce bir süre “Türk Tâmim-i Maarif Cemiyeti”nde Osmanlı Türkçesi eğitimi almışlar ve bu cemiyetin kapanması üzerine eğitimlerini “Türk Ocakları” bünyesinde sürdürmüşlerdir. Öğrenciler eğitimleri boyunca Türk Ocaklan’yla ilişkilerini sürdürdüklerini belirtmektedirler. Bu arada öğrencilerden Hokandlı Seyidahmetoğlu Abdülhamid, ittihat ve Terakki merkeziyle ilişki kurarak bu organizasyonun üyesi olmuştur. Diğerleri üye olmamakla birlikte söz konusu cemiyetle ilişki kurmuşlardır.[50]

Sırat-ı Müstakim, Hikmet gibi İslami çizgideki Osmanlı yayın organları Türkistan’la ilgili haberleri daha çok İslam dünyası anlayışı içerisinde verirlerken, Türkçülük karakteri ağır basan Türk Yurdu benzeri yayın organları, aynı konuları, Türk âlemi çerçevesi içerisinde vermektedirler. 1910 yılı içerisinde Buhara’da ortaya çıkan Sünni-Şii çatışması, islamcı yayın organlarında geniş yer bulmuş, “Asya-yı Vusta’da Felâket” ve “Buhara Vakayı Elimesi” şeklinde haber ve yorumlara konu olmuştur. Osmanlı Devleti tarafından oluşturulan bir komisyon, Buhara olaylarında hayatlarını kaybedenlerin aileleri için, Osmanlı padişahının da 10 800 kuruşla katıldığı bir yardım kampanyası başlatmış ve kısa sürede 35 000 kuruşun üzerinde yardım toplamıştır. Aynı dönemde Özbek Türklerinden Sibiryalı Abdürreşid ibrahim istanbul’a gelmiş ve Rusya Müslümanlarının soranlarını ön plana çıkaran Tearif-i Müslimin adlı bir dergi yayımlamaya başlamıştır. Yaklaşık 32 sayı kadar çıkabilen bu dergi, Rusya Türklerinin Osmanlı coğrafyasında çıkar­dıkları ilk süreli yayın olması bakımından tarihi önem taşımaktadır.[51]

Türkistan’da gelişen olaylar ve cedid basınıyla ilgili gelişmeler, Türkçü basında, özellikle Türk Yurdu’nda yer bulmaktaydı. “Türk Aleminde”, “Türklük Şuunu” (olayları) gibi bölümler yayımlayan Türk Yurdu, cedidler tarafından çıkarılan her gazeteyi haber yapmaktaydı. Bu arada, Buharayı Şerif gazetesinin Farsça çıkarılmış olmasının Türk Yurdu’nda eleştiri konusu yapıldığı görülmektedir. Gazetenin tanıtımının yapıldığı yazıda, bu olay anormal bir gelişme olarak değerlendirilmekte ve halkı Türk olan bir ülkede niçin Farsça gazete çıkarıldığının anlaşılamadığı vurgulanarak, gazeteyi çıkaran Buharalı cedidlere eleştiri yöneltilmektedir. Buhara’da ikinci gazete olarak çıkarılan Turan’ın ise hem ismi, hem de Özbek dilinde basılmış olması Türk Yurdu yazarlarını memnun edecektir. Söz konusu dönemde bütün İslam dünyasından olduğu gibi Osmanlı coğrafyasından da çok sayıda gazete, abonelik yoluyla veya seyyahlar aracılığıyla Türkistan’a ulaşmaktaydı. Buharalı cedidlerin önderlerinden Sadriddin Ayni, Yaş Buharalılar tarafından kurulan Marifet Kütüphanesi’nde İstanbul ve Rusya’da yayımlanmakta olan gazete ve dergilerin yanında, İstanbul, Bakü ve İç Rusya’da (Tataristan) basılan önemli kitapların bulunduğunu belirterek, İstanbul’da okuyan Buharalı öğrencilerin seçtikleri kitapları çeşitli yollarla Türkistan’a ulaştırdıklarını vurgulamaktadır.[52]

Diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu, İslam âleminin en büyük ve güçlü ülkesi olması nedeniyle, Türkistan cedid basını için önemli bir haber ve yorum kaynağıydı. 1906 yılından itibaren Türkistan’da yayımlanmaya başlayan cedid gazeteleri, Türkiye’deki gelişmeleri çok yakından izlemekte ve yorumlarla birlikte okuyucularına ulaştırmaktaydı.Bu konuda Mahmud Hoca Behbudi tarafından yayımlanan Semerkant gazetesi Türkiye’yle ilgili haberlerin yoğunluğu açısından ilk sıradaki yayın olarak kabul edilebilir. Balkan Savaşı’yla ilgili gelişmeler, Edirne’nin geri alınması, İstanbul ve Edirne gibi önemli Türk şehirlerinin tanıtılması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle ilgili gelişmeler ve Avrupa basınında Türkiye gibi konular bu gazetenin sayfalarında ön plana çıkarılmaktaydı. 1914-15 yıllarında Ubeydullah Hoca tarafından çıkarılan Sadayı Türkistan gazetesi de Türkiye’yi yakından izleyen bir yayın organıydı. Bu gazetede Türkiye’yle ilgili olarak yayımlanan bazı makaleler “Türkiye-Rusya Münasebâtı” (No.8), “Türk-Yunan İhtilafı” (No. 17), “Balkan Yine Kan İster” (No. 18), “İstanbul Mektupları” (No. 44), “Rusya-Türkiya Muharebesi” (No. 45), “Rus-Türk Savaşlarının Konu Edildiği Ceridelerden” (No. 48), “Kars Müslümanlarının Ahvali” (No, 59) şeklinde sıralanabilir. Aynı yıllarda Hokand şehrinde Abidcan Mahmud tarafından yayımlanan Sadayı Fergana gazetesinde, “Millet Muharebesi” (No. 82), “Erzurum” (No. 84), “Türkiye’nin Yolları” (No. 101) gibi makalelerde sadece Osmanlı başkenti değil, ülkenin başka bölgeleri de konu edilmekte ve Dünya Savaşı konusunda bilgiler verilmektedir. Söz konusu gazetede bir taraftan Türkiye’nin Fransa’ya verdiği kapitülasyonlar ayrıntılı olarak incelenmekte (No.5), diğer taraftan da Sultan Abdülhamid’in hastalığı ve zehirlenmekten korktuğu için yemeklerini kontrol ettirdiği gibi haberler işlenmektedir.[53]

Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarının Türkistan’daki yansımaları

Trablusgarp ve Balkan savaşları Türkistanlı cedidler tarafından çok yakından izlenmiştir. Ne yazık ki bu dönem Rusların cedid basınını büyük ölçüde susturdukları bir dönemdi. Buna rağmen Türkistan Genel Valiliği’nin resmi yayın organı olan gazetede bu konuda çeşitli yazılar yazılmıştır. Sadriddin Ayni gibi Türkçe bilmeyen ve hayatı boyunca Farsça yazmış birisi bile “Edirne’nin kaybının barış yoluyla olursa rezillik, savaş yoluyla olursa onurlu bir sonuç” olarak değerlendirileceğini yazmaktaydı. Ayrıca, Edirne’yi savunan Şükrü Paşa için bir şiir yazmıştı. Edirne’nin yeniden Türklerin eline geçtiği dönemde Osmanlı topraklarını ziyaret eden Behbudi, istanbul’dan sonra Edirne’ye de gidecek, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gözlemlerini ve savaşın sebep olduğu felaketlerle ilgili izlenimlerini kendi gazetesi Ayine’de dizi yazı olarak gündeme getirecektir.Balkan Savaşları ve alınan yenilgiler Türkistan Türkleri arasında büyük üzüntüye yol açmıştı. Türkistanlılar gizli bir şekilde aralarında topladıkları paraları İstanbul’a göndererek yardımcı olmaya çalıştılar. Rus gizli polisinin kayıtlarına göre 1913 yılında sadece Hokand şehrinde yaklaşık 39 000 ruble toplanarak İstanbul’a gönderilmiştir. Özbek tarihçi Şadman Hayitov, 1912 yılında Türkistan halkının Balkan Savaşları için 40 000[54] som para yardımı toplayıp gönderdiğini yazmaktadu. Buharalı büyük tüccarlardan Abdurezak Efendi kendi hesabından 25 000 som göndermişti. Balkan Savaşları döneminde Türkiye’ye yardım konusunda çok aktif rol oynayan “Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi”, yalnızca Azerbaycan’dan değil, Türkistan’dan gelen yardımları da toplayıp Türk Hilâl-i Ahmeri’ne ulaştırmaktaydı. Söz konusu dönemde Rusya Türklerinden çok sayıda gönüllünün Osmanlı ordusuna katıldığı çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. O sıralarda Petersburg’da hukuk öğrencisi olan Mustafa Çokayoğlu, hatıralarında, Rusya’nm Balkan Savaşı’na müdahale etmesi durumunda, Kafkas Cephesi’ne giderek sabotaj hareketleri yapacak bir öğrenci birliği oluşturduklarını anlatmaktadır.[55]Yardım kampanyaları ve gönüllü gidişleri konusunda Rus yönetiminin cevabı gecikmeyecekti. Osmanlı’ya yardım kampanyalarına katılanlar ve öncülük edenler toplanarak Rusya’nın iç bölgelerine sürgün edildiler. Esir Türk subaylarından Fahrettin Erdoğan, anılarında, sadece Orenburg şehrinde Balkan Muharebesi sırasında Türkiye’ye yardım ettikleri için sürülen 50 civarında Türkistanlının bulunduğunu belirtmededir.1914 haziranında başlayan Birinci Dünya Savaşı Türkistanlı cedidleri bir açmazla karşı karşıya bırakacaktı. Savaşın başlamasıyla birlikte, başta Fıtrat olmak üzere, İstanbul’da bulunan cedidlerin neredeyse tamamı Türkistan’a döndüler. Diğer taraftan Rus yönetimi, özellikle Türkiye’yle ilgisi olan Türkistanlı aydınları sıkı gözetim altına almıştı. Savaşın ilan edilmesinden iki hafta sonra cedid okullarının kapatılması kararı verildi. Türkistan Genel Valisi, Türkistan Siyasi Polis Teşkilatı bünyesinde, K.A. Beliaev başkanlığında özel bir birim kurdurdu. Bu birimin görevi Türkiye bağlantılı gizli teşkilatları ortaya çıkarmak, Türkiye taraftan Türkistanlı cedidleri yakalamaktı.Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkistanlı seçkinler, Türkiye ile Rusya arasındaki dostluğun sürdürülmesinin çok önemli olduğu ve iki ülkenin savaşmamaları gerektiği yönünde yayınlar yapmışlardır. Os- manlı Devleti’nin henüz savaşa katılmamış olduğu ilk aylarda Behbudi ve Ubeydullah Hoca gibi cedid önderleri, gazetelerinde, Rusya’ya destek verilmesi yönünde bir yaklaşım sergilediler. Onlara göre Rusya, aynı zamanda, Müslümanların da vatanıydı ve Rus ordusunda Müslümanlar da savaşmaktaydı.1914 yılı mayısında Sadayı Türkistan’da yayımlanan “Türkiye-Rusya Münasebatı” başlıklı bir makale Türkistanlı seçkinlerin bu konudaki düşüncelerini çok iyi özetlemektedir. Söz konusu makalede Türkiye ile Rusya’nın tarih boyunca savaştığı, her iki ülkenin de bu savaşlardan zarar gördüğü ve bu düşmanlık sonucunda Türkiye’nin sırtını Almanya’ya dayamak zorunda kaldığı belirtilerek, Türkiye’nin büyük toprak kayıpları sonucunda sıradan bir Asya devleti haline geldiği vurgulanmaktadır. Türkiye’nin Rusya’ya karşı yürüttüğü düşmanca politika nedeniyle, İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’den büyük toprakları koparıp aldığını belirterek devam eden makalede şöyle denilmektedir[56]:Türk düşmanlığından Rusya da bir fayda görmedi. Neticede Rusya Balkanlar’daki Hıristiyanlara bağımsızlıklarım sağlamakla yetindi. Şimdilerde ise her iki taraf da bu düşmanlıktan gördükleri zararı anlayıp dostluk yoluna dönmeye karar vermiş gözüküyor. İlk olarak istanbul’da Türk-Rus Cemiyeti kuruldu ve her iki taraftan önemli kişiler bu cemiyete aza oldular. Petersburg’da da böyle bir cemiyetin kurulmakta olduğu şeklinde haberler geliyor. Kısacası bu dostluk İslam dünyasında önemli bir yeri olan Türkiye ve 25 milyon Müslüman’ı hükümranlığı altında tutan Rusya için, komşu olarak da, siyasi açıdan da faydalıdır.Fakat kısa bir süre sonra, 11 kasım 1914 günü Sultan Mehmed Reşad’ın “cihad-ı ekber” ilanıyla birlikte Osmanlı Devleti savaşa katıldı. Şeyhülislam Hayri Efendi tarafından verilen fetvada halifelik makamına ve Osmanlı topraklarına savaş açan Rusya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelere karşı cihat yapmanın farz olduğu söylenmekteydi. Bu ülkelerin içerisinde yaşayan Müslümanlar da Osmanlı Devleti’ne karşı savaştıkları takdirde günahkâr olacak ve azaba uğrayacaklardı. “Cihad-ı ekber” ilanı, Hindistan Müslümanları arasında kısmi bir etki yaratmış, bazı öğrenci grupları istanbul’a gitmek üzere Afganistan’a geçmişlerdi. Ayrıca Arabistan’daki 700 kadar Hintli doğrudan istanbul’a gelmişti.Bu arada Osmanlı-Alman ittifakı, İran üzerinden Afganistan’a ulaşmak ve Afganistan’ı İngilizlere karşı yeni bir cephe açmaya ikna etmek arayışındaydı. Bu olaylar sebebiyle Türkistan’da, Osmanlı-Alman ordularının Afganistan üzerinden Türkistan’a girecekleri ve Türkistan’ı Rus esaretinden kurtaracakları yönünde söylentiler başlamıştı. Bu söylentiler özellikle tarikatlar ve din adamları aracılığıyla yayılmaktaydı. Cedidler ise tam bir açmazla karşı karşıyaydılar. Bir tarafta din ve ırk birliğinin olduğu Osmanlı İmparatorluğu, diğer tarafta ise Türkistan’ı elinde tutan Rusya vardı. Fakat binlerce kilometre uzaktaki Osmanlı adına Rusya’ya karşı çıkamayacaklarının bilincindeydiler. Bu arada Hindistan’daki bazı Müslüman liderler, muhtemelen İngilizlerin etkisiyle, bu savaşın dini bir savaş olmadığı, tamamen siyasi sebeplere dayandığı, dolayısıyla da cihat kabul edilmeyeceği yönünde fetva vermişlerdi.Benzer bir düşüncenin Türkistan cedid basınında da işlendiği görülmektedir.[57]

Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılmasından sonraki dönemde, bazı istisnalar dışında, Türkistan cedid basınının Türk-Rus ilişkileri konusunda sessiz kaldığı görülmektedir. Türkistanlı cedidler, Rusya’yla olan ilişkilerin bozulmasının Türkistan’ın aleyhine olacağına karar vermişler ve savaşın ilk aylarında başlattıkları Rusya yanlısı tutumlarını değiştirmemişlerdir.Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte Jön Türkler tarafından başlatılan Türk birliği politikaları Türkistanlı cedidler arasında ne ideolojik manada ne de uygulama yönünden etkili olmuştur. Çoğu medrese eğitiminden gelmiş olan cedidler, söz konusu dönemde, milliyetini İslam olarak tanımlayan bir halkın temsilcileri konumundaydılar. Onlar, eğitim, yayın, şiir, roman, tiyatro gibi çalışmalarla toplumsal bir bilinç oluşturabileceklerine ve siyasi, sosyal ve ekonomik geriliğe son verecek reformlara zemin hazırlayabileceklerine inanmaktaydılar. Bütün bu değişim süreci, hurafelerden arındırılmış ve kurumlan yeniden yapılandırılmış bir İslam çerçevesi içerisinde gerçekleştirilecekti. Milli kimliğin tanımlayıcı unsuru Müslümanlıktı. Türkistanlı cedidler hiçbir zaman, Jön Türklerin Türkçü kanadı gibi, dinin millileştirilmesi ve İslam’ın milliyete yardımcı bir öğe konumuna getirilmesi anlayışına sahip olmamışlardır. Rus okullarında okuyarak, kendi toplumlarının kültürel dönüşümünden çok, siyasal bağımsızlık veya otonomi gibi kavramlar üzerinde mücadele yürüten birkaç istisna dışında, Türkistanlı cedidler, laik bir karaktere sahip değillerdi. Ancak, 1917 Şubat ve Ekim devrimleri döneminde, “kültürel cedidizm” hızla “siyasal cedidizme” dönüşecek, “Coğrafi Türkistanlılık” kavramı da ırk ve dil birliğine dayalı “Türkistan Milleti” anlayışına yönelecektir.[58]

Cedidlerin bu yapısına rağmen Rus yönetimi onları Türkiye yanlısı olarak kabul etmekteydi. Türkiye’nin savaşa girmesinden sonra Türkistan Genel Valiliği ve Buhara’daki Rus temsilciliği siyasi polis teşkilatı içerisinde özel bölümler kurarak cedidler tarafından kurulan gizli cemiyetlerin çökertilmesi ve Türkiye yanlısı olduklarından kuşkulanılan şahısların tutuklanması işlemini başlattılar. Bu arada Buhara Emiri Alim Han, Rus yanlısı tutumunu daha da artırarak, Rusya’ya milyonlarca ruble yardım yapmaktaydı. 1916 yılının eylül ayında Rus çarıyla birlikte cepheyi ziyaret etti ve bir milyon rublelik bir bağışta daha bulundu. Bu sırada Buhara emirinin kuşbegi, bir taraftan tanınmış 15 Buharalı aydından oluşan bir grup aracılığıyla Rusya’ya savaşta destek verilmesi yönünde halk arasında propaganda yaptırmakta, bir taraftan da, muhalif cedidleri tasfiye işlemiyle meşgul olmaktaydı. Buharalı cedidlerden Sadriddin Ayni, anılarında, Buhara Hanlığı’ndaki Rus elçiliğinin Türkiye ve Almanya yanlısı propaganda yapan Buharalı gençlerin listesini Buhara yöneticilerine verdiğini ve bu kişilerin tutuklanmasını sağladığını yazmaktadır.[59]

Rus cephelerinde Türkistanlı askerler

Çarlık Rusyası, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Müslüman bölgelerden asker alma politikası uygulamamaktaydı. Buna karşın Müslümanların kendi istekleriyle orduya katılmalarına ve subay kadroları içerisinde yükselmelerine kısıtlı olarak da olsa imkân verilmişti. Nitekim Rus ordu kayıtlarına göre, Birinci Dünya Savaşı başlangıcına kadar orduda görev yapan Müslüman Türk sayısı 35 000 civarındadır. Bunların 186’sı yüzbaşıdan albaya kadar rütbelerde, 10 kadarı da general rütbesinde görev yapmışlardır. Çar yönetimi özellikle 1877-78 Türk-Rus Savaşı dönemindeki bazı olaylar nedeniyle Müslüman askerleri Osmanlı Devleti’ne karşı cephede kullanmamak konusunda özen göstermekteydi.Birinci Dünya Savaşı’nın ortalarında cephelerde insan sıkıntısı çekilmesi üzerine, çar yönetimi Müslüman nüfustan da asker toplama kararı aldı. Çıkarılan karara göre, Türkistan Genel Valiliği bölgesinden 250 000, Step Genel Valiliği bölgesinden ise 235 000 asker alınacaktı. Asker toplama kararı Türkistan’ın neredeyse bütün bölgelerinde çok şiddetli reaksiyonlara yol açtı. Türkistanlılar sömürgesi oldukları merkezi güç için canlarını vermek istemedikleri gibi, Müslüman dünyasının lideri konumundaki halifenin ordusuna karşı, kâfirlerle birlikte savaşmak istemiyorlardı. Temmuz ortalarında Hocent şehrinde başlayan isyan hızla Türkistan’ın diğer bölgelerine yayıldı ve 1917 şubatına kadar devam etti. Rus yönetimi bölgeye asker göndererek isyanı kanlı bir şekilde bastırdı. On binlerce Türkistanlı öldürüldü ve özellikle Kırgız-Kazaklardan oluşan yüz bini aşkın insan Doğu Türkistan’a gitmek zorunda kaldı. İsyanın başladığı dönemde Türkistan’da ilan edilen sıkıyönetim, olayların durulmasından sonra asker alımı konusundaki uygulamalarını sürdürdü. Askere alınan Türkistanlılar, geçmiş deneyimlerin ışığı altında, Osmanlı ordusuna karşı kurulmamış, Alman ve Avusturya-Macaristan cephelerine gönderilmişlerdir. Osmanlı cephesine gönderilen sınırlı sayıdaki Müslüman asker de kesinlikle geri hizmetlerde çalıştırılmıştır.Avrupa cephelerine gönderilip Almanlar veya Avusturya- Macaristan kuvvetleri tarafından esir edilen Türkistanlı askerler bir yolunu bulup Türkiye’ye gelmekteydiler. Nitekim 1917 yılı ortalarında Avusturya cephesinde esir düştükten sonra Osmanlı topraklama ulaşmayı başarabilen ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Bölümü Başkanlığı’na müracaat eden 25 Türkistanlı harp esiri bu örneklerden birisidir. Türkistan’ın çeşitli şehirlerinden gelen bu harp esirleri, ülkelerine dönmek konusunda yardım talep etmekte ve döndüklerinde her alanda Osmanlı-Türkistan ilişkilerinin gelişmesine katkı sağlayacakları konusunda söz vermekteydiler. Üsküdar Özbekler Tekkesi’ne yerleştirilen Türkistanlı harp esirleri, bir süre sonra “Sefirin-i İslamiyye”, yani İslam’ın elçileri görevi verilerek Batum üzerinden ülkelerine gönderilmişlerdir. Bu şekilde Türkiye’ye gelen harp esirlerinden bir bölümü de ülkelerine dönmeyerek Osmanlı ordusu saflarında yer almışlardır.Diğer taraftan, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları boyunca çok sayıda Türkistanlı gönüllü olarak Osmanlı ordusu saflarına katılmış ve bunların bir kısmı şehit olmuştur. Bunların bazıları savaştan önce Osmanlı Devleti’nin askeri kurumlarında eğitim görmüş subaylardı. Savaşa gönüllü olarak katılan erlerin büyük bir kısmı, savaş başladığı sırada hac veya başka bir nedenle Türkiye’de olan Türkistanlılar, bir kısmı da savaşın başlamasından sonra Türkistan veya Afgan Türkistanı’ndan gelen gönüllülerdir. Türk genelkurmayının kayıtlarında savaşta şehit olan Türkistan kökenli subayların sayısı dört olarak görünmektedir.[60] Şehit olan erlerden sadece altısının kayıtlarına ulaşmak mümkün olmuştur. Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’na katılıp savaştan sonra ülkelerine dönen veya Türkiye’ye yerleşen gönüllülerin sayıları kesin olarak bilinmemektedir. 1919-1920 yıllarında İngiliz gizli servisi tarafından Türkistan’a gönderilen Albay Frederick Bailey, anılarında, Buhara emirinin danışmanı Mir Haydar Badaliyev’in oğlu İskender Beg’in, savaş sırasında Osmanlı ordusuna katıldığını, 1918 yılı boyunca Gelibolu garnizonunda kaldığını ve savaş bitiminde İstanbul’da bir araya geldiği 69 Türkistanlı gönüllü askerle birlikte Türkistan’a döndüğünü anlatmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’na katılan Türkistanlı gönüllülerin bir kısmı ülkelerine dönmeyerek Türkiye’de kalmışlar, bazıları da Kurtuluş Savaşı’na katılmışlardır.[61]

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın Orta Asya’daki faaliyetleri

İttihat ve Terakki’nin Doğu’daki Türk ve Müslüman ülkelere yönelik girişimleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan çok önce başlatılmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Orta Asya’ya yönelik ilk girişimi, cemiyete kaynak sağlamak amacıyla, 1898 yılında olmuş ve Buhara’da İttihat ve Terakki’nin bir şubesi oluşturulmuştur. Bu şubedeki temsilci, Şakir Muhammedof, Türkistan şehirlerinde, Orenburg’da ve Sibirya’da komite için para toplamış, daha sonra Türkistan’da yardım toplama işini Haris Feyzullah’a devretmiştir. Cenevre’deki komite için Türkistan’da ciddi miktarlarda yardım toplayan Haris Feyzullah, aynı zamanda, Genç Türklerin yayın organlarında kullanılmak üzere Türkistan hakkında haberler göndermekteydi. II. Meşrutiyet sonrasında iktidara ortak olma şansını yakalayan ittihat ve Terakki Cemiyeti, Sultan Abdülhamid tarafından başlatılan Panislamcı politikaları daha da yaygınlaştırmış, Arap ülkelerinde yürütülen ingiliz karşıtı çalışmalara Çarlık Rusyası’nda yürütülen Panislamcı ve Pantürkçü politikaları eklemişti. ittihat ve Terakki’nin merkezi yönetimde etkili olmaya başladığı dönemlerde Rusya’daki bütün diplomatik misyonlar istihbarat yapmakla görevlendirilmişler ve özellikle Rusya Türkleri arasında propaganda yapmak amacıyla tüccar kisvesi altında çok sayıda Osmanlı ajanı gönderilmiştir. Ayrıca, Rusya’nın Orta Asya’daki uyduları olan Buhara ve Hive hanlıklarında Rusya karşıtı çalışmalar yapmak üzere Peters-burg ve Azerbaycan üzerinden sınırlı sayıda Osmanlı vatandaşının gönderildiği de bilinmektedir.Birinci Dünya Savaşı’mn başladığı dönemde ittihat ve Terakki yöneticileri, Osmanlı Devleti’nin doğu bölgelerine ve Kafkasya, Türkistan, Afganistan, Hindistan gibi Müslüman bölgelere yönelik çalışmalan kurumsallaştırmak gerektiğine karar verdiler. Aslında 1911 Trablusgarp Savaşı’ndan bu yana Teşkilat-ı Mahsusa adı altında, ittihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı olarak çalışan gizli bir teşkilat mevcuttu. Balkan Savaşları sırasında da aktif bir çalışma sergileyen bu teşkilat, gönüllülük esasına göre faaliyet göstermekteydi ve düzenli bir yönetim yapısına sahip değildi. Osmanlı Devleti’nde seferberliğin ilan edildiği günün akşamı (2 ağustos 1914), Enver Paşa’nın Ortaköy’deki evinde yapılan ittihatçı liderler toplantısında, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Harbiye Nazırlığı’na bağlı resmi bir teşkilat haline dönüştürülmesine karar verildi ve Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi durumunda bu kuruluşun ne gibi görevler yürüteceği konusu karara bağlandı. Buna göre Teşkilat-ı Mahsusa’nm temel görevi, Osmanlı yönetimindeki bölgelerde devlete karşı yürütülen ayrılıkçı faaliyetleri engellemek, Osmanlı ordusunu destekleyici çeteler oluşturmaktı. Osmanlı sınırları dışındaki hedefleri ise, Müslüman-Türk bölgelerde Osmanlı Devleti yararına bir dayanışma sağlamak ve bu bölgeleri kontrol altında tutan yabancı devletlere karşı faaliyet gösterecek yapılar oluşturmaktı. Almanya’yla ittifak antlaşmasının imzalanmasının hemen ardından yapılan 5 ağustos tarihli ittihat ve Terakki Merkez Kurulu toplantısında, teşkilatın, “Şark Dairesi” adı verilerek Harbiye Nezareti bünyesine alınması kararlaştırıldı.Daire, Doğu Anadolu, Kafkasya, Arap bölgeleri, Orta Asya, Iran, Afganistan ve Hindistan bölgelerinde propaganda faaliyetleri ve gerekli olduğunda gerilla operasyonları yapacaktı. Bu amaçla Şark Dairesi içerisinde Türkistan ve Kuzey Türkleri, Kafkas ve Kırım masaları oluşturuldu. Şark Şubesi’nin müdürlüğüne Yüzbaşı Mehmed Nuri Bey getirilmişti ve fahri müdürlük görevi Köprülüzade Fuad Bey tarafından yürütülmekteydi.Kafkasya’ya yönelik çalışmaların hedefi, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi durumunda Kafkasya’daki toplulukların Ruslara karşı ayaklandırılması ve Kafkas milletleri arasında bir dayanışma gerçekleştirilerek Çarlık Rusyası’nın bölgedeki varlığının zayıflatılması şeklindeydi. Böylece Osmanlı ordusu desteklenmiş olacaktı. Diğer taraftan Kafkasya, Hazar ötesi bölgelere, yani Türkistan’a yönelik çalışmalar için bir sıçrama tahtası olarak kullanılacaktı. 1914 yılı ağustos ayında Bahaeddin Şakir yönetiminde bir heyet, bir miktar silahla birlikte Kafkasya’ya gönderildi. Grubun çabalarıyla kurulan “Kafkas ihtilâl Cemiyeti”, Gürcüler ve Kuzey Kafkasyalı topluluklar arasında çeşitli organizasyonlar kurulmasını sağladı. Ertesi yıl kurulan “Kafkas ittihat Cemiyeti” ise Gürcistan, Dağıstan ve Çerkezya bölgelerinin bağımsızlığını amaçlayan hareketlerin oluşması için yoğun bir çaba gösterecekti.[62]

Teşkilatın Doğu ülkelerine yönelik çalışması, Afganistan, Iran, Hindistan ve Doğu Türkistan bölgelerini kapsamaktaydı. 1907 yılında St. Petersburg’da yapılan bir antlaşmayla İran’ın kuzey bölgeleri Rusya’nın, güney bölgeleri de İngiltere’nin nüfuz sahası olarak kabul edilmiş, ortadaki bölgeler ise tarafsız olarak ilan edilmişti. 1800’lerin ortalarından bu yana devam eden Büyük Oyun döneminin bitiş noktası olarak da tanımlanan bu antlaşmaya göre, Türkistan’da Rusya’nın, Hindistan’da İngiltere’nin hâkimiyeti onaylanıyor, aradaki Afganistan ise, dış ilişkileri İngiltere’nin kontrolünde olmak koşuluyla tampon bölge olarak ilan ediliyordu. Kendisinin katılmadığı bir antlaşmayla nüfuz bölgelerine ayrılan İran’da Rusya ve İngiltere’ye, uluslararası ilişki kurması engellenen Afganistan da ise ingiltere’ye karşı büyük bir tepki vardı. Osmanlı ve Alman yöneticileri, ülkesinin kendisinden habersiz paylaştırılmış olması nedeniyle İran şahının ingiltere ve Rusya’ya düşman olduğunu, dolayısıyla kendi yanlarına çekebileceklerini düşünmekteydiler. Diğer taraftan Afganistan, ingiltere’yle çatışma halindeydi. Emirin ikna edilmesi durumunda Afgan Müslümanları, İngilizlere ve Ruslara karşı harekete geçirilebilirlerdi. Enver Paşa’nm Kabil’deki ajanları Afgan Emiri Habibullahin cihada katılmak konusunda istekli olduğunu biildirmekteydiler.Bütün bu gelişmelerin ışığında, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Afganistan ve1916 yaz aylarında Türkistan büyük bir halk ayaklanmasına sahne oldu. Rus Çarı, temmuz ayı içerisinde, savaştaki insan gücü ihtiyacını karşılamak amacıyla, Türkistanlıların cephe gerisi hizmetlerde kullanılmaları konusunda bir emirname yayınladı. Bu karar daha önce askere alınmayan Türkistanlılar arasında büyük bir isyanın başlamasına neden oldu. Kazak bozkırlarındaki Kıpçak, Argın ve Nayman boyları kendi hanlarını seçerek bağımsızlık ilan ettiler. İsyan, özellikle Kırgızların Yedisu bölgesinde çok şiddetliydi. Bu arada Hacı Selim Sami (Teşkilat-ı Mahsusa lideri Eşref Sencer’in kardeşi) ve arkadaşları, Doğu Türkistan’ın Gulca şehrine geçmeye muvaffak olmuşlardı. Bir süre burada kaldıktan sonra, isyancı Kırgız liderlerinin talepleri üzerine, ekim ayında, Şabdan Batır grubuyla birlikte isyan hareketine katıldılar. Hacı Selim Sami ve arkadaşlarının Türkistan isyanına katılmaları Rus makamlanm ciddi bir biçimde kaygılandırmıştır. Rus siyasi polisi tarafından yayımlanan 27 aralık 1916 tarihli bir emirnamede “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetinin bölge halkını isyana davet ettiği, dolayısıyla bölgedeki bütün Osmanlı uyrukluların kontrol altına alınması gerektiği” belirtilmektedir.[63]Ne yazık ki, bu dönemde, bölgeye tayin edilen General Kuropatkin’in aldığı şiddetli tedbirler sebebiyle isyan ilk hızını kaybetmeye başlamış durumdaydı. Nitekim yıl sonuna doğru isyan tamamıyla bastırılacak, yüz binlerce Kazak ve Kırgız Doğu Türkistan’a iltica etmek zonında kalacaktır. İsyan’ın bastırılması üzerine Hacı Selim Sami ve arkadaşları Pekin’deki Alman elçisinin yardımıyla Şanghay’a ulaştılar ve 1920’ye kadar burada kaldılar. Daha sonra Hacı Selim Sami ve Birinci Dünya Savaşı döneminde Teşkilat-ı Mahsusa’nm Rusya Türkleriyle ilgili bir diğer çalışması da Alman ordusuna esir düşen Müslüman Türklerle ilgilidir. Savaşın ilk yıllarında Almanlar, Rus ve ingiliz ordusu saflarında savaşan 100 000 civarında Müslüman askeri esir almışlar ve bunları özel olarak inşa edilen kamplara yerleştirmişlerdi, ittihat ve Terakki yönetimiyle varılan uzlaşma gereği, bu esirlerin eğitilerek Rusya ve ingiltere’ye karşı kullanılmalarına karar verildi. Teşkilat-ı Mahsusa tarafından görevlendirilen Sibiryalı Özbek Abdürreşid ibrahim, Mısırlı Abdülaziz Çaviş, Tunuslu Şeyh Şerif Tunusi ve Osmanlı Türkü Mehmed Akif gibi Panislamcı hareketin öncüleri Almanya’ya gönderildiler. Bu şahıslar Araplar, Hintliler ve Rusya Türkleri için gazeteler çıkaracaklar, Panislamcı nitelikte konuşmalar yaparak esirleri aydınlatacaklardı. Bu grup tarafından çıkarılacak yayınlar ve hazırlanacak beyannameler ingiliz sömürgelerine ve Rusya’nın Müslüman-Türk bölgelerinede gönderilecekti. Nitekim Abdülaziz Çaviş El Âlem-ül İslamiye, Abdürreşid ibrahim de, Tatar Türkü Alimcan İdrisi’yle birlikte Cihad-ı İslam, adlı dergileri çıkardılar. Abdürreşid İbrahim’in Rusya Türklerinin yerleştirildiği Zossen esir kampında yaptığı çalışmalar başarılı oldu ve Müslüman-Türk esirlerin bir kısmı Osmanlı ordusu saflarında savaşmayı kabul etti. Bu esirlerin katılımıyla oluşturulan “Asya Taburu” 1916 mayısında Türkiye’ye nakledilmiş ve daha sonra ingilizlere karşı savaşmak üzere Irak cephesine sevk edilmiştir.[64]

 

Rus Devrimleri (Şubat, Ekim) döneminde Türkistan

1917 yılında Rusya art arda gelen devrimlerle sarsıldı. Rus sosyal demokratları ve sosyalist devrimciler tarafından gerçekleştirilen Şubat Devrimi, Rusya’daki monarşinin sonunu getirmişti. Kerenski başkanlığında kurulan yeni hükümet, Türkistan’daki askeri idareyi lağvetti, içlerinde Sadri Maksudi (Arsal), Muhammed Tınışbay, Ali Han Bükeyhan gibi Türklerin de bulunduğu bir “Geçici Hükümet Encümeni” oluşturdu.Bu gelişmeler sırasında Türkistanlı cedidler, 1917 yılı mart ayında, Münevver Kari’nin önderliğiyle “islam Şûra”sını kurdular. Muhafazakâr gruplar da haziran ayı içerisinde Şir Ali Lapin önderliğinde “Ulema Cemiyeti”ni kuracaklardır. Bu arada nisan ayında Taşkent’te toplanan Türkistan-Müslüman Kongresi, daha sonraki dönemde “Milli Merkez” olarak anılacak olan “Müslüman Merkez Şûrası”nı seçmişti. Mustafa Çokayoğlu başkanlığındaki bu kımıl büyük çoğunlukla cedidlerden oluşmaktaydı. Tarihçi Zeki Velidi, Uluğ Türkistan gazetesinin yayımcısı Kebir Bekir ve Türkili gazetesinin yayımcısı Mehmet Emin Efendizade de bu merkezde görev almışlardı. “Milli Merkez” ülke çapında bir örgütlenme başlattı. Diğer taraftan Türkistan’ın Step Valiliği bölgesinde de benzer bir süreç yaşanmış, 5 nisanda Orenburg’da toplanan Kazak aydınları “Kazak Milli Merkez”ini oluşturmuşlardı. Bu arada Dördüncü Duma’da görev yapan Müslüman milletvekilleri grubu, Rusya Müslümanlanm bir araya getirebilmek amacıyla Moskova’da bir kongre düzenlemişlerdi. Mayıs ayının ilk yansında gerçekleşen ve on gün kadar devam eden kongrede Rusya Müslümanları, kendi geleceklerini belirleyebilmek yönünde değerlendirmeler yaptılar. Kongrenin temel konusu ünitarizm-federalizm tartışmasıydı. Sonuçta bütün bir Rusya içerisinde kültürel özerkliği savunan “ünitaristlere” karşı, kendi bölgelerinde özerk yönetimler kurulmasını isteyen “federalistler” galip geldiler. Türkistanlı delegeler de otonomi isteyen federalistlerden yana oy kullanmışlardı. 1917 yılına kadar Rus partileri içerisinde yer alarak siyaset yapan Türkistanlı seçkinlerin, Şubat Devrimi’nden soma bir partileşme sürecine girdikleri görülmektedir. Türkistan’da kurulan siyasi partilerin ilki Alaş Partisi’dir. 21 temmuzda Orenburg’da toplanan Kazak cedidleri, 1906’da kurulmasına rağmen faaliyeti durdurulan “Kazak Anayasal Demokratik Partisi”nin ismini değiştirerek “Alaş Orda” yaptılar. Otonomi temelinde bir Kazakistan talep eden partinin ilk başkanı Ahmet Bay-tursun oldu. Kısa bir süre sonra, bu partiye karşı, Toğusoğlu Külbay ve arkadaşları tarafından Pantürkçü ve Sosyalist karakterde “Üç Cüz” partisi kuruldu.[65]

Bu arada 11 eylül 1917 tarihinde Taşkent’te bir araya gelen Münevver Kari, Mahmud Hoca Behbudi ve Azerbaycanlı Mehmet Emin Efendizade gibi Türkistanlı aydınlar da “Türkistan Türk Adam-i Markaziyat Fırkası”nı kurmaya karar vermişlerdi. Parti tüzüğü, federal yapıdaki bir Rusya bünyesinde otonom karakterde bir Türkistan düşünülerek şekillendirildiği için, bu parti, “Federalist Parti” olarak da isimlendiril-mekteydi.Parti programı incelendiğinde, toprak meselesi ve kadın hakları gibi konular dışında, büyük ölçüde Azerbaycan Müsavat Parti-si’nin programına benzediği görülmektedir. Münevver Kari, hatıralarında, söz konusu dönemde Türkistan’da bulunan siyasi teşekküller içerisinde yalnızca “Türk Adam-i Markaziyat Fırkası”nm toprak meselesini gündeme getirdiğini belirtmektedir. Parti, kurulduktan kısa bir süre sonra, “Yaşasın Birleşik Halk Cumhuriyeti” logosuyla Türkili isimli bir yayın organı çıkarmaya başlamıştır.[66]

1917 yılındaki gelişmeler Yaş Buharalılar hareketi içerisinde de ciddi değişimlere neden olmuş, o güne kadar faaliyetlerini gizli cemiyet halinde sürdüren grubun partileşmeye karar vermesiyle “Yaş Buharalılar İhtilâl Partisi” kurulmuştu.Şubat Devrimi’nin getirdiği serbestlik ortamı içerisinde Türkistan coğrafyasındaki basın hayatında da büyük bir canlanma başladığı görülmektedir. Ekim Devrimi’ne kadar olan kısa süre içerisinde 7’si Taşkent’te, 2’si Namangan’da, 2’si Semerkant’ta, 2’si Hokand’da, 2’si Semey’de (Semipalatinsk), birisi Han Ordası’nda, birisi Ural’da ve birisi de Kızıl Car’da olmak üzere Türkistan genelinde 17 gazete yayımlanmaya başlamıştı. Sadece Taşkent’te çoğunluğu cedidler tarafından çıkarılan Necat, Turan, Uluğ Türkistan, Şûra-yi İslam, Kengeş, Birlik Tuvı ve Türkili isimleriyle yedi gazete yayın hayatma atılmıştı.Şubat Devrimi’yle Rusya’da yönetime gelen sosyal demokratların ömrü uzun olmadı. 25 ekim 1917’de Bolşevikler bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler. Petersburg’daki olaylara paralel olarak, Taşkent’teki komünistler de iktidara el koymuşlardı. Kasım ayı içerisinde yapılan Sovyet Kongresi, Türkistan’da bir Sovyet yönetimi kurulduğunu ilan etti. Seçilen 36 komiser arasında hiçbir Türkistanlı bulunmuyordu.Yönetimde kendilerine yer verilmemesi üzerine Taşkent’i terk eden Milli Merkez üyeleri Hokand şehrine gittiler ve kasım 1917’de bu şehirde bir kongre topladılar. 180 delegeli kongre, 10 aralık günü, Muhammed Tınışbay başkanlığında “Türkistan Muhtar Cumhuriyeti”ni ilan etti. Kısa bir süre sonra Tınışbay’ın yerine Mustafa Çokayoğlu geçecektir.Ne yazık ki, Taşkent yönetimini ellerinde bulunduran Bolşevikler, Hokand’da kurulan özerk yönetime izin vermemek konusunda kararlıydılar. Savaş Komiseri Parfilov komutasmdaki Rus birlikleri 18 şubat 1918’de Hokand’a saldırdılar. Birkaç gün süren çatışma Bolşeviklerin galibiyetiyle sonuçlandı. Kısa süreli “Türkistan Muhtar Cumhuriyeti” tarihe karışmıştı. Hokand’ı korumakla görevli Korbaşı Ergeş ve askerleri, yenilgiden sonra dağlara çekildiler. Bu grupların önderliğinde başlayan direniş hareketi, kısa bir süre sonra, bütün Türkistan’a yayılacak ve “Basmacılık Hareketi” olarak adlandırılacaktır.Hokand Muhtariyeti’nin toplanmasından 15 gün kadar sonra, Alaş Partisi de Orenburg’da III. Kazak Kurultayı’m topladı. Yapılan görüşmeler sonucunda genel kurul “Alaş Orda Muhtar Hükümeti”ni ilan etti ve başkent olarak Semipalatinsk şehrini seçti.[67]

Esir Türk subaylarının Türkistan’daki eğitim faaliyetleri

Kafkas Cephesi’nde esir düşen Türk askerlerini Ruslar, önce Hazar Denizi’ndeki Nargin Adasına götürmüşler, daha sonra’da İç Rusya ve Sibirya’daki Krasnoyarsk, Tobolsk, Vetluga, Kostroma, Simbirsk, Nov-gorod, Vologda gibi kamplara nakletmişlerdir. Rusya’daki Şubat Devrimi’yle başlayan çalkantılı dönemde bu esirlerden bir kısmı kamplardan kaçmayı başarmış olmakla birlikte, başlayan iç savaş nedeniyle Rus bölgelerinden geçerek Türkiye’ye gitmeleri mümkün değildi. Bu nedenle Türkistan’a yöneldiler.1917 ağustosunda Vetluga esir kampından kaçan Teğmen Süleyman Sami (Tevfik), Yüzbaşı Ali Rıza, Mülâzım Münir Paşabahçe ve Mülâzım Bosnalı Salih Kesri, maceralı bir yolculuktan sonra, 21 ekim günü Taşkent’e geldiler. Münevver Kari ve arkadaşları tarafından çok iyi bir şekilde karşılanan Osmanlı subayları, cedidlerin “Türkistan maarifine hizmet etmek” şeklindeki tekliflerini kabul ettiler ve açılan bir ortaokulda eğitime başladılar. Bu arada, kısa aralıklarla, yedi subay daha gelmiş ve öğretim kadrosuna katılmıştı. Sayının artması üzerine zabitler ortaokulun yanına bir de öğretmen okulu açtılar ve hızlandırılmış bir eğitimle öğretmen yetiştirmeye başladılar.3 mart 1918 tarihinde imzalanan Brest Litovsk Antlaşması’yla Ruslar savaştan çekilmişler ve esirlerin karşılıklı iadesi söz konusu olmuştu. Ukrayna ve Kafkasya yollarının kapalı olması nedeniyle Türkistan’a gelen subay sayısı daha da fazlalaşmış ve yeni gelenler ilköğretim okullarında da ders vermeye başlamışlardı. Krasnoyarsk esir kampından çıkarak 1918 yılı başlarında Taşkent’e gelen Raci Çakıröz, anılarında, Türkiyeli subayların “Numune Mektebi”, “Turan Mektebi”, “Muhtariyet Mektebi”, “İrfan Mektebi” gibi okullarda ders verdiklerini ve bu okullarda kurulan “Temir Tüde”, “Terakki Derneği Tüdesi”, “Türk Gücü Tüdesi” gibi gençlik derneklerim yönettiklerini anlatmaktadır. Her tüde için bir bando kurulmuştu ve bu bandolar aracılığıyla öğrencilere “Ordu Marşı”, “Annem Beni Yetiştirdi” gibi Türk marşları öğretiliyordu. Bu dönemde Münevver Kari, Mahmud Hoca Behbudi gibi cedid önderlerinin eğitim faaliyetleri, Türk subaylarının kalkılan nedeniyle daha da güçlenmişti. 1919 yılı ortalarında Taşkent’e gelerek eğitim faaliyetlerinde görev alan Ziya Yergök, Türk subaylarının eğitim çalışmalarını şöyle tanımlamaktadır:Taşkent’e vardığımızda tam 62 ilkokul arı kovanı gibi işliyordu. Her okulda 300 öğrenci vardı. Eski Taşkent’te genel öğrenci sayısı 15 000’den çoktu. Bu okullarda okuyan öğrenciler Türk subaylannm üniformalanna benzer renk ve şekilde elbiseler giyerler, okul bayrağı altinda, Türk marşlarını okuyarak şehrin ana caddelerinde uygun adımlarla yürüyüşler yaparlardı. Semt tiyatrolarında Türk kahramanlığı, Türk mertliğini gösteren temsiller sahnelenir, beden terbiyesi dersleri ve izcilik faaliyetleri halkı coştunır, esir gibi yaşamaya alışmış olan Türkleri canlandırırdı.[68]

Türkiyeli zabitlerin Taşkent’te açtıkları okullar büyük başarı kazanmış, dört ve sekiz aylık kurslarla öğretmen yapılan medrese öğrencileri, öğretmen olarak ülkenin her tarafına gönderilmeye başlanmıştı. Ayrıca yaşlılar için gece kursları açmışlardı. Bir süre sonra, halktan gelen talep üzerine Süleyman Sami (bin Tevfık) Bey ve yedi arkadaşı Semerkant’a gittiler ve orada da bir ortaokul ve bir öğretmen okulu açtılar. Ayrıca Altay Derneği adı altında bir izci oymağı ve bir bando oluşturmuşlardı. Okullarda eğitim faaliyetleriyle birlikte spor gösterileri ve temsiller tertiplemekteydiler. Türk subaylarının başarılı çalışmaları nedeniyle Semerkantlı aydınların isteği üzerine, Süleyman Sami, Semerkant Maarif Müdürlüğü görevine getirildi. Bu arada Süleyman Sami, Türkistan İttihad va Tarakkiparvar Cemiyeti’nin Semerkant şubesini de kurmuştu.Türk subayları Andican şehrinde de eğitim faaliyetleri başlatmışlardı. Burada açılan “Dar-ül Muallimin” okulunda Aydınlı Saadettin Bey, İzmirli Mühendis Hilmi Bey ve Avusturyalı lakaplı Bekir Çavuş görev yapmaktaydılar. Kari Fazıl ve Egemberdi Mirza Bek isimli Türkistanlılar tarafından Mergılan şehrinde kurulan okulu ibrahim Hilmi Bey idare etmekteydi. Bu arada, 1914 yılında ittihatçı liderler tarafından Doğu Türkistan’a gönderilen ve orada Hoten, Küçar gibi şehirlerde okullar açarak öğretmenlik yapan “Sarışın” lakaplı ismail Hakkı Bey de Batı Türkistan’a geçmişti ve Taşkent’te maarif müfettişi olarak çalışmaktaydı.Rusya’da iç savaşın devam etmesi ve Sovyetler’in Türkistan’da tam bir hâkimiyet sağlayamaması nedeniyle neredeyse 1923 yılı başlarına kadar devam edecek olan “Türk subayları eğitim dönemi”, Türkistan’daki genç nesiller üzerinde çok etkili olacak, Türkistanlı seçkinler arasında Türkiye taraftarlığının artmasına ve Türkçülük akımlarının güçlenmesine yol açacaktır. Daha sonraki yıllarda Türkistanlı bir komünist yazar, ihtilal döneminden itibaren Özbek edebiyatında çok sayıda Osmanlıca sözcüğün kullanılmaya başlandığım belirterek, edebiyattaki bu Osmanlı etkisini tamamen Türk subaylarının eğitim faaliyetlerine bağlayacaktır. Yazara göre Türk subayları eğitim, dil, müzik, jimnastik gibi araçları kullanarak “Temür”, “Uluğ Bek”, “Turan”, “izci” gibi demekler içerisinde bir araya getirdikleri gençlere Pantürkçü duygular aşılamışlar ve böylece 1920’li yıllarda Özbek edebiyatında ortaya çıkan “Çağatay Gürüngü” gibi milliyetçi akımlara zemin hazırlamışlardır.Bir başka komünist edebiyatçı, Atacan Haşimov, dönemle ilgili değerlendirmesinde, Pantürkizm’in Özbek edebiyatında 1923 yılına kadar etkili olduğunu belirtmekte ve bunu 1918 yılından itibaren Türkistan’daki okullarda hâkim olan Türk subaylarının Pantürkçü nitelikteki eğitimlerine bağlamaktadır.[69]

Sovyetlerin kontrolü henüz tam olarak ele geçirememiş olduğu 1918 yılı içerisinde, Türkistan’da Türkçülüğü ön plana çıkaran gazetelerin yayımlandığı ve Türkiye’dekine benzer şekilde bir Türk Ocağı kurulduğu görülmektedir. Temirbek Hudayarhan yönetiminde ve haftada iki kez çıkan Türk Sözü’nün logosu “Türk Evlatları Birlesiniz” şeklindeydi. Aynı tarihlerde Taşkent şehrinde açılan Türk Ocağı’nın açılış bildirgesinde, ocağın, “Türkistan Türklerini milli bir tuğ altında toplamak.Türkistan’da yaşayan Türk boylarının hepsinin Türkoğlu Türk olduklarını anlatmak ve aralarındaki nifak tohumlarını yok etmek” gibi amaçlarla kurulduğu belirtilmektedir. Ocakta haftada iki kez ilmi konferanslar ve sohbetler düzenlenecektir. Ocağın açılışını ilan eden Türk Sözü gazetesinde bir de şiir yayımlanmıştı. Şiirin ilk dörtlüğü şöyleydi:

Kötaruldı Türknün milli bayrağı

Kökersun deb Turanlının gül bağı

Turan Yaşa! Kaçangaça sançılgan

Yurt bağrıga yad erlerning tırnağı

İttihat ve Terakki’nin Türkistan’da teşkilatlanması;

Türkistan İttihad va Tarakkiparvar Cemiyeti

Türkistan’da ittihat ve Terakki Cemiyeti, Ekim Ihtilali’nin hemen öncesinde Taşkent’e gelen Esir Türk subayları tarafından kurulmuştur. İstanbul’daki merkezden ve Azerbaycan’daki Kafkas Şubesinden bağımsız olarak “Türkistan İttihad va Tarakkiparvar Cemiyeti” adı altında kurulan teşkilatın kurucuları Asteğmen Haydar Azmi bin Şevki ve Teğmen Süleyman Sami bin Tevfık isimli subaylardır. Bu subaylar tarafından hazırlanan tüzük, cedid liderlerinden Münevver Kari Abdürraşidhanov tarafından Özbekçeye çevrilmiş ve onun evinde yapılan bir toplantıda onaylanmıştı. Cemiyeti yönetmek üzere yedi kişilik bir merkez komite seçilmişti. Cemiyetin yapısı aynen Osmanlı ittihat ve Terakki Teşkilatı gibiydi. Merkezi komitenin altında vilayet komiteleri, daha aşağıda bölüm komiteleri ve en altta da küçük bölüm komiteleri yer almaktaydı. Bütün komiteler bir başkan ve bu başkan tarafından seçilen, rehber ve hazineci olmak üzere üçer kişiden oluşmaktaydı. Grup üyeleri sadece rehberi tanımakta ve yalnızca onunla ilişki kurmaktaydılar. Münevver Kari’ye göre Türkistan Ittihad va Tarakkiparvar Cemiyeti’nin ilk başkam Osman (Avni) Bey’di. 1918 yılı ortalarında başkanlığa Yusuf Ziya Bey getirildi.Münevver Kari, teşkilatın hedeflerini, gerici din adamlarına ve Beyaz Ruslara karşı mücadele yürütmek, esir Türk askerlerine yardım etmek, eğitim-öğretim amaçlı çalışmalar yapmak, Sovyetler’e destek vermek ve Türkistan’daki Sovyet yönetimleri dağıldığı takdirde Türkis­tan’ın bağımsızlığını sağlayacak bir altyapı hazırlamak şeklinde sıralamaktadır.Türkistan Ittihad va Tarakkiparvar Cemiyeti’nin kurucularından Süleyman Sami ise “Cemiyetin gayesi Türkistan’ın Türkiye’ye ilhakı idi” demektedir. 1918 yılında Azerbaycan’da kurulan Azerbaycan İttihat ve Terakki Partisi’nin programında “Kafkas Müslümanlarının anavatan Türkiye’ye bağlanması” maddesinin varlığı göz önüne alınırsa, Türkistan Ittihad va Tarakkiparvar Cemiyeti’nin programında da benzer bir maddenin var olduğu tahmin edilebilir.Üyelik seçimi ve üyeliğe kabul töreni, Türkiye’deki İttihat ve Terakki’de uygulanan yöntemden alınmıştı. Cemiyet üyeleri birbirini tanımamakta, her üye ancak kendi rehberi vasıtasıyla emirleri almaktaydı.Üye olacak şahıs gözleri kapalı olarak cemiyet merkezindeki boş bir odaya getiriliyor, orada sadece ağzı ve gözleri açık olan ve topuklara kadar inen beyaz gömlek giymiş üç kişinin huzurunda, bir elini silaha, diğer elini de Kuran-ı Kerim’e basarak yemin ediyordu. Kurulduktan sonraki bir yıl içerisinde “Türkistan İttihad va Tarakkiparvar Cemiyeti” ciddi bir gelişme göstermiş ve yalnız Taşkent’teki üye sayısı üç bini aşmış durumdaydı. Taşkent’in çevre kazalarında, Semerkant, Andican, Fergana, Namangan gibi vilayetlerde de şubeler kurulmuştu.Münevver Kari, hatıralarında, merkez komitenin, Semerkant şehrinde Behbudi’ye, Fergana’da Mir Zahid’e, Türkmenistan için Yamudski’ye ve Kazakistan için Alaş gazetesi muhabirine yetki verdiğini söylemektedir.1918 yılında, Taşkent’teki Türk subaylarından Bursalı Mehmet Emin Bey’in Türkistan Maarif Vekili olarak tayin edilmesi Teşkilatın gücü konusunda bir fikir vermektedir. Münevver Kari ise cemiyet üyelerinin sayısının çok olmadığını, fakat siyasi etkinliklerinin çok fazla olduğunu belirtmektedir.[70]

Diğer taraftan, aynı dönemde Türkistan’da başka teşkilatların da kurulduğu görülmektedir. Mesela, yalnızca Fergana bölgesinde “Pederkuş”, “Ümid”, “Gayret”, gibi üç gizli örgüt oluşturulmuştu. Rus gizli polisi Ohranka’ya göre, bu teşkilatların hemen hepsi Osmanlı Türkiyesi’yle ilişki halindeydiler. Yine Rus makamlarına göre, bazı Türkistanlı cedidler, sosyal demokrat Ruslarla birlikte gizli teşkilatlar kurmuşlardı ve amaçlan Rusya’daki rejimi devirmekti.9 aralık 1917 tarihinde Hokand’da kurulan “Türkistan Muhtar Cumhuriyeti”, 1918 yılı başlarında, kabine üyelerinden İaşe Nazırı Abidcan Mahmud’u, Türkistan içişlerinin düzenlenmesine ve milli bir ordu oluşturulmasına yardımcı olacak uzman insanlar gönderilmesi talebini içeren bir mektupla birlikte Bakü’ye, ittihat ve Terakki’nin Kafkas bölgesi sorumlusu Hasan Ruşeni Bey’e gönderdi. Abidcan Mahmud aynı zamanda Türkistan Ittihad va Tarakkiparvar Cemiyeti’nin de üyesiydi. Bu yolculukta Abidcan Mahmud’a Mehmet Emin Efendizade eşlik etmekteydi. Ruşeni Bey, istanbul’la gerekli temasları yaptıktan sonra, Abidcan Mahmud’a, isteklerinin karşılanacağı cevabını verdi, istanbul tarafından onaylanan plana göre, Enver Paşa’nın emri üzerine, ittihatçı Bahaeddin Şakir tarafından Azerbaycan’da toplanmış ve orada çalışmakta olan subaylardan 20 kadarı, subay yetiştirmek, harp okulu açmak ve milli bir ordu kurmak gibi görevlerle Türkistan’a gönderilecekti. Abidcan Mahmud’la Türkistan’a gidecek olan bu subay grubunun yönetimi, Nargin Adası’ndan kaçıp Bakü’ye gelen eski Bayburt Kaymakamı Yusuf Ziya Bey’e verilmişti. Dört kişilik ikinci bir grup ise Mehmet Emin Efendizade eşliğinde Hokand şehrine gidecekti. ittihat ve Terakki merkezinden gönderilen emre göre, aynca, Türkistan’daki “Ittihad va Tarakkiparvar” Cemiyeti’ndeki “parvar” eki kaldırılarak doğrudan “Türkistan Ittihad va Tarakki Cemiyeti” şekline dönüştürülecekti. Daha sonra bu şubenin üyeleri, Türkistan’ın Osmanh Devleti’ne ilhak olma arzusunu dile getirmek üzere istanbul’a, halife-i kübra’ya başvuracaklardı.Yusuf Ziya Bey ve arkadaşlan Türkistan’a geldiklerinde çok karmaşık bir durumla karşı karşıya kaldılar. Onlar Semerkant’a ulaştıklarında Hokand’da kumlan Türkistan Muhtar Cumhuriyeti Bolşevikler tarafından yok edilmişti. Bu hadiseden sonra Ruslar, Buhara ve Hive hanlıklarına saldırılar düzenlediler. Bu arada Rusya’da iç savaş başlamış, Türkistan’a gelen yollar kesilmiş, Taşkent’te Bolşevik yönetim ile sosyal demokratlar arasında iktidar mücadelesi başlamış durumdaydı. Bu ortamda herhangi bir çalışma yapılamayacağını düşünen Yusuf Ziya Bey, yanında gelen subay gnıbunu Bakü’ye geri gönderdi ve kendisi Ittihat ve Terakki’nin Türkistan temsilcisi olarak Taşkent’te kaldı.Dört kişilik diğer subay grubu da ancak Buhara’ya kadar gidebilmiş ve daha sonra Bakü’ye geri dönmek zorunda kalmışlardı.[71]

Türkistan îttihad va Tarakki Cemiyeti’nin Sonu

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Bolşevik Partisi’yle işbirliği yapılması yönündeki kararı Türkistan îttihad va Tarakki Cemiyeti üyesi Osmanlı subaylarını da etkilemişti. 1918 yılı içerisinde alınan gizli bir kararla cemiyet kurucularından Süleyman Sami, Kayserili ismail Hakkı ve Bursalı Mehmed Emin’in Türkistan Bolşevik Partisi’ne üye olmaları kararı alındı. Başlangıçta komünistler tarafından dışlanan bu subaylar, 1919 yılı ocak ayı içerisinde Taşkent’te ortaya çıkan Osipov olaylarında Bolşeviklerle birlikte SR’lere karşı savaşacaklar ve böylece Türkistan Komünist Partisi’nin güvenini sağlayacaklardır.Bu sırada Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Almanya ve müttefiki Osmanlı Devleti teslim olmuştu. 30 ekim 1918 günü imzalanan Mondros Mütarekesi’ne göre Osmanlı orduları Kafkasya’yı boşaltmak zorundaydı. Antlaşmadan kısa bir süre sonra 15. Fırka, Dağıstan’ı, 5. Fırka da Baku’yu terk etti. Savaşın kaybedilmesiyle birlikte Enver, Cemal ve Talât paşalar da ülkeyi terk etmişlerdi. Artık ittihat ve Terakki devri sona ermişti. Bu gelişme Kafkasya ve Türkistan Türklerinin bağımsızlığa kavuşturulması hayallerinin de sona ermesi anlamına geliyordu.Müftü Sadriddin Han ancak 1919 şubatında Taşkent’e dönebilmişti. Yapılan cemiyet toplantısında, müftü, seyahatiyle ilgili değerlendirmeler yaptı ve Osmanlı Devleti’yle ilgili gelişmeleri aktardı. Bu noktadan sonraki gelişmeleri Münevver Kari hatıralarında şöyle anlatmaktadır:Sadriddin Han’ın herhangi bir sonuç elde edemeden dönmesinden sonra Ziya Bey önceki amacı gerçekleştirebilmek için istanbul’a daha güçlü bir grubun gönderilmesi konusunu gündeme getirdi. Bu heyete Taşkentlilerden Ubeydullah Hoca Asadullayev, Seyidnasır Mircelilov, Se-merkantlılardan Behbudi, Merdankul ve yine bir kişi (Muhammed-kul-) dahil edildi. Son üç Semerkantlı, yolda, Buhara emir’i tarafından yakalanarak öldürüldüler. Ubeydullah Moskova’da, Seyidnasır ise Tiflis’te saklanmayı başardılar. Daha sonra onların ikisi de geri geldiler. Seçilenlerin birisi bile Türkiye’ye gidemedi.[72] Türkiye’deki ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidardan düştüğü ve liderlerinin ülke dışına kaçtığı bir dönemde Türkistan Ittihad va Tarakki grubunun Türkiye’ye yeni bir heyet gönderme kararı alması gerçekten ilginçtir. Münevver Kari’ye göre onların görevi de, bir önceki grup gibi, Türkistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na bağlanmasını sağlamaktı. Fakat söz konusu dönemde Osmanlı Devleti’nin savaş dışı kaldığı ve ordularının Kafkasya’yı boşalttığı düşünülürse, Türkistan’dan gönderilen heyetin başka bir amacı olduğunu düşünmek daha mantıklıdır. Bu konuda Özbek tarihçileri, Behbudi ve arkadaşlarının müttefikler tarafından İstanbul’da düzenlenen Sovyet karşıtı liderler toplantısına gitmekte oldukları şeklinde farklı bir görüş gündeme getirmişlerdir. O dönemde Türkistan’da bulunan Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi Teğmen Mehmed Kâzım Bey, bu grubun İngilizlerle anlaşma yapmak amacıyla oluşturulduğunu söylemektedir. Müftü Sadriddin Han ise, hatıralarında, söz konusu grubun aynı yılın haziran ayında Paris’te toplanacak olan Versay Barış Konferansı’na katılmak amacıyla Türkiye üzerinden Avrupa’ya gideceğini söylemektedir ve en akla yakın açıklama da budur.Sebebi ne olursa olsun, Behbudi ve iki arkadaşı Türkiye’ye gitmek üzere yola çıkmışken, 25 mart 1919 tarihinde, Şehrisebz’de, Bölge Valisi Nuriddin Ağalık tarafından tutuklandılar ve iki aylık bir mahkûmiyetten sonra, Buhara emirinden gelen ferman sonucunda idam edildiler. Ubeydullah Hoca ve Seyidnasır Mircelil ise bir süre sonra Türkistan’a geri döndüler.Türkistan Ittihad va Tarakki Cemiyeti’nin kaderini belirleyen bir diğer gelişme de, Taşkent’te, 1919 yılı ocak ayında ortaya çıkan “Osipov olayları” oldu. 1917 Ekim İhtilali’nden sonra Türkistan’da kurulan Sovyet hükümeti, Bolşevikler, sosyalist revolüsyonerler ve Menşevikler koalisyonu şeklindeydi. 1 Mayıs 1918’de kurulan Türkistan Otonom Sovyet Cumhuriyeti’nin bakanlar kurulu Bolşevikler ile SR Partisi üyelerinden oluşmaktaydı. Rusya’da iç savaşın devam ettiği bu yıllarda, Türkistan’da da bu iki grup arasındaki iktidar mücadelesi devam etti. 1919 yılının 18-19 ocak gecesi S-R Partisi üyesi ve Savaş Komiseri Osipov Türkistan’da iktidarı ele geçirebilmek amacıyla Bolşevik karşıtı bir isyan başlattı, isyanın başlamasıyla birlikte tutuklanan 14 Bolşevik komiser idam edildi. Fakat Osipov’un başarısı kısa süreli oldu. Taşkent’teki isyan birkaç gün içerisinde Sovyet kuvvetleri tarafından bastırıldı ve komünistler kontrolü ele geçirdiler. Mart ayına gelindiğinde bütün S-R’ler Bolşevik Partisi’ne katılma kararı almışlardı.Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ve Bolşeviklerin Türkistan’da hâkimiyeti tam olarak ele geçirmeleri Türkistan Ittihad va Tarakki Cemiyeti’nin durumunu büyük ölçüde etkilemişti. Cemiyet yöneticilerinden Münevver Kari’nin hatıralannda o dönemdeki geüşmeler şöyle yansıtılmaktadır:1919 yılı Ocak olayları ve Bolşevikler Partisinin güçlenmesinden sonra teşkilat üyeleri arasında Merkez Komite’ye karşı bir baş eğmeme durumu ortaya çıktı. Bolşeviklerin her konuda kontrolü sağlaması sonucunda teşkilatın elinde hiçbir şey kalmamıştı. Yerel ziyalıların neredeyse hepsi Sovyetlerle ilgilenmeğe başladılar. Sonuç olarak teşkilat, üyelerinden kopmaya başladı. Bu gelişmelerden sonra Türkistan Ittihad va Tarakki Teşkilatı dağıtıldı. Söz konusu olaylar Ziya Bey’i teşkilatı dağıtmaya mecbur bırakmıştı.[73]  Fakat çok geçmeden Türkistan Ittihad va Tarakki Cemiyeti’nin eski üyeleri yeniden bir araya gelecekler, Türk subaylanmn da katılımıyla, Türkistan’ın tam bağımsızlığını hedefleyen “Milli İttihad” teşkilatını kuracaklardır. Diğer taraftan, Türkistanlı cedidlerin Osmanlı ittihat ve Terakki liderleriyle olan işbirlikleri sona ermemişti. 1920’li yuların başlarında Cemal Paşa, Halil Paşa ve Enver Paşa gibi ittihat ve Terakki liderleri Türkistan’a gelerek siyasi ve askeri alanda çeşitü faaliyetler yürüteceklerdir.[74]

Sovyet Döneminde Orta Asya’da İslam

1917 komünist ihtilali sonrasında yaklaşık 10 yıl içerisinde bütün direniş unsurlarını ortadan kaldıran Sovyet Rus yönetiminin en ağır baskısına maruz kalan gruplar aydınlar ve dini hayatın önde gelen isimleri olmuştur. Direniş yıllarında pek çok alim ve sufi çeşitli cephelerde hayatını kaybetmiştir. Ancak bu döneme ilişkin hiçbir belge ve yayın ortaya çıkarılamadığı için bu yıllardaki katliamlara ilişkin somut bir veriye sahip değiliz. Basmacılar hareketinin sona ermesinden sonra Türkistan’ın manevi hayatına önderlik eden kadroların bir kısmı Afganistan ve hatta oradan da Arabistan’ın Hicaz bölgesine hicret etmişlerdir. Lenin’den sonra iş başına gelen Stalin ise uyguladığı politikalarla tam bir genosidi gerçekleştirerek 2. Dünya Savaşı öncesinde bazı mahalli komünist yöneticiler de dahil olmak üzere Kafkaslardan Türkistan’a bütün Türk Yurtlarında yaklaşık 10 -on- milyon aydın insanı katletmiştir. Bu katliama ilişkin arşiv belgeleri ve bilgiler Kruşçev dönemindtn itibaren bizzat Ruslar tarafından açıklanmış ve yapılan katliamlar adeta Stalin’e fatura edilerek bir nevi özür dilenmiştir. Özellikle Glasnost döneminin ilk yıllarında Stalin’in ortaya koyduğu genosid politikası bütün vahşetiyle ve KGB belgelerine dayanılarak dünyanın gözü önüne serilmiştir.Stalin döneminde uygulanan bu genosidin başlıca hedeflerinden birisi olan din alimleri ve tasavvuf önderlerinin yok edilmesi, toplumun İslamî hafızasının bir anda kaybına benzer bir duruma yol açmıştır. Hatta en ufak İslamî bir tezahür dahi KGB tarafından rapor edilerek ortadan kaldırılmıştır. Evlerinde başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslamî kitaplar ve hatta Arabî yazılı herhangi bir eser bulunan insan takibata uğratılarak en iyi ihtimalle Sibirya’nın haber alınamayan çalışma kamplarına sürgün edilmişlerdir. Bu genosid derecesindeki kıyımın vahametini anlatmak isteyen bir Kazak Türk’ü bir zaman geldiğinde cenazeleri tekfin edip toprağa verecek derecede İslamî bilgi sahibi insanların neredeyse kalmaması sonucunda pek çok cenazenin yakın bir yerden bu işlemi yapabilecek birisi gelene kadar günlerce bekletilerek toprağa verilebildiğini gözleri yaşararak dile getirmişti.

İslam üzerindeki bu ağır baskı döneminden cami, mescid ve türbeler de nasibini almış, pek çoğu yerle bir edilirken bir kısmı da tahkir edilmek maksadıyla başka işler için kullanılmıştır. Bu başka işler arasında bu dini mekanların bütün varlığına ters düşen turistik bir gece kulübü açılması, ateizm müzesi oluşturulması gibi kasıtlı uygulamalar özellikle dikkat çekmektedir. Bu uygulamalarla müslümanlara karşı ağır bir psikolojik savaş açıldığı delillidir. İmam Buhari külliyesinin bir zamanlar pamuk deposu olarak kullanılmıştır İstisnasız bütün cami ve türbeler bu şekilde asli fonksiyonlarından uzaklaştırılmıştır.Özellikle Orta Asya İslamı’nın teşekkülünde büyük rolü olan türbelere ziyaret için gelenler KGB tarafından tesbit edilerek ziyaretçi eğer devletin herhangi bir daire, fabrika ve işletmesinde çalışıyor ise sorgulanarak işine son verilmiştir. Bu takibatın hem Kazakistan’daki Yesevi külliyesini, hem de Buhara’daki Nakşbendi külliyesini ziyaret edenlere uygulandığını farklı kişilerden farklı zamanlarda işitmem -sanıyorum- anlatılanların bir rivayetin ötesinde gerçekliğini ortaya koyar. Hatta daha 1991 yılına kadar Şah-ı Nakşbend’in türbesini ziyaret edenlerin “psikolojik bozukluk” iddiasıyla tedaviye sevkedildiği dahi vaki olmuştur. Rus’un Kazıyamadığı Mührümüzdürler. Sovyetlerde yaşayan Türklerin İslam kimliklerini korumalarının “niçin” ve “nasıl’ı konusunu başkalarının ve özellikle ta-savvufi geleneği bilmeyen yabancıların anlamaları mümkün değildir. İslam ile büyük çoğunluğu sufi mürşidler elinde “kalb gözü” ile tanışan Türkistan müslümanlarmın ve Azerbaycan Türkleri’nin onlarca kuşaktan torunlarının atalarına yol veren İslam büyüklerinin hatırasını hala yaşattıkları konuya ilgisi olanların bildiği bir husustur.[75]

Saraydan ayrılıp kalenin önünden geçiyoruz. Kalenin %20’si ayakta. Buhara Emirleri kullanıyormuş. Karşısında Bala Havz, Lebi Havz. Eskiden Buhara’da 100 civarında havuz varmış. Yazın halk için serinlik sağlıyormuş. Hoş medrese (çifte medrese)önünden geçtik. Öğle yemeğine lokanta’ya gittik. Et yemeği ve etli çorba bizlere fazla geliyor. Yemekte ikram edilen her şeyi bazen almıyor ve yemiyoruz. Salata ve yoğurt yeterli oluyor. Sessizce Nedim hoca ve iki arkadaş yan tarafta Özbek pilavı ve şaşlık (kıymadan veya etten şiş) yemeye gitmişler. Emniyet ve adliye kadrosundanda bazı dostlarımıza bu mahalde rastlıyoruz. Yemekten sonra Balay-ı havuz’a gittik. Yusuf Balcı, Cezmi Karasu beyleri bir ara Özbek millî kıyafetleri içinde görüyorum. Arkadaşlarımızdan telpak, kalpak, çapan gibi giyim eşyaları ile görüyorum. Gezi boyunca, Mustafa Tezel bey, Ahmet Kartal bey, Adem Koç bey kaliteli telpaklarını başlarından çıkarmadılar.

Balay-ı Havuzun orada namaz ve fotoğraf molası verildi. Havuzun yan tarafında yine muhteşem bir camii bulunmakta. Buradan yolumuz Mir Arap Medresesine doğru devam ediyor. Kalan (Kalyan) minare ve kalan camii var. Rehberimiz Cengiz hanın bunları yıkmadığını söylüyor. Kalan camiinin mihrabı Bursa Yeşil Türbe camii’de de bulunmakta. Emir Timur ustalarının Bursa’daki Yeşil Camii mihrabını yaptığı söylenir. Kalan Minare (1127). Karahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılmış 45 metre yüksekliğindeki eser farklı kiremitlerle dilim dilim süslenmiş.. Mir Arap Medresesin’de söz Cengiz han’a da gelecek. Cengiz Han konusunda tarihî kaynaklar değişik bakış açılarından olayları sergilerler. Edebiyat eserlerinde de öyledir. Mesela Cengiz Aytmatov “Cengiz Han’a küsen Bulut” isimli eserinde bayraklarına işlemeler yapan bir kadını seferde hamile kaldığı için öldürtür. O güne kadar kendisini takip eden gökyüzündeki bulut kaybolur ve seferden vazgeçer. Enver Altaylı Cengiz Han’la ilgili Moğol halk şairlerinin çalıp söyledikleri bir öyküden bahseder: “Cengiz Han. dünyaya tek başına egemen olduğu bir imparatorluk kurduktan sonra, yaşı ilerlediğinde kendisinin artık ölümsüz olduğuna inanmaya başlamıştı. Çevresine sürekli şunu söylüyordu: “Tanrı, (Tengri) bana gökten ölümsüzlük gönderip bağışladı.” Ne var ki yanındaki bilgeler, “Hakan’ım” dediler. “Tengri size ölümsüzlük vermiş olabilir ancak Çin’de bulunan ölümsüzlük iksirini ele geçirip içmedikten sonra bunun garantisi yoktur.” Hakan’ın aklında artık tek bir düşünce ve hedef vardı. Çin’deki bu efsanevi iksiri bulup içmek! Uzun araştırmalardan, Çin’e yüzlerce ulak yolladıktan sonra bu işin sırrının Çin’in ünlü bilgesi ve filozofu Chang Cun da olduğunu öğrendi. Çin’e sefer düzenlediğinde onunla tanışmış. Taoizm ile ilgili geniş bilgiler edinmişti. Çinli bilge, on erdemin on sayısında insanın ebedî mutluluğa erişeceğini vaad ediyordu Taoculuk’da. Chang Cun da Taocu bir filozoftu. Cengiz. Maveraünnehir vadisinde konaklarken, Cun da isteği üzerine Çin’den gelerek Hakan’la görüştü. Cengiz, ondan ölümsüzlük iksirini bulup getirmesini karşılığında ne isterse vereceğini söyledi. Chang Cun, üzüntülü, durgun bir ses tonuyla, “Yüce Hakan’ım siz bir ölümlüsünüz, fanisiniz. Her dönemde yaşamın sonsuzluğuna inanarak ölümsüz kalmak isteyen insanlar olmuştur. Sizin duyduğunuz o iksir, bir efsanedir ama inanın ki aradım, bulamadım. Bulunsa bile ölümsüzlük vereceğini söyleyerek size yalan bir cennet vaat etmek istemem. Ancak bozulan sağlığınızı düzeltebilirim.” Büyük Han. Çinli’nin bu sözlerinden dolayı oldukça sarsılmıştı. Çadırından çıktı; akşam oluyor. Amuderya nehri uzaklardan garip kokularla esintiler getiriyordu; bozkırların, Gobi’nin, Karakurum’un fısıltılarını… Yalnız Cengiz Han’ın anlayabileceği bir dilde konuşuyorlardı: “Sen ölümsüz değilsin ama kahramansın. Adın tarihe yazılacak ve ölümsüzleşecek, biz de dünya varoldukça buna tanıklık edeceğiz.” Çinli bilge ile büyük Han’ın bu görüşmesi 1222 yılında gerçekleşmişti. Cun’un yanındaki öğrencilerinden biri. bu yolculuğu kitabında anlatmıştır. Cengiz, gerçeği kabul etmek zorundaydı; ölümsüzlüğü bir anı olarak tarihe bırakmak gerekiyordu. Bir dava uğruna savaşıp idealleri, yalnız idealleri uğruna yaşamış insanların ardından bıraktıkları eser. kaderin ve tarihin hükmüyle gün gelir, kahramanlık olarak da adlandırılabilir. ama Yunanlı şair Yorgo Seferis in “Son Durak adlı şiirinde yazdığı gibi, “Kahraman, karanlıkta yol alır.” Belki de bu yüzden çoğu zaman onu fark edemeyiz; geçtiği yollar çoğunlukla karanlıktır, yıldızlar ışık vermez. Başkaları da üstelik bu görüntüyü yanlış değerlendirmekte âdeta ustalaşmışlardı. Ne olursa olsun, bu olgu gerçeğe ışık tutar: Kahramanlar karanlıkta yol alırlar; dünyanın, ulusların ve insanlığın aydınlığını ortaya çıkarmak için.[76] Prof. Dr. Ahmet Temür ve Zeki Velidi Togan[77]’ın Cengiz Han’a bakışı Arap, Avrupalı ve Rus tarihçilerin bakışından farklıdır. Cengiz Han, yasaları olan bir devletin lideridir. İpek yolu ticareti güvenliği’de onlar tarafından sağlanır. Ticaretin yapılması için şehirlerin olması gerekir. Tarihçiler hem ticaretten hemde harabe şehirlerden bahsetmektedirler. Bu çelişkidir. Üstelik ilginç olan diğer bir husus ise asırlarca Rus Emperyalizmi altında kalan Türk boyları da Moğallar’dan şikayet ettikleri halde Rusları kendileri için yakın bir dost görebilmektedirler. Bu durum Rusların tahribatını örtmekte, düşman ya Türk boylarının biribirine veya Moğollara olan tarihi husumetleri olabilmektedir. Denklem çok basittir. Rus’un dışında bir düşman aramaktır. Yıllardır Sovyetlerin dağılmasından sonra Türk boyları bir birleri ile uğraştırımaktadır. Hiç unutmuyorum: 1990’lı yılların başında Glasnost’dan sonra Eskişehir’e de Türk Dünyasından öğrenciler gelmişti, Nedim Bey, Süleyman Şişman, Ayhan Boz, Mehmet Ali Kalkan, ve bir çok arkadaşımız bunlarla ilgileniyordu. Bir gün Kırgız Türkü bir kızımıza “Bahattin Ögel’in Türk Kültürünün Gelişme Çağları” eserini okuması için verdim. Kırgız Türkü kızımız kitabı okuduktan sonra hocam “Uygur”lar bizi çok öldürmüşler dedi. Evladım böylemi anladın kitabı dedim. Türk boyları bundan 1500-2000 sene veya daha fazla zaman önce bir birleri ile savaşmıştır. Biz bundan ders almalıyız. Yoksa bunun davası bugün görülmez. Çocuk 1500 seneyi atlıyor, bugüne geliyordu. Fakat Rusların Kırgızlara neler neler yaptığını ne biliyordu ne de okumuştu. Sadece gençlermi? Aksakallar(Yaşlılar) da bilmiyordu:

“Bir gün uzaya Rusya bir uzay kapsülü gönderecek. Kazak Türkleri aksakallar ve gençleri uğurlamaya gidiyor. Kozmonotun birinin Moğol olduğunu öğrenince, aksakallar “kalkın gidiyoruz “Cengiz ve Moğollar atalarımızı kesmişti” diyorlar ve hepsi kalkıp gidiyorlar. 800-1000 sene önceyi unutmuyorlar fakat yakın dönemi hatırlamıyorlardı. Hiç biri diğer Rus kozmonat veya Rusların yaptıklarından rahatsız olmuyordu. Bu yakın zamanlarda olmuş gerçek bir olaydır.

Diyelim ki yüzlerce yıl öncesini unutmadık, kabul edelim; o zamanda tarihi yorumlarken Celaleddin Harzemşah’ın masum Moğol elçileri öldürmesi üzerine Cengiz’in öfkesini anlamaz isek adaletten ayrılırız. “Elçiye İslâm’da zeval olmaz”. Yahut Buhara ve Semerkant’ı yıkmadığı halde başka bir şehrin tahrip olmasını nasıl izah ederiz. İbn Batuta (1304-1368)Seyahatnamesinde“Cengiz Han, Bâmiyân halkını da kılıçtan geçirerek şehri yerle bir etmiş ama büyük camiin minaresine dokunmamıştır. Yine kaydedelim ki o, Buhara ve Semerkand ahalisine de dokunmamıştır.”demektedir.[78] Üstelik Moğolların aleyhine konuşan bugünkü insanlar bu dünyayı kasıp kavruduğu söyledikleri insanların kısa sürede Müslüman olduklarını bilmiyorlarmı? Yahut bugünkü Moğolların sayılarınında ne kadar az olduğunu? Kendi izlenimlerimden Moğol öğrencilerimizin oldukça mülayim ve çalışkan olduklarını bilirim. Bugüne kadar Budist kalmış olanların ise Müslüman olduktan sonra onlarla omuz omuza namaz kılmanın saadeti ise apayrıdır. Demek ki “yumuşak atın çiftesi pek olur”. Bir de bozkırlı olursa. Denizcilikle kıtaları mahvetmiş olan; İspanyollar, Portekizler, İngilizler, Hollandalılar vb. bugün çok medenî olduklarını iddia ediyorlar. Tarihte yaptıkları kan ve yıkımdan ibarettir. Rus yayılmacılık politikasından bahsetmek ise yüz binlerce sayfa alır. Sadece Türk Yurtlarına yayılma siyaseti kan üzerine kuruludur. Döktüğü kan, bin tane Moğol İmparatorluğuna bedeldir.

Mir Arab Medresesinde dolaşırken hava hayli soğuktu. Doğalgazla ısıtılan medresede eğitim halen devam ediyor. Şimdi, Mir Arab Medresesi’ndeki Emir Abdullah İbn Huseyn El-Yemenî hakkında aşağıdaki satırları birlikte okuyalım: “Kesin olarak hicretin 89. yılında (M.707) İslâm beldelerine bölgedeki Arab Vali Kuteybe ibn Müslim eliyle katılan Buhara’nın fethi, İslâm’ın Türkistan’da yayılması tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Buhara’nın adını ölümsüzleştiren alimler arasında ilk hatırlanması gereken en güvenilir hadis külliyatı olan Sahih-i Buhari’nin müellifi İmam Muhammed Bin İsmail’dir. Hicretin 194. yılında (m.826) Buhara’da doğan İmam Muhammed bin İsmail Buhari, ilim aleminde hadis ilminin zirvesi olarak kabul edilir. Onbinlerle hadis rivayetini ezberinde tuttuğu kaydedilen İmam Buhari, hadis ravilerini sıkı bir tenkide tabi tutması, hadis derlerken uyguladığı metodlarının objektifliği ve titizliği ile en muteber hadis külliyatına “Sahih-i Buhari” adını hakkıyla kazandırmıştır. Halen Türkistan’da Buhara-Semerkand yolunda, Semerkand yakınlarındaki Hartenk mevkiinde bulunan kabri üzerindeki türbesi ve etrafında teşekkül eden külliye bütün Türkistanlıların manevi merkezlerinden biridir. Son dönemde Oxford Üniversitesi İslâmi Araştırmalar Merkezi’nin katkısı ile ciddi bir restorasyon geçiren külliyeyi ziyaret edenler bu eşsiz ilim ocağının din düşmanı istilacılar tarafından daha önceleri bir pamuk depolama istasyonu olarak kullanıldığına inanamayacaklardır. İslâm ile şereflendikten sonra daima önemli bir merkez olma vasfını koruyan Buhara’nın uğradığı en büyük saldırı, Türkistan’ın Ruslar tarafından işgalinden sonra Sovyet döneminde gerçekleşmiştir. Buhara’yı işgal eden Ruslar, diğer İslâm beldelerinde olduğu gibi Buhara’da da binlerce yıllık cami ve medreseleri kapatmışlar ve zengin kütüphaneleri talan etmişlerdir.Taşkend merkezli Resmî Din İdaresi’nin yönetimi altında Buhara’da açılan bu ilk “Sovyet İslâm Okulu” Mir Arab Medresesidir. Mir Arab Medresesi adını külliye içinde yer alan ve Hz. Ali’nin Hz. Hüseyin neslinden torunu olan Abdullah el-Yemeni olarak bilinen Zat’tan alır. Semerkand’daki Kuşem ibn Abbas’tan sonra Rasûlullah Efendimiz’in soyundan insanlara ait olduğu kesin olan ikinci kutlu makam burasıdır. Buhara’nın fethi yıllarında Buhara’da yerleşerek etkin bir yönetici olan Abdullah el-Yemeni’nin kabri bütün Buhara emirleri nezdinde saygın bir yer edinmiştir. Buhara imar edilirken, kurulan ve türünün en muhteşem örneklerinden olan Cum’a Camii, Buhara’nın sembolü olan Kalan Minare burada inşa edilmiştir. Buhara’nın dünyaya nam salmış medreselerinin en büyüğü de bu külliye içinde yer almaktadır.Orta Asya Müslümanları için bir eğitim kurumu organize edilmesi sözkonusu olduğunda da ilk akla gelen yer Mir Arab Medresesi olmuştur.Mir Arab Medresesi, 1945’de açılmış olup yedi yıl süreyle eğitim uygulanan orta düzeyde bir eğitim kuruluşudur. Yılda sadece 50 civarında öğrencinin eğitim gördüğü medreseden mezun olan öğrenciler ya ibadete açık olan çok az sayıdaki camide “resmî imam” olarak görevlendirilmekte veya daha az bir oranı 1971’de kurulmuş olan daha üst düzeydeki bir eğitim merkezi olan “Taşkend İmam İsmail el-Buhari Enstitüsü”ne yerleştirilmektedir. Her yıl mezun olan az sayıdaki bu din görevlilerinin bütün Türkistan’ın dini gerekleri göz önüne alındığında yetersizliği bellidir. Ancak İslâmi ihtiyaçları sûfî eğitim metodlarıyla yetiştirilen gayrıresmî İslâm önderlerinin karşıladığı düşünülecek olursa bu durumun Sovyetler’de yaşamak durumunda kalmış müslümanlar için bir avantaj olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Bağımsızlık sonrası dönemde de Buhara ilmi merkez olmağa talib olmuşsa da yönetimin bu talebin gerçekleşmesinde nasıl bir yol izleyeceği henüz kesinliğe kavuşmamıştır. Bugünkü haliyle Buhara Mir Arab Medresesi turistik gezi programlarında “görülmesi gereken yerler” listesinde yer alan bir yer olmaktan öteye bir fonksiyona sahip değildir. Komünizm yıllarında halkın ziyaretine kapalı tutulan “Mir Arab” ise Rasûlullah Efendimiz’in Türkistan’daki bir emaneti olarak uzun yıllar başucunda “Fatiha”okumağa bile susamış olan Buharalı ziyaretçileriyle yeniden kucaklaşmaktadır.[79]

Mir Arap Medresesinden sonra, Taki Telpak Furuşan, Taki Zergeran, Taki Sarrafan çarşılarını dolaşıp otele (Asia Buhara Otel) doğru yaklaşıyoruz. Çarşının çıkısında XVI.yy’a ait Ahmed-i Piran kabri bulunuyor. Asia Buhara otelin karşısındaki parkta Nadir Divan Beyi Medresesi taç kapısında hayvan figürü bulunan Özbekistan’ın dört medresesinden birisidir. Medresenin biraz yakınında Nasreddin Efendi(Hoca)nın (Hocanın) heykeli var. Her birimiz heykelin önünde fotoğraf çektirdik. Nasreddin Hoca, Türk Dünyası Coğrafyasında bilinen bir Türk büyüğüdür:

“Türkistan halk edebiyatında geniş bir yer tutan Nasreddin Hoca ve fıkraları halk tarafından asırlar boyu yaşatılarak devam ettirilmekte, zamana ve zemine göre uygun hale getirilerek söylenmektedir. Türk dünyasının değişik bölgelerinde Nasreddin Hoca türlü isimlerle anılmakta. Meselâ: Türkistan’daki Kazak Türk boyu “Koca Nasır”, Kırgız Türk boyu “Apendi”, Türkmen Türk boyu “Nasreddin Ependi” veya “Ependi”, Özbek Türk boyu “Afandi” veya “Nasriddin Afandi” adını verirler. Nasreddin Hoca hakkında “Kazak Sovyet Ansiklopedisinde” şu bilgiler verilir: “Nasreddin Hoca Kazak mizahının sevilen simasıdır. Mizahlarında bir taraftan kurnaz, bir taraftan saf görünüşlü olarak ortaya çıkar. Nasreddin Hoca hakkındaki mizahlar yalnız Kazaklarda değil tüm Orta, Küçük ve Ön Asya, Arabistan, Yunanistan, Romanya, Sırbistan, İdil – Boyu ve Kafkas halklarının folklorunda “Molla Nasriddin”, “Hoca Nasrittin”, “Nasriddin Afandi” fıkraları diye anılır. Bu bize Nasreddin Hoca hakkındaki mizahların orta çağda Asya ile Avrupa arasmdaki kültür ve iktisadî ilişkilerin güçlendiği devirde ortaya çıktığını gösterir. Nasreddin Hoca fıkralarında konu çoğunlukla kısa, öz ve olaylar mantıklı şekilde ifade edilir. Nasreddin Hoca’ya mal edilen fıkraların genel konusu adı geçmiş bölgelerde yaşayan halkların ortak nüktelerini yansıtır. Nasreddin Hoca adı ile ilişkili olarak geçen fıkraların ilk çıktığı yer ve çağı hakkında tam bir malumat bulunmamaktadır. Bâzı araştırmacılar orta çağda yaşayan Nasreddin adıyla anılan tüm kişileri Nasreddin Hoca’nın eski tipleri ile ispatlamaya çalıştılar. Fakat bunlar neticesiz çıktı. Bâzı araştırmacılara göre, Nasreddin Hoca hakkındaki fıkraların tümü adı geçen her bölgede ve her çağda ortaya çıkmıştır. İlk önceleri türlü kişilerin adıyla bağdaştırılarak söylenen bu fıkralar daha sonra halk arasında Nasreddin Hoca’ya mal edilmiştir. Daha önceleri var olan fıkralar yeniden ortaya çıkarılarak o zamana uydurulmuştur. Bir bölgeden ikinci bir bölgeye, bir milletten ikinci bir millet değişerek gelen fıkraların tümü Nasreddin Hoca’ya mal edilmiştir.[80] V. Gordlevskiy, İ. Braginkskiy, K. Devletov gibi âlimlere göre, Nasreddin Hoca adıyla alakalı fıkraların esası orta çağın sonunda kalıplaşmıştır. Nasreddin Hoca tarihte yaşamış bir kişinin tam adı değildir, bilakis orta çağda Müslüman halklar arasında geniş yayılan, Kazakların “Kazakbay”ı gibi ortaya çıkan ve fıkraları ile sembolleşen bir kişiye dönüşmüştür. Nasreddin Hoca hakkındaki fıkralar halk arasında yayılarak ve konusu genişleyerek Nasreddin Hoca simasi gibi karışık bir hal almıştır. O şimdi hem folklorik hem tarihî bir kişiye dönüşmüştür. Nasreddin Hoca kişiliği bir taraftan kurnaz, bir taraftan temiz kalpli, saf görünüşlü olarak ortaya çıkar. Dolayısiyle Nasreddin Hoca hakkındaki fıkralarda halkın kendi düşünceleri olduğu gibi yabancı düşüncelere de rastlanır. Bunun için Nasreddin Hoca hakkındaki fıkraların hepsi tam anlamı ile halkın kendi malı ve eseridir. Kazak folklorunda Nasreddin Hoca iyilik ile kötülük, cimrilik ile cömertlik ve aynı zamanda hükümdarlar ve zenginlerin adaletsizliğini ortaya çıkaran halk vekili sıfatında tasvir edilir.” Kırgız Sovyet Ansiklopedisinde Nasreddin Hoca şöyle tasvirlenir: “Efendi: Düşünmeye yöneltici, kurnaz, doğru sözlü ve adaletli kişinin halk arasındaki idealini yansıtan folklorik kahraman. Efendi Hoca Nasreddin, Hoca Nasır Moldo”, “Nasreddin Afandi” denilen isimlerle Türk illerinde yayılmıştır. Unun gündelik hayat yaşayış tarzında vc karakterinde hiç bir sahtekârlık yok. Efendi hakkında söylenen hikâyelerin çoğunluğu Kırgızlar arasında şifahi edebiyat şeklinde yayılmışsa da, bâzıları yazılan kitaplara da alınmıştır. Efendi hikâyelerinin canlılığı, halkın fikrine uygun olması, han, bey, hoca, tüccar, kadı ve zenginleri gülünç hale koyarak saf kimseleri vc fakirleri koruması ile Kırgız halkının gündelik yaşayışına sinmiştir. Efendiye halk özellikle hürmet gösterip yeni hikâyeler ve fıkralar yaratarak ona atf etmiştir. Halk arasında söylenen her türlü gülünç hikâyeler, hicivli sözler Efendiye mal edildiğinden. Efendi hakkındaki fıkralar devamlı olarak zenginleşmiştir.” Türkistan’daki Türkmen boyu Nasreddin Hoca’yı “Ependi” veya “Nasreddin Ependi”, diye tanv. Nasreddin Hoca fıkraları toplanmış bir kitapta şunlar yazılmış: “Efendi adı Doğu milletleri arasında çok meşhurdur. Onun ince zeki düşünceleri, ön sezgisi, hazırcevaplığı asırlardan beri dilden dile geçerek günümüze kadar gelmiştir. Efendinin adı ile söylenen latifeler düşündürücü fıkralar herkese öğüt – nasihat verir. Onun latifelerinde halk kendi cemiyetindeki eksiklikleri görür. Orta Asya Türk boylarının her birinin kendi Efendisi var ve onda o halkın ruhî dünyası akseder. Meselâ; Kazak Efendisi ile Özbek Efendisi, Kırgız Ependisi ile Azerbaycan Ependisi kendilerinin eksikliklerini aksettirdikleri ile tanılır. Elbette bu ibret verici fıkralar Ependinin karakterini gösterir. Ependi adil, haksever, insancıl bir kişi olarak tanınır.” Nasreddin Efendi latifeleri toplam halde ilk defa İstanbul’da Türkçe neşredildi (1837), sonra Türk, Azerbaycan, Özbek ve başka Türk kabileleri de türlü hacimdeki el yazma ve basma toplamları hazırlandı, kısmen Avrupa dillerine de tercüme edildi. Efendi latifelerinin 1837 yılındaki baskısı Özbekistan’a da yayıldı. 1862-63 yılına kadar yazarı belli olmayan bir kişi tarafından Özbekceye de kısaltılarak çevrildi, bu hakda mahsus önsöz de yazıldı. Hoca Nasreddin tipi Özbek latifeleri ve kahramanları ile aynı olduğu için yavaş yavaş bütün millî latifeler Efendi adı ile söylendi ve yazıldı. Şimdi de sosyalistik rejime zarar verecek, komünistik düşüncelere ters düşen fikirleri kötüleyen latifeler Efendi adı ile ortaya koyulmaktadır. Efendi tipi sanat ve edebiyatçılar için de bir kaynak olarak hizmet etmekte. Meselâ: “Nasriddin Hocand’da”, “Nasriddin Buhara’da”, “Hoca Nasriddin Sergüzeştleri”, “Nasriddin’in On İki Mezarı”, isimli filmler hazırlanmıştır.” Taşkent’te yayınlanan “Gülistan” adlı mecmuada “Nasreddin Efendi Kimdir?” başlıklı yazıda ise şu fikirler ileri sürülür: “Biz Nasreddin Efendiyi tarihi bir kişi değil, halk yaratıcılığının ilginç kahramanı denen fikre inanarak geldik. Hakikaten hem. Efendi ismine atfedilen pek çok hareketli, keskin, güldürücü latifeler, hakiki halk yaratıcılığıdır, onlar asırlardan asırlara geçerek, şimdi de durmadan çoğalarak halk sözlü edebiyatının özel güldürücü türlerini teşkil eder. Ama Nasreddin Efendinin ne zaman yaşadığı şimdi de tartışılmakta. Çok memleketlerde onun hayatı hakkında kitaplar yayınlanmakla, mezarı filân yerde, denen türlü fikirler ileri sürülmekte. Aynı mecmuada “Orta Asya’da Lakin” başlıklı yazıda Şârasul Zünnun Nasreddin Hoca hakkında şunları der: “Hoca Nasreddin”, “Mulla Nasrcddin”, “Nasreddin Efendi” ya da kısaca “Efendi” ismi ile meşhur, zekiliği, saflığı ve hazırcevaplığı ile çok milletlerin sevgisini kazanan bu ilgi çekici şahıs hakkında türlü fikirler var. Onun ismi ile bağlı bir çok latifeler yalnız Türk boyları arasında değil, aynı zamanda Şark ve Avrupa milletleri arasında da şöhret kazanmıştır. Bu latifeler Rus, Fransız, Alman. İngiliz dillerine de tercüme edilerek yayılmıştır. Halkları kendine bu kadar celbeden kişi kimdir, nerede ve hangi devirde yaşadı?

Hoca Nasreddin latifelerinde Türkiye’nin Konya, Akşehir ve Sivrihisar gibi yerlerinin adlarını, Emir Timur ile Selçuk hükümdarlarından Alaiddin Sultan arasında olan münasebetlerinde görmek mümkündür. Ekim ihtilâlinden önce Taşkent ve Buhara’da taş basma ile basılan Özbekçe “Lataifı Hoca Nasrcddin” kitabında Nasreddin Efendinin Rum (Türkiye) memleketinde yaşadığı yazılır. Tatarca “Lataifi Hoca Nasreddin’ de de Hocanın Anadolu’da yaşadığı belirtilir. 1907 yılında İstanbul’da basılan “Lataifı Hoca Nasrcddin” toplamında Hocanın Akşehir yakınındaki makberesi ve onun yeniden tamir edildiği yazılır ve mezartaşının üstüne tarihi de gösterilir. Bu eserin yazarı Sultan Yıldırım Beyazıd’ı mağlub eden Emir Timur ile Nasrcddin Efendi arasında geçen olaylara dair bir kaç latifeleri de misâl olarak gösterilmiştir. İstanbul Üniversitesi’nin Profesörü Mehmet Fuad koprülüza-de 1918 yılında gençler için hazırladığı “Nasrcddin Hoca” atlı eserinde Hoca hakkında geniş bilgi verir. Bu eserde çocukların ruhuna munasip latifelerden örnekler verilmiştir. Hocanın resmi de ilave edilmiştir. (Seyyid) Said Mahmud Hayranı ve Hoca ibrahim Sultan vakıfnameleri Hoca Nasreddin’in Emir Timur’dan önce yaşadığını kaydeder. Bu vakıfnamelerden biri 1257, ikincisi 1267 yılında yazılmıştır. Her iki vakıfnamede Hoca Nasrcddin’in şahit sıfatında hakim huzurunda olduğu kaydedilir. 1887 yılında Sivrihisar müftüsü Hasan Efendi, eski vakıfnameler, kadı defterleri, ahali sayımlarından alarak yazdığı “Mecmuai maarif’ adlı eserinde Hoca Nasreddin’in hayatı hakkında geniş bilgi vermiştir. Bu mâlumata göre, Hoca Nasreddin 1208 yılında Sivrihisar’daki Hortu köyünde doğmuştur. Babası Abdullah o köyün imamı olmuş. Hoca Nasreddin o vakitlerde şöhret kazanan (Seyyid) Said Mahmud Hayranı ve Said Hoca İbrahim Sultan ile görüşmek maksadiyle Akşehir’e göçerek 1284 yılında orada vefat etmiştir. Müftü Hasan Efendi’nin bu mâlumatı de bütün tarihî rivayetlere ve Hoca’nın mezartaşına yazılan vefat tarihine de uyar. Mehmet Fuad Köprülüzade Hoca’ya nisbeten verilen latifelerin karakteri, halkın Hoca’ya sevgisi, onun hakkındaki latifelerin Avrupa dillerine çevrilmeleri hakkında da bilgi verir. Alaaddin Sultan, Emir Timur’dan önce yaşamış, 1236 yılında vefat etmiştir, tarihî bilgiler Hoca Nasreddin’in Alaaddin Sultan devrinde yaşadığını kaydeder. Bunlar düşünüldüğünde bir fikir ortaya çıkar ki, bu fikir henüz kesin değildir. Onu araştırmak gerekir. Osmanlı Türkleri Cengizhan istilâsı vaktinde Moğolların hücumundan kaçarak Anadolu’ya göçen 400 ailenin evlâtlarıdır. Harezm emirlerinden Süleyman Şah’ın oğlu Ertuğrul bu 400 aile ile Sultan Alaaddin huzuruna gider. Alaaddin Moğollar ile savaşa devam eder. Ertuğrul Alaaddin’e yardım verir ve Moğolları mağlup eder. Sultan Alaaddin yardım ettiği için Ertuğrul’a mükafat olarak 400 aileye yer verir. Bu olay 1233 yılında olur. Hoca Nasreddin Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden bu 400 aileye mensup değil mi?”[81]

Taşkent’te yayınlanan “Şark Yulduzı” adlı derginin 1968 yılkı sayılarında Zahir Âlam’ın “Efendinin Kırk Bir Padişahı” isimli kıssası neşredildi. Bu kıssada Nasreddin Hoca fıkralarından örnekler verilir. Zahir Âlam Nasreddin Hoca hakkında şunları yazar: “Nasred-din Efendi’nin sergüzeştleri hakkındaki fıkralar dünya çapında geniş yayılmış olup. konusu türlüdür. Onların çoğunluğu Nasreddin Efendi kendinin aklı, kurnazlığı ve hazırcevaplılığı ile devrinin hilekârlarının hakiki yüzünü açar ve onları zor durumlara düşürür. Fakat bâzı latifelerde Nasreddin Hoca çok geveze hatta sahtekârdır.Güzel, aslında Nasreddin’imiz nasıl adam olmuş? Hiç şüphe yokki, o okumuş, akıllı, tedbirli, hazırcevap, değirmene düşse sağ çıkan bir kişi olmuş. Hakikat sever, fakirperver idi. Hakikatseverliği yüzünden türlü zorluklara düşmesine rağmen hepsinden kurtulmasını bilmiştir. O hiç bir zaman venilmemiştir. Onun sergüzeştleri, hikâyeleri sanki bu sebepten de asırları aşarak gelmektedir.Büyük hiciv ustası ve zamanının en akıllı kişilerinden biri olan Nasreddin Hoca’yı bütün milletler sever ve onu takdir ederler. Türkistan halkı da Nasreddin Hoca’yı her zaman gündelik hayatında yaşatarak gelmekte. Meselâ, Buhara’nın en büyük meydanlarının birinde 11 Temmuz 1979 yılında Nasreddin Hoca’nın heykeli dikildi ve heykelin altında onun meşhur fıkralarından bir kaçı yazıldı. Bu arada Türkistanlı yazar ve şairler Nasreddin Hoca hakkında eserler yazarak fıkralarını yaşatmaktalar, şairler ise şiirler yazmaktadırlar.[82]

Söz Nasreddin Hoca’dan açılmışken Türk Milletinin kültür kodlarının zenginliği ve derinliğini örnekleme açısından Türkistan notlarını yazarken dinlediğim ve slaytlarını izlediğim bir konuşmadan bahsedeceğim. 5. Aralık. 2013 tarihinde gündüz Nedim bey Eskişehir Türk Ocağında “Prof. Dr. Sadettin Gömeç”in “Orkun” yazıtları üzerine konuşması olduğunu kendisini Ankaradan davet ettiğini söyledi. Hiç hâlim olmadığı halde yorgun argın Ocağa vardım. Konuşma başladığında ortak paydamız olan bilgileri hoca anlatıyordu. Bilge kağan hazinelerini anlattı. İki saate yakın nefis bir konuşma ve bizzat kendisinin kazı sırasında çektiği sılaytları bize takdim ediyordu. Fakat benim en çok dikkati mi çeken ne idi biliyormusunuz? Ne Bilge Kağan’ın Altın Kut kuşlu taçı, ne de geriye ok atan atının kuyruğu bağlı savaşçı resimleri. Özellikle dikkatimi çeken; kurban edildikten sonra kemikleri bir arada birlikte gömülmüş koyun iskeleti idi. Neden mi? Açıklıyayım: Yakut Türklerinde (Sibirya) Şamanist gelenekte bir hayvan kesilip yendikten sonra kemikleri bir arada postu ile birlikte gömülürse, sürünün eksilmeyeceği onun canlanacağına inanılır. Nasreddin hoca fıkralarında da benzer anlatımlar vardır. Annemden dinlediğim şekliyle veya Eskishir-Mihalıçık’ın bir köyünde arkadaşım Erol Cihangir’in annesinden dinlediği Nasreddin Hoca fıkrası da aynıdır. Şöyle ki: Hoca, talebe iken üç arkadaşı ile birlikte Hocaları şehre gittiğinde onun koyunlarından birini keserler ve yerler. Sonra postuna kemikleri doldurup toprağa gömerler. Koyun dirilir ve sürüye katılır. Fakat arka ayaklarından biri aksamaktadır. Çocuklardan biri koyunun arka bacaklarının oynak yerinde bulunan aşık kemiklerinden birini alıp saklamıştır. Hocaları gelince durumu anlar ve kesenin kesileceğini, derisini yüzenin derisinin yüzüleceğini söyler. Sıra Nasreddin’e gelince sen ne yaptın “der” o da “güldüm” deyince “Kıyamete kadar dünyada sana gülsün” diye intizar eder. Bunu tasavuf menkibeleri içinde anlatırlar. Sibiryadan Türkistana, Türkiye’ye, Balkanlar’a kadar bu böyle anlatılır. İşte Millet ve tarih içiçeliği budur. Yoksa sadece siyasî ve devletler tarihi değil. İsterseniz konuyu biraz daha açalım. Ninniler, atasözleri, deyişler, maniler, bilmeceler Milleti Millet yapan unsurlardır. Türk Milleti mücerret ve müşahhas kimliğini en güzel bir şekilde muhafaza eden en kadim milletlerdendir.

Türkistan Halk Edebiyatında Ninniler

Türk dünyasının folklor yönünden birçok zenginliklere sahip olduğu yapılan araştırmalarda görülmekte. Bilhassa Türk halk edebiyatında ne zaman ve kimin tarafından söylendiği veya ortaya çıkarıldığı bilinmiven, halkın zekâsının mahsülü olan mânileri, türküleri ve ninnileri araştırdığımızda Turk milletinin ahlâkî, felsefî ve estetik duygu, düşüncesinin ne kadar derin ve zengin olduğunu görürüz. Aynı zamanda bir ortak duygu, düşünceye de sahip olduğunu görmek mümkündür. Türk milletinde evlât sevgisjnin ne kadar ulvî ve ne kadar büyük bir yer tuttuğunu ninnilerdeki ahenkli sözlerde görülmektedir. Ninniler çoğunlukta annelerin ve büyükannelerin çocuklarını torunlarını uyutmak, avutmak veya istikballeri ile ilgili güzel arzu, istekler için ezgili olarak söyledikleri mâni, türkü niteliğindeki halk şarkılarıdır. Ninnilerde Turk kadınının ruh inceliğini, düşünce zenginliğini, ezgi ile söylendiklerinden müzik kabiliyetini bulabileceğimiz gibi Türk dünyasının ortak düşünce özelliklerini de bulabiliriz. Bu küçük şiir parçalarında nice ulvi dilekler, nice umutlar dile getirilmiştir. Dünyaya gozünu yeni açmış çocuğun kulağına okunan ezandan sonra, annesi yanık sesiyle ninniler söylemeye başlar. Bu yanık sesle söylenen küçük şiir parçalarının içerisinde anne, bilerek veya bil-miyerek bir takım telkinlerde bulunur.[83]

Ninnilerin konusunu çocuk teşkil eder. Sağlıklı doğmadan gelen sevinç, fizik güzellik, soy-sop, iyi huy, sünnet, öğrenim, nişan, gelin olma. evlenme gibi geleceğe âit dilekler; yalnızlık, gurbette kalan baba, koruvucu melekler, velîler, madde, tem, motif ve merasimler ninnilerin muhtevasında belli başlı unsurlardır. Beşik, salıncak içinde, kolları arasında, bacakları üstünde bebeğini sallayarak uyutan Türk anneleri eski ninni güftelcriyle yetinmezler,. özel durumlarına, o günkü ruh hallerine göre yeni ninni güfteleri düzenlerler. Ninniler yapı bakımından mânilere benzer. Anlamlan daha çok büyükleri, ritimleri ise çocukları etkileyecek niteliktedir. Ninnilerin çok eski zamanlardan beri söylenip gelindiği herkes tarafından bilinmekte. Bunu tarihi kaynaklardan da öğrenmekteyiz. Büyük Türk filozofu ve tıp âlimi Ali İbn-i Sina; “Bebeğin vücudunu geliştirmek için iki şey gerekli: Birincisi onu yavaş kımıldatarak sallamak, ikincisi ise – anne şarkısı, yâni anne ninnisi. Birincisi bebeğin vücudunun gelişmesi için, ikincisi mânevi yönden gelişmesi için gerekli sayılır,” der. Büyük âlim Kaşgarlı Mahmud’un “Divanü Lûgat-it-Türk”ün-de Türk anaların çocuklarını uyutmak için makamla “bilü bilü” dedikleri belirtilir. Türk dünyasının değişik bölgelerinde ninnilere türlü isimler verilir. Anadolu Türkçcsinde “Ninni”, Azeri Türkleri “Laylay”, Kerküklüler “Leyley”, Kazan Türkleri “Bişik Cin”, Türkmenler “Hû-di. Huvdu”, Özbekler “Alla”, Kazak Türkleri “Eldiy, Beşik Cırı”, Kırgız Türkleri “Aldey, Beşik Irları” adını verirler.[84] Bugün Türk dünyasının her yerinde anneler çocuklarına ninni söyleyip gelmekteler. Türkistan’da da anneler, büyükanneler çocuklarını, torunlarını uyutmak, avutmak ve onların gelecekleri ile ilgili duygu, düşünceleri ezgili şekilde ninniler halinde söyleyip gelmekteler. Fakat Türkistan’da bugün ne yazıkki annelerin çocuklarına ninni söyleyecek vakitleri olmadığı hususunda orada yayınlanan gazete ve mecmualarda yazılan makalelerden öğrenmekteyiz. Mesela, Taşkent’te yayınlanan gazetelerin birinde: “Ben bir şeye çok üzülürüm. Daima düşünüp gezerim. Niye annelerimiz, kadınlarımız çocuklarına masal, bilmece, ninni söylemeyi unutmaktalar? Bu neyin sonucu? Bizim fikrimize göre, anneler ninni söylemeyi unutmamaları gerek. Biz annelerimizin ninni söylemesini isteriz.” Diye üzüntüsünü belirtmeye çalışır yazar.[85] Fakat günümüzde Türkiye’de zaman zaman şahit olduğumuz kreşlerde İngilizce şarkılar öğretilmesinden, İngiliz dadılarla çocuk büyütmeye kadar akla hayale gelmedik toplumsal yabancılaşma ve cinnetin de örneklerini görebilmekteyiz. Çoğu kez Afrikalı öğrencilerimizle konuşurken onlardan kendi öz dillerinden bahsetmelerini isterim. Verdikleri cevap yüzüme değil yüreğime bin şamar gibi düşer gelir. Hocam biz Fransızca ve İngilizce konuşabiliriz. Canım siyahî koca Afrikamız! Ecdadımız Osmanlı birkaç kervanla Güney Afrikaya varır. Bugün orada Müslümanlarla kucaklaştığımızda ecdadın emeğini görürüz. Kuzey Afrika’da Mısır Memlük Devleti’nden (Et Devlet’ül Turkıyye’den) Tunus’a Fas’a kadar yüzyıllarca Türklerle beraber yaşarlar.

Türkistan’daki Özbek Türk Boyunda Ninniler

Türkistan’daki Özbek Türk boyu ninniye “Alla” der ve şöyle tarif edilir: “Alla: Bebemi uyutmak için söylenen şarkı.” veya “Çocukları uyutmak için anneler tarafından söylenen şarkı.”

Özbekçe aslı:

Mehribanım ketdıyu, alla

Mehri közimdan ketmadı, alla.

Mehribanım yok uçun, alla,

Heç kim meni yad etmadı, alla.

Men ketarman baş alıb, alla,

Kara közimga yaş alıb, alla.

Anadolu Türkçesi:

Mehribanım gitti de, ninni

Mehri gözümden gitmedi, ninni.

 Mehribanım yok için, ninni,

 Hiç kim beni hatırlamadı, ninni

. Ben giderim başımı alıp, ninni,

 Kara gözüme yaş alıp, ninni.

Özbekçe aslı:

Çamanlarnıng boyı kelar şamal bilan, allaya,

Mening balam egizakdır ikbal bilan, allaya.

M…..ketgan anacanı orden takıb, allaya

Kelib kalar külgan gülgün camal bilan, allaya.

Çuğur – çuğur otdı todasıda, allaya

Koy – kozılar kaytıb kclar padasıda, allaya.

Ne varamnıng ayacanı kiyinadı, allaya

Şu zamannıng cng ahirgi modasıda, allaya.

Rayhanlarnıng şahıdandır yclpığıçım, allaya

Gül içidan terib algan gülparçınım, allaya.

Boylarıngga ming tasadduk bolsın anang, allaya,

Şakar kozım, şirin sözım, Aybarçınım, allaya

Anadolu Türkçesi:

Çemenlerin kokusu gelir rüzgar ile, ninni,

Benim yavrum ikizdir ikbal ile, ninni.

M…..giden anneciğim madalya ile, ninni

Gelir gülen gülgün çehre ile, ninni.

Öterek turna geçti sürü ile, ninni

Koyun – kuzular dönüp gelir çobanı ile, ninni.

Torunumun anneciği giyinir, ninni

Şu zamanın en son modası ile, ninni.

Reyhanların dalındandır yelpazem, ninni

Gül içinden seçip aldığım gültanem, ninni.

Boylarına bin kurban olsun annen, ninni,

Şeker kuzum, şirin sözüm, Aybarçınım (ayparçam), ninni.

Dünyadaki en tatlı ses anne sesidir, hiç bir ses anne sesinin yerini alamaz. Bilhassa anne sesi ninni söylerken kendine has ahenkte ve güzelliktedir, bunu tarif etmek çok zordur. Beşik sallarken anne beşiği değil içindeki yavrusuna olan sevgisini ninni ile dile getirir. Anne için bebek yavrusu ebedi çocuktur.

Anne çocuğuna olan sevgiyi şöyle terennüm eder:

Özbekçe aslı:

Atang bilan anangnıng kara közı, alla,

Sayrab turgan bülbülday şirin sözı, alla,

Tez ösib katta bolgın, canım balam, alla,

Mcning tilak – maksadım şuning özı, alla…

Anadolu Türkçesi:

Baban ile annenin kara gözü, ninni.

Ötüp duran bülbül gibi şirin sözü, ninni.

Çabuk yetiş büyük ol, canım yavrum, ninni.

Benim dilek – maksadım budur, ninni…

Türkistan’da beşik düğünlerine gelen kadınlar ellerinde hediyeler ile düğün evine girerlerken şöyle ninni söylerler:

Özbekçe aslı:

Örik yağaç beşiging, alla,

Örgilib ketsin anang, alla.

Tut yağaçdan beşiging. alla,

Tcrmilib ötsın anang, alla.

Men seni alla kılay, alla,

Kötarıb katta kılay, alla.

Alla cannıng rahatı, alla,

Uyku köznıng kuvvatı, alla.

Kızıl gülning şahıda, alla,

Ğunçamısan, narmısan, alla.

Anadolu Türkçesi:

Erik ağaç beşiğin, rıinni,

Kurban olsun annen, ninni.

 Dut ağaçdan beşiğin, ninni,

Dalıp gitsin annen, ninni.

Ben seni ninni yapayım, ninni.

Kaldırıp büyüteyim, ninni.

Ninni canın rahatı, ninni,

Uyku gözün kuvveti, ninni.

Kızıl gülün dalında, ninni,

Gonça mısın, nar mısın, ninni.

Özbekçe aslı:

Kara közım, alla,

Şirin sözım, alla..

Boylarıngga bov tumar bolay, balam, alla,

Közlaringga köz tumar bolay, balam, alla.

Anadolu Türkçesi:

Kara gözüm, ninni,

Şirin sözüm, ninni…

Boylarına takacak muska olayım, yavrum.,ninni

 Gözlerine göz muska olayım, yavrum, nimi.

Özbekçe aslı:

Senga koydum yahşi at, alla.

Yahşi niyatdır, murad, alla.

Yurtu elga süyansang, alla,

Senga bolğusı kanat, alla…

Alla, balam, alla – ya.

Canım balam, alla – ya.

Ncga buytıb cılaysan Uhlaydigan palla – ya.

Körpa tikdim parçadan.

Beşik kıldım arçadan.

“Kolgınang kıymasın”, deb.

Kolbav eşdim pılladan.

Alla, balam, alla – ya.

Canım balam, alla – ya.

Nega buytıb cilaysan Uhlaydigan palla – ya.

Alla, alla deganda.

Tanaday turtıb emganda,

Atang bazar barar – a,

Boz at alıb kelar -a.

Anadolu Türkçesi:

Sana koydum iyi ad, ninni,

İyi niyetdır, murat, ninni.

Yurda ele dayansan, ninni,

Sana olur kanat, ninni.

Ninni, yavrum, ninni,

Canım yavrum, ninni.

Niye böyle çığlık atarsın

Uyuyacağın zaman geldi.

Yorgan diktim simden.

Beşik yaptım çamdan.

“Kolunu kıymasın”, diyerek.

 Kolluk eğirdim ipekten.

Ninni, yavrum, ninni,

Canım yavrum, ninni.

Niye böyle çığlık atarsın

Uyuyacağın zaman geldi.

Ninni, ninni dediğinde.

Dana gibi dürterek emdiğinde.

Baban pazara gider – ya,

 Boz at alıp gelir – ya.

Türkistan Halk Edebiyatında Bilmece Türü

Atalarımız, bilmeceleri bir eğlence ve zekâ vasıtası olarak yaratmışlardır. Ölçülü ve kafiyeli oluşlarıyla da daha küçük yaşlarda şiir zevkinin kazanılmasına yardımcı olurlar. Bilmece Türk Halk Edebiyatında, bir şeyin adını söylemeden bazı niteliklerini üstü kapalı bir şekilde anlatarak onun ne olduğunu bilmeyi dinleyene veya okuyana bırakan oyun. Bilmeceler, tabiat unsurları ile bu unsurlara bağlı hadiseleri; insan, hayvan ve bitki gibi canlıları; eşya; akıl, zekâ veya güzellik neviinden mücerret kavramlarla dinî konu ve motifleri vb. kapalı bir şekilde yakın-uzak münâsebetler ve çağrışımlarla düşünce, muhakeme ve dikkatimize aksettirerek bulmayı hedef tutan kalıplaşmış sözlerdir. Bu sözler, bir takım eğlence, lügaz, muammâ ve bulmacalarda da görülen ve dinleyiciye sorulunca ondan halli istenen “bil bakalım” veya “ol nedir ki” ifadelerinin bir bakıma geniş tarifidir. Bu târifı kendinde toplayan söz, Batı Türkçesi’nde “bilmek” fiilinden doğmuş bir isimdir. Doğu ve Kuzey Türkleri ile Azerî sâhası ve Kerküklüler aynı mânâya gelen “tabmak” fiilini ve bu kökten türeyen “tabmaca, tappaca”yı. Doğu Türkistanlılar “tabzuğ”, Altay Türkleri (tobollar) “tapkır’ı “Tavısak”ı kullanmaktadırlar. Ayrıca Türkmenlerde “matal” ile Kırgızlar, Kazaklar, Karakalpaklar ve Başkırtlarda “cumbak, yumak” sözü yaygındır.[86]

Bilmece oyununu iki grup ya da iki kişi arasında oynanabilir.

Bilmecelerin cevapları için belli bir zaman avrılır. Elliye kadar saymak gibi… Cevabı kolaylıkla bulamama halinde; “Canlı mı, cansız mı?”, “Yenir mi, yenmez mi?” gibi sorularla ipucu elde etme hakkı tanınabilir. Bilmeceyi bilenlere, önceden kararlaştırılan mükafat (bir şehir, değerli bir eşya, puan vb) verilir. En çok doğru cevap veren grup veya kişi oyunu kazanır. Bilmeceyi türlü şekillerde izah ettikten sonra, asıl konumuz olan “Türkistan Halk Edebiyatında Bilmece Türu’ne gelelim: “Türkistan Halk Edebiyatında” yaygın olan bilmeceler, halk arasında hâlâ en canlı şekilde yaşatılmakta. Türkistan’da Özbek Türkleri, bilmeceye: “Tapişmak, çöpçak, cumbak, matal, tapmaça, tapar” derler. Halk edebiyatının en eski dallarından biri bilmecedir. Tapişmak saklı mânâyı ifade ederek, çözülmesi mümkin olan soru karekterinde ve esasen, mecazi şekilde hazırlanır. Tapişmakta birer şeyi yaki hadiseyi başka bir şeye veya hadiseye benzetiş, mukayese etmek suretiyle ifade edilir. Tapişmak kompozisyon ve ritim yönünden muhteser, sâde ve ahenkli olur. Sözlük tarifinde bilmece şöyle izah edilir: Tapişmak; Tapişmaçak oyununda; bulunması lazım olan şey, hadise ve şekilin remzi ve benzetmeler suretiyle ifade edilen kısa sıfatlanmasıdır. Türkistan’daki Özbek Türklerinin bilmecelerinden bazı örnekler verelim: Meselâ: Bir parça patır âlamga tatır. (Ay) (Bir parça pide – ekmek aleme yeter) (Tuhum: Yumurta) Kazık üstıda kar turmas. (Kazık üstünde kar durmaz) Yer tagida altın kazık. (Yer altında altın kazık) Pak – pakana boyı bar, yetti kavat tonı bar. (Piyaz: Soğan) (Küçücük boyu var, yedi katlı paltosu var) Nime sakalı bilan tuğalıd? (Ney sakalı ile doğar) Aka – üka bir yaşaydı, bir – birini körmaydı. (Abi – kardeş bir yaşar, bir – birini görmez) Kiçkina kazanning aşı tatlı. (Küçücük kazanın aşı tatlı) Past – past tağdan kar yağar. (Alçak – alçak dağdan kar yağar) Özi birav, kulağı törtav. (Ozi bir, kulağı dört) Bir buğdayga üy tolar. (Bir buğdaya ev dolar) Tüyam kelayatır, patır atayatır. (Devem geliyor, pide (ekmek) atayor) Özi bitta, kaşiga barsang ikkita. (Kendi bir tane, karşısına varsan iki tane) (Sabzt: Havuç) (Eçki: Keçi) (Köz: Göz ) (Yanğak: Ceviz) (Un. Elak: Un, Elek) (Kazan: Tencere) (Çirak: Lâmba i (İz) (Ayna)

Gerek Türkistan’daki, gerek Türkistan dışındaki ve özellikle Türkiye’deki Türklerin bilmeceleri arasında büyük yakınlıklar göze çarpmaktadır. Türk dilinin değişik şivelerini konuşsalar da bütün Türkler arasında yaygın olan bilmecelerin çoğu ortak kültür ve medeniyetin mahsülüdür. Bu bilmece kültüründeki birliğin kendisi, Sovyet Rusya’da ayrı ayrı milletler halinde parçalanmaya çalışılan Türkistan Türklerinin milli birliğini gösteren bir delildir.[87]

Türkistan Özbek Atasözleri Ve Deyimleri ile Anadolu Türk Atasözleri ve Deyimlerinin Mukayesesi

Atasözlerinin Özellikleri ve Tanımlanması

Atasözleri her milletin kendi varlığının ve benliğinin aynası sayılan ve Atalarının söylediği az ve öz sözlerdir. Büyük çoğunluğu ile anonim mahiyet taşıyan yani ilk defa kimin tarafından ve ne zaman ortaya atıldıkları bilinmeyen darbımeseller, halk topluluklarının asırlar boyunca karşılaştıkları hâdiselerden ve tecrübelerden ilham alarak ortaya attıkları, benimsedikleri ve kendilerinden sonra gelecek nesillere devrettikleri nasihatlar -öğütler, yol gösterici tavsiyele», cemiyet ve tabiat hadiselerinin nasıl sona ereceklerini belirten düşüncelerdir. (Türk Atasözleri ve Deyimleri, İst. 1971, Sf. 3 – Adnan ÖTÜKEN: 1000 Temel Eser.) Bir milletin görüp yaşadığı tarihi olayların, ekonomik devirlerin, dinî ve ahlâkî gelişmelerin en tabiî ve samimî aynası, o milletin gönlünden süzülerek gelen ve en veciz bir kalıp içinde ifadelendirilmiş olan “Atasözleri” dir. Bir millette fertlerin ibdâ kabiliyeti ne derecede geniş sınırlı olursa, o toplumun düşünce ve duyguları “Atasözleri” nde o kadar güzel ve sağlam görünür. (İ. Hilmi Soykut: Türk Atasözü Hazinesi, İst. 1974, Sf. 24)[88]

Atalarımız; hayati kurallarında, birer “öğüt” veya “hüküm” ve hatta zaman zaman emri andıran tavsiyelerle, insan yaşayışının çeşitli yönlerinde takip etmeleri gerekli ve isabetli yolları bir meş ale gibi aydınlatmayı ihmal etmemişlerdir. Atasözleri adı altında toplanan, altın kalıplara dökülmüş bu baha biçilmez direktiflerde, hayatın her yönünü zekice bir anlatış içinde görmek mümkündür. (İ. Hilmi Soykut: Türk Atasözü Hazinesi, İst. 1974, Sf. 38) Atalarımızdan bize armağan olarak intikal eden bu veciz, düşündürücü, öğretici ve hayâti formüller, diğer milletlerinkine nazaran pek çoktur. Atalarımız; deneme ve gözlem sayesinde edindikleri hayati bilgileri veciz ve sağlam bir formüle bağlıyarak türeleştir-mek için dilimizin kıvrak yapısından faydalanmayı bilmişlerdir.(İ. Hilmi Soykut: Türk Atasözü Hazinesi, İst. 1974, Sf. 33) Atasözleri asırlar devamında ağızdan ağıza. evladdan evlada geçip zamanımıza kadar özlüğünü saklayan, tarihi ve ruhi haleti ifade eder; Atasözlcrinde hayati tecrübeler neticesinde elde edilen kıymetli fikir düşüncelerin özüdür. Türk dünyasının çeşitli bölgelerinde konuşulan ana dil, yani Türkçe, mahalli söyleyiş özellikleri, şive, ağız farkları bulunduğu gibi yalnız o çevrelerde kullanılan ve resmi sözlüklere girmemiş olan atasözleri de vardır. (İ. Hilmi Soykut: Türk Atasözü Hazinesi, İst. 1974, Sf. 39) Dil meselesi bazı özellikler gösterdiği gibi, bazı bölge halkının iklim şartlarına uygun yaşayış şeklide o memleketin hayat tarzını göstermesi bakımından önemlidir, (İ. Hilmi Soykut: Türk Atasözü Hazinesi, İst. 1974, Sf 41)[89]

Türkiye dışında milyonlarca Türk’ün yaşadığı bir gerçektir. Aynı dilin şive ve lehçelerini konuşan bu insanlar, kök olarak aynı kültürden gelmektedir. Bu kültür birliği, her ne kadar sonradan türlü iç ve dış etkenlerle tahrip edilmiş ise de özdeki bütünlük bozulmamıştır. Bundan dolayı Türk dünyasının Atasözleri arasında da büyük benzerlikler ve özellikler görülür. Türkiye dışında Anadolu Türkçesine en yakın olan Özbek Türkçesidir. Türkistan Özbek şivesinde Magal olarak geçen Atasözleri, evladların, ecdatların nayati tecrübeleri, cemiyetteki münasebeti, tarihi, manevi haleti estetik duyguları ve güzel faziletlerinin toplamı olarak tarif edilir. (Aydın Oy: Tarih Boyunca Türk Atasözleri, İst. 1972, Sf. 70) Özbek Türk şivesinde Atasözü “magal” olarak veya masal, matal, zarbulmasal, nakl, hikmet, hikmetli söz, tanbeh, maşayıklar sözü, hikmetli magal, danışmandlcr sözü, atalar sözü gibi isimlerle dc söylenir. (Özbek Sovyet Ansiklopedisi, 7. cilt, Sf. 82S3) Türkistan Özbek Türklerinin atasözleri de bu genel kanaati doğrulayıcı mahiyettedir. Türkçenin Özbek ağzıyla söylenilmiş bu sözler, tabii olarak diğer Türk ülkelerinde de sadece ağız değiştirmek suretiyle aynı anlamda kullanılmıştır. Tasnif bakımından Özbek Türk Atasözleri ve Deyimleri üzerinde de kısaca duralım: Özbek Türk Atasözleri ve Deyimleri Sosyal, Ahlâk, Eğitim ve Öğretim, Dayanışma ve Ekonomi üzerinde çoğunlukla değerlenmiş sözlerdir.

1- Sosyal konuları tema alan Atasözlerimiz ve Deyimlerimiz Toplum yararına değinen, az sözle, büyük faydalar sağlayan sözlerdir. Bunların çoğu sağlam bir hakikati ifade eder.

“Baş bolmasa, köda taş.” “Baş olmazsa, gövde leş,” gibi.

2- Ahlâk üzerine söylenmiş olanlar ise şöyle:

“Adamge bir söz (gep) vetadı.” “Adam olana bir söz yeter.”

3- Eğitici ve Öğretici: Atasözü topluma doğru yolu gösteren kısa ve kesin sözlerdir.

“Sınamağan atga minma” “Sınamadığın ata binme.”

“Issıg aştan ağzı kûygan, gatıknı büflap içadı.” “Sıcak aş (yemek) tan ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek içer.”

4- Dayanışmayı tema olarak işleyen atasözlerimiz, toplumun fertlerini birbirine bağlayan öz kurallardır.

“Bölüngandı böru yer, avrılgannı ayığ.” “Bölüneni kurt yer, ayrılanı ayı.”

“Bölmaganga bulaşma.” “Olmıyana bulaşma (yaklaşma).”

5- Ekonomi ve İkdisadi konular üzerine söylenen birçok atasözümüz vardır.

“Arzandı bardır illatı, gımmatnı bardır bir hikmatı.” “Ucuzun vardır illeti, Pahalının vardır bir hikmeti.”

“Arzandı şurvası tatımas.” “Ucuzun çorbası tatlı olmaz.”

Yukarıda yazılanlar incelendiğinde görüleceği gibi birkaçıdır.

Fakat burada şunu da kaydedelim ki atasözlerinin tasnif edilmesi sıhhatli bir sonuç vermeyebilir, çünkü bir atasözü çeşitli anlamlarda söylenir, yer ve ortama göre mânâ verir. Onun için Türkistan Özbek Atasözleri ile Anadolu Türk Atasözlerinin benzer yönlerinin gösterilmesinde ve mukayesesinde alfabetik sıraya göre tasnif etmek daha sıhhatli netice vereceği için bunu göz önünde bulundurmak zorunda kaldık.[90]

Özbek şivesinde: “Açnı işlatma, toknı gımıldatma” sözü Anadolu şivesinde: “Açı çalıştırma (işletme), toku tepreştirme (tepretme)”. (Malatya, Van).

Özbek şivesindeki: “Aç ayığ oynamas” atasözü Anadolu’da: “Aç ayı ünemez (oynamaz)”

halinde Bitlis’te devam ettirilmekte”.

Özbek Türkleri: “Açlık nimalarni (neleri) yedirmavdi, Toklık nimalarni dedirmavdi”. Anadolu Türkleri: “Açlık neyi yedirmez, Tokluk neyi dedirmez”.

Türkistan Özbek Türkleri: “Açnıng halını, tok bilmaydı”. Anadolu Türkleri:

“Tok açın halinden bilmez (ne bilir)”.

Özbek şivesinde: “Aç gamını, tinç gulağım” sözü Anadolu’da: “Aç kulağım, dinç kulağım.” (Gaziantep, Van)”.

Özbek şivesinde: “Adam alası içida, mal alası teşıda” Anadolu’da: “İnsan alacası (huyu) içinde, hayvan alacası dışında (dır).

Özbek Türk şivesindeki: “Adam balası ham süt emgan” Anadolu Türk şivesinde: “İnsanoğlu (ademoğlu) çiğ süt emmiş” halinde aynı şekilde de vam ettirilmekte’.

Özbek Türklerindeki: “Adam bolganga bir gap (söz) yetadi” Atasözü Anadolu’da aynı şekilde kullanılmakta: “Adam olana bir söz yeter”.

Özbek Türkleri: “Adam gımmalını adam biladı” Anadolu Türkleri: “Adam kıymetini adam bilir”.

Özbek şivesinde: “Ağızdan çıggannı gulağın eşitsin” Anadolu şivesinde: “Ağızdan çıkanı kulağın işitsin”.

Özbek şivesinde: “Ağzımdan çığdı, sakalımga yapıştı”. Anadolu şivesinde: “Ağızdan çıkan başa değer’

Özbek şivesinde: “Ağzı gulağıda”. Anadolu şivesinde: “Ağzı kulaklarına vardı”.

Özbek şivesinde: “Alâ kargada alaydigamng bolsun (olsun)” Anadolu şivesinde: “Alâ kargada alacağın olsun”. (Isparta)

 Özbek şivesinde: “Agl yaşta emas (değil), baştadır” Anadolu şivesinde: “Akıl yaşta değil baştadır.

Özbek Türkleri: “Arpa ekkan arpa alar, Buğday ekkan buğday alar” derlerse Anadolu Türkleri: “Arpa eken buğday biçmez” veya “Arpa ekip buğday bekleme” şeklinde söylerler4.

Özbek şivesinde: “Aşukgan (acele) işga şaytan gaşıladı (karışır) Anadolu şivesinde: “Acele işe şeytan karışır” olarak geçer.

Özbek Türkleri: “Atman (at ile) tüye (deve) emas (değil)” Anadolu Türkleri: “Alınan deve değil ya” (Sivas, Çankırı).

Özbek şivesinde: “At minganga, ton (türk) kiyganga” Anadolu şivesinde: “At binene, kürk giyene”. (Bitlis)

Özbek şivesinde: “Avval oyla (düşün) keyin (sonra) söyle” sözü Anadolu şivesinde: “Evvel düşün, sonra söyle” olarak devam ettirilmekte.

Yine hiçbir değişikliğe uğramadan devam ettirilen: “Az bolsun saz bokun” sözü Anadolu’da:

“Az olsun, uz (öz) olsun” diye söylenilmcktedir.

Özbek şivesinde: “Bağnı bagsan bağ bolar, Batman – dahsar (çok mahsul) yağ bolar, Bağımsız bağ tağ bolar, Yurak – bağrıg dağ bolar”. Anadolu Türkçesinde kısaltılarak: “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur”, şekline getirilmiştir.

Özbek şivesindeki: “Bal tutgan barmağını yalaydı” Anadolu şivesinde: “Bal tutan parmağını yalar” olarak kullanılmakta.

Türkistan’daki Özbek şivesinde: “Balıg başıdan çiriydi (çürür)” sözü Anadolu’da:

“Balık baştan kokar” olarak kullanılmakta, burada da anlam aynı kalmıştır.

Özbek şivesinde: “Baş bolmasa koda (gövde) laş” Anadolu’da: “Baş olmazsa gövde leş”

Özbek Türkleri: “Başını gaşıganı vagtı yog” Anadolu Türkleri: “Başını kaşımaya vakti yok’.

Özbek Türkleri: “Bekar (boş) turgunca, bekar işla” sözü Anadolu’da: “Boş oturraaklansa, aylak işlemek yeğdir” şeklinde söylenir.

Özbek Türkleri: “Bir kattanı (büyük) gapiga (sözünü) kir, Bir kiçikni (küçüğün) gapiga kir (gir)”. Anadolu Türkleri: “Bir senden büyüğün sözünü dinle, Bir senden küçüğün” der

Özbek şivesinde: “Bir yakadan baş çıkar” sözü, Anadolu’da aynı: “Bir yakadan baş çıkar” olarak kullanılmakta.

Özbek Türkleri: “Bölingangı borı (kurt) yer, ayrılgannı ayığ” derlerse Anadolu Türkleri: “Sürüden ayrılanı kurt kapar” olarak devam ettirmişler.

Özbek şivesindeki: “Buğday nanıng bolmasın, Buğday sözing bolsın” Anadolu’da: “Arpa ekmeğin (unun) yoksa tatlı dilinde mi yok” olarak de ettirilir. (Burdur Elazığ).

Özbek Türkleri: “Bugungi işni ertaga goyma” Anadolu Türkleri: “Bugunkü işini yarına bırakma”

Özbek şivesinde: “Buyurganga bar, yuğurganga vog” sözü Anadolu’da: “Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme”

Türkistan’daki Özbek Türkleri: “Canı tez” sözü Anadolu’da hiç değişikliğe uğramadan söylenmekte: “Canı tez” (Gaziantep)

Yine bir başka atasözü de aynı şekilde söylenilmekte: “Can çıgadı, huy çıgmaydı” “Can çıkar, huy çıkmaz”. Ve “Cinniğa har kün toy” “Deliye her gün bayram” halinde devam ettirilmekte.

Yine Türkistan’daki Özbek Türkleri: “Çıgmagan candan ümit bar” derse Anadolu Türkleri de:

“Çıkmadık candan ümit var (dır)” diyerek devam ettirmekte.

Türkistan’daki Özbek Türkleri: “Çücanı kuzda sana” Anadolu Türkleri: “Cücüğü (civciv) güzün sayarlar”. (Artvin, Sivas).

Türkistan Özbek Türkleri: “Dava – gerin padşah bolsa arzıngni huda eşitsin” Anadolu Türkleri: “Davacısı kadı olanın yardımcısı Allah olsun”.

Özbek şivesinde: “Dost acıtıb gapırar, Düşman kültirib” sözü Anadolu şivesinde: “Dost ağlatır, düşman güldürür” olarak söylenir.

Özbek Türkleri: “Dostirıg ucun zahar yut” Anadolu’da: “Dost dost için çiğ tavuk yer” haline gelmiş .

Özbek şivesinde: “Dost başga, düşman ayagga garaydı” sözü Anadolu’da: “Dost başa bakar, düşman ayağa” olarak söylenir.

Türkistan Özbek şivesinde: “Eğri gazugga eğri tokmak’ Anadolu’da: “Eğri kazığa, eğri tokmak”. (Bolu)

Özbek şivesinde: “Eski düşman dost bolmaz, eski pahta (pamuk) boz (bez, basma) bolmas” Anadolu şivesinde: “Eski düşman dost olmaz, domuz derisinden post olmaz” Burada pamuk yerine domuz olarak küçük bir değişikliğe uğramış fakat manası değişmemiştir.

Özbek şivesinde: “Hudaga bir can garzım bar” sözü, Anadolu şivesinde: “Allah’a bir can borcum var” olarak devam ettirilmekte.

Özbek şivesinde: “İçi başga, teşi başga” Anadolu şivesinde: “İçi başka, dışı başka”

Özbek şivesinde: “İkki koçğarning başı bir gafında çaynamas” Anadolu’da: “İki koç kafası (başı) bir kazanda kaynamaz”.

Özbek Türkleri: “İkki taruz (karpuz) bir goltukga sığmas” Anadolu’da: “İki karpuz bir koltuğa sığmaz”

Özbek şivesinde: “Issıg aşga savug suv goygan” Anadolu şivesinde: “Sıcak aşa soğuk su katar” veya “Pişmiş aşa soğuk su katar”

Özbek şivesinde: “İstagannıng bir yuzi gara, bermagannıng ikki yuzı gara” sözü Anadolu şivesinde: “İsteyenin bir yüzü, vermiyenin iki yüzü kara”.

Özbek Türkleri: “İş bar yerda aş bar” sözü Anadolu’da değişikliğe uğrayarak “İşi olmıyânın aşı olmaz” haline gelmiştir.

Özbek Türkleri: “İşing yogsa şahit bol, Puling kopsa kafil bol” sözü değişikliğe uğramadan Anadolu’da “İşin yoksa şahit ol, Paran çoksa kefil ol”.

Özbek şivesinde: “İt ürür, karvan yürar” Anadolu şivesinde: “İt ürür, kervan yürür”

Özbek şivesinde: “Katta ye, katta gapırma” Anadolu şivesinde: “Büyük lokma ye, büyük söz söyleme”.

Özbek Türkleri: “Kelişi bılan ketişi bir boldi” Anadolu Türkleri: “Gelmesi ile gitmesi bir oldu”.

Özbek şivesinde: “Karpanga garab ayağını uzat” Türk şivesinde: “Ayağını yorganına göre uzat”

Özbek şivesinde: “Kapı ketdi azı galdi” Anadolu şivesinde: “Çoğu gitti azı kaldı”.

Özbek şivesindeki: “Mendan ketganca egasiya yetganca” Anadolu şivesinde: “Benden gidinceye, sahibine yetince” (Balıkesir)

Özbek şivesinde: “Mollanıng aytganını gıl, gılganını gılma” sözü Anadolu şivesinde:

“Hocanın yap dediğini yap, yaptığını yapma” dır.

Özbek Türk Atasözü: “Nekisadan gârz alma, alsanam harç gılma, ya yolda tutadı yâki mazarda” sözü Anadolu Türklerinde de mânâ değiştirilmeden aynı kullanılmakta: “Deliye borç etme, ya düğünde ya bayramda ister” (Ankara)

Özbek şivesinde: “Ong kozning cab kozga faydası yog” Anadolu şivesinde: “Sağ gözden sol göze fayda yok” (Amasya, Elazığ, Çankırı, Ordu).

Özbek şivesinde: “Ot giş mayvasıdır” Anadolu şivesinde: “Ateş kış gününün meyvasıdır”.

Özbek Türkleri: “Ömür eğavı” Anadolu Türkleri: “Ömür törpüsü”

Özbek şivesinde: “Saçım süpürga, golüm kösav boldı” Anadolu şivesinde: “Saçım süpürge, elim kösengi” (Konya)

Özbek şivesinde: “Sıçgan iniga sığmaydı, ğalvur bağlaydı dümüğa” Anadolu şivesinde: “Sıçan deliğe sığmamış birde kuyruğuna kabak bağlamış”

Özbek şivesinde: “Suvnı körmasdan, etik çıgarma” Anadolu şivesinde: “Suyu (çayı) görmeden paçaları sıvama”.

Özbek Türklerinde: “Suv içkanga ilan ham teğmaydi” Anadolu Türklerinde: “Su içene yılan bile dokunmaz”

Özbek Türklerinde: “Suv kiçikdan, aş kaltadan” Anadolu Türklerinde: “Su küçüğün, sofra (söz) büyüğün”.

Özbek şivesinde: “Süt bilan kirgan mecaz, can bilan cigadı” sözü Anadolu şivesinde: “Sütle giren huy, canla çıkar” şeklinde devam ettirilmektedir.

Özbek şivesinde ise: “Şamal bolmasa daraht (ağaç) şağı (dal) gımıldamaydı” Anadolu şivesinde:”Rüzgar esmeyincc yaprak kımıldamaz” dır.

Türkistan Özbek şivesinde: “Sapağını alaman deb, közünü kör gıldı sözü, Anadolu şivesinde ise: “Çapağını alayım derken gözünü kör etmek” (Gaziantep) veya “Çapağını alırken gözünü çıkardı” şeklinde söylenir”.

Özbek Türkleri: “Şariat bılan kesilgan gol ağrımas” Anadolu Türkleri de aynısını devam ettirmekte: “Şeriatın kestiği parmak acımaz”.

Özbek Türkleri: “Tağ tağga gavuşmaydı, adam adama gavuşadı” sözü Anadolu’da: “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur”

Özbek şivesinde: “Tagdirga yazılgan, tadbir bilan bozulmaydi” Anadolu şivesinde: “Takdirde yazılan tedbirle bozulmaz”.

Özbek şivesinde: “Tamdan tüşgan dek” Anadolu’da: “Damdan düşer gibi”.

Özbek şivesindeki: “Tambalga iş buyursang, atang dek nasihat beradi” sözü Anadolu şivesinde: “Tembele iş buyur (buvurursan), sana akıl öğretsin (öğretir)

Özbek şivesinde: “Tilni süyeği yog” sözü, Anadolu şivesinde: “Dilin kemiği yok” şeklinde sürdürülmekte.

Özbek Türkleri: “Toyumlık emas tatımlık” sözü. Anadolu’da: “Doyumluk değil tadımlık” şeklinde söylenir”.

Türkistan Özbek şivesinde: “Uğru bol, garagcı bol insafıng bilan” Anadolu şivesinde: “Uğru ol, haramı ol insafı elden koma”.

Özbek şivesinde: “Uydaki hisab bazarga toğrı kelmas” Anadolu şivesinde: “Evdeki hesap çarşıya uymaz’.

Özbek şivesinde: “Üzümnı ye bağını sorma” sözü, Anadolu’da aynı şekilde: “Üzümünü ye de bağın: sorma’ diye sürdürülmektedir

Özbek şivesinde: “Yakşdık gıl daryağa taşla, balıg bilmasa halıg bilar” Anadolu şivesinde:

“İyilik et denize at, balık bilmezse Halik bilir”.

Özbek Türkleri: “Yeb toymagan, yalab toymaydı” sözü Anadolu’da: “Yemekle doymadı kaldı yalamakla” (Van)”.

Özbek şivesindeki: “Yahşılıkga yahşilik har kişining işidir, Yamanlıkga yahşilik er kişining işidir”, atasözü Anadolu’da: “İyiliğe iyilik her kişinin kârı. Kötülüğe iyilik er kişinin kârı” olarak aynen devam ettirilmektedir.

Türkistan Özbek şivesinde: “Yemagannikini yerlar yeydi” sözü, Anadolu’da: “Yemiyenin malını yerler” şeklinde kullanılmakta.

 Özbek şivesinde: “Zaman senga garamasa (bakmazsa), sen zamanga gara Anadolu şivesinde:

“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” olarak kullanılmaktadır.

Verdiğimiz bir kaç örnekten malum olduğu gibi, Türkistan Türkleri arasında söylenen atasözleri ve deyimleri, Anadolu Türkleri arasında da mânâ ve özü hiç değişmeden yalnız ağız şive farkı ile devam ettirilmiştir. Burada şunu belirtelimki, Anadolu Türkleri arasında da bazı ağız ve mahalli söyleyiş farkı vardır. Bunu verdiğimiz örneklerde görmekteyiz. Biz burada Türk’ün anayurdu Türkistan’daki Türkler ile Anadolu Türkleri arasındaki düşünce, görgü, ahlâk, his, duygu ve güzel faziletlerin bir olduğunu Atasözleri ve Deyimler ile ispatlamış oluyoruz. Hiç bir kuvvet bu güzel kültürümüzü ortadan kaldıramamıştır. Aynı ırkın çocukları ve ortak medeniyeti, his, duygu, düşünce birliğinin küçük bir misali olmaktadır Atasözlerimiz.[91]

Cemal Kurnaz’ın “Türkiye Orta Asya Edebî ilişkileri”[92]adlı eserinden Osmanlı Coğrafyasındaki Özbekistanlı Şairlerleri okur isek sıkılmayız herhalde: Özbekistan’ın Buhara şehrinden 13, Semerkant’tan 3 olmak üzere toplam 16 şair Osmanlı ülkesine gelmiştir. Osmanlı ülkesine gelen 13 Buharalı şair bilinmektedir: Handan, Emir Sultan, Emir Ahmed, Ahmed İlâhî, Cüdâyî, Saidâ, Resâ, Şeyda, Nazîmâ, Revnak, Kirâmî, Hâlis, Süleyman.

Handân (ö. 1426)

Seyyid lmamüddin Nesiml’nin biraderidir. Buharalıdır. Gençliğinde hacca giderken Nişabur, Isfahan başta olmak üzere birçok yeri dolaştı, hac sonrasında Anadolu’ya geldi, Kerbelâ’ya gitti. Şah Handân Julîdc-mûy lakabıyla meşhur idi. Farsça ve Türkçe şiirleri vardır. Hazır-cevaplığı ile tanınmıştı. 830 / 1426’da vefat etmiştir.

Emir Sultan (1368-1429)

Adı Mehmed, lakabı Şemseddin’dir. Babası Emir Külal diye tanınan Ali Efendi’dir. Buhara’da doğdu. Bu münasebetle Emir Buharı, Yıldırım Bayezid’e damad olduktan sonra da Emir Sultan diye anılmıştır. Kübreviyye tarikatıne bağlıdır. Buhara’da okuyup tasavvuf kültürü de aldıktan sonra manevi bir işaretle hacca gitmiş, Anadolu’ya gelerek Bursa’da yerleşmiştir. Bir veli olarak büyük şöhret ve hürmet kazanmış, tekke kurarak şeyhlik yapmış, birçok derviş yetiştirmiştir. Burada Molla Fenarı, Ebu Hamid, Hacı Bayram gibi tanınmış mutasavvıflarla birlikte olmuştur. Üç çocuğundan Ali Çelebi’nin adı bilinmektedir. Cenaze namazını Hacı Bayram kıldırmıştır.

Emir Ahmed (ö. 1516)

1445’te Buhara’da doğdu. Nakşıbendiyyc silsilesinde önemli yeri bulunan Şeyh Mahmud Encîr el-Fagnevî’nin torunudur. Gençliğinde Buhara’da öğrenim gördü. Nakşibendî şeyhi Ubeydullah-ı Ahrâr’a intisap etti. Bu sırada Anadolu’dan Semerkant’a gelen Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile tanıştı. Ona bağlandı ve birlikte Anadolu’ya geldi. Bir süre Simav’da kaldıktan sonra şeyhi tarafından İstanbul’a gönderildi. Emir Buharı, Nakşıbendiyye tarıkatinı Anadolu’ya getiren şeyhi Abdullah-ı llâhî’den sonra bu tankatin ikinci önemli ismi olmuştur. O, II. Bayezid’ın de teveccühüyle tekkeler açarak Nakşibendiliği ilk olarak İstanbul’da teşkilatlandırmıştır. Emir Buharı, 1516 yılında vefat etmiş, Fatih Camii’nin batısında yer alan türbesine defnedilmiştir. Emir Buharı, şeyhi Abdullah-ı İlâhî gibi vahdet-i vücuda inanan, melâmî-meşrepli bir mutasavvıftır. Risale Fî’t-Tasav-vuf, Farsça Divançe, Türkçe Divançe ve Mevlânâ’nın bazı şiir ve beyitlerine yazdığı şerhleri bulunmaktadır.[93]

Ahmed ilâhî

Şeyh Ahmed İlâhî Efendi, Buharalıdır. Fatih Sultan Mehmed devrinde Bursa’ya gelmiştir. Bazı Halveti ve Melâmî şeyhlerine hizmet ettikten sonra, yaşlı bir Nakşibendi şeyhinden seyr ü sülûkunu tamamlamıştır. Seyr ü sülûkla ilgili üç dilde eserler yazarak Fatih adına tertip etmiştir. Dervişlerinden Defterdar Derviş Efendi, onun adına Bursa’da Yoğurtlu Baba dergâhı ve camiini inşa ettirip, İlâhî evladına vakf etmiştir. Bursa’da Yoğurtlu Baba kabri yanında medfundur. Ahmed İlâhî nin sonunda 24 Türkçe şiirin de bulunduğu Farsça bir Divan’ı vardır. Risâle-ı Es’ile vü Ecvibe isimli eseri, Ayasofya Camii kürsüsünde ârif bir kişinin sorularına ilâhînin verdiği cevaplardan oluşmaktadır. Eser, Rısâle-ı Hızriyye, Makâlât-ı Molla İlâhî veya Necâtü’l-Ervâh adlarıyla da tanınmaktadır, llâhî’nin bir başka esen de Sadreddın-ı Konevî’nın Miftâhü’l-Gayb’ına Farsça olarak yazdığı Şerh Alâ Miftâhi’l-Gayb isimli şerhidir. İlâhî, bu eserini Fatih’in ricasıyla Edremit’te yazmıştır.

Cüdâyî (ö. 1560)

Acem asıllıdır. Buhara’da doğdu. Hoş-sohbet biriydi. İstanbul’a geldi. İlim adamlarıyla dostluk kurdu. Vebadan öldü. Hakkında yegâne bilgiyi, yakın dostu olan Ahdi vermektedir. Onun ölümü üzerine bir de Farsça tarih düşürmüştür.

Saidâ (ö. 1681)

Buhara’da doğdu. Molla Câmî’nin soyundandır. Nakşibendî şeyhidir. Öğreniminden sonra İstanbul’a gelip Eyüp’e yerleşti. Memleketine dönerken Basra’da öldü (1092/ 1681). Türbesi buradadır. Farsça divanı vardır.

Resâ (ö. 1700)

Buhara’da doğdu. Asıl adı Haydar’dır. Özbek şehzadelerinden ve Nakşibendî şeyhlerindendır. İstanbul’a gelip Üsküdar Bülbültepesi’nde (veya Bülbülderesi) Kalenderhâne adıyla bir tekke yaptırdı. Uzun yıllar burada şeyhlik görevinde bulundu. Üsküdar’da öldü. Mecelletu’n-Nisâb’da ölüm tarihi 1110 gösteriliyorsa da doğru değildir. Tekkesi haziresine gömüldü. Safâyî, kendi zamanında buranın fukara meskeni ve Hindiler tekkesi olduğunu söylüyor.[94]

Şeyda

Buhara’da doğdu. Öğreniminden sonra İstanbul’a gelerek Üsküdar’a yerleşti. Nakşibendi tarikatine mensuptur. Döneminin tanınmış şairlerindendir.

Nazîmâ (ö. 1751)

Rahmetullah Efendi. Buhara’da doğdu. Çorlulu Ali Paşa’nın vezirliği sırasında Özbek elçisi olarak Osmanlı ülkesine gelmiş ve istanbul’da kalmıştır. Nakşibendî tarikatine mensuptur. 1165/ 1751 civarında vefat etmiştir.

Revnak (ö. 1812)

Asıl adı Buharalı Seyyid Halil’dir. Üsküdar Sultantepesi’nde Hacıhoca Tekkesi’nde şeyhlik yaptı. İsteyenlere Farsça öğretir, Haliz Divanı, Bostan ve Gülistan gibi kitapları okuturdu. Kimseye ihtiyacını bildirmez, kendi yaptığı ebrû kâğıt veya fişekleri satarak geçimini sağlardı. 1 227/1812’dc vebadan öldü. Adı geçen tekkeye gömüldü.

Kirâmî (ö. 1829)

Kırâmî Çelebi, Buharalıdır. Otuz yıl kadar istanbul, Bursa, İzmir ve Kütahya’da bulundu. 1245 / 1829’da öldü. Kütahya’da medfundur. Usta şairdir.

Hâlis (ö. 1836)

Mirzâ Abdüssettâr Hâlis, Buharalıdır. Farsça’nın inceliklerini bilen, Şevket ve Bîdil’in anlaşılması zor beyitlerini şerh edebilen birisiydi. 19 Şevval 1252 / 1836’da vefat etti, evinin yakınındaki Şeyh Vefâ hazîresine defnedildi. Son zamanlarında Eyüp’teki Kalendcrhâne şeyhliği kendisine verilmek üzereydi.

Süleyman (ö. 1890)

Şeyh Süleyman Efendi, Buharalıdır. Sultanahmet’te açtığı Nakşibendî dergâhına şeyh oldu. Burası Türkistan ve Buhara’dan gelenlere merkez oldu. Bir ara görevli olarak Macaristan’a gidip geldi. Bir ara da Buhara’da bulundu. Encümen-i Teftiş üyeliği yaptı. 1308 / 1890 muharreminde vefat etti. Şiirleri vardır.[95]

21.11.2013 (Perşembe)

Bugün göreceğimiz tarihi mekanları rehberlerimiz ( Erol bey ve Babur bey)anlatıyor: Magaki Attar Camii (Kokucular satıcısı) Asia Buhara otelin karşısındaki camii. Buhara’da ilk yapılan camilerden. Sonra Çar Minare (1804) son yapılan minarelerden. 4 adet çini kubbeli farklı seviyede su deseni bulunuyor. İsmail Samani türbesi (Samanoğulları),IX. YY’da Samani Hükümdarı İsmail için yapılmıştır. Küp şeklinde inşa edilmiştir. İslamiyetin ilk dönemlerinde yapıldığı için Zerdüşt mimarisinden de özellikler taşıyor. Kutsal olan 4 ve 3 sayılarının türbenin dört köşesine ve üzerinde sembolleri etkilemiş. Türbenin bir diğer özelliği ise dışarıdan dört köşe üzerine oturtulmuş bir kubbe gibi görünüyor. Fakat içeriden bakınca dört köşenin yavaşça kubbeye benzediği görülüyor. Lebi Havz, Bala havz (Bol havuz) ,tarihî İpek Yolu kervanları bu havuzların başlarında dinleniyordu. Buhara Kalesi (Ark), 19.yy’da 3000’den fazla kişi yaşıyormuş. Kalesi bugün müze halinde bulunuyor. İçinde, sikkeler, elbiseler, tablolar, haritalar vs. sergileniyor. Kaleden inerken sağda Şeybani Hanının yaptırdığı bir medrese bulunmaktadır. El Munidi Türbesine vardık. Türbenin içinde bir kuyu bulunuyor. Hz. Eyüp (AS) ın çıkardığı rivayet ediliyor. Buhara susuz kaldığında gelip halkın susuzluğunu gidermek için asasını vurarak su çıkarmış. El Munidi, İmam Buhar-i’nin hocası. Çeşme-i Eyyüp’ten su içtik. İstirahat bağından geçtik. Mezarlığın niçin yarım kubbe ile remz edildiğini sorunca rehberimiz Babur “kalbimin yarısı kaldı” demektir dedi. Abdulhaluk Gucduvani Hazretlerinin kabrini ziyaret eyleyip namazları eda eyledikten sonra, otobüslerle Semerkant’a yola çıkacağız.

Abdulhaluk Gucduvani, Hacegan yolunun kurucusu ve gizli zikir talimi yaptırmış talebelerine. Bu ulu eren hakkında biraz okuyalım isterseniz; Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî:

“Tabakaat-ı Hâcegân hazerâtının serdefteri”, bu silsilenin “serhalkası” ve reisidir. Türkistan meşayihinin ulularındandır. Hâce Yûsuf-u Hemedâni’nin dördüncü halifesidir. Hâce Yûsuf ile Semerkand’a Hemedan’dan gelen on bir zât arasındadır. Hâce Bahaüddin Nakşıbend Hazretleri’ne rûhâniyyetleriyle iysâr-ı feyz buyurdukları rivâyet edilir. Buhârâ yakınında Gucduvân’da doğmuştur, kabri de oradadır. “Gucdüvân Buhara’dan altı fersah baîd şehir gibi bir büyük köydür. Pederlerinin adı Abdülcemil’dir. Kendü asrında Abdülcemil İmâm deyü ma’ruf idi ve İmâm Mâlik evlâdından idi. Zamanının muktedâsı ve âvânının müşkülküşâsı idi. İlm-i zâhir ve bâtına mâlik ve muktezâyı kitab ve sünnet ile tarik-i hidâ’ya sâlik idi. Vilâyet-i Rûm’da Malatya nâm şehirde olurdu. Vâlideleri mülûk-ü Rûm evlâdından idi. Naklederler ki Abdülcemil İmâm sohbetkâr-ı Hızır aleyhisselâm imiş ve Hazret-i Hızır anlara Hâce’nin velâyetiyle beşâret edüp, adı Abdülhâlık olsun, deyü işaret eylemişler. —Reş.T — Babasının “havâdis-i eyyam” şevkiyle Anadolu’dan Mâveraünnehir’e hicreti ve Buhara’da Gucdüvân’da yerleşmesi üzerine Abdülhâlık burada doğmuş ve yetişmiştir. Buhara’da ilm tahsil ederken, kendi ifadeleriyle: “Yirmi iki yaşımda idim ki Hâce-i zinde-dilân Hazret-i Hızır (a.s.) beni Şeyh-i Rabbânî Hâce Yûsuf-u Hemedânî’ye ısmarladılar ve bana terbiyyet etmeyi vasiyyet eylediler. Ve mâdâme ki anlar Mâverâünnehir’de idiler, ben hizmet ve mülâzemetlerinde idim ve anlardan istifâde ve istifâza eylerdim.” Hâce Yûsuf Hemedâni Horasan’a döndükte, Hâce Abdülhâlık riyâzetlere girişmiş, fakat hallerini gizlermişler. Velâyet ve kerâmetleri ileri imiş. “Vilâyet i Şam’da çok müridleri zâhir oldu ve anların namına hânekah ve âsitâne peydâ oldu.” —Reş. T. İkinci halifeleri Hâce Evliyâ-i Kebir için yazdıkları bir nasi hatnâmede şu tavsiyyeler görülür: Cemi’i hâlde ilim, edeb ve takvâ üzere olasın. Eslâfın eserlerini tetkik edesin. Fıkıh ve hadîs ögrenesin ve câhil sofulardan perhiz edesin. Namazı dâima cemaatle kılasın, fakat imâm veya müezzin olmayasın. — Şöhret isteme ki şöhrette âfet vardır. — Hâlkın vasiyyetlerine karışmayasın, Pâdişâhlarla ve pâdişah-zâdelerle düşüp kalkmayasın. — Hânekah yapma ve hânekahta oturma. Çok sema’eyleme ki semain çokluğu gönül öldürür. Fakat semaa inkâr eyleme ki sema’ın ashâbı çoktur. — Az söyle, az ye, az uyu ve hâlktan kaç ve dâimâ halvetinde ol. Gençlerle ve kadınlarla,  zenginlerle ve avâm ile sohbet etme. Halâl ye. şüpheli rızıktan çekin. Dinden geldiği müddetçe evlenme ki tâlib-i dünyâ olursun ve dünyâ talebinde dinin hebâ olur. Çok gülme ki fazla gülmek gönlü öldürür — Cümleye şefkatli olasın ve kimseyi hakir görmeyesin, zâhirini süsleme, zirâ bu bâtın haraplığına delildir. Hâlk ile cidal etmeyesin ve kimseden bir şey istemeyesin ve kimseye yük olmayasın. — Dünyaya ve ehline güvenmeyesin. “Gerektir ki, gönlün hüzünle ve inkisâr ile dolu ola ve bedenin bîmâr ola ve gözün giryân ola ve amelin hâlis ola ve duân tazarru’ üzere ola. Ve giydiğin eski ola ve yoldaşın fakir ola, evin mescid ola ve enisin Hak Teâla ola.” Hâcegân tarikinin esasları addolunan şu vecizeler Hâce Abdülhâlık tarafından tertip edilmiştir (Daha önce bahsedittiğimiz düsturlar burada biraz daha tafsilatlı verilmiştir): “Hûş der dem” — Her nefes gafletsiz bulunmak. Sadeddin Kaşgâri’ye nazaran: (Her nefes ki vâkidir, Hak Suphânehu ve Teâlâ’dan hâli ve gâfil olmaya). Şeyh Necmeddin-i Kübrâ bu hu susta buyurmuşlar ki: (Allah isminde olan hâ, hemin nefesteki hâ’dır. Ve elif lam tarif içindir. Ve lâmın müşedded olması ta’rifte mübalağa içindir. Yoksa ism-i zât hakikatte ol hâ’dır ki her nefeste bizzarure câridir. Ve ol şerifin cereyânı olmaksızın hiçbir şey hayâta müstahak olmaz.) — “Hafi değildir ki GAYB-I HÜVİYYET ki Hazret-i Mahdûmî (Mevlânâ Câmi) bu rubâilerinde demişlerdir: “Ey harfşinas, Hâ gayb-ı hüviyetir, cümle nefeslere odur esas. O harften her nefes âgâh ol ve öğren: acabâ o bir harf midir?” Gayb-ı hüviyyet ehl-i tarik ıstılahında (Lâ-Taayyün) itibâriyle Hak Suphânehu ve Teâla’nın zâtından ibârettir. Yâni şol ıtlâk-ı hakikî şartiyle ki ıtlâk ile dahi mukayyed değildir ki ana hiçbir ilim ve bir idrâk müteallik ola. Bu haysiyyetten dolayı meçhûl-ü mutlaktır.” —Reş.T.— “Nazar ber kadem” — Itlâk-ı hedef tutup dâimi müteveccih bulunmaktır. “Sefer der vatan” — İmkân âleminden vücûb âlemine geçmektir. “Halvet der encümen” — Kuyûd içinde kayıddan münezzeh olmak. Tarikat-ı esâsının ne olduğu suâline cevâben Hâce Nakşıbend Hazretleri, halvet der encümendir, yâni zâhirde hâlk ile bâtında Hak Teâla ile olasın, buyurmuşlar. Hâce Evliyâ-i Kebire nazaran da, halvet der encümen odur ki zikre devâm ve zikirde istigrâk bir mertebeye erişmeli ki “Bâzâra gire hiç söz ve âvâz işitmeye, gönlün hakikatine zikrin galebesi sebebiyle.” “Yâd gerd” — Lisânının kâlb ile birlikte zikretmesi, yâhut lisan zikrinin kalbi zikre tahavvülüdür. Hâce Ubeydullah Ahrâr buyurmuşlar ki, zikrin hakikati gönlün Hak Teâla’ya agâh olmasıdır. Zikirden maksad bu vukufu elde etmektir. “Bâz geşt” — Cenâb-ı Hak’dan başka maksûdu olmamak. Hâce Ahrâr’a nazaran Hakk a rucu’dan ibârettir. “Nigâh dâşt” — Havâtır murakabesi yaparak mâsivâ fikirlerini men etmektir. “Yâd dâşt” — Hak Teâlâ’ya zevken dâimî agâhlıktır. “Ehl-i tahkik katında bir müşahede ki Hakk ın şuhûdunun istilâsıdır. Gönüle hubb-u zâtî vâsıtasiyle ol yâd-dâşt hâsıl olduğundandır.” Ayrıca. Reşahât Tercemesi’ne nazaran, vukûf-u zamânî, vukûf-u adedî ve vukûf-u kalbî tâbirleri de vardır: “Vukûf-u zamânî” — Sâlikin huzûr ve gaflet muhasebesi yapmasıdır. Ya’kûbu Çerhî Hâzretleri Hâce Nakşıbend’den naklen kabz-ı mânevi hâlinde istigfâr ve bast hâlinde şükr eylemektir, diyor. “Vukûf-u adedî” — Zikirde adet haddine riâyettir. “Hâce Alaüddin Atar buyurmuşlardır ki çok demek şart değildir; huzûr ve vukuf ile demek gerektir.” Hâce Bahaeddin Nakşbend’le göre, vukûf-u adedî Ledün ilminin ilk mertebesidir. “İlm-i yakiyn ve ilm-i ledünni arasında fark oldur ki: İlm-i yakiyn zât ve sıfât-ı ilâhî nûrunu idrâkten ibârettir ve ilm-i ledünnî Hak Subhânehu ve Teâlâ’dan ilham tarikiyle idrâk-i maâni ve fehm-i kelimâttan kinâyettir.” “Vukûf-u kalbî” — Yâd dâşt muadilidir. Hâce Ahrâr ifadesiyle, gönül Hak Subhânehu ve Teâlâ’dan agâh olmaktan ibârettir. Gönül hakikat-ı câmia-i insâniyyedir ki ulvî ve süfli kâinât anın tafsilidir. “Nüsha-i nâme-i ilâhî ve hâmil-i esrâr-ı namütenâhidir.” Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî hakkında (Nefahâte’l-Üns) tercemesinde maâlen denilmektedir ki: Gidişleri tarikatlerde hoccettir ve kendileri bütün zümrelerin makbulüdürler. Devâm üzere şeriat ve sünnete riâyetkâr kalmış, bidatten ictinâb etmişlerdir. Zikr-i kalbî Hâce Hızır (a.s.) cânibinden kendilerine gençliğinde telkin olunmuştur. Hazret-i Hızır evlâtlığa kabul etmiştir. Bilâhare şeyhlerin şeyhi, âlim ve ârif-i Rabbânî Hâce İmâm Ebû Yakûb Yûsuf-u Hemedâni hizmetinde müşârün-ileyhin irtihâline kadar kalmışlardır. Buyururlardı ki, sâlik fenâ mertebelerinin nihâyetine erişmedikçe nefsâniyyetten kurtulamaz. Beş halife bırakmıştır ki: Hâce Ahmed Sıddik, Hâce Evliyâ-i Kebir, Hâce Süleyman Germini ve (Semerâtü’l-Fuâd)’a göre de ayrıca Hâce Hubbâz ve Hâce Arif Rivgirevî’dir. Hâce Ahmed Sıddik ilk halifeleridir. Buharalı’dır. Abdülhâlık Hazretlerinin vefatında makamlarına kâim olmuştur. İrtihâline yakın sâlikleri Hâce Evliyâ-i Kebire ve Hâce Ârif Rivgirevî’ye ısmarlamış ve “anların naklinden sonra ol iki ulu Buhara’da tâlibleri Hakk a dâvet ve müstaidleri irşad ve hidâyete meşgûl olmuşlar”. Kabri Buhara’ya üç fersah mesâfede Mugyân köyündedir.[96] Gucduvani hazretlerini de ziyaret ettikten sonra Semerkant’a yola çıktık. Semerkant’a otobüsle yolculuğumuz yaklaşık beş saat sürdü. Yollar tamirde olduğu için olsa gerek. Otelimize yerleştik. Akşam yemeğinden sonra lobide küçük gruplar halinde sohbetler edildikten sonra herkes odasına çekildi. Bir ara Nedim Bey lobide otobüsteki arkadaşlara Yavuz Bülent Bakiler’in “Türkistan Türkistan” eserinden bölümler okuyordu.

22.11.2013 (Cuma)

Semerkant’ta sabah geziye başladık. Emir Timur Meydanından geçiyoruz. Burada oturur şekilde bir heykeli var. Burada Osman isminde bir Özbek Türk’ü gence fotoğraflarımızı çektirdik. Hiçbir bahşişi de kabul etmedi. Solda ünlü Registan meydanı bulunuyor. Yer halı deseni gibi mermerle döşeli. Karşıda Tilla Kari Camii, sağda Şirdar, solda Ulubey Medresesi. Ulubey’in bir çok yerde medresesi bulunmaktadır. Uluğ bey’in talebesi Ali Kuşçu’da Fatih’in daveti üzerine İstanbul’a gelir. Eyüp Sultan’da taşı 1950’de bulunmuş. Fakat mezarı hâlâ kayıp.

Tilla Kari Camii, ön saflar uzun tutulmak için mimari ona göre planlanmış. Selçuklu mimarî tarzda buna benziyor. Türkiye’deki Ulu Camii planlarıda bu şekildedir. Mesela, Konya’daki İplikçi camiin saf düzeni de bu şekildedir. Registan meydanından annesinin yanında 5 ve 3 yaşında iki çocuk şirinliği ile dikkatimi çekiyor. Fotoğraflarını çekiyorum. Nur Muhammed ve Asya Ana isimleri. Fotoğrafçı’nın ismi burada “surethane”. Registan meydanından yürüyerek biraz mesafeli yerde Bibi Hatun Türbesi ve Mescidine gidiyoruz. Emir Timur’un hanımı. Mescidin bahçesinde mermerden Hz. Osman’ın Kur’an’ının rahlesi bulunuyor. Kur’an şimdi Taşkentte. İlk geldiğimiz gün müze kapanmadan görme fırsatımız olmuştu Timur eşi için yaptırmış. Türbeye merdivenle inilip ziyaret ediliyor. Camii ise açık alanlı Cuma camii. Buraya yakın fakat şu an açık olmadığı söylenen Hz. Hızır (AS) camii ise bir ufak tepenin yamacında görülüyor. Otobüslere tekrar binip İmam buhari’nin Türbesinin olduğu mahalle doğru gidiyoruz. Karaderya (ırmak) ve Akderya (ırmak) yı geçip İmam Buharî Külliyesine vardık. Cuma namazını burada Özbek Türkleri kardeşlerimizle ifa ediyoruz. Vaazda İmam efendi, cuma duasında evlerinde hasta olanlara, cümle Ümmet-i Muhammed’e dua ediyor ve sözlerin şu nazik misafirperver cümleleri de ekliyor “Türkiye’den gelen mihmanlarımız var onlar içinde dua edelim” diyor. bu cümle, sade fakat derinlik kapsayan büyük bir dostluk bağı oluşturuyor. İmam namazdan önce elinde asa ile Cuma hutbesine çıkıyor. Cemaate şöyle bir göz gezdiriyorum, Özbek takkeli yerli Türklerle beraber, biz misafir Türkler yan yanayız. Bürokrasiden arkadaşlarımız, Üniversiteden Prof. Dr. Erdoğan Boz çaprazımda, Biyolojinin genç öğretim üyeleri, Doç. Dr. Hakan Şentürk, Doç. Dr. Özgür Emiroğlu, Doç. Dr. Mustafa Uyanoğlu, Doç. Dr. Onur Koyuncu, Tıp Fakültesinden Doç. Dr. Yakup Karabağlı ve diğer dostalarımız saf saf hep beraberiz.

Özbek gençleri, genç evli çiftler İmam Buharî Türbesini ziyaret ediyorlar. Düğün mahalli gibi adeta. Fotoğraflar çekiniyorlar. Dualar ediliyor, Kur’an okunuyor. İmam Buhari’den söz açılmışken “ Kutub-ü Sitte Büyük Hadis Koleksiyonları ve Türk Hadis Âlimleri”nden bahis açmadan geçmek olmaz diye düşünüyorum:

Türk Hadis Alimleri ve Kütüb-ü Sitte;

Gerçekte Türkler; İslâm Kültür ve Medeniyeti camiasına girdikten sonra, onlar bu büyük medeniyetin gelişme ve yükselmesine sadece keskin “kılınçları” ile değil, bir o kadar kıymetli ve değerli olan “kalemleri” ile de hizmet etmişler ve İslamî ilimlerin gelişme ve yükselmesinde çok başarılı ve yüce bir millet olmuşlardır. Bu bakımdan asırları ve nesilleri kucaklayan Türk Âlimleri; kendilerini İslâm’ın azizliğine adamış Türk şehitlerinin “kanı” kadar, İslâmi ilimlerin gelişmesi için “miirekkeb” harcamış ve böylece Müslüman Türk Milleti bu camiada her iki yönden de çok şerefli ve mübarek bir millet olmuştur.[97]

Evet, hadis ufku ve Türkistan semasında bir “Kutup Yıldızı” ve bir “Dolunay” gibi parlayıp duran bu Türk Alimleri diğer İslâmî ilimlerde olduğu gibi, Hadis İlmine de çok büyük bir önem vermişler ve bu sahada ilmi ve aklî dehalarının mahsulü birçok kıymetli eserler yazmışlardır. Fakat asıl kaydedilmesi gereken bir husus daha vardır. O da; Türkistan ve Türk asıllı büyük Hadis Âlimleri’nin bu ilmin gelişmesi ve yücelmesi yolunda yaptıkları en büyük hizmetlerden birisi de; “Ümmm-ü hat-ı Kütüp” dediğimiz ve başta “Kütüb-ü Sitte” olmak üzere zamanın eskitemediği bu büyük “Hadis Koleksiyonları”nın ünü cihanı dolduran bu Türk Hadis Âlimleri tarafından yazılması ve müşterek İslâm kültür ve medeniyetine armağan edilmesidir. Kütüb-ü Sitte ye gelince; ikisi “Sahih” ve dördü “Sünen” olmak üzere altı kitaptan oluşmaktadır. Bunlar; Sahih-i Bulıari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebî Dâvud, Sunen-i Tirmizi, Sunen-i Neseî, ve Sünen-i Ibn Mâce adıyla bilinen temel altı kitaptır. Hadis İlmi’nin zirvesinde bulunan bu altı kitaptan; Sahih ve Sünen’lerden biri hariç, dört temel eser, bir diğer ifade ile başta Sahih-i Bulıarî olmak üzere; Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Nese-î ve Sünen-i İbn Mâce tamamen bu Türkistan şehirlerinde ve Türk Hadis Âlimleri tarafından yazılmış ve “Vahiy Kültürü”nü zamanımıza kadar, her devirde ayakta tutmuş temel eserlerdir.

Sahih-i Buharî  ve İmam-ı Buhari’nin Milli Kimliği;

Hadis İlmî’nin bu şekilde zirvelerde bulunan en temel eserlerden birisi de şüphesiz yeryüzünde, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’den sonra, en doğru bir kitap olarak kabul edilen ve müminler arasında Kur’ân-ı Kerim’den sonra en çok saygı gören ve birçok yerlerde Kur’ân-ı Kerim gibi “Hatm-i Şerifi” yapılan “Sahih-i Buharı” dir. Bu büyük eserin asıl müellifi; hadis semasındaki manevi varlığı ve ilmi şahsiyeti belki bir güneş gibi kıyamete kadar parlayıp duracak olan büyük Türk Hadis Âlimi; Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buharî’dir. (öl. 870) Buhara’ya gelince; zaten tarihi geçmişi itibarıyla Cumuk Türkleri tarafından kurulmuş ilk ve orta çağlar boyunca Türklüğünü büyük ölçüde muhafaza etmiş bir Türk şehirdir İşte Muhammed b. İsmail; böylesine Türklük dokusu güçlü bir şehir olan Buhara’nın bir köyünde dünyaya gelmiş, yerli bir ailenin çocuğudur, soyu ve sopu ile özbe öz ve asil bir Tiirk ailesine mensuptur. Bu bakımdan O; birçok Türk ilim adamı tarafından, Türklüğü en gür seda ile dile getirilmiş en büyük Türk asıllı Hadis Âlimleri nden biridir. Nitekim başta M. R. Uygur el-Kaşgarî olmak üzere M. Ş. Günaltay, M. T. R. Bursalı, ayrıca son devir Osmanlı hadis âlimlerinden K. Miras ve T. Koçyiğit İmam Buharî’nin büyük bir samimiyetle Türk asıllı bir hadis âlimi olduğunu yazmışlar ve Onu, kendi kültür ve medeniyetimize mâl etmişlerdir. Ne ilginçtir ki bu ilim adamlarımızdan H. Atay; kendi ırkından böylesine yüce ve şerefli ilim adamları çıkmasından başı göklere değercesine gururlanmış ve İmam Buharî’nin Türklüğünü bütün dünyaya duyurmak istercesine şöyle haykırmıştır. ” Türk milleti İslâm dünyasına dünya çapında beş büyük ilim ve felsefe adanıı vermiştir. (Bunlar İmam-ı A’zam) Ebu Hanife, (767), İmam Buhari, (868), Ebü Ca’fer et-Taberi, (922) Farabî, (950) ve İmam Matüridi (944) dir.[98]

İmam-ı Buhârî’nin İlmi Şahsiyeti;

Henüz çok küçük yaşlarından itibaren Buhara’nın bir gök kubbeyi andıran medreselerinde Hadis ilmini tahsil etmeye başlamış Bay kentli ve çok üstün bir hadis âlimi olan Muhammed b. Sellâm’dan ilk hadis derslerini almıştır. Daha sonra kendini Hadis İlmi ve Hz. Peygamber’in manevi cazibesine kaptıran İmam-ı Buhari, diyar diyar, ülke ülke dolaşmış, O’na ait ne varsa, kimden ne duymuş ve ne işitmiş ise, bir bilgisayar gücü ve marifetiyle hafızasına kaydetmiş ve yüz binlerce kişinin hayat hikâyesi ile birlikte üç yüz bin hadis ezberlemiştir. Nitekim O’nun, hadis toplama ve ezberlemedeki bu akıl ve mantık hudutlarını zorlayan gücüne işaret eden İbni Hacer; “Ben ömrümde gök şu kubbenin altında Resullah’ın hadislerini, İmam-ı Buhari’den daha iyi bilen bir başka kimseyi görmedim” demiştir. Daha sonra bütün hadisleri, bin bir çiçekten bal toplayan bir arı mahareti ile kendi ilmi süzgeç, akıl ve mantık labirentlerinden geçirmiş ve “el-Camiu’s-Sahih” adındaki meşhur hadis külliyatını yazmıştır. Bu, öyle bir kitaptır ki; her asırda yeryüzünde yaşamış bütün Müslümanlar tarafından Kur’ân-ı Kerim’den sonra en doğru, en sağlam, en güçlü bir kitap olarak kabul edilmiş ve bütün bu üstün meziyetlerinden dolayı “Sahihu’l-Buhari” adıyla anılmıştır. Ne ilginçtir ki; “el-Câmiu’s-Sahih” gibi hadis dünyasına dev bir eser armağan etmiş olan bu Türk Âlimi Allah katında kendisine ecir olarak bununla yetinmemiş ve O’da Türkistan’daki “Ribat” geleneğine uyarak Buhara’da kendi imkânları ile bir ribat yaptırmış ve kerpiçlerini bile sabahtan akşama kadar kendi elleriyle taşımıştır. O’nun bu yorgun hâlini gören ve kendisini bundan alıkoymak isteyenlere bu büyük Hadis Âlimi şöyle derdi: “Benim ahiret hayatımda bana asıl faydası dokunacak işte budur.”[99]

Mamafih; İmam-ı Buharı bir ömür sarf ederek hazırladığı bu büyük hadis koleksiyonunda Türklerle ilgili hadislere ayrı bir önem vermiş ve onları bu meşhur eserinde iki ayrı bölümde toplamıştır ki, bu hadisler bugün Türk’ler hakkındaki en “sahih” ve bir diğer anlamda “müttefekun aleyh hadisler” cümlesindedir. Metin ve muhtevaları itibarı ile bir birlerine benzeyen bu hadislerde; “TÜRK” kelimesi açık açık zikredilmiş, Türklerin ırkî özellikleri beyan edilmiş ve o; yüzleri sanki örs üstünde çekiçle dövülmüş ve derilerle kılıflı kalkanlar gibi sağlam, demir bilekli, aslan yürekli, tunç yüzlü, heybetli Türklerden bahsedilmiş ve Müslüman Arapların bu Türklerle savaşmamaları tavsiye edilmiştir. Bununla beraber; Hz. Peygamber’in bu manada ve bize göre tarihi Türk varlığını en güzel bir şekilde beyan eden bu hadislerden birinin çevirisi şudur:

“Ebu Hüreyye (r.a.) dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Sizler küçük, çekik gözlü, kırmızı benizli, yassı burunlu, yüzleri sanki örs üstünde dövülmüş ve üzeri derilerle kılıflı kalkanlar gibi sağlam bir kavim olan Türk’lerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır”.

Neylersiniz ki, bu hadisler devrimizde fanatik ve gözü dönmüş birçok kimseler tarafından saptırılmış, muhtevaları tamamen maksadının dışında kullanılmış ve yobaz bir zihniyetle Hz. Peygamber; Haşa! Yüz binlerce haşa azılı bir Tiirk düşmanı ve çok koyu bir Arap ırkçısı olarak takdim edilmiştir ki[100] bu bize göre gayret-i ilâhiye dokunacak çok feci bir durumdur. Hemen şunu ifade edelim ki Orta Asya Türklüğü, Sahih-i Buharî’yi çok sevmiş, onu sanki bir Kur’an gibi ilâhi bir feyiz ve bereket kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Bu bakımdan onlar Hz. Peygamber’in himmet ve bereketini elde etmek, O’nun yüce ruhaniyetine ulaşmak için İmam-ı Buhari‘nin bu kutsal kitabına sarılmış, mübarek gece ve ramazan aylarında Kur’an-ı Kerim gibi, Salıih-i Buhari’yi de satır satır, sonsuz bir şevk ve aşk içinde okuyarak hatm-i şerif yapmayı bir âdet bir gelenek haline getirmişlerdir. Cephelerde, gaza ve cihat eden Müslüman askerlere, geride kalan yaşlılar, pir-i faniler, aksakallarından süzülüp gelen gözyaşları ile hep Buhari’nin Sahihi’ni okuyarak Hz. Peygamber ve O’nun ruhaniyetinden himmet ve zafer beklemişlerdir. Mamafih, bu büyük Türk Hadis Âlimi, bir Türk diyarı olan Buhara’da doğmuş, bir ilim ocağı olan Buhara medreselerinden feyiz almış, bir ulema şehri olan Buhara’da yaşamış, başta Camiu’s-Sahih-i olmak üzere diğer bütün kıymetli eserlerini bu Tiirk diyarında yazmış ve yine bir Türk diyarı olan Semerkant’ın Hartenk kasabasında Allah‘ın rahmetine kavuşmuştur.[101]

Gezimiz boyunca ziyaret edemediğimiz fakat bilmemiz gereken Türk hadis alimleri hakkında bilgi vermeye devam edeceğiz. Cenab-ı Allah bir gün okuyuculardan az veya çoğumuza nasip umulur ki nasip eyler:

Sünen-i Tirmizi ve Tirmizi’nin Milli Kimliği:

Türkistan’ın bereketli toprakları ve Tiirk Yurtlart’nda yazılmış ve Kütüb-ü Şitte adı verilen altı temel kitaptan ikisinin “Sahih” ve diğer dördünün ise “Sünen” adiyle anıldığını söylemiştik. İşte “Sünen” adiyle bilinen bu kitaplardan birisi de Siinen-i Tirmizi’dir. Hadis literatürünün “Buhari” ve “Müslim”den sonra en “Sahih” ve en gözde kaynaklarından biridir. Hadis İlmi’nde şöhreti dünyaları doldurmuş büyük bir hadis âlimi Muhammed b. Isa b. Sevre et-Tirmizi tarafından büyük bir ihlâs ve imanî bir zevk ve üslupla kaleme alınmış ve çağların eskitemediği bir temel hadis kitabı olarak bu günlere kadar gelmiştir. Asıl adı Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevre b. Musa el-Buği et-Tirmizi’dir. (öl. 892). Bu devirlerde Aşağı Türkistan’da yetişmiş Türk asıllı en büyük hadis âlim-lerinden biridir. Onun Türklüğü, değerli Türk tarihçisi M.R. Uygur el-Kaşgarî tarafından çok gür bir sesle dile getirildiği gibi,son devir Tabakat âlimlerimizden M. T. Bursalı da bu değerli Hadis Âlimini; “Türklerden Yetişen Muhaddisini İzam” arasında zikretmiş ve onu kendi kültür ve mirasımıza kazandırmıştır. Türk asıllı bu büyük hadis âlimi Ceyhun Havzası’nın önemli şehirlerinden biri ve bir ilim kültür merkezi olan Tirmiz’de dünyaya gelmiştir. Tirmiz’e gelince hemen her devirde bölgenin Türklük dokusu en güçlü İslâm şehirlerinden biri olmuştur. Bu doku daha ziyâde Kuşan Türklerinin buralarda miladi IV. asırlarda büyük bir devlet kurdukları devirlerde çok daha yoğunluk kazanmış ve şehir bir din (Budizm) ve bir medeniyet merkezi olmuştur. Nitekim 630 lu yıllarda Tirmiz’e gelen Çin’li Budist seyyah, Hsüan Tsang, burada 12 manastır ve bin kadar da rahip olduğunu kaydetmiştir. Milâdi VI ve VII. asırlarda Batı Göktürk Kağanı Tong-Yobgun ve onun soyundan gelen Türk beyleri tarafından idare edilen Tirmiz’in Türklük dokusu daha da artmış ve daha sonraki devirlerde bir Türk ve İslam şehri görümünü kazanmıştır. İşte İsa b. Sevre Türklük dokusu böylesine güçlü bir şehir olan Tirmiz’de dünyaya gelmiştir ve kesinlikle Arap olmadığı gibi, İranlı da değildir. Fakat bizim, bu büyük hadis âlimini, Orta Asya Türk Kültür ve Medeniyetinin hadis ilminde güçlü bir temsilcisi olarak görmemizi sağlayan bundan daha sağlam sebepler vardır. O da; et-Tirmizi‘nin mensup olduğu asıl ailesinin, bizzat kendisinin de ifade ettiği gibi, “Mendi” olması ve Tirmiz’e daha sonraki devirlerde gelip yerleşmesidir. Merv, bundan önceki sayfalarda da işaret edildiği gibi bu asırlarda Türklük dokusu oldukça güçlü bir Tiirk Şehri görünümünde idi. Bu şehirlerden başta Abdulah b. Mübarek et-Türki ve Ahmed b. Hanbel olmak üzere “Türk asıllı” bir çok Hadis, Tefsir ve Fıkıh Âlimi çıkmıştır. Bu takdirde Muhammed b. İsa et-Tirmizi‘nin Türk asıllı bir hadis âlimi olduğundan kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalıdır.[102]

Aslen Merv’li olan bu değerli hadis âlimi; Hadis İlmi’ni, uluslararası bir üniversite görünümünde olan Buhara medreselerinde tahsil etmiştir. Bu ilmi ve Peygamber feyzini, devrin ünü cihanı tutmuş başta İmam-ı Buharı olmak üzere, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davûd es-Sicistanî gibi çok değerli hadis âlimleri’nden almış, sünnet ve hadisi ifâde etmeye, bir başka heyecan ve üslup zenginliği getirmiş, sonunda “Sünen-i Tirmizi” adıyla meşhur olan çok değerli kitabını yazmıştır. et-Tirmiz‘in bu kitabı; Buharı ve Müslim‘in “Sa-hih”inden sonra hadis ilmi’nin üçüncü temel kitabı olarak kabul edilmiş ve “el-Câmiu’s-Sahih” adıyla anılmıştır ve İbnü’l-Esir tarafından; bu konuda yazılmış kitapların “en güzeli” olduğunu söylemektedir. et-Tirmizi bu kitabı ile gurur duymuş ve şöyle demiştir; “Bu kitabı tamamladıktan sonra, onu; Hicaz, Irak ve Horasan âlimlerine arz ettim, hepsi bundan hoşnut olmuşlar ve ona hiç bir itirazda bıılunmamışlardır. Bu da onun kendine ve kitabına olan sonsuz güvenini göstermektedir. Bu, öylesine kıymetli, hadis ilmi’nde öylesine güzel bir kitaptır ki, İslâm âlimleri onun yerini takdir ederken şu ifadeleri kullanmışlardır. “Kimin evinde bu kitap varsa onun evinde konuşan bir Peygamber vardır.” Bu bakımdan Muhammed Ümmeti; senelerdir bu kitabı, evlerinin başköşesinde saklamakta, her gün edeple O’nun sayfalarını karıştırmaktadır. Çünkü onlar; İmam-ı Tirmizi‘nin, Hz. Peygamber‘in sünnetine giden mübarek yolunu aydınlatan bu kitabı sayesinde sanki bir Ebu Eyyub el-Ensarî gibi, Hz. Peygamber‘i kendi evlerinde de misafir ettiklerine inanmışlardır. Bununla beraber İmam-ı Tirmizi‘de Sünen’inde Hz. Peygamberin Türk‘lere dair hadis’lerini kaydetmeye ayrı bir özen göstermiş ve onları, “Türk’lerle Harbetmek” başlığı ile ayrı bir bölümde zikretmiştir ki bu da onun, her şeyden önce bu hadislerin doğru: “Sahih” olduğuna inandığını ortaya koymaktadır.[103]

 

Sünen-i İbn Mâce İbn Mâce’nin Milli Kimliği;

Bizim bu kategoride zikredebileceğimiz bir temel hadis kaynağı daha vardır. O da; Kütüb-ü Sitte’den ve “Sünen” adıyla bilinen ve dört büyük hadis koleksiyonundan biri olan Siinen-i İbn Mâce’dir. İlk yazıldığı yıllardan itibaren, Hadis ilmi’nin en zirve eserlerinden biri olarak bu ilimdeki şerefli yerini almış ve ilmî kıymetinden hiçbir şey kaybetmeyerek bu günlere kadar gelmiştir. Ne ilginçtir ki hadis dünyasının bu çok değerli eseri de, dört büyük “Sünen” âliminden biri ve Türk asıllı bir büyük hadis âlimi olan Ebu Abdullah Muhnmmed b. Yezid b. Mâce el-Kazvînî (ÖL.887)tarafından kaleme alınmış ve “Hadis” ehline armağan edilmiştir. İbn Mâce, gibi Kazvin’de dünyaya gelmiştir. Kazvin ise “Rey” şehrine 27 fersah (155 km) bir şehir olup Abbasî halifelerinden el-Mehdî‘nin (775-785) Türk asıllı büyük komutanlarından biri olan Mübarek et-Türki‘nin ikinci yurdudur. Zira el-Hamevî‘den öğrendiğimize göre; Mübarek et-Türki buraya askeri vali olarak gönderilmiş ve şehrin etrafını kendi adıyla anılacak çok muhkem surlarla çevirmiş ve daha sonra başta kendi askerleri olmak üzere bütün kavim ve kabilesini buraya yerleştirmiştir. Böylece Kazvin tam bir Türk şehri hâline gelmiştir. İşte büyük hadis âlimi İbn Mâce’nin, değerli Türk komutanı Mübarek et-Türkî‘nin, Kazvin’e yerleştirdiği bu Türk ailelerinden birine mensup olduğundan hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalıdır. Zaten İbn Mâce; kesinlikle Arap asıllı bir kimse olmadığı gibi İran asıllı da değildir. Kaynaklarda onun atalarının Araplardan Rebtî kabilesinin himayesinde ve mevâli’den oldukları bildirilmektedir. İbn-i Mâce’nin mensup olduğu ailenin; İslâm’ın erken devirlerinde ve Müslüman Arapların Orta-Asya fetihleri sırasında Arap-İslam Şehirlerine büyük kafileler hâlinde sevk edilen Türklerden olduğu anlaşılmaktadır. İbn Mâce, Kazvin’de dünyaya gelmiştir. O da yukarıda adı geçen diğer Türk âlimleri gibi hadis ilmine çok büyük bir ilgi göstermiş ve hadis ilminin altı büyük âliminden biri olmuştur. O’nun “Kütüb-i Sitte” arasında zikredilen “Sünen-i İbn Mâce”si, hadis literatürünün en zirvedeki eserlerinden biridir. İbn Mâce’de yukarıda adı geçen Türk asıllı birçok hadis âlimi gibi Hz. Peygamber’in Türklere dair hadis’lerine çok ayrı bir ilgi göstermiş ve onları eserlerinde büyük bir itina ile zikretmiştir. O; bu konudaki hadisleri “Fitneler Kitabı” ve “Türkler Bölümü” başlığı altında müstakil bir bölümde toplamıştır. Bunların çoğu Türklerin ırkî özelliklerini beyan eden hadisleridir. Büyük İmam’ın kıymetli eserinde bu hadisleri ayrı bir itina ile zikretmesi, Türklere karşı gösterdiği ilgi yanı sıra, onların doğru “Sahih Hadisler olduğunun bir delili olsa gerektir.[104]

Sünen en-Nesei ve Nesei’nin Milli Kimliği;

Hadis dünyasının çok yakından tanıdığı ve “Sünen” adıyla bilinen dört büyük hadis koleksiyonundan birisi de şüphesiz Sünen-i Nesei’dir. Hz. Peygamber’in en “Sahih Hadis”lerinden meydana gelmiş muazzam bir hadis koleksiyonudur. Bu bakımdan “Buhari” ve “Müslim”den sonra en güvenilir bir hadis kitabı olarak kabul edilmiş ve her bir asırda hilâfet ülkelerinde hadis ehlinin hiç bir zaman elinden düşürmediği çok değerli bir hadis kitabı olmuştur. “Sünen’1er arasında ve “hadis” literatüründe çok ayrı bir yeri olan bu kıymetli hadis koleksiyonu da meşhur “Sünen” âlimlerinden biri ve bir büyük hadis imamı olan Ebu Abdurrahman Amed b. Şuayb en Neseî tarafından yazılmış ve daha sonra “Ümmehat-ü kitap”tan biri olmuştur. Asıl adı: Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Sinan el-Horasanî’dir. (öl. 915) O da; bu devirlerde hadis ilminin öz yurdu olan Aşağı Türkistan’da yetişmiş Türk asıllı en büyük hadis âlimlerinden biridir. Nitekim M. Ş. Günaltay; onun Türklük kimliğini açık açık dile getirdiği gibi M. T. Bursalı da onu; Türklerden Yetişen Muhaddisini İzam” arasında zikretmiş ve şöyle demiştir; “Ebu Abdurrahman Ahmıed b. Şuayb en-Nesei; Tiirkistan-ı Garbi kurrasından: Nese’den ilm-i hadis eimmesinin uzmanından olan bu zat-ı Alî dahî, Kutûb-ü Şitteden “Sunen-i Kübran nam kitab-ı cililin sahibi der.”[105]

Türk asıllı bu büyük hadis âlimi, Nese‘de dünyaya gelmiştir. Nese, Serahsa iki günlük mesafede bir Horasan şehridir. Uzun tarihi seyri içinde daima Türk hâkimiyeti, Türk nüfuz ve nüfusu altında bulunmuş ve bir Türk şehri görünümünü kazanmıştır. Bu bakımdan O; hasep ve nesep itibarı ile şerefli bir Türk ailesine mensuptur. Hadis ilmini çok küçük yaşlarda tahsile başlayan en-Nesei, başta Horasan olmak üzere Hicaz, Suriye ve Mısır’ı dolaşmış ve buralardaki büyük hadis uluları ile görüşmüş ve sonunda da “Hadis” ve “Sünnet”te ilmi dünyaları dolduran bir Hadis İmamı olmuştur. Asıl bundan sonra en-Neseî, bu büyük müktesebatını “es-Sünen el-Kübra” adını verdiği bir hadis koleksiyonunda toplamış ve daha sonra onun, süzme bir bal gibi bir hülasası olan “Sünen”ini yazmıştır. Onun bu yeni eseri “Sünen-i Neseî” adıyla ün kazanmış ve Kütübü Sitte’den biri olarak her devirde büyük bir ilgi ve rağbet görmüştür. Nitekim ez-Zehebi bu Türk Hadis âliminden stayişle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “İmam en-Nesei, hadis toplamada İmam-ı Müslim’den daha dikkatli idi. Zira onun Sünen-i Kübrâsı; İmam-ı Buhari ve İmam-ı Müsüimin Sahihinden sonra zayıf hadisi en az olan bir “Sünen” dir. ” İmam-ı Neseî‘de eserinde Türklerle ilgili hadislere ayrı bir özen göstermiş ve onların büyük bir kısmını bu ikinci kitabında kaydetmiştir. Büyük İmam Türkler hakkındaki hadisleri daha ziyade meşhur eserinin “Cihâd” bölümünde; “Türkler ve Habeşilerle Gaza Etmek” bahsinde toplamış ve özellikle “Türk’lere dokunmayınız” hadisinin çok uzun ve tam bir metnini vermiştir ki, bu da onun bu hadislere olumlu baktığını göstermektedir”[106]

Sünen-i Dârimi ve Dârimi’nin Milli Kimliği;

Mamafih, Kütüb-ü Sitte’nin dışında ve “Sünen” geleneğine uygun daha bir çok hadis koleksiyonları yazılmıştır. Bunların birçoğu da yine bu Tiirk Hadis Alimleri tarafından yazılmış ve hadis literatürüne armağan edilmiştir. Bunların başında ise “Sünen-i Dârimî” adındaki büyük hadis koleksiyonu gelmektedir. Hadis literatürünün temel kaynaklarından Abdullah b. Abdurrahman es-Semerkadi tarafından kaleme alınmış ve öneminden dolayı “es-Sünen” adıyla bilinen otantik hadis kitaplarının beşincisi olmuştur. Müellifimizin asıl adı; Ebu Muhammed Abdullah b. Abdurrahman el-Fazl ed-Dârimi es-Semerkandî’dir. (öl. 869). Aşağı Türkistan’ın hadis ilminde altın devrini yaşadığı bir asırda Semerkant ufkunda boy göstermiş, Türk asıllı en büyük hadis âlimlerinden biridir. Nitekim büyük “Tabakat” âlimlerimizden biri olan M. T. R. Bursalı bu değerli hadis âlimini Türklerden yetişmiş hadis uluları arasında zikretmiş ve şöyle demiştir; “Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimi; Semerkant’tan neşet eyleyen meşahiri muhaddisindendir. İlm-i hadise dâir cem’ ve telif buyurdukları “Kitab-i Müsnedi esahh-ı kütübü ehâdîsedendir.”[107]

Bu büyük Türk Hadis Âlimi o devirlerde hadis ilminin bir bakıma “Ka’besi” ve aynı zamanda bir Türk ve İslâm şehri olan Semerkant’da dünyaya gelmiş ve “es-Semerkandi” nisbet adıyla anılmıştır. O; hadis ilmini Semerkant ve Buhara medreselerinin birçoğu da Türk asıllı ve eli bayraklı İslâm âlimlerinden tahsil etmiş ve kendi devrinin ünü dünyaları dolduran en büyük hadis âlimlerinden biri olmuştur. Yukarıda da adı geçen İmam-ı Buhari, İmam-ı Neseî ve İmam-ı Tirmizi gibi büyük hadis âlimlerinin hepsi ondan feyiz almışlar ve sonunda her biri, hadis ilminde şanı yüce bir Türkistan âlimi olmuşlardır. Fakat Hadis ilminde onun adını ölümsüz kılan en büyük eseri ise; “es-Sünen” veya daha ziyade “el-Müsned” adıyla bilinen büyük hadis koleksiyonudur. Kitap daha ziyade, Müslümanların amelî konulardaki günlük ihtiyaçlarına, Hz. Peygamberin hadisleri açısından cevap vermek için hazırlanmış ve ilk telif edildiği yıllardan itibaren her sınıf insanın elinden düşürmediği ve zevkle okuduğu bir kitap olmuştur. Mamafih bunlar bizim, hadis dünyasının temel, kaynakları olan Kütüb-ü Sitte ve “Sünen”ler hakkında, Orta Asya Türk İslâm Medeniyeti açısından yaptığımız mütevazı ve küçük bir değerlendirmedir. Ne ilginçtir ki bu küçük değerlendirme bile Orta Asya Türklüğünün, sünnet ve hadis ilminin gelişmesinde ufukları aşan bir hizmetin içinde olduklarını ortaya koymaktadır. Zira bu izahlarımızdan da anlaşıldığı gibi, başta İmam-ı Buharî‘nin “el-Camiu’s-Sahih”i olmak üzere, hadis külliyatının en muteber kitapları olan ve “Sünen” adıyla bilinen mesela; Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Nesei ve Sünen-i İbni Mâce gibi, bu sahanın otantik hadis kitapları yine, Türkistan’ın bu müreffeh şehirlerinde ve uluslararası haklı bir şöhrete kavuşmuş büyük İslâm ve Türk Âlimleri tarafından yazılmıştır. Bunlar, ilim dünyasında kimsenin müstağni kalamayacağı büyük abidevî eserlerdir. O kadar ki, aradan asırlar geçtiği halde onların yerini tutacak yeni eserler hâlâ yazılmamıştır. Yapılan bütün çalışmalar, şöyle veya böyle bu abidevî eserleri şerh etmek, konularını tasnif etmek, onları yeni bir zevk ve üslupla devrin ilmi temayül ve beklentilerine uygun olarak yeniden yayınlamak olmuştur.[108]

Bu arada hemen şunu itiraf edelim ki, daha sonraki asırlarda da, Türkistan’ın bu mübarek toprakları, büyük şehir ve kasabalarında her bir asırda yüzlerce binlerce Türk asıllı hadis âlimleri çıkmıştır. Onlar da İmam-ı Buhari, İmam-ı Tirmizi ve İmam-ı Neseî gibi büyük hadis imamlarının açtığı bu nurlu hidayet yolundan yürümüşler ve onlarda Hadis ilminde kendilerini hayırla yad ettirecek çok kıymetli, çok büyük eserler yazmışlardır. Onlar; Orta Asya Türk İslâm Medeniyeti’nin büyük mimarları ve eserleri ise bu büyük medeniyet burcumuzun yapı taşlarıdır.[109]

Semerkant’ın merkezi bölgesine tekrar dönüyoruz. Ali Şir Nevaî İstirahat parkından geçtik. Parkın ortasında heykeli bulunuyor. Solda 19.yy Rus kilisesi mevcut. Öğle yemeğini yedikten sonra Uluğ beyin Astronomik gözlemlerini yaptığı bir diğer medresesine gidiyoruz. Uluğ bey, Şahruh’un oğlu, Emir Timur’un torunudur. Astronomi çalışmaları ünlüdür. Müzede Avrupa Uluğ Bey’in basılan kitapları da koleksiyonlar arsasında. Gözlem evi toprak altından çıkarılıp restore edilmiş. Uluğ Beyin, Emir Timur’un torunu olması hasebiyle, “Timurlular Devletinde Bilim”e kısa da olsa bir göz atmamızda fayda var:

Hükümdarlarının genellikle bilim adamı olmaları nedeniyle, Batılıların “Bilgin Hükümdarlar Devleti” dedikleri Timurlular, Cengiz Han Devleti’nin devamını oluştururlar. Hem resmi dili hem de bilim ve edebiyat dili Türkçe olan Timurlular, dönemin en önemli Türk devletiydi. Timur (1336-1405) tarafından kurulan Timurlular Devleti, ondördüncü yüzyılın sonundan onaltıncı yüzyılın başına kadar hüküm sürmüştür. Timur, başkenti Semerkand yapmıştı. Oğlu Şahrûh (1377-1447) ise Herat’ı başkent edinmiş, babasının ölümünden sonra ortaya çıkan karışıklıkları gidermeye çalışmış ve onun zamanında dikkati çeken bir ekonomik ve kültürel kalkınma yaşanmış. Timur döneminin yol açtığı maddi ve manevi yıkıntılar onarılmıştı. Eğitim ve sanat alanlarında belirgin aşamalar görülmüş, Herat, Semerkand, Buhara gibi şehirler birer bilim merkezi haline gelmişler, çevredeki bilgin ve şairler buralara toplanmıştı. Edebiyatçılardan Molla Câmî, Kirmânî, Kasıl el-Envâr, matematikçi ve astronom Gıyaseddîn Kâşî, coğrafyacı Hafız Abrû, tarihçi Nizâmeddin Şâmî, Şerafeddin Ali Yezdî, Abdurrezzak el-Semerkandi gibi bilginler hem araştırmalarını yürütmüşler, hem de medreselerde hocalık yapmışlardı. Herat’ta, özellikle Şahrûh ve oğlu Baysungur’un çabalarıyla Timurlular’ın kültür hayatının temelleri atılmıştı. Baysungur resim, özellikle minyatür ve yazı sanatında rönesans yaratmıştır. Zamanındaki bazı yazı ve resim türleri “Baysungurî” olarak adlandırılmıştır. Baysungur Türkçe, Farsça ve Arapça olmak üzere üç dilde şiir yazmıştır. Herat’ta devrin en seçkin hattat, nakkaş ve tezhip ustalarından meydana gelen kırk kadar sanatkâr kıymetli eserler hazırlayarak Herat sanat ekolünü kurmuşlardı. Bu ekole “Baysungur Sanat Akademisi” de denmiştir. Bu akademinin üyeleri arasında hattat Cafer-i Tebrîzi, Şemseddîn Muhammed ibn Hüsâm el-Herevî, Pir Hüseyin Kâtib, Abdurrahman Kâtib vardı. Kütüphanede çalışan nakkaşlar da yazılan eserlerin minyatürlerini yapmakla görevliydiler. Cilt sanatı da Baysungur zamanında dikkate değer gelişme göstermiştir. Halen ülkemizde tezhip, minyatür ve ciltte Herat üslubu gözdedir. Baysungur güzel sanatları zirveye ulaştırmış, kendisinden sonra oğulları Alâüddevle ve Bâbür onun yolundan yürümüşlerdir.[110]

Şahrûh’un “Tahtta Oturan Âlim” unvanıyla tarihe geçen öbür oğlu Uluğ Bey daha babasının sağlığındayken, genç yaşında Semerkand bölgesini yönetmeye başlamış, Semerkand şehri bilim merkezi olarak parlamıştı. Bu dönem “Timurlu Rönesansı” olarak nitelendirilir. Uluğ Bey’in, oğlu Abdüllatif tarafından öldürülmesinden sonra çıkan karışıklıkları oğlu Ebû Said ibn Muhammed ibn Miranşah (ölm.1469) bastırmış ve tekrar Semerkand’ı ele geçirmiştir. Ancak Akkoyunlu Hasan Bey tarafından öldürülmüş, yerine geçen oğulları ve torunları devleti 1501 yılına kadar yönetmişler, bu tarihte Özbek hanları ve beyleri Semerkand başkentli Timurlu Devleti’ni yıkmışlardır. Semerkand’daki bilim ve kültür birikimi Hüseyin Baykara’nın 1461’de kurduğu Herat başkentli Timur Devleti’ne aktarılmıştır. Hüseyin Baykara’nın, siyasette başarısız olmakla birlikte, sanat alanındaki başarıları ona büyük ün kazandırmıştır. Müzikteki yaratıcı kabiliyeti resim sanatında da kendisini göstermiş, zamanında Herat şehri bir kültür merkezi olmuştur. Bu dönemin en büyük yazarı olarak kabul edilen, Türkçe’yi en iyi kullanan şair Ali Şir Nevâî (1441-1501) Hüseyin Baykara’dan büyük ilgi ve yakınlık görmüş, eserlerinin bazısını ona adamıştır. Ali Şir Nevâî’nin Orta Asya Türk dili ve edebiyatının gelişmesinde rolü olmuş, bu yüzden Çağatayca’ya “Nevâî Dili” denmiştir. Eserleri Anadolu’da da okunmuş, Osmanlı şairleri kendisini üstat kabul etmişlerdir. Muhakemât el-Lûgateyn (İki Dil Münakaşası) adlı eserinde, Türkçe ile Farsça’yı karşılaştırmış ve Türkçe’nin Farsça’ya üstün bir dil olduğu tezini şöyle savunmuştur: “Genellikle Acemler Türkçe bilmezler. Türkler ise hep Farsça öğrenirler ve hattâ bu dilde şiir bile yazarlar. Halbuki kelime bolluğu, ifade yetkisi, topluluk ve ahenk bakımından Türkçe Farsça’dan üstündür.” Bu ifadesi Ali Şir Nevâî’nin dil alanındaki milli bilincini açıkça göstermektedir.[111] Hüseyin Baykara’nın sarayında Ali Şir Nevâî’nin yanısıra şair Molla Lamî. Hatifi, Hilâli, ressam Behzad, Şah Muzaffer. Bennâî, Envarî, Hoca Ubeydullah Ahrâr gibi şair ve tasavvuf yazarları toplanmıştı. Baykara, hem minyatür ustası hem de büyük bir hattattı. Hüseynî mahlası ile şiir de yazmıştır. Timur’un üçüncü kuşaktan torunu, Ömer Şeyh “in oğlu olan Zahireddîn Muhammed Babür, Hint-Türk devletinin kurucusudur. Ali Şir Nevâî’den sonra Türk dilini savunan ilk sultandır. Türkçe bir divan yazmıştır. Burada, Türkçe gazeller, mesneviler, rubailer gibi edebi öğeler yer almıştır. Hatıralarını Babürnâme adlı kitabında toplamıştır. Burada, Hüseyin Baykara’nın sarayında geçen edebiyat ve sanat olaylarını en ince noktasına kadar anlatmıştır. Türkçe’ye yeni vezin şekilleri kazandırdığı Aruz Risalesi ve Timurlu sülalesinin fikri önderi olan Hoca Ubaydallah Ahrârî’nin Farsça eserinin Türkçe’ye çevirisi olan Validiye Risalesi Tercümesi de eserleri arasındadır. Ayrıca, “hatt-ı Babürî” adı ile tanınan yazı çeşidini icat etmiştir. Timurlular döneminin bilim ve sanat hareketleri, Babür ile birlikte Hindistan’a kaymıştır.[112]

Timurlular’ın uygarlığa yapmış oldukları en önemli katkılardan birisi de külliye, özellikle de medrese kurumlarını yaptırmış olmalarıdır. Semerkand, Herat ve Buhara gibi önemli merkezlerde pek çok medrese yaptırmışlardı. Hemen her şehirde bir külliye yaptırması, kendisinden sonra gelen yöneticilere de örnek olmuş, neticede Semerkand, Herat ve Buhara üçgeni yeni bir bilim merkezi oluşturmuştur. Timurlular’ın Maveraünnehir’de elli, Horasan’da on ve başka bölgelerde de dokuz olmak üzere toplam hiç değilse altmışdokuz medrese kurmuş oldukları saptanmıştır. Bunlar arasında en önemlileri Semerkand Uluğ Bey Medresesi ve Herat Medresesi’dir. Semerkand Medresesi’nde ders veren müderrisler bizzat Uluğ Bey tarafından imtihan edilir, başanlı olanlar ders vermeye başlardı. Medresenin ilk müderrisi, böyle bir sınavı geçen Mevlana Muhammed Hafi’dir. Bursalı Kadızâde-i Rûmî hem Uluğ Bey’in özel hocası olmuş hem de Semerkand Medresesi’ndeki müderrislerin reisi olmuştu. Uluğ Bey haftanın bazı günlerinde medresedeki derslere katılır, bu esnada özellikle matematik bilimlerle ilgili ders verilmesini isterdi. Bu derslerde Uluğ Bey, hem müderrislerle hem de öğrencilerle bilimsel tartışmalara girerdi. Gıyaseddîn Cemşîd Kâşî’nin ifadesiyle, Uluğ Bey tavsifi imkânsız bir münazaracı ve münakaşacı idi. Ayrıca, Uluğ Bey bizzat Nasiruddîn Tusî’nin el-Tezkire fi el-Hey’e ve Kutbuddîn Şirazî’nin el-Tuhfet el-Şahiyye fı el-Hey’e adlı astronomi kitapları üzerine ders verirdi. Semerkand Medresesi’nin matematik bilimlerle ilgili müderris kadrosunda Kâşî, Kadızâde, Ali Kuşçu, Seyyid Müneccim ve Uluğ Bey özellikle dikkati çekerler. Ayrıca, bu medresede ders veren veya alan olmak üzere bir şekilde bu medreseyle ilişkisi olan isimler arasında Muinuddin Kaşanî, Ali Şir Nevâî, Abdurrahman Camı, Fethullah Şirvanî, Abdülalî Bucendî gibi isimler de vardı. Timurlular döneminin en önemli Türk bilim adamları tarih sırasıyla aşağıda tanıtılmıştır:[113]

Gıyaseddîn Kâşî ve Kadızâde-i Rûmî: Semerkand Rasathanesi’nin müdürü olan ve Uluğ Bey Zîcî’‘nin hazırlanmasında çalışan Kâşî’nin (ölümü 1437) en önemli eseri Müftahi’ l-Hisâb (Matematiğin Anahtarı) adlı kitabıdır. Bu eserinde daire çevresiyle çap arasındaki oranı gösteren P (pi) sayısının değerini hesaplarken ilk defa ondalık kesirlerden bahsetmiş, bu kesirlerle dört işlemin nasıl yapılacağını anlatmıştır. Ondalık kesirlerle ilgili bu bilgileri 16. yüzyılda Osmanlı astronomi ve matematik bilgini Takiyüddîn astronomiye ve trigonometriye uygulayarak genelleştirmiştir. Batı’da ondalık kesirlerden bahseden ilk müstakil eserin yazarı Simon Stevin (1548-1620), böyle bir genelleme yapmamıştı. Kadızâde-i Rûmî (ölümü 1440), bilgisini artırmak maksadıyla Bursa’dan Semerkand’a gelmiş ve burada Uluğ Bey ile tanışıp, onun özel hocası olmuştur. Esasında matematik ve astronomi alanında yetiştirdiği öğrencilerinin (Ali Kuşçu ve Şirvânî) Osmanlı topraklarına yerleşmesi ve çalışmalarına orada devam etmeleri sebebiyle Osmanlılar’da matematik bilimleri Kadızâde ile başlatılır, ancak kendisi asıl çalışmalarını Semerkand’da yapmış olduğu için Timurlular Devleti ve Semerkand Okulu bilgini olarak kabul edilir. Kişi’nin ölümü üzerine Semerkand Rasathanesi’nin müdürü olmuş ve Uluğ Bey Zici’nin hazırlanmasına katılmıştır. Semerkandî’nin (ölümü 1302) Eşkâlu’t-Tesis ( Temel Teoremler) adlı geometri eserine Tuhfetu’r-Reis fî Şerh  Eşkali’t Tesis adıyla bir açıklama yazmış ve Uluğ Bey’e takdim etmiştir. Bu açıklama. Kadızâde’nin teorik geometri alanındaki en önemli çalışmasıdır. Eser, Osmanlı medreselerinde uzun yıllar orta seviyeli bir geometri ders kitabı olarak okutulmuş, üzerine pek çok yorum ve ek yazılmıştır. Kadızâde eserinde, hesap ve cebir bilimlerinin geometri üzerine kurulu olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: “Geometrik şekiller geometrik-nicelik, yani mikdar-mekâdir üzerine kuruludur, ancak mikdarın adede (sayıya) aktarılması çok kolaydır”. Böylece, Osmanlı matematiğinde geometrik niceliklerle cebir ve hesap yapma geleneğinin devam etmesini sağlamıştır. Kadızâde, eserinin girişinde geometrinin hem kuramsal hem de uygulamalı tarafına işaret ederek geometri bilgisinin neden gerekli olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Problemlerinin sağlam, kanıtlarının güvenilir olması ve hiçbir yanlışı barındırmaması nedeniyle filozoflar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmek ve hukukçular fetva vermek için geometriye ihtiyaç duyarlar. Divan üyeleri ve kadılar da geometrisiz yapamazlar. Geometrisiz gökyüzünün merdivenlerine çıkmak, yeryüzünün yollarını ve memleketlerini kuşatmak kolay olmaz. Bu bilime sahip olmayanlar ortaklar arasında adaletli paylaşım yapamazlar. Ancak, Eşkâlu’t-Tesis’de ayrıntı yok. işlemlerde uyarı ve nedenleri bulunmuyor, sağlam yöntem ve doğru yol çiğnenmiş. Yani, bu bilginin ustası ve matematik topluluğunun önderi Öklid’in yolu ve yöntemi çiğnenmiş.[114]

 

Uluğ Bey

Asıl adı Muhammed Turagay Uluğ Bek ibn Şahrûh ibn Emir Timür olan Uluğ Bey (1394-1449), Şahrûh Mirzâ’nın oğlu ve Timur’un torunudur. Annesi Gevher Şad’tır. Kadızâde-i Rûmî, Gıyaseddin Kişi, Muinüddîn Kâşâni ve Ali Kuşçu gibi bilginlerden ders alarak yetişmiştir. Tahtta oturan bilgin olarak tanınan Uluğ Bey, gençliğinde Nasiruddîn Tusî’nin 1259’da Meraga’da kurmuş olduğu Meraga Rasathanesi’ni ziyaret etmiş ve burada gördüğü rasathane kalıntıları onun astronomiye ilgi duymasına yol açmıştır. Bunun sonucunda, kendisi de Semerkand’da bir rasathane kurmuş (1420-21) ve buraya ünlü bilginleri davet etmiştir. Uluğ Bey’in Semerkand’da kurdurduğu döneminin bu en modern rasathanesinde en hassas gözlem araçları bulunuyordu. Bunlardan bazıları, o döneme kadar hiç karşılaşılmamış büyüklükte yapılmışlardı ve gök cisimlerinin konumları ve tutulma düzleminin eğimi, dönence yıl uzunluğu gibi astronomiyle ilgili sabit değerler büyük hassaslıkla tespit edilmişlerdi. Örneğin, Fahri Sekstant adlı dairenin altıda biri bir yaydan oluşan ve meridyen doğrultusuna yerleştirilmiş devasa aletle Güneş yüksekliği ve Ay ve gezegenler gibi koordinatları değişen diğer gök cisimlerinin meridyen yüksekliği hesaplanmıştı. Günümüzde rasathanenin yerinde yapılan kazılarda bu aletin bir kısmı ortaya çıkarılmıştır. Semerkand Rasathanesi’nin yeri de, 1908-1909 yılında yapılan kazı çalışmaları sonucunda Taşkent yolunun sağ tarafında, Semerkand’dan iki kilometre uzaklıkta tespit edilmiştir.[115]

Uluğ Bey rasathanesinde çalışırken, takvim hesaplamalarının Batlamyus’unkiyle aynı olmadığını görmüştür. Batlamyus, ikinci yüzyılda İskenderiye’de yaşamış ve Almajest adında meşhur astronomi eserini yazmış olan Helenistik Çağ bilginidir. Kitabında 1022 yıldızın katalogunu da vermişti. Uluğ Bey, Batlamyus’un bu katalogunda bulduğu yanlışları düzelterek yeni bir hesaplama biçimi ortaya koymuştur. Böylece, 1018 yıldızın konumlarını içeren Zîc-i Cediî-i Sultanî (Yeni Sultani Takvim Cetveli) adlı eseri hazırlamıştır. Bu eser, Zîc-i Gürgani veya Zîc-i Uluğ Bey adlarıyla da tanınır. Buradaki katalog, kurmuş olduğu Semerkand Rasathanesi ‘nde yapılan gözlemlerle düzenlenmiştir. 1437 yılma kadar aralıksız devam eden çalışmalar sonucu ortaya çıkan bu eser dört bölümden oluşuyordu: Giriş’de, Uluğ Bey bu eseri niçin yazdığını ve eserin yazılmasına yardım eden bilim adamlarını tanıtır. Böylelikle Semerkand Rasathanesi’nde çalışmış olan bilim adamlarını da öğrenmiş olmaktayız. Bu bilim adamları, Kadızâde-i Rûmî. Uluğ Bey’in “iftihar edilecek bilgin” diye tanıttığı Gıyâseddîn Kişi ve “büyük âlim” dediği Ali Kuşçu’dur. Birinci bölümde, kronoloji ve zaman hesaplamalarında kullanılan farklı sistemlerin tanıtılması. Yunan, Hicri, İran, Celali, Uygur takvimleri gibi komşu ülkelerde kullanılan takvimler, her ülkenin takvimindeki önemli günler ve bu takvimlerin birbirlerine çevrilmeleri verilmiştir. İkinci bölümün konuları, trigonometrik fonksiyonlar, enlem ve boylam belirlemesi, meridyen doğrultusu, iki yıldızın veya gezegenin uzaklıklarının tayini gibi pratik astronomi çalışmalarıdır. Üçüncü bölümde, Güneş’in, Ay’ın ve gezegenlerin hareketleri, Ay ve Güneş tutulmaları açıklanmıştır. Dördüncü bölümün konuları ise. sabit yıldızların durumları ve astrolojidir. Uluğ Bey Semerkand’da yalnızca rasathane kurmamış, medrese de kurarak buranın bir kültür ve bilim merkezi olarak büyük önem kazanmasını sağlamıştır. Yaygın olan bir rivayete göre, Uluğ Bey bu medresenin dört müderrisinden birisinin işine son verince, bunu duyan baş hoca Kadızâde olayı protesto etmek için derslerini vermekten vazgeçmiş ve medreseye gitmemeye başlamıştı. Bunun üzerine Uluğ Bey hocasını ziyaret ederek özür dilemiş, medresenin işlerine bundan sonra karışmayacağı sözünü vermişti.[116]

Rönesans Avrupa’sında denizcilik büyük önem kazanmış ve bununla bağlantılı olarak denizde yön. zaman ve gemi yerinin belirlenmesi gibi önemli konular yıldızların yerlerinin doğru olarak bilinmesini gerektirmişti. Bu dönemde Avrupa’da yıldız kataloglarının düzenlenmesi bu bakımdan da önemli olmuş, Ortaçağ İslâm Diinyasfnın kataloglarını kendi boylamlarına göre düzenlemeye girişmişlerdi. Bu çalışmalar sırasında Uluğ Bey’in bu eseri Avrupa’da büyük ilgi uyandırmış, Oxford’da profesör olan Greaves, bilim dünyasının dikkatini bu eser üzerine çekmiş (1642-48) ve Latince’ye yaptığı çevirisi ile Avrupalı bilim adamlarının Uluğ Bey’i tanımalarını sağlamıştır. Hyde adında başka bir Avrupalı, eseri yeniden gözden geçirerek Latince olarak yayımlamıştır (1767). Nihayet, 1847-1853 yılları arasında, Fransız araştırmacı Sedillot orijinal metinle birlikte Fransızca çevrisini yayımlamıştır.[117]

Uluğ beyin heykelinin önünde fotoğraflar çekiniyoruz. Sağolsun Adem Koç Hoca, Anadolu Ajansından Mürsel Çetin bey, Dr.Sıtkı Karaca bey, Nedim bey gelişmiş fotoğraf makinaları ile bizleri çekiyorlar. Fotoğraf makinem onların ki kadar kaliteli değil ve kartını da dikkatli kullanıyorum. Yedek kart yanıma almamışım. Volkan Martin, Cezmi Karasu, Erdoğan Boz, Zeki Yıldız, Hilmi Demiral, Dursun Irk, Çetin Polat, Hayri Barutça, Elif Kalıpçı, İrem Eriç, Oktay Berber, Kamil Çolak, Fahri Yetim, Mustafa Metintaş, Mehmet Kayıran hocalarımız / arkadaşlarımız tek tek veya grup halinde fotoğraflar çekiyorlar/ çektiriyorlar. Hepimiz gördüklerimize hayran hayran bakıyoruz. Acaba hangimiz Uluğ bey atamızla iftihar etmeyiz. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün “ Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendisinde kuvvet bulacaktır.” sözünü sanırım hepimiz şimdi daha iyi anlıyoruz. Sadece şu tablo bile bize yeterince çok şey anlatıyordur:[118]

 

Uluğ bey medresesinden sonra kafilemiz Şah-ı zinde türbesi ve külliyesine gidiyor. Şah-ı Zinde( Kasım bin Abbas) Peygamberimizin yeğenidir. Emir Timur ve ailesinin bir çok şahsiyeti bu büyük zata yakın olmak için kabirlerini ve türbelerini bu mahalle yaptırmışlar. Mezarlar kompleksi var. Buradaki Türbelerden sadece biri Azerbaycan uslûbunda (8 köşeli) diğerleri, Türkistan Semerkant uslûbu ile yapılmış.

Ölmezlik Sırrı ve “Şahı Zinde” Kusem İbn Abbas

Türkistan’ın İslâm literatüründe Maveraünnehir olarak bilinen orta bölgelerini teşkil eden Buhara, Semerkand ve Taşkend yörelerinde İslâmın’ın yayılmasında ve kök salmasında, Arab ordularının bölgedeki fetih faaliyetlerinin büyük bir rolü vardır. Hicretin ilk yüzyılından itibaren bölgeye gelen İslâm birlikleri içinde pek çoğu ashab veya tabiînden olan müslüman bulunduğu bilinmektedir. Henüz İslâm ile şereflenmemiş olan bölgenin Türk kökenli halklarına İslâm’ın ulaştırılması yolunda çalışan bu fatihlerin büyük bir kısmı meydana gelen ve bir kısmı çok kanlı çarpışmalarda şehid olmuştur. Arab ordularının Maveraünnehr’de giriştikleri fetih harekatı esnasında bazı Emevi yöneticilerinin gayr-ı ahlaki tutumlarına rağmen Türkistan coğrafyası İslâm’a gönül açmıştır. Emevi yöneticilerin bölgede icra ettikleri zulümler, yaratılış özellikleri ile takvaya yatkın özgürlüklerine düşkün Türklerin vatanlarını ölesiye savunmaları, ilahi bir takdirle gönüllerin İslâm’dan soğumasıyla neticelenmemiştir. Tam tersine daha sonraki yüzyıllar içinde tamamen İslâmi bir hüviyete bürünerek İslâm’ın en büyük iman ve ilim merkezlerinden biri haline gelen Türkistan’ın müslüman halkı bölgeye gelen İslâm öncülerinin, aralarına katılarak evlilikler yoluyla bölge halkı ile akrabalık tesis eden ashab ve tabiinden müminlerin aziz hatıralarını yaşatmıştır. Öyle ki belki bazıları atalarını şehid etmiş ve bazıları da ataları tarafından şehid edilmiş bu Müslüman fatihler, yüzyıllardır unutulmamıştır. Bugün Türkmenistan’dan Kazakistan’a, Kırgızistan’dan Tacikistan’a, Kazan’dan Kaşgar’a tüm Türk yurtlarında en kutsal ziyaretgahlar, ashaba ait olduğu bildirilen makam ve türbelerdir. Türkistan’a İslâm’ın tebliği fetihlerinde şehid düşenlerden biri de Hz. Peygamber (S.a.v.)’ in amcası Hz. Abbas’ın oğlu Kusem’dir. Çeşitli İslâmi kaynaklarda muttaki, fazıl ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e benzeyen biri olarak tarif edilen Kusem, Türkistan’ın bugünde en önemli merkezlerinden biri ve Timur İmparatorluğu’nun taht şehri olan Semerkand’ın fethi sırasında miladın 675. yılında şehid düşmüştür. Peygamberimiz (s.a.v.)’in çeşitli övgülerine mazhar olan amcası Hz. Abbas’ın oğlu olmasının yanısıra, ashabtan oluşuyla da Türkistan müslümanlarının özel bir saygı duydukları Kusem, rivayete göre çarpışma esnasında çekildiği bir kayalıkta, nihayet dayandığı büyük bir kayanın açılarak kendisini içine aldıktan sonra tekrar kapanarak eski halini almasıyla gözlerden kaybolmuştur. Kusem ibn Abbas’ın ölümden kurtulduğu ve hâlâ da yaşadığına olan inanç O’nun “Şah-ı Zinde” (: Yaşayan Şah) olarak anılmasına yol açmış; zamanla bu noktada yapılan türbesi ve etrafında oluşan kabristan da “Şah-ı Zinde” olarak adlandırılmıştır.

Bir şekilde “ölümsüzlük” kazandığına ve halen de “diri” olduğuna inanılan Kusem’in içinde kaybolduğu bildirilen kayalıkta olduğu kabul edilen makamı, asırlar içinde Türkistan’ın dört bucağında, orada yapılan dileklerin geri çevrilmediği kutlu bir ziyaret yeri olarak ünlenmiş ve bu ün ile bugüne kadar da bu şekilde gelmiştir. Ünlü müslüman gezgin İbn Batuta’nın seyahatnamesinde belirtildiğine göre Semerkand halkı her pazar ve perşembe akşamı külliyeyi ziyaret etmekte ve dileklerinin kabulü için adadıkları adak kurbanları da burada kesilerek medrese öğrencilerine ve Semerkand’ın fakirlerine dağıtılmaktaydı. Türkistan meşayihinin zirve isimlerinden Yusuf Hemedanî’nin Semerkand’da bulunduğu dönemde özellikle Kusem ibn Abbas türbesi ve civarındaki evliyaullah makamlarını ziyareti çok severdi. Yusuf Hemedanî’yi anlatan bir risaledeki “Kusem b. Abbas’ın kabrini ziyarete giderdi” ifadesi bu konuya özel bir önem atfettiğini göstermektedir. Bu ziyaretleri sırasında da beraberinde müridlerini de bulunduran Hemedanî’nin kabir ziyareti esnasında da talibleri eğitmeğe çalıştığı anlaşılmaktadır. Yusuf Hemedanî ile ilgili bir eserde yer alan “Kusem ibn.Abbâs’ın kabri ve makamında şöyle buyurdular: “Kim ki bu tasavvuf yolu üzere amel eder ve ona sarılırsa, şüphesiz tüm karanlıklardan emîn olur ve sapıklık denizinin dalgalarından kurtulur.” ibaresi Kusem ibn Abbas ziyaretisnin Yusuf Hemedanî ve bağlıları için yalın bir kabir ziyareti olmadığını düşündürmektedir. Semerkand Timur İmparatorluğu’nun başkenti olduktan sonra imar edilirken Kusem İbn Abbas makamı da ihya edilerek türbe yanında inşa edilen mescid ve medrese ile beraber bir külliye halini almıştır. Türkistan’ın yüzyılımızın başında Rus istilasına uğramasından sonra da Semerkand’daki “Şah-ı Zinde” (Yaşayan Şah) Külliyesi kutlu bir makam olarak yaşamaya devam etmiştir. Sovyet döneminde İslâmi niteliğinden sıyrılarak Türkistanlılar üzerindeki manevi etkisi yok edilmeye çalışılan külliye “büyük sanat değeri” sebebiyle devlet koruması altına alınmış ve bütün dünyaya yönelik olarak geliştirilen turizm pazarlamasındaki en değerli parçalardan birisi olmak üzere yerli ziyaretçilere yasaklanmış bir “Nekropol (=kabirkent) müzesi”ne dönüştürülmüştür. Türkistan müslümanları için bunun anlamı en eski inanç merkezlerinden birisinin daha gaspedilmesiydi. Öyle ki Sovyetler birliği’nin henüz ayakta olduğu 1982 yılında Fransız bir turistin Şah-ı Zinde Külliyesinde pek çok ziyaretçinin, yasak olmasına rağmen resmî devlet görevlileri ve K.G.B. ajanı muhafızların gözü önünde dua ettikleri, adaklarını kurban ettikleri bir araştırmada kaydedilecek kadar önem arz ediyordu. Bu kayıt, aynı zamanda Şah-ı Zinde Külliyesi’nin bir müze haline getirilmesinin, zorlayıcı tedbirler alınmasının bile asırla içinde oluşmuş asli fonksiyonunu yerine getirmesini engelleyemediğini; Kusem ibn Abbas’ın Türkistan coğrafyasındaki saygınlığının azaltılamadığmı açıkça göstermektedir. Tarih boyunca Türkistan’da İslâm’ın “zinde bir halde” yaşanmasında tartışılmaz bir payı olan “Şah-ı Zinde” önderliğindeki şehidler ordusunun “bizim bilemediğimiz bir halde diri olan” neferleri, mübarek Türkistan topraklarının ve bütün İslâm yurtlarının asli kimliğiyle dirilişini beklemekte midirler? Allah bilir.[119]

Burada Hayati Bice’nin önemli vurgusu ile “Mekke – Semerkand – Bursa Üçgeninin Köşeleri”nden bir başlık açmanın zamanı geldi sanırım: “Bugünün dünya şartlarında bile bir araya getirilmesi pek kolay olmayan bu üç noktanın 600 yıl öncesinin dünyasında Bursa’daki türbesinden 600 yıldır Anadolu’ya himmet kanatlarını geren Emir Sultan’ın hayatında bir araya nasıl getirildiğini düşünmek bile heyecan vericidir. Bu heyecan verici macerada Emir Sultan tek örnek de değildir. Rasûlullah Efendimiz(S.a.v.)’in amcası oğlu Kusem, bu üçgenin Mekke köşesinden Semerkand köşesine giden hattı çekerken bir kenarı da Bursa’da başladığı hayatı Semerkand’da noktalayan Kadızâde-i Rumi çizer. Emir Sultan ise Buhara-Mekke-Bursa çizgilerini kalınlaştırırken Buhara’daki Hz. Ali torunlarından Abdullah ibn Huseyn el-Yemeni de Buhara’nın sembolü Kalan Minare’nin gölgesinde asırlık varlığıyla “Mir Arab” na-mıyla ihtişamla durur. Semerkand-İstanbul hattını oluşturan isimlerden Abdullah İlahi ise Ubeydullah Ahrar Taşkendi’nin işaretiyle üçgenin köşesini daha sonraki yüzyıllarda Rumeli’ne kadar uzatacaktır. Bir Hacc seferinin en iyi şartlarda 6 ay sürdüğü 14. yüzyıl dünyasında Hacc yolculuğunun en az 1,5 – 2 katı bir mesafeyi katetmeyi gerektiren Bursa-Semerkand, Buhara-Bursa, Semerkand-İstanbul yolculuklarının içerdiği gayret ve azmi an layabilmek, ancak o günün şartlarını kavramakla mümkündür. Hacc yolculuğunun 2 saatlik bir uçak yolculuğuna indiği, Taşkend’den İstanbul’a 4 saatte uçulan günümüzün şartlarında olay kolayca küçümsenebilir de; sadece ve sadece ilim ve iman aşkı ile binbir zorluk ve tehlikeyi içeren aylar sürecek yolculuklara çıkabilmek her babayiğidin kârı değildir; gözünden esirgediği, kemali için üzerine titrediği “yol evlad”ını bu yollara salıvermek de.[120]

Semerkand-Bursa Arasında: Emir Sultan Buhari-Kadızade-İ Rumi

Mavcraünnehr diye bilinen Batı Türkistan’ın önemli ilim merkezlerinden biri olan Semerkand’da bulunan Şah-ı Zinde külliyesindeki bir türbe vardır ki son derece önemli gerçeklerin şahididir. Şah-ı Zinde külliyesinde yeralan eserlerin en görkemlisi olan bu türbe Bursa’da doğduktan ve Osmanlı ilim dünyasının en önde gelen alimlerinden biri olduktan sonra Semerkand’a gelerek ‘İlmine ilim katmak” isteyen ” Kadızade-i Rumi” olarak tanınan Selahaddin Musa’ya aittir. Bursa Kadısı Mahmud Çelebi’nin oğlu olduğu için “Kadızade” olarak anılan ve Anadolu’dan geldiği için ” Rumi” sıfatı verilen bu büyük alim, Taşköprülüzade Ahmed Efendi’nin biyografik eserinde bildirildiğine göre Anadolu’da ileri derecede tahsilini tamamladıktan sonra ufuklarını genişletmek üzere Horasan ve Maveraünnehr adlarıyla meşhur olan Türk dünyasının merkezindeki ilim beldelerine gitmiştir. Bu durum o devirde Semerkand merkezli bir ilim hayatının Bursa’daki bir Türk’ü bile cezbedebilmesinin bir göstergesi olarak son derecede anlamlıdır. Semerkand’daki ilmi aktivitesi ile kısa zamanda en önde gelen alimler arasında temayüz eden Kadızade-i Rumi, Timur hanedanının ilim aşığı mensuplarından Emir Timur’un oğlu Şahruh devrinden ölümüne kadar hükümdar ailesinin en büyük saygıyı gösterdiği kişiler arasına girdi.[121] Emir Timur’un “Tahtta Oturan Bilgin” ünvanını hakkıyla kazanan torunu Uluğ Beğin eğitimini veren alimler arasında Bursalı Selahaddin Musa en önde gelen isimdir. Matematik, cebir, geometri ve özellikle de astronomi (=gökbilim) ye olan ilgisiyle devrinin önde gelen bilginleri arasında yeralan Uluğ Beğ’in saray çevresi İslam dünyasının hemen her tarafından gelen bilginlerin yeraldığı bir akademi haline gelmişti. Bu ilim meclisinin en seçkin ve saygın mensubu ise Anadolu’dan gelen Kadızade idi. Astronomiye yaptığı katkılarla ünlü olan Semerkand Rasathanesini de tesis eden Uluğ Beğ’in adı bugün bütün astronomi çevrelerinde bilinmektedir. Hatta bu şöhreti sebebiyle ayın en büyük kraterlerinden birisi bugün bütün astronomi çevrelerinde Uluğ Beğ adıyla bilinmektedir ve -maalesef- Uluğ Beğ’in adını ölümsüzleştirecek bu adlandırmayı yapma şerefi yabancı ilim adamlarına ait olmuştur. Uluğ Beğ, hocası Kadızade-i Rumi’ye olan saygısının bir göstergesi olarak 1412’de vefat eden Bursalı Selahattin Musa’yı Peygamberimiz (S.A.V.)’in amcaoğlu Kusem (R.A.)ın kabri bulunduğu için mübarek sayılan ve ancak han sülalesinin önde gelen mensuplarının defnedildiği Şah-ı Zinde külliyesinde defnettirmiştir. Bugün Şah-ı Zinde külliyesinin en muhteşem abidesi olarak ayakta duran Kadızade-i Rumi türbesi ilimler sultanına beldeler sultanın gösterdiği saygının ne güzel bir örneğidir. Bundan bugünkü alim ve yöneticilerin çıkaracağı pekçok dersin bulunduğunu söylemeye bile gerek yoktur.[122] Bursa’da 1307’de başlayan Molla Fenari gibi müderrislerin elinde şekillenen Türkistan’da Seyyid Şerif Cürcani’nin yanında kıvamını bulan Bursa Kadısı Mahmut Çelebi’nin oğlu Selahaddin Musa’nın nihayet Semerkand’da noktalanan hayat çizgisinden öğreneceğimiz şeyler vardır. Bugünün şartlarıyla düşündüğümüzde hayâli bile güç olan bir Bursa-Semerkand seferini yaşayan ve Semerkand’da ilminin referansıyla sarayın en muhterem kişisi haline gelen Kadızade-i Rumi geçmişte Türk dünyasının gösterdiği birlikteliğin ve o devir Türk dünyasının ilim atmosferindeki ihtişamın da bir işaretidir. Aynı birlikteliği ve muhteşem iletişimi Türkiye’deki bir ansiklopedide “Buharalı bir çömlekçinin oğlu” diye gösterilen Emir Sultan’ın Buhara’dan gelip Bursa’daki Osmanlı sarayında Yıldırım Bayezid’in yanıbaşında bir “uyarıcı” olarak yeralışında da görebiliriz. Bugünün küçülen dünyasında iletişim imkanlarının geliştiği günümüzde bile düşünüldüğünde son derece heyecan verici bu etkileşim Türk dünyasının hangi çerçevede bir bütün olarak geliştiğinin göstergesidir. Bu bütünleyici ve gelişmeci etkileşim sekteye uğradıktan ve aynı manevi atmosfer altında birleşen kardeşler birbirlerini unuttuktan sonra Türk dünyasının ve daha ötesinde İslam ümmetinin çözülüşü başlamıştır dersek, yanlış olmaz. Bugün Türkistan’da yaşamakla olan müslüman kardeşlerimiz Kadızade-i Rumi’nin kabrini ziyarette belki garib duygular yaşamakta ve daha sonra yine aynı külliyedeki atalarının, hanlarının kabirlerine yönelerek ” Aziz-i vakt idik âdâ zelil kıldı bizi” mısraını gönül diliyle mırıldanmaktadırlar. Peki ya biz Rumi’nin hemşehrileri, bizler Kadızade’yi anlamak bir yana adını hatırlayanımız var mı?[123]

23.11.2013 (Cumartesi)

Semerkant’ta sabah bavulları otobüse verdik onlar kara yolu ile Taşkent’e götürülecek. Bizim kafile ise bazı ziyaret yerlerine uğradıktan sonra akşama doğru hızlı trenle Taşkent’e varacağız. Önce Emir Timur’un Türbesine vardık. Torunları, hocası ve şeyhi ile birlikte ebedi istirahatgahında uyuyordu. Sade mütevazi bir siyah mezar taşının altında bir dünya cihangiri vardı. Hocasının ayak ucunda biraz yüksek bir yerde şeyhi Seyid Umar hazretleri. Türkistan’da ulu zatların mezar başlarında bir ağaç gövdesi, pençe-i al-i aba ve tuğ bulunmaktadır. Mekke’de 9.yy’da yaşamış ve Emir Timur’un rüya aleminde gördüğünü ifade ettiği Mekke İmamı Ruhabad’ında üzerinde manevi feyzi olduğu söylenir. Burhanettin Kılıcı Sağarcı’nın türbesi de iki kızı sekiz oğlu ve ailesi ile Timur Türbesinin karşı tarafına düşmektedir. Kendisinde Peygamber Efendimizin yedi saç kılı bulunduğu onlarla Türkistana geldiği anlatılmaktadır. Bunlardan biri türbeye konmuş.

Emir Timur’un Türbesinde hem orada medfun olan Timur’un, Yıldırım Beyazıt’ın ailesine, hocalarına ve her ikisininde ordularının Müslüman erlerinin ruhlarına Fatihalar okuduk. Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri’nin oğlu“Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli”nin (Somuncu Baba), hatırına Yıldırım Beyazıt Bursa Ulu camiî’yi yapmıştı. Somuncu baba da Seyyit’ti Yıldırım’da, Timur’da Seyitlere, velilere hürmet gösterirlerdi. Allah ikisinden de razı olsun, kusurlarını bağışlasın. Kafilemizdeki Prof. Dr. Erdoğan Boz hoca’ya çalıştığı şahsiyetler olan “Somuncu Baba” ve oğlu “”Yusuf Hakiki Baba”yı hatırlatıyorum. Hadiselerin izahında insan aklının bazen çaresiz kaldığını kabulleniyoruz.

Emir Timur’un Devletinin haritası ve katettiği yolları gösteren haritayı Türbenin çıkışında görünce Timur’un Altınordu ve Anadolu, Memlük seferlerini düşünmeden de edemiyoruz:

“Emir Timur, yalnız Türk – İslâm dünyasının büyük hükümdarlarından biri olmakla kalmayıp, tarihin kaydettiği en büyük cihangirlerden biridir. Timur, 1336’da Mâverâünnehir’de Semerkand’la Belh arasında Keş kasabasında doğdu. 1370’te Mâveraünnehir Hâkimi Emir Hüseyin’in ölümünden sonra Mâverâünnehir’e tek başına hâkim oldu ve Semerkand’a gelerek tahta çıktı. “Biz ki, Mülük-ı Tûran Emîr-i Türkistanız! Biz ki Türk oğlu Türküz, Biz ki Milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk’ün BAŞBUĞUYUZ!…” diyen Emir Timur, 35 senelik hükümdarlığı süresince yaptığı bütün savaşları kazandı. Çin’e ve Delhi’ye kadar bütün Asya’yı; Irak, Suriye ve İzmir’e kadar bütün Anadolu’yu hâkimiyeti altına aldı. İdaresi altındaki coğrafyanın imarıyla yakından ilgilendi. Su kanalları inşa ettirdi. Büyük şehirleri ticaret yollarına bağladı. Özellikle Semerkant şehrini örnek bir yerleşim haline getirdi. Âlim ve iyi bir devlet adamı olan Timur, “Tüzükât-ı Timur” adıyla kanunlar çıkardı. İlim adamlarına büyük saygı gösterdi, İslâm âlimlerini meclisinde bulundurdu. “Tecrübe bana gösterdi ki, din ve yasalar üzerine kurulmayan bir devlet, uzun zaman yaşayamaz. Böyle devlet, çırılçıplak olup kendisini gören herkese karşı gözlerini yere dikmiş ve herkesin yanında saygı ve değerini yitirmiş adama benzer. Bu durumda böyle devlet, tavanı, kapısı, avlu duvarları olmayan ve her önüne gelenin içine daldığı eve benzetilebilir. Bunun içindir ki, ben devletimin çatısını, İslâmiyet üzerine kurdum. Devletimi idâre için yasalar düzenledim. Bu yasalar uygulandığı sürece, onlara aykın hareket etmekten sakındım” diyen Emir Timur’un “halkın haline vakıf olmak”, “iyilere iyilikle muamele edip kötülere kötülüklerini iade etmek”, “hükümet idaresinde kanunlara riayet etmek”, “askerlere daima hürmet etmek” “âlimlerle ve emirlerle sıkı ilişkilerde bulunup istişare etmek”, “adalet ve tarafsızlıkla Allah’ın kullarının hep iyiliğini istemek ve onların teveccühünü kazanmak” gibi düsturları, günümüzde dahi önemini korur niteliktedir.[124] Barlas Türk kabilesinin oğlu Timur’u daha yakından tanıyalım:At binen, kılıç kuşanan, attığı oku yüzük deliğinden geçiren bir çocuk; oniki yaşında savaşa katılan bir küçük bahadır; Savaşlardan, savaş talimlerinden arta kalan zamanını okumakla, büyük âlimlerden ders almakla geçiren genç bir idealist; Üç yüz kişilik bir kuvvetle on bin kişilik bir orduyu saf dışı bırakan eşsiz bir stratejist; Bir savaşta ayağından yaralanan ve bu yüzden adının sonuna topal anlamına gelen ‘lenk’ sıfatı eklenen hakan; Dünya tarihini ve özellikle Türk – İslâm tarihini, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen, dinin, ilim ve sanatın -koruyucusu; Çağının âlimleri tarafından “Sahib-ül Kur’ân” diye anılan hükümdar; Aman dileyenin dostu, düşmanlarının baş belâsı, askerlerinin mâbudu ve milletinin babası.[125]

Büyük Türk Hakanı Timur için, tarihçiler işte bunları söylüyor. Fakat, günahını sevabından, zulmünü adaletinden çok göstermek isteyenler de vardır. Kellelerden kuleler yaptığını, şehirleri yakıp yıktığını, merhametsiz olduğunu da söylerler. Yıldırım Beyazıt Han’la savaşmış ve kardeş orduları birbirine kırdırmış olmakla da suçlanır. Gerçekten Ankara Savaşından sonra Osmanlı Devleti bir süre bocalamış ve bir fetret dönemi geçirmiştir. Hattâ bu savaş, İstanbul’un fethini yarım asır geciktirmiştir. Fakat aynı tarihçiler, hattâ bütün tarihçiler, Timur’un son ana kadar savaşı başlatmamak için, Yıldırım’ın ise başlatmak için gayret gösterdiğini yazarlar. Timur, İlhanlı Devletinin kargaşalıklar.entrikalarla sarsıldığı, bocaladığı bir devirde Han olmuştur. Bu kargaşalığa Türk, Iran, Arap tarihçileri (Ş. Günaltay, Ebul Kasım Kâşanî, Arabşah ve başkaları) Yahudi tüccarların birinci derecede sebep olduklarını yazarlar. Bu tüccarlar Avrupa krallarının casusları idi, Asya’da bir köprü başı kurmakla görevlendirilmişlerdi. Ayrıca Türkistan’ı Hıristiyan misyonerleri doldurmağa başlamıştı. Timur bunların faaliyetine son verdi ve Avrupalıların düşmanlığını kazandı. Hindistan’dan Hıristiyan misyonerlerinin kovulmasını, Müslümanlığın yayılmasını sağlayan da odur. İşgal ettiği yerlerde putperest tapınaklarını, eski Yunan ve Roma eserlerinin kalıntılarını yıkmıştır ve bu yüzden ona “yıkıcı” demişlerdir. İsfahan’da yetmis bin kişiyi kılıçtan geçirip kelleleri kule kule gibi yığması da bazılarınca “İnsan kellesinden kule yapan hükümdar” olarak anılmasına sebep olmuştur. Bunu kendisi şöyle cevaplar: “İsfahan’a bıraktığım memurları ve beş bin kişilik askerimi, isyan edip, bir tekini bile sağ bırakmadan kılıçtan geçirdikleri İçin, dinsizlik ettikleri için”. Türk tarihçileri arasında Timur’u, Islâmiyeti ve din adamlarını kullanmak suretiyle Türk milliyetçiliğine darbe vurmakla suçlayanlar da vardır. Burada da Timur’un bir davranışını ve sözünü hatırlatmaktan kendimizi alamıyoruz: Timur, Iran seferinde, Şehnamenin yazarı ünlü şair Firdevsî’nin mezarına giderek, “Kalk, kalk da, hiç durmadan kötülediğin mağlûp Türk’ü şimdi gör!” demiştir.[126] Bundan daha önemlisi, gurur kaynağının ne olduğunu yukarıda yazdığımız sözleridir (…Biz ki Türk oğlu Türküz…). O, kendi devrine kadar Bilge Kağan’dan başka hiç bir Türk hükümdarının gösteremediği bir anlayışla bu sözleri demiştir.

Tarihçiler, Asya’da Türkçenin. Türk sanat ve edebiyatının. Fars kültürünün baskısı altında yok olup gitmesini önleyenin: Türkçenin ve Türk sanatının yücelmesi öne geçmesi örnek olması cığırını açanın o olduğunu da söylerler. Şimdi onun değerli siyâsî vasiyetnâmesini görelim: Vasiyet-nâmeyi yazanın, hele Timur gibi bir başbuğun şahsiyeti, fetihleri, bu fetihleri nasıl yaptığı ve daha başka neler yaptığı, ayrı bir cildi hattâ cildleri doldurur. Biz onun devrini ve ne olduğunu çok kısa olarak hatırlatmakla yetinecek, sonra vasiyetnâmesini sunacağız. Biz Timur’un sevap veya günahının, yapıcılık veya yıkıcılığının tartışılmasını otoritelere bırakıyor ve tarihî gerçeklere göre kimliğini şöyle belirtmek istiyoruz:

O, Sultan II. Murad Han’ın 1441 yılında yazdığı bir nâme ile kendisini Büyük Türk Hakanı olarak tanıdığını ve tâbi olduğunu bildirdiği âlim hükümdar Şahruh’un babası, şair hükümdar Hüseyin Baykara’nın ve bugün adı Ay’ın en geniş bölgelerinden birine verilen, Ay atlasında Türk adını bulunduran ünlü astronom Uluğ Beğ’in dedesidir. Timur, Türkistan’ın Keş şehrinde, 1335 yılında dünyaya geldi. Babası Turgay, Gazan Hanlığına bağlı Barlas Beyliğinin beyi idi. Annesi Tigin Hatun’un Cengiz soyundan geldiği söylenir. Devrin âlimleri, İlhanlı Devletindeki hızlı çöküntüyü durduracak lider olarak Timur’u seçtiler ve Timur kendisine güvenenleri yanıltmadı. Mücadeleye atıldı ve zorlu savaşlar vererek Han oldu. Hükümet merkezini Herat’tan Semerkant’a nakletti. Onun devrinde Semerkant dünyanın en mamur şehri, tarihçilerin ifadesine göre bir “yeryüzü cenneti” idi.[127]

Saltanatı otuz altı yıl sürdü. “Kıymetli bahadırlar sayesinde pek çok yer fethettim ve yirmi yedi ülkenin hakanı oldum” diyor ve hakanı olduğu ülkeleri şöyle sıralıyor: “Turân, İran, Rum (Anadolu), Mağrib, Suriye, Mısır, Irak-ı Arab, Irak-ı Acem, Mazenderan, Geylan, Şirvan, Azerbaycan, Fars, Horasan, Cidde, Büyük Tataristan, Harzem, Hotin, Kabilistan, Bahter, Zemin, Hindistan (yirmi iki yer sayıyor, diğerleri de Gürcistan, Ermenistan gibi Kafkas ülkeleri olsa gerek). Timur son seferini Çin’e yapacaktı. 1404 yılı kışında, her tarafın karla kaplı olduğu bir zamanda yola çıktı. Ömrünün sonuna yaklaştığını seziyor, en büyük cihadını geciktirmemek gerektiğine inanıyordu. Çin sınırındaki Otrar şehrine geldiği zaman durdu. Burada ordusuna büyük bir geçit töreni yaptırdı. Kuğu avı düzenledi. Fakat Timur hasta idi. Hekimbaşı Fazlullah, onun ölüm döşeğinde olduğunu apaçık bildirdi. Bunun üzerine Timur vasiyetini hazırladı. Saray adamlarını yanına çağırarak torunu Pîr Muhammed Cihangir’i veliaht tayin ettiğini söyledi. Kumandanlarına “Pîr Muhammed’e, bana olduğu gibi itaat edeceksiniz” dedi. Bütün kumandanları ağlayarak sadakat yemini ettiler. Bundan sonra Timur torunlarına ve orada bulunanlara vasiyetini sözlü olarak özetledi, fakat asıl vasiyetnamenin yazılı olduğunu, ona uyulmasını istedi. Son sözü “Lâilâhe illallah” oldu. Ölüm tarihi 19 Mart 1405’tir. Cenazesini mumyalayarak Semerkant’a götürdüler. Sağlığında. Peygamber soyundan olan İmam Berke için yaptırdığı türbeye, İmam Berke’nin yanına gömdüler. Vasiyeti, ölüm döşeğinde söyledikleri ile, yazılı tüzüklerinin vasiyetnâme niteliğindeki bölümleridir. Bu tüzüklerin vasiyeti olduğunu, bunlara uyulmasını kendisi söylemiştir. Tarihimizde “Tüzükât-ı Timurîn” olarak bilinen bu eserin son yıllara kadar günümüz Türkçesiyle ve anlaşılır bir dille yayınlanmamıs olması esef vericidir. Oysa, bütün Doğu ve Batı dillerine çevrilen bu eser en çok bizi ilgilendirir.

Vasiyeti Ölüm Döşeğinde Söyledikleri :

Oğullarım, Milletin refahını, saadetini sağlamak için sizlere bıraktığım vasiyeti ve tüzükleri asla unutmayın ve tatbik edin. Milletin dertlerine derman bulmak vazifenizdir. Zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin zulmüne bırakmayın. “Adalet ve iyilik etmek rehberiniz olsun. Benim gibi uzun saltanat sürmek isterseniz, kılıcınızı iyice düşünerek çekiniz, bir defa çektikten sonra da onu ustalıkla kullanınız. Aranıza nifak tohumları ekil-memesi için çok dikkatli olun. Bazı nedimleriniz ve düşmanlarınız nifak tohumu saçmaya, bundan faydalanmaya çalışacaklardır. Fakat vasiyetimde size idare şeklini, ana ilkeleri gösterdim. Bunlara sadık kalırsanız taç başınızdan düşmez. Ölüm döşeğinde söylenen babanızın bu sözlerini unutmayın. Benden sonra hakan, Pîr Muhammed Cihangir olacaktır. Ona, bana itaat eder gibi itaat edeceksiniz. Kumandanlarım, şimdi itaat yemini ediniz! (Ve bütün kumandanlar, saray adamları, ağlayarak yemin ettiler).[128]

YAZILI VASİYETİ: (Tüzükât-ı Timurîn)

Benden sonra bazılarınız Allah’ın yardımı ile hükümdar olacaksınız. Bunun için size, en büyük armağan olarak, başarı yollarını gösteren bir nizâmnâme, benim şaşmadan uyguladığım ilkeleri bırakıyorum. Bunları sizin için bir araya topladım. Vaktiyle karşılaştığım güçlükleri ben, Allah’ın lûtfu ve Muhammed Dininin tesir gücü ile, bu ilkelere dayanarak yendim. Dilerim ki bunlar sizin için de bir baht kaynağı ve istikbal olsun. Bu ilkeler, bırakacağım devletin bekası için, idare tarzınız, hal ve hareketleriniz için, esas olsun. Bu ilkeler oniki maddeden ibarettir. Çok önemli ve gerekli oluşlarının delili, benim onlardan yararlanmış olmamdır. Bunlar sayesinde ben, nice kaleler fethedip, bir cihan devleti kurdum. Fethettiğim yerleri muhafaza ettim, milletin güven ve sevgisini kazandım. Benim uyguladığım ve size de vasiyet ettiğim o ilkeler şunlardır:

I Allah Dinini, islâm şeriatini, dünyaya yaymacı gaye edindim. Her zaman ve her yerde islâmiyeti tuttum.

II. Adamlarımı oniki gruba ayırdım. Gerek kalelerin fethi için, gerek fethettiğim yerlerin idaresi için, bu ayrımı yaptım. Üstün görüşleriyle bana yardımcı oldular. Talihimin kaynağını gür kılmaları ve yükselişimi sağlamaları için onları vazifelendirdim. Onlar, sarayımın süsü idiler.

III. Düşman ordularını yenmek ve memleketler fethetmek için ilim adamlarıyla görüşmenin faydası çoktur ve onlara danışmak şarttır. Bunun tedbirler almada ve daima uyanık bulunmada faydası olur.

Devlet idaresinde her zamankiyi niyet ve sabırla hareket ettim. Hiç ilgilenmiyor görünerek her şeyle ilgilendim. Kabiliyetimce her şeyi denetimim ye hükmüm altında bulundurdum. Dost ve düşmana eşit derecede ilgi gösterdim.[129]

IV. Nizam ve kanunlara bağlılık esastır. Bunu kutsallaştırdım. Onun için, nazırlar, kumandanlar ve halk, bulunduğu rütbe ve sınıftan memnun idi. Hiç kimse bir üst rütbe ve üst sınıf için can atmazdı.

V. Kumandan ve askerlerimi, güçlü, hareketli, müreffeh kılmak için, onlardan altın ve değerli eşyaları esirgemedim. Onları kendime baş tacı yaptım. Onlar da savaşlarda canlarını vermekte tereddüt etmediler. Günlük ihtiyaçlarını bol bol karşıladığım, derdine ortak olduğum için, bana hep bağlı kaldılar. Böylece, kıymetli bahadırlar sayesinde, yirmi yedi ülkenin hakanı oldum: Iran, Turan, Rum, Mağrib, Suriye, Mısır, Irak-ı Arab, Irak-ı Acem, Mazerderan, Geylan, Şirvan, Azerbaycan, Fars, Horasan, Cidde, Büyük Tataristan, Harzem, Hotin, Kabilistan, Bahter, Zemin, Hindistan.. Bütün hu memleketleri idarem altına aldım. Han elbisesini giyince dinlenmeyi bir tarafa bıraktım. Her zaman düşman ordularını dağıtacak planlar düşünür, hazırlardım. Askerlerle kumandanları arasında saygı, sevgi azalınca, isyanlar çıkıp katı sözler söylenince, sabırlı davrandım, önem vermez göründüm ama asla ihmal etmeden onları sakinleştirmeyi bildim. Savaş meydanlarında, askerlerim gibi ben de düşman saflarının içine atıldım. Kendi rahatımı düşünmedim. Fedakârlık yaparak, çalışarak, savaşarak, bunca ülkenin hakanı oldum. Şöhretim en uzak yerlere ulaştı.[130]

VI. Adalet ve tarafsızlıktan ayrılmadım. “Bir” olan Allah’a tapanların iyilik dağıtıcısı oldum. İyilik gördüm. Suçsuzlara da. Suçlulara da âdil davrandım. İnsanların kalbini kazandım. Adalet ve iyi niyete dayanarak hüküm verdim. Fakat disipline de çok önem verdim Otoriter bir idare ve siyasetle, askerlerimi, korkan, savan, seven ve memnun olan insanlar kıldım. Askerlerim gaza meydanlarında beni daima yanıbaşlarında buldular. Ezileni ezenin elinden kurtardım. Şahısa, mala ve mülke zarar verenler için yasaları uyguladım. Suçsuzları hiç bir zaman suçlu çıkarmadım. Plânlarıma karşı çıkanlara, hattâ bana kılıç çekenlere bile, aman diledikleri zaman iyi niyetli davrandım, insanca muamele ettim, hak ettikleri saygıyı gösterdim.

VII. Peygamber soyundan olanlara, ilim adamla-rına, kadılara, mütefekkirlere, tarihçilere özel ve yakın ilgi gösterdim. iyi ve cesur adamlar —Çünkü Allah da böylelerini sever— benim dostlarımdı. Alimlerle devamlı istişare halinde bulundum, gönlü yüce insanların sevgisi ni kazanmâya çalıştım.. Onlara danışarak ve dualarını alarak zaferler kazandım. Yoksulları korudum, kötülük görmemeleri için çalıştım ve isteklerini yerine getirdim. Dedikodu yapanları, gıybet yapanları safımdan kovdum, bu gibilerin fikirlerine kulak asmadım.

VIII. Düşünüp başladığım bir işi yapmakta azimli hareket ettim. Başladığım işe aklımı tam verip başarmadıkça bırakmadım. Davranışım düşündüğümden ayrı olmadı. Şiddete baş vurmadım. Allah beni kötü hareketlerimden dolayı cezalandırır, korkusunu daima içimde duydum, kızgınlık ve şiddet göstermemeye çalıştım.Âdem atamızdan Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’e ve ondan benim zamanıma kadar gelmiş geçmiş hakanların kanunlarını, ilim adamlarına sorup öğrendim. Onların hal ve hareketleri, bilgileri, hikmetli sözleri genç yaşımda kalbime yerleşmişti. Onların fikirlerini, hareketlerini örnek aldım. Yıkılışlarının sebeplerini de araştırdım ve düşünüp, onların düştüğü hataya düşmemeye çalıştım. Vergilerde adaletsizlikten sakındım. Kötü niyete, rüşvete ve zulme fırsat yermedim. Çünkü bunun, isyanı, başka kötülükleri doğuracağmı, bu kötülüklerin de ırkı ve cemiyeti mahvedecek kötülükler olacağını biliyordum.[131]

IX. Halkın içinde bulunduğu durumu tam olarak bilmeye çalıştım. Büyüklere kardeşim, küçüklere çocuklarım gibi davrandım. Eyaletlerin, illerin âdetlerine, örflerine saygı gösterdim. Yeni fethedilen yerlerdeki halkın ve ileri gelenlerinin de sevgisini kazandım. İdareye, bunların örf ve âdetlerini öğrenmiş, güvenlerini kazanmış kimseleri getirdim. Tebaanın meselelerini bana bildirmeleri için, halkı ve ili iyi bilen kişilere vazife verdim. Bu adamların haber almada ve halkla ilişkiler kurmada kusurlu davrandıklarını görür görmez onları cezalandırdım. idareciler, askerler veya halk arasından zulüm yapanlar olursa, onları adalete teslim etmekte gecikmedim.

X. Herhangi bir kabile —Arap veya Acem göçebeleri— benim tuğumun altına girmek istedikleri zaman, beylerine saygı gösterdim, şereflendirdim. Adamlarına da durumlarına göre davrandım. İyilere iyilik ettim, kötülere kötülüklerini geri verdim. Benimle dost olanlar buna hiç bir zaman pişman olmadılar. İyilik ve yardım edeni karşılıksız bırakmadım. Düşmanım olanlar bile, haksız olduklarını anlayıp özür diledikleri zaman, onlara dostça davrandım. Meselâ, Şir Behram dostum oldu, fakat işini unutup ganimet sevdasına kapıldı, hattâ bana kılıç çekti. Sonra da, tuzumu ekmeğimi yemiş olduğunu düşünerek hata ettiğini anladı, af diledi. Ben de düşündüm: Bu adam şerefli bir sülâleden geliyordu, mertlikleri olmuştu, usta bir savaşçı idi. Bu vasıflarından dolayı onu affettim. Eski rütbesine denk bir rütbe verdim.[132]

XI. Oğullarım, torunlarım, dostlarım gibi, benimle münasebeti olan herkes benden iyilik gördü. Güçlenmem ve yükselmem muhteşem bir hükümdar olmam, bana hiç kimseyi unutturmadı. Herkese lâyık olduğu saygıyı gösterdim, armağanlar verdim. Daima, ‘iyilik eden ve koruyan’ olmağa çalıştım. Oğullarımda, torunlarımda kan bağına önem verdim. Onların yaşayış ve hareketlerine kötü niyetle müdahale etmedim. Herkesi iyice tanımaya çalıştım ve ona göre davrandım. İkbal yıldızımın parlaklığını yitirdiği zamanlarda edindiğim tecrübeler, dosta ve düşmana nasıl davranacağımı bana öğretmişti.

XII. Benim lehimde olsunlar, aleyhimde olsunlar, askerlere daima saygı gösterdim. Devamlı bir mutluluğu bir anda yok oluverecek bir şey için feda edenlere, şükran duyguları sunmak bir borçtur. Onlar gazaya koşar ve hayatlarını feda ederler. Düşmanımın sadık beylerine ve savaşçı erlerine de kalben dostluk besler, saygı duyardım. Tuğumun altına geçtikleri zaman onları samimî arkadaşlarım arasına alarak, bahadırlıklarını ve sadakatlerini mükâfatlandırırım. Fakat iş sırasında, savaş sırasında kutsal yasayı çiğneyerek kumandanını terkedip bana gelen düşman askeri, bana göre insanların en kötüsü. en bayagısıdır: Toktamış Han ile olan savaşta, kumandanları gelip bana katılmak istediklerini söylediler. Düşmanım olan Toktamış Han’a karşı hainlik etmek istediler. Onlardan nefret ettim. “Simdi hanlarına ihanet edenler, yarın bana da ihanet eder” diye düşündüm ve onlara “hain, alçak, mel’un” olduklarını söyledim. Tecrübe ile şunu da öğrendim ki, din ve yasalar üzerinde kurulmayan bir devlet, uzun zaman ayakta kalamaz. Dine ve yasalara dayanmayan devlet, kalabalık içinde  çıplak kalarak gözlerini vere indirmiş, saygı ve itibarını yitirmiş bir adama benzer. Onu, tavanı, kapısı, avlu duvarları olmayan ve herkesin serbestçe içeri daldığı bir eve de benzetebiliriz. İşte bunun içindir ki ben devletimin çatısını İslâmiyet üzerine kurdum. İdaresi için yasalar koydum. Yasalar yürürlükte kaldığı sürece onlara aykırı hareket etmedim. Kalbimde yer eden ilk yasa, İslâmı dünyaya yaymak ve şeriati tatbik etmek olmuştur. Her yere İslâmiyeti, bu saadet güneşini götürdüm. Onu, devleti min süsü kıldım. Hz. Muhammed’in dinine girecekleri çoğaltmak için Seyidlerden (Peygamber soyundan olan) birini çağırdım ve onu Müslümanlar üzerine tam yetki ile vazifeli kıldım: Vakıflarla ilgili işleri yapacakları, camilerde, şehir ve kasabalarda kadıları, müftüleri ve tahsildarları o tayin eder. Seyidlere, âlimlere, şeriat ulemasına ve değerli kişilere maaş bağlama işini de o yürütür.[133]

Kendim, birisi ordu mensupları, öteki de siviller için iki kadı görevlendirdim. Her eyalete birer kadı gönderdim. Bunların vazifesi, Müslümanları yasak şeylerden alıkoymak ve onları terbiye etmektir. Anadolu’dan Hindistan’a kadar uzanan sahada kısa zamanda büyük Şehirlere camiler, yollara kervansaraylar, nehirlere köprüler yaptırdım. Her şehirde, dini ivi bilen adamlar vasıtasiyle, âlimlerin tefsirlerine ve mukaddes geleneklere uvgun olarak, Kur’ân-ı Kerim’i öğrettirdim Dine ait şeyleri bana da sunmalarını kadılara ve müftülere emrettim. Ayrıca, bir Adalet Nazırlığı kurdum ki, halkımla askerlerim arasındaki anlaşmazlığı bana . bildire. İslâm dinini sağlam esaslara dayanarak yaymak için de yasalar koydum. Küçük büyük her Mü’min, din üzerindeki gayretlerimi görünce, din adamlarının da takdir ve saygısını kazandım: Her asırda Allah, Muhammed Dinine bir müceddit, bir yayıcı göndermiştir. İçinde bulunduğumuz bu sekizinci asırda, parlak bir yıldız altında dünyaya gelen dünya bahadırı Timur, Muhammed dininin yayıcısıdır. İslâm dinini dünyaya yaymaya çalıştığım için, bu asırda, “Din yayıcı” unvanı benim hakkımdır. Âlimler âlimi Seyid Şerif, bana gönderdiği bir mektubunda şöyle demişti: “Allahım, Hz. Muhammed’in dinini yükseltmek isteyenlere yardımcı ol. O’nu terk edenleri sende terk et”. Hicret’den bu yana sekiz asır geçti. Her asırda Hüdayı Müteal, sevgili resulünün dinine bir koruyucu ve yayıcı göndermiştir. Ulu Allah’a şükürler olsun, sekizinci asırda bu vazife Emir Timur’a, bu cihan bahadırına verilmiştir! O, şehirlere, eyaletlere, geniş ülkelere İslâmiyeti götürdü.

Daha önce yaşamış ilim adamlarından öğrendik ki, birinci asırda dinin koruyucusu Ömer bin Abdülâziz idi. Ondan az önce, Emeviler camilerde Hz. Ali aleyhinde konuşmalar yaparak İslâm dinini sarsmaya başlamışlardı. Ömer bin Abdülâziz, bu kötü gidiş durdurdu. Müslümanlar arasına anlaşmazlık sokulmuşdu, Bazıları haklı vazifeleri kabul etmiyor, diğer bazıları da İmam Ali, Abbas, Hüseyin aleyhinde bulunuyorlardı. Kan dökülmek üzereydi. Ömer bin Abdülâziz bunu önledi ve dini korudu. Ikinci asırda, Islâmın hâmisi ve yayıcısı Mem’un idi. Bu Halife, kendisine sunulan yetmiş iki teklifi reddetti. çünkü bunlar kusurlu idi. Sonra o kendi görüşünü bildirdi ki doğrusu ve dine uygun olanı bu idi. O, Horasan’dan Ali Rıza’yı dâvet etti, onu kendisine halef yaparak devlet idaresini almaya razı etti. Üçüncü asırda İslâmın savunucusu Abbasilerden Muktedir Billâh oldu. O tarihlerde Ebu Tahir Mekke’yi. zaptetmiş, Arafat üstünde otuz bin hacıyı kılıçtan geçirmiş idi! Hacer-ül Esved’i Kâbe’nin duvarından sökmüşlerdi. İslâm ülkelerinde yağma ve katliam oluyordu. Din can çekişiyordu, işte, Muktedir Billâh, haydutları sindirdi. Dini doğruladı. Dördüncü asırda Mü’minlerin savunucusu Azzüd Devle idi. Abbasilerden Muti bin Emrullah Mü’minlere çok kötülük etmiş, Haricîler zulümle gerçek dini zararlıymış gibi göstermeğe çalışmışlardı. Zulüm ve onunla birlikte dinsizlik yayılıyordu. Azzüd Devle, Muti bin Emrullah’ı yendi, onun yerine Tayibullah’ı geçirdi, islâm dinini yaymaya çalıştı. Cinayetleri, zulüm ve adaletsizlikleri ortadan kaldırdı. Beşinci asırda, İslâmın savunucusu Melikşah’ın oğlu Sultan Sencer idi. Bu zat, Ahmet Cami ile Hâkim-i Sanî’nin devrinde yaşamış ve onların yolunu tutmuştu. İslâm dinine çok bağlı olan Sultan-Sencer büyük dinimize aykırı bir hareket yapmadı ve yaptırmadı. Altıncı asırda, henüz Müslümanlığı kabul etmemiş olan Türkistan, İslâm memleketlerinin fetihlerini yavaşlatıyor, engelliyordu. O zaman Cenab-ı Allah Gazan Han’ı gönderdi. Allah, Gazan Han’ı yüz bin Türkün başına geçirmişti. Bunların hepsi Lar Ovasında ‘Kelime-i Tevhid’ getirdikten sonra İslâmiyeti kabul ettiler. Gazan Han, bu yeni Müslümanların yardımiyle Şiileri yendi, uzaklara sürdü, İslâm dinini eyalet ve memleketlere yaydı. Yedinci asırda, dinin koruyucu ve yayıcısı, Muhammed Hüdabende lâkabı ile anılan Argon Han oğlu Olcaytu idi. Bu zat 703 Hicrî senesinde kardeşinin tahtına çıkınca, öğrendi ki. cemaatle kılınan namazlarda “Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed” denilmesi ihmal ediliyor. Bunun üzerine âlimleri topladı, ihmal edilen sözün gerekli olup olmadığını sordu. Âlimler “gereklidir” dediler.O zaman Muhammed Hüdabende yine sordu: öteki peygamberlerin yalnız kendilerine dua ediliyor, Hz. Muhammed’in sülâlesine de dua ediyoruz, bunun sebebi nedir?” Âlimler bu soruya bir cevap bulamadılar. O zaman Muhammed Hüdabende şöyle dedi: “Bana göre bunun iki sebebi var: Hz. Muhammed’in düşmanları, O’na, soyu kurumuş anlamına gelen ‘ebter’ demişlerdi Cenab-ı Hak ebterliği böyle söyleyenler üzerine bıraktı ve onların soyu azalıp kurudu. Öteki peygamberlerin dini ve din müesseseleri sapmalara uğrar, değişebilirdi. Fakat Hz. Muhammed’in getirdiği din ebediyen yaşayacaktır. Bu yüzden ona inananlar sülâlesine de dua etmek zorundadırlar.”[134]

Olcaytu Han’ın (Hudabende’nin) bu açıklaması, üzerine bütün mü’minler Peygambere ve onun soyuna salâvat getirdiler ve bütün din uleması onu tasdik etti. Olcaytu Han da bundan böyle Peygamberin sülâlesine de dua edilmesini buyurdu. Din uleması ona “Şeriatin Yayıcısı” unvanını verdiler. Seyid Şerif bana yazdığı mektubunda şöyle diyor: “Sekizinci asırda İslâm dinini Timur Han yaymıştır. Timur Peygamber soyuna ve ulemaya saygı gösteriyor ve devleti onların rızası ile idare ediyor.”Seyid Şeriften bu mektubu alınca Allah’a şükrettim ve İslâm dinini yayabilmek için kendisinden de yardım dilediğimi bildirerek Pîrime bir mektup yazdım. Mektubumun kenarına şunları yazdı: “inananların bahadırı Timur Han bilmelidir ki, dinin yayılmasının ve korunmasının kendisine verilmesi Allah’ın ona bir lûtfudur. Bu lûtfun daha da artması için Timur iyi hareketlerini arttırmalıdır.” Pîrimin yazdıklarını okuyunca âlimlere ve Peygamber soyuna daha çok ilgi ve saygı gösterdim, İslâmiyeti yaymak için elimden geleni yaptım. Mektubun bir suretinin tarihime konulmasını emrettim. Dinin esaslarını, mukaddes kanunları yerleştirdikten sonra, idareyi sürdürmek için devletin medenî kanunlarını ve tüzüklerini düşünmeye, bunları hazırlamaya başladım. Bu kanun ve tüzüklerin hazırlanmasında şu dört ana ilkeden hareket ettim: 1) Hükümet etme görüşümü İslâmiyet üzerine kurdum. Yasalarım ve buyruklarım o kadar kuvvetli idi ki, tatbikinde güçlük çekmedim ve hiç bir kaybım olmadı. 2) Tebaamı ve askerimi “korku ve ümit” arasında tuttum, iş ve hareketlerine karşı sabır gösterdim. Bana sığınanlara, beni sevenlere bağışta bulundum. Sadakatleri daha da arttı. Fakat, bana sığınan düşmanlarıma da güler yüz göstererek düşmanlıklarını dostluğa dönüştürdüm. Kimsenin hakkı üzerimde kalmadı. Bir kere tebaamın arasına aldığım kişiyi asla kovmadım. Başbuğ olunca iyi davranışlarım sayesinde bana kötülük edenler bile şaşırıp kaldılar. Ben, bana yapılan kötülükleri unutmaya, fakat iyilikleri unutmamaya çalıştım. 3) Hiç bir hareketim intikam almak için olmamıştır. Böyle bir hırsa kapılmadım. Düşmanlarımı Ulu Allah’ın adaletine bıraktım. Yanımda bahadır, hareketli ve tecrübeli savaşçılar bulundurdum. Büyük adamları, seyyidleri ve âlimleri yanımda tuttum. Korkakları, hainleri ve kötüleri toplantılarıma almadım. .4) Allah’a ibadet edenlere karşı güler yüzlü, iyi kalbi i olmaya çalıştım. Şıddet ve zulümden çekindim. Pîrim bana şöyle yazmıştı: “Timur bilmelidir ki devlet idaresi, Allah’ın bütün kâinatı idaresinin bir benzeridir. Devlette işçiler, rençberler, nazırlar, muhafızlar vardır. Kimse kendi işinden başkasına karışmaz. Sen de mukaddes emirlere ihtimam göster. Emirlerini, âmirlerini, çalışanları ve onların reislerini dikkatle gözet. Her biri vazifesini lâyıkı ile yapsın ve sana sadakat yemini versinler. Sınıflara göre derece ve vazifeleri adaletli olarak ver ki devlette akıl ve eşitlik olsun. Kendi işlerinde ve halk arasında nizama uy, yoksa devletin yıkılması gecikmez. Bir adamı veya şeyi, yerinde ve zamanında kullanmak sana düşen bir vazifedir. Peygamber soyunu üstün tut ve saygı göster. Onlara yardımdan çekinme. Çünkü doğruluk uğruna harcanan para boşa harcanmış olmaz. Milleti oniki sınıfa ayır, bu sınıflar devletin direkleri ve süsü olsunlar.”[135]

ONİKİ SINIF : Halkı oniki sınıfa ayırdım. Devletin yükselmesi bu sınıflar üzerine kurulur. Ben onları gökyüzündeki burçların oniki işareti ve Emir-i idaremin oniki ayı olarak görürüm. Birinci sınıf : —Peygamber soyundan gelenler, âlimler, kadılar: Bunlar sarayın süsü ve şerefidirler. Han’ın yakın çevrecinde olmalıdırlar. Şeriatın buyurduğu ve yasakladığı şeyler onlardan öğrenilir. _ İkinci sınıf : Akıllılar, tecrübeli yaşlılar: Han bunlarla görüşürken aynı dereceye sahipmiş gibi davranmalı ve onların tecrübesinden istifade etmelidir. ..Üçüncü sınıf: Din adamları : Savaşta ve barışta bunların da görüşleri alınmalıdır. Bunların savaş zamanlarındaki tavsiyeleri ve ordu üzerinde mânevi tesirleri zaferin kazanılmasına yardımcı olur. Dördüncü sınıf: Kumandanlar, reisler: Bunlar kurultaya alınmalıdır. Kurultayda bulunan herkes eşit sayılır, ast, üst yoktur. Beşinci sınıf ; —Ordu  ve halk: Bu iki sınıf birbirine eşit tutulmalıdır. Altıncı sınıf: nedimliğe getirilen kişiler: Nedimler sultanın gizli açık her şeyini bilir, ama kimseye açıklamazlar. Tedbirde de gecikmezler. Yedinci sınıf: Vezir ve kâtipler : Bunlar divanın süsü, devletin .aynasıdırlar. Memleketin en ücra yerindeki durumu bilir,. tedbirde gecikmezler. Hazinenin korunmasından, halkın refaha kavuşturulmasından, fitne ve bölücülüğü önlemekten sorumludurlar. Sekizinci sınıf:Tabibler, müneccimler, mimarlar : Halkın refaha ulaşmasında bunların da rolü ve sorumluluğu büyüktür. Dokuzuncu sınıf: Tarihçiler: Mefkûreve ulaşma yollarını gösterirler. peygamber ve velîlerin hayatlarını yazarak ortaya koyarlar. Bir hakan bunları bilmelidir. Hakanın başarısı daha evvel yaşamış hakanların, idarecilerin hareketlerini de bilmesine bağlıdır. Onuncu sınıf: İhtiyarlar, dindarlar ve ulûm-u ilâhiye âlimleri: Bu uhrevî âlem sohbetçileri ile görüşmek hakanın başarısına, onun Allah’a yaklaşmasına, devletin yücelmesine faydalı olur. Onbirinci sınıf: Askerlerin silâhını yapan ve koruyanlar: Bu sınıf silâh yapar, tamir eder ve muhafaza eder. Onikinci sınıf: Tüccarlar ve kervan reisleri : Memleket içinde her ferdin devleti korumak nasıl vazifesi ise, uzak memleketlere, başka milletlerin arasına giden tüccar ve kervan reisleri de, öylece devlet için sırlar toplamak, kendi memleketleri için faydalı olacak sırları, hünerleri getirmekle vazifelidirler. Memleketin ithalât ve ihracatı halkın refahına tesir ettiği için çok önemlidirler. [136]

Devletin kudret ve şevketini arttırması için de uyulacak oniki esas tespit ettim:

1. Han, başkalarının görüşlerine önem verir, onlardan faydalanır, ama karar ve emir onundur. Ve ordu inanmalıdır ki Han’ın buyruğuna uyulur, başkasının tesiri altında kalınmaz. 2. Han adaleti gözetmeli ve vezirinin de adaletli, faziletli, iffetli, akıllı olmasını istemeli, böyle vezir seçmelidir. 3. Han, emir ve yasaklamalarında sebatlı olmalıdır. 4. Han, kararından dönmemelidir. 5. Han’ın emrine karşı gelinemez, bu emirler tesirsiz hale sokulamaz. Karşı gelenler cezalandırılır. 6. Devlet işlerine yabancılar karıştırılmaz, idare yabancılara asla bırakılmaz. 7. Han, hiç kimsenin ikazını küçümsemez, aklında tutar ve gerekirse tatbik eder. 8. Han, ordu ve halk işlerinde tesir altında kalmaz, taraf tutmaz, yalnız gerçeğe bakar. 9. Han, ordusu ve halkı üzerinde tesirli olmalı, sevilmelidir. 10. Han’ın, verdiği emirler demir gibi sağlam olmalıdır. 11. Bir defa, değer verdiği kişilerle görüşüp onları dinledikten sonra, tüzükleri kendisi hazırlar ve yayar, yardımcı istemez. 12. Han, çevresindeki insanlar için şüpheci olmalıdır, onları çok iyi tanımalıdır. Bir han seçeceği vezirde şu vasıfları aramalıdır: 1 — Hassas ve yüce bir ruh sahibi, 2 — Her işi zamanında yapan ve çok akıllı, 3 — Asker ve halka kendisini sevdirmesini bilen, 4 — Affedici ve barışçı bir anlayış. Bu vasıfları bulunan bir kimseyi vezir yaptıktan sonra da ondan şunları esirgememelidir: 1 — İnanmak ve güvenmek, 2 — Saygı ve sevgi, 3 — Serbest hareket, 4 — Kendi gücü ve nüfuzu ile onu desteklemek.[137]

Emir Timur’un vasiyetnamesini okuduktan sonra Batı Türklüğü cephesinden’de Beyazıt Timur meselesini okuyarak ve bu bahsi noktalamayı düşünüyorum:

 Timur neden Anadolu’ya yöneldi?[138]

İmparatorluk kuran Timur, Selçukluların ve İlhanlıların varisi sıfatıyla Anadolu’daki devlet ve beyliklerin kendisine tabi olmasını istiyordu. Ayrıca Osmanlıların kendi topraklarına fazla yaklaşmasından dolayı da rahatsızlık duyuyordu. Timur’un batı seferi sadece Osmanlılara yönelik değildi. Uzun zamandır ihtilaflı olduğu Memlûk Devleti’ni işgal etmek için Sultan Berkuk’un ölümü de ona bir fırsat yaratmıştı. Bu dönemde Yıldırım’ın fetihleri sebebiyle Osmanlılar ile Memlüklerin arasının açılması da Timur’un işini kolaylaştırdı. Timur, Bağdat’ı ele geçirip batıya doğru ilerlemeye devam edince, Celayirli hükümdarı Ahmed ve Karakoyunlu Devletinin reisi Kara Yusuf, Osmanlı İmparatorluğu’na sığındı. Bu iki hükümdarın durumu, Timurlular ile Osmanlılar arasında sert yazışmalara sebep oldu. Anadolu beyliklerinden toprakları Osmanlılar tarafından fethedilenlerin beylerinin Timur’a sığınması ve Osmanlara vergi veren Erzincan Emiri Muttaharten’in de Timur’un himayesine girmesi iki tarafın arasını iyice açtı. Bu arada Osmanlıları durdurmak isteyen Bizans, Venedik ve Ceneviz de Timur’u Osmanlılara karşı kışkırtıyordu.

Timur’un Birinci Anadolu seferi nasıl neticelendi?[139]

Timur batıya doğru harekete geçtiğinde Osmanlılar, Memlükler, Altınordu ve Kadı Burhaneddin Ahmed Beyliği arasında ona karşı bir ittifak oluşturulmaya çalışıldı. Kadı Burhaneddin Ahmed’in ölümü ve Yıldırım’ın doğudaki fetihleri sebebiyle Osmanlılar ile Memlüklerin arasının açılması yüzünden bu ittifak aksadı. Bu durumdan faydalanan Timur önce Altınordu’yu, ardından Memlükleri, daha sonra da Osmanlıları mağlup etmiştir. Erzincan’ın kimin hakimiyeti altında olduğu meselesi yüzünden yapılan sert yazışmalarla iki devletin arası iyice açılmıştı. Osmanlı topraklarına giren Timur, 18 günlük bir kuşatmanın ardından 10 Ağustos 1400’de Sivas’ı teslim aldı. Sivas’ın ardından Malatya’yı da ele geçiren Timur, Osmanlı topraklarından çıkarak Memlüklerin üzerine yürüyüp, Suriye’yi işgal etti. Sivas’a yardım edemeyen Yıldırım, Timur’un Suriye’ye inmesi üzerine onunla işbirliği yapan Muttaharten’i cezalandırmak için harekete geçti. Erzincan ve Kemah’ı ele geçirdi. Bu hadiseler iki devletin arasını iyice açtı. Bundan sonra iki devlet arasında barış görüşmeleri olduysa da, bir netice çıkmadı. Timur karışıklık içerisinde bulunan Çin’e sefere çıkmadan önce, arkasında Yıldırım gibi birini bırakmak istemiyordu. Kendisi Çin seferindeyken Yıldırım Bâyezid’in batıdaki topraklarını işgal edebileceği endişesini taşıyordu. Ancak Osmanlıların, Hristiyanlara karşı savaşmaları sebebiyle edindikleri saygınlıktan dolayı, bu seferi ağırdan aldı ve kabul edemeyeceği teklifler ileri sürerek, savaşın suçunu Yıldırım’ın üzerine yıkmaya çalıştı.

 Ankara Savaşı nasıl cereyan etti?[140]

Yıldırım, Timur’u karşılamak için Tokat civarlarına gitmişti. Timur ordusunun daha kalabalık olmasına rağmen, süvarilerinin fazlalığı sebebiyle piyade ağırlıklı Osmanlı ordusu karşısında dağlık bölgelerde savaşın aleyhine olacağını düşündüğünden, Tokat civarında bir savaşı kabul etmedi. Piyade ağırlıklı Osmanlı ordusunu yormak için Kayseri-Kırşehir yoluyla Ankara’ya geldi ve kaleyi kuşattı. Osmanlı ordusu da Timur’u takip ederek Çubuk Ovasına indi. Timur’un ordusu daha önce geldiğinden dinlenmiş ve su kaynaklarına da hakim olmuştu. Osmanlı ordusu yorgundu ve susuz kalmıştı. Ayrıca Timurluların gönderdiği casuslar, Osmanlı ordusundaki Kara Tatarları savaş esnasında kendi taraflarına geçmeye razı etmişti. 28 Temmuz 1402’de Çubuk Ovasında karşılaşan iki ordunun sayıları birbirinden oldukça farklıydı. Osmanlı ordusu 70 ile 90 bin kişiden oluşurken, Timur’un ordusu 160 bin kişiydi. Timur’un ordusunun çoğu süvariydi ve önemli sayıda zırhlı birlikleri vardı. Ayrıca Anadolu askerinin o zamana kadar görmediği 30’dan fazla fil de bu orduda yer alıyordu. Osmanlı ordusunun önemli bir kısmı ise piyadeydi. Savaşın başlangıcında Osmanlı kuvvetlerinin yaptığı şiddetli saldırı, filler ve zırhlı birlikler tarafından durduruldu. Savaş devam ederken Kara Tatarların ve Anadolu beyliklerine ait askerlerin karşı tarafa geçmesi Osmanlı ordusunun bozulmasına sebep oldu. Bunun üzerine savaşın kaybedildiğini gören şehzadeler de, kuvvetlerini alarak harp sahrasından ayrıldılar. Yıldırım çekilme tekliflerini reddederek yanındaki 3000 kişi ile savaşmaya devam etti. Ancak koskoca bir ordu karşısında yapacağı bir şey olmadığından sonunda esir düştü. Savaşın ardından Timurlu kuvvetleri Anadolu’yu işgal edip, Osmanlı başkenti Bur-sa’yı yağmaladılar. Bir süre Anadolu’da kalan Timur 1344’te Hristiyanların eline geçmiş olan Aşağı İzmir’i alarak Aydınoğullarına verdi. Bu hareketiyle kendisinin de gazi olduğunu ve Osmanlıların alamadığı bir yeri nasıl ele geçirdiğini göstermek istemişti. Timur, dünya harp tarihinin en büyük dahilerinden biridir. Büyük bir stratejisttir. Bu savaşta Osmanlı kuvvetlerini arkasına takıp yorarak, kendi ordusunun özelliklerine uygun bir yere çekmesi, onun komutanlık dehasını gösterir. Osmanlılar daha önce birçok devleti rahatlıkla mağlup etmişlerdi. Ancak bu sefer karşılarında bir cihan fatihi vardı ve Osmanlı Devleti’nin gücü, o dönemde Timur’un ordusunu mağlup edebilecek düzeyde değildi. Timur uyguladığı strateji ile savaşı çok zorlanmadan kazanmıştı.

Ankara Savaşı’nın Osmanlı tarihinin gelişimine etkisi ne oldu?[141]

Ankara Savaşı, Osmanlı tarihinin ilk dönemlerinin en önemli başarısızlığıdır. Bu mağlubiyet yüzünden, adım adım büyük zorluklarla kurulan Osmanlı Beyliği bölünme ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. 11 yıl boyunca Yıldırım’ın oğulları arasında devam eden mücadelelerle dolu Fetret Devri, 1413’te Çelebi Mehmed tek başına bütün kardeşlerini mağlup ederek tahta geçmesi ile sona ermiş olarak anlatılır. Ancak devletin bölünme ve dağılma tehlikesinden uzaklaşması bu kadar kolay olmadı. Gerek hanedan üyeleri, gerekse Anadolu beylikleri ve Balkanlardan gelen haçlı tehlikesi Osmanlı Devleti’ni Çelebi Mehmed’den sonra da ciddi olarak tehdit etmeye devam etti. Halil İnalcık, Fetret Devri’nin gerçek manada 1453’te İstanbul’un fethi ile bittiğini belirtmektedir. Tarihçiler genellikle Ankara Savaşı’nın sonuçları olarak Yıldırım döneminde ele geçirilen toprakların, ancak yıllar sonra tekrar ele geçirilebildiğini ve İstanbul’un fethinin geciktiğini belirtirler. Yıldırım zamanında Anadolu’nun büyük bir kısmı fethedilmişti. Bu toprakların çoğu elden çıktı ve ortadan kaldırılmış olan beylikler tekrar kuruldu. Ayrıca bu savaştan sonra Rumeli’de de, başta Selanik olmak üzere bir kısım Osmanlı toprakları kaybedildi. Yıldırım’ın fethettiği yerlerin tamamının Osmanlı Devleti tarafından tekrar ele geçirilmesi, Yavuz Sultan Selim zamanına kadar sürdü. İstanbul büyük bir ihtimalle bu dönemde Osmanlıların eline geçecekken, ancak 50 yıl sonra alınabildi. Bütün bunlar olumsuz sonuçlar olarak görünür. Fakat Yıldırım zamanındaki geniş fetih hareketleri incelendiğinde, bu durumun sağlıklı bir gelişme olmadığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Beyliğinin ilk dönemlerinde fetihler tedrici olarak ve zamana yayılmış bir şekilde gerçekleştirilmişti. Ayrıca çok uygun şartlar oluşmadıkça ve mecbur kalınmadıkça Anadolu’daki diğer Türk beyliklerinin topraklarına müdahale edilmemişti. Yıldırım zamanında Müslüman beyliklere karşı yürütülen mücadele, Osmanlıların “Gazi” kimliğinin diğer Müslümanlar üzerindeki saygınlığını zedeledi. Ayrıca Osmanlı Devleti nin Doğu Anadolu’daki genişlemesi Memlükler ile aralarının açılmasına sebep olduğu gibi, Timur’un da Anadolu üzerine yürümesine davetiye çıkarmıştı. Osmanlı Devleti bu yenilgiden önemli dersler çıkardı. İyice kuvvetlenene kadar geniş çaplı fetih hareketlerine bir daha girişilmedi. Özellikle Doğu Anadolu’dan uzak duruldu. Ayrıca tahta aday hanedan üyelerinin sayısının fazla olmasının ne tür karışıklıklara sebebiyet verdiği çok açık bir şekilde görüldü. Bu yüzden “kardeş katli” bir süre sonra kanunlaştı. Yine Fetret Devri’nde tahta çıkacak kişinin tayininde Rumeli’deki uç beylerinin oynadığı rol, padişahların bu grupların nüfuzunu zamanla azaltarak merkezi idareyi güçlendirmelerine sebep oldu. Bu yüzden de Türk aristokratlarının nüfuzu azaldı, onların yerine devşirmeler devlet idaresinde önemli roller üstlendi. Timur’un gelişi aşiret geleneklerini tekrar canlandırdı. Bundan dolayı Ankara Savaşından sonra Osmanlılar, Kayı boyundan olduklarını ve Türklüklerini ön plana çıkardılar. Timurlulardan daha üstün olduklarını belirtmek için Oğuz şeceresinde önemli bir yere sahip olan Kayı boyundan geldiklerini her vesileyle belirttiler. O dönemde yazılmış tarih kitaplarında bu husus vurgulandığı gibi, silah ve paraların üzerine de Kayı boyunun damgası vuruldu. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarında Timur’dan yenilen darbe imparatorluğun daha sonraki tarihi gelişimini derinden etkiledi. Timur’un Anadolu seferi Osmanlılar tarafından daima endişe ile hatırlandı. Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerinde Osmanlılar, Timur’un oğlu Şahruh’un tepkisini çekmemek için ona itaat ettiklerini belirtip, hediyeler gönderdiler. Ankara Savaşında uğranılan mağlubiyetin izleri, ancak İstanbul’un fethiyle kapatılabildi. Timur hadisesinin tesirleri XVI. ve XVII. yüzyıllarda bile görüldü. Babürlülerin önemli hükümdarlarından Cihangir, atası Timur’un Ankara Savaşı’ndaki zaferi dolayısı ile Osmanlılardan üstün olduklarını vurgulamıştır.

Osmanlı tarihçileri Timur’a nasıl bakarlar?[142]

Osmanlı tarihçileri Timur’u adaletten yoksun, zalim bir şahıs olarak gösterirken, Yıldırım’ı da kibir ve gurura kapılmakla, devlet ileri gelenlerinin nasihatlerini dinlememekle suçlarlar. Tarihçiler mensup oldukları devleti yıkılmanın eşiğine getiren Timur hakkında zaman zaman ağır ifadeler kullanmakla beraber, bu hadisede Yıldırım’ı hatalı bulmuşlar ve hadiseyi izlediği merkeziyetçi siyaset sebebiyle ulema ve bazı nüfuz gruplarını incittiği için ona verilmiş bir ilahi ceza olarak görmüşlerdir. Yıldırım’ı da suçlamakla beraber tarihçiler olumsuz bir Timur imajı çizmişler ve bu görüşleri daha sonraki yazarlar tarafından da benimsenmiştir. XIX. yüzyıldan itibaren milliyetçi fikirlerin Türkiye’de yaygınlaşması ile Timur’a bakış biraz müspetleşmişse de, genellikle Osmanlı gözüyle bakılmaya devam edildiği için Timur’un imajı hâlâ olumsuzdur.

Timur, Altınordu ve Osmanlı devletlerine vurduğu darbeler sebebiyle Türk tarihinin gelişimine zarar verdi mi?[143]

Tarihçiler genellikle Timur’u, Altınordu Devletine vurduğu darbeler yüzünden Rusların güçlenmesine sebep olduğu, Osmanlılara vurduğu darbe sebebiyle de Anadolu birliğinin kurulmasına engel olduğu ve İstanbul’un alınmasını 50 yıl geciktirdiği için suçlarlar. Müslüman Türk devletlerinin birbirlerini boşu boşuna yıprattığını belirtirler. Bu hadiselere Osmanlı gözü ile bakıldığından bu neticeye ulaşılması normaldir. Halbuki Türk tarihine göz atıldığında büyük savaşların çoğunun Türk devletlerinin kendi arasında meydana geldiği görülür. Göktürklerle Türgişler arasında meydana gelen ve ilk defa iki büyük Türk devletinin karşılaşması olan Bolçu savaşlarından itibaren Türk devletleri birçok defa harp meydanlarında karşılaştılar. Gaznelilerle Selçuklular Dandana-kan’da, Osmanlılarla Akkoyunlular Otlukbeli’nde, Osmanlılarla Safeviler Çaldıran’da, Osmanlılarla Memlükler Mercidabık ve Reydaniye’de savaştılar. Timur, Altınordu tahtına geçmesi için Toktamış’a yardım etmişti. Ancak Harezm ve Güney Azerbaycan bölgelerine kimin hakim olacağı meselesinden iki devlet 1391’de Kunduzca ve 1395’te Terek’te savaştı. Her iki savaşta da büyük mağlubiyet alan Altınordu eski gücünü kaybettiği için, bundan istifade eden Moskova Knezliği de yavaş yavaş büyüdü. Altınordu zayıfladıktan sonra 85 yıl daha ayakta kaldı. Yıkılmadan önce Ahmed Han’ın Moskova seferinde, bu şehri alabilecek güce sahipti. Ancak bu sıralarda Altınordu-Lehistan/Litvanya ittifakı, Moskova-Kırım Hanlığı ittifakı ile mücadele ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu da, Kırım Hanlığı sebebiyle Altınordu’yu desteklemeği gibi, karşı ittifaka yardım etmekteydi. Ahmed Han’ın 1480 Moskova seferi, Kırım Hanının, o seferdeyken başkentine saldırması sebebiyle başarısız olmuş ve bu seferin ardından Altınordu Devleti, Kırım’dan yediği diğer darbelerle tarih sahnesinden çekilmiştir. Altınordu’nun bu trajik ortadan kakışına dikkat edilirse, bunda Kırım Hanlığı ve dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun da rolü görülür.

Timurlular Devleti’nin tarihteki yeri nedir?[144]

Ankara Savaşına genellikle Osmanlı gözü ile bakıldığından ve mağlubiyetin acısı unutulmak istendiğinden, Timur’un göçebe bir imparatorluk kurduğu ve bu devletin de kısa bir süre sonra dağıldığı, ancak Osmanlıların mağlup olmalarına rağmen bu savaştan sonra kendilerini toparlayıp 500 yıl daha sürecek bir cihan devletini meydana getirdikleri söylenir. Ancak Timur’un kurduğu devlet kof bir imparatorluk değildir. Ayrıca İslâm Medeniyetinin en parlak ürünlerini verdiği Semerkant bölgesinde kurulduğu gözden kaçmamalıdır. Timur’un kurduğu imparatorluğun Mave-raünnehir bölgesindeki kısmı XVI. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Torunlarından Babür’ün Hindistan’da kurduğu devlet de XIX. yüzyıl ortalarına kadar varlığını sürdürdü. Bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te 300 milyondan fazla Müslüman’ın bulunmasında en büyük rol Timurlularındır. Timur İmparatorluğu sanıldığı gibi göçebe bir imparatorluk da değildir. İslâm mimarisinin, edebiyatının en güzel eserleri bu sahada meydana gelmiş, başta astronomi olmak üzere birçok bilim dalında önemli çalışmalar yapılmıştır. En büyük şairlerden Ali Şir Nevai ve astronomi üzerine yaptığı çalışmalardan dolayı ayda bir kratere adı verilen Uluğ Beyin bu imparatorlukta yaşadıkları hatırlanırsa durum daha iyi anlaşılır. Bazı bilim adamları Timurlular İmparatorluğu’ndaki bu faaliyetleri İslâm Rönesans’ı olarak nitelerler. Osmanlı İmparatorluğunun bilim adamı yönünden ihtiyacı en çok bu bölgeden karşılanmış, başta Ali Kuşçu olmak üzere birçok alimi ülkelerine çekebilmek için Osmanlı padişahları büyük miktarlarda paralar vermişlerdir.”

Bu meseleyi uzun uzun naklettikten sonra tekrar Semerkant’a gezimize dönelim. Emir Timur’un türbesinden çıkınca ona ait mermerden gösterişsiz bir taht bulunmaktadır. Tahtın ön tarafında küçük bir havuzcuk. Emir Timur’un seferlerinden önce bu havuzcuğa nar suyu koydurduğunu, kandan korkmamaları için askerlerine içirttiği anlatılmaktadır. Buradan Semerkant Çakardası bölgesine gidiyoruz. Otobüste Adil Şen bey hocamız Ehl-i Sünnet ve İmam Maturidi hakkında uzun bir konuşma yapıyor. Çakardası, İmam Maturidi’nin türbesinin bulunduğu mahal. Gençlik yıllarımdan beri hayranı olduğum bir mütefekkir. Daha da doğrusu, daha ilk okula gitmeden çocukken okuma yazması olmayan ümmi annemin öğrettiği bir bilginin hayalî alimi. Annem, “çocuklar dinimiz İslam, peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa, kitabımız Kur’an, mezhep imamımız amelde İmam-ı Azam Ebu Hanife, İtikada İmam Maturidi” derdi. Benzerlerini Adil hocamda yol boyu anlattı. Onun annesi de öğretirmiş. Onunki Gümüşhane’li benim annem ise Niğde’li. Fakat ikisi de Türkistan’daki İmam Maturidi’den haberdar. Uyurkende “yattım sağıma döndüm soluma, sağımdaki solumdaki melekler şahit olsun dinime imanıma” ve sonra “Hasan ile Hüseyin efendimiz kapımıza kilit olsun” diyerek Ehl-i Beyti’de hergün anardık ve eklerdik “ölürsem “ Eşhedu en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlü”diyerek gökyüzü manzaralı rüyalara dalardık. Anadolu’nun bir köyünde hiç okula gitmemiş annemin bu ve bunun gibi nice dini ve hikmetli bilginlere nasıl sahip olduğunu o yaşlarda anlayamazdım. Yaşım biraz ilerleyince henüz anladım sayılmasa da biraz biraz kavramaya çalışıyorum. İrfanî zenginliğimizi ecdadımız Türkistan topraklarından buralara kadar getirmişler. Onlar hafızalarımıza ve kültürel genlerimize işlemiş. Esma-i Hüsna’nın müsemmasını anlayanlar hem camilerimize hem de gönül mabetlerimize ve dimağ mescitlerimize bu ilm-i hakikati nakşetmişler. Hz. Peygamberin tebliğini en güzel bir şekilde anlamaya çalışmış o insanlar vasıtası ile Müslüman Türk Milleti ve İslam Ümmeti bugünlere erişmiş. İnşallah onların güzel algıları ile geleceğe emanet vermekte bizim nesillere nasip olur. 1920 yılında Semerkant hakimi Yahudi imiş. İmam Maturidi’nin bulunduğu bölgedeki kabirleri ve Türbesini yıkmışlar. Yahudi mahallesi olmuş. 1996 yılında Türkiye Türklerinden bir iş adamı İmam Maturi’nin türbesi üzerine yapılmış arsayı ve binayı almış. Özbekistan Cumhurbaşkanı’nında girişimi ile o bölge İslami bir mahalle haline dönüştürülmüş. İmam Maturidi’nin Türbesi aslına uygun olarak inşa edilmiş. O bölgede 400 muhaddis’in mezarı varmış. Bazı kabir taşları İmam Maturidi’nin türbesinin yanına sıralanmış. Hepimiz Türbenin içine oturduk. Yusuf Balcı bey (İl Özel İdare Genel Sekreteri) Kur’an’ı Kerim’i, güzel tilâveti ile hem bizim hemde tüm geçmişlerimizin ruhlarına okuyordu. Sonra türbedar bilgilendirici konuşma yaptı.

Kuran ın Mekke’ye indiği, Mısır’da okunduğu, İstanbul da yazıldığı ve Maveraünnehir bölgesinde, özelde de Semerkant’ta anlaşıldığı söylenir. Bütün dinler gibi İslam da, medeniyetini doğduğu değil göç ettiği topraklarda kurdu. Şam, Endülüs, Bağdat, İstanbul ve Semerkant İslamın medeniyet başkentleridir, Farklı merkezlerin varlığıyla birlikte, İslam düşüncesi adına üretilen eserlerin çok büyük bir kısmı Maveraünnehir ve daha özelde de Semerkant’ta yazılmıştır. Hicaz bölgesinde ve Bağdat merkezli Batı İslam dünyasındaki siyasi tartışmaların uzağında, Semerkant bölgesi, kendi aydınlık ortamında yeni bir retorik yaratmıştır. Bu bölge, İslam düşüncesinin en büyük usulcülerini, kelamcılarını, fakihlerini, muhaddislerini, müfessirlerini ve filozoflarını yetiştirmiştir. Bir şehirde yüzlerce medresenin eğitim verdiğini dikkate aldığımızda, buranın Kuran’ı en iyi anlayan bölge olarak gösterilmesinde şaşılacak bir şey olmadığı anlaşılır. Mesela, Yakut el-Hamevî, Merv kentindeki kitaplardan ve kütüphanelerden bahsederken büyük şaşkınlık içindedir. 12 ayrı kütüphanenin her birinde bulunan Arapça, Farsça, Yunanca ve Süryaııice 12.000 cilt kitaptan bahsetmekte ve bu kitapların kendisi için ev, eş, çocuk gibi bütün bağlılıkları unutturacak bir cazibeye sahip olduğunu aktarmaktadır.[145]

Semerkantta Mâtürîdîliğin Arka Planı Olarak Hanefilik

Dinin Farklı Bir Coğrafyadaki Tezahürü: Din, Dinî Düşünce ve Çoklu Kültürel Yorumlar/Mezhepler Kuran-ı Kerim, yorumlandığı farklı kültür ortamlarında ve coğrafyalarda, farklı anlam evrenleri yaratmıştır. Bu aynı zamanda İslamın tarihte farklı görünümleri demektir. Mekke ve Medine’de yorumlanıp yaşanan İslamla Şam, Mısır, Bağdat, İstanbul, Maveraünnehir gibi bölgelerdeki İslam yorumları, doğal olarak farklılık göstermektedir. Göç ettiği farklı coğrafya ve kültürlerde, ana doktrinini korumak kaydıyla, din farklı şekillerde tezahür etmekte ve çoklu kültürel kimlikler dediğimiz düşünce ekollerini/mezhepleri yaratmaktadır. İslam farklı kültürlerle karşılaştığında, insan doğasına ve evrensel ahlak yasasına uygun mevcut uygulamaları kabul etmiş, bunlara aykırı olanları aşama aşama değiştirmiştir. Farklı coğrafyalarda ortaya çıkan düşünce ekollerinin, Kuran ı yorumlamak suretiyle elde ettikleri rafine bilgiyi o coğrafyanın iklimine uygun bir formda insanlara sunduklarını görürüz. “Kuran dünyanın en ücra köşesindeki insana ve tüm zamanlara hitap etmesini mümkün kılacak bir söylemin (belâğ)” geliştirilmesinde, bu farklı kültür ve coğrafya tecrübesi büyük rol oynamıştır. Toplumda yerleşik örf ve âdetlerin, genel eğilim ve sosyokültürel şartların, bir toplumun mezhebe yatkınlığını zorlaştırdığı ya da kolaylaştırdığı açıktır. İranlıların, İslam fetihleriyle birlikte yıkılan devlet ve medeniyetlerine olan özlemlerini ve Araplara karşı tepkilerini, itikadi ve fıkhi alanda İmamiyye, Caferiyye-Zeydiyye gibi mezheplerle ifade etmeleri; Kuzey Afrikalıların Hicaz ekolünü (Malikiliği) kendi sade hayat tarzlarına ve kültür seviyelerine daha uygun bulmaları gibi, Maveraünnehir, Horasan, Hint, Batı Türkistan’da yeni fethedilen bölgelerde yaşayan yeni müslüman olmuş kavimler de Hanefiliği kendi örf ve âdetlerine, dünya görüşlerine ve tabiatlarına daha uygun bulmuşlardır.[146] Zira Hanefilik, dinin ameli yönünün anlaşılmasında rey ve içtihadı ön plan da tutarak, Hicaz-Arap toplumunun baskın örf ve kabullerini kısmen yumuşatmış ve farklı çevrelerce daha kolay benimsenebilen bir İslam anlayışının gelişmesini sağlamıştır. İmam Ebû Hanife’nin hem fıkıhta hem de bu fıkıh kuramının temelini oluşturan kelam anlayışındaki tutumu Hicaz ekolünden köklü bir kopuşu temsil eder. Ebıı Hanife, el-‘âlim ve’l-Müte’allim ve el-Fıkhu l-ekber’de (asıl yazma nüsbada eser el-Fıkhu l-ebsat olarak geçmektedir), daha sonra Mâtürîdî’nin geliştireceği bir omurga kurmuştur. Ebû Hanife’nin biyografi yazarlarından Bezzazı (ö. 827/1424), İmamın öğrenci halkasında İsfahan, Hemedan, Rey, Cürcan, Merv, Buhara, Semerkant, Belh ve Harizm gibi merkezlerden çok sayıda öğrenci bulunduğunu kaydetmektedir. Bir fıkıh akademisi niteliğindeki bu halkada eğitimini alan öğrenciler, yeni İslamlaşmakta olan adı geçen bölgelere döndüklerinde, Hanefiliğin gönüllü temsilcileri olarak görev yapmışlardır. Buna bağlı olarak Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Maveraünnehir ve Horasan bölgelerinin tamamının, Merv ve Belh gibi şehirlerin baştan beri usul/itikad ve furû‘/fıkıh yönünden Ebû Hanife’nin mezhebine bağlı olduğunu söyler. Ebû Hanife’nin görüşlerini bu bölgeye taşıyan ilk isim ise Ebû Mukâtil es-Semerkandî’dir. Ebû Bekr Ahmed el-Cüzcânî, Mâtürîdî’ye ve Ebû Nasr el-İyâdî’ye hocalık yapmıştır. Cüzcânî’nin bu halkadaki önemi şudur: Bu zat İmam Muhammed’in öğrencisi Ebu Süleyman el-Cüzcânî’nin öğrencisidir. Matüridi nin düşüncelerini sistemli bir tarzda oluşturmasında Cüzcânî Ekolü olarak bilinen bu medresenin rolü büyüktür. Cüzcânî Ekolü, hadis ekolü olarak şöhret bulan İyâzî Ekole karşı kendini konumlandırmaktaydı. Her ikisi de Hanefi olan bu iki ekolden Cüzcânîye Medresesi, Mâtürîdî’ye meseleleri kavramsallaştıracağı rasyonel bir zemin hazırlaması açısından önemlidir.[147]

Harun Reşid’le (ö. 193/809) Abbasi halifelerinin başlattıkları başkadılık (kâdılkudât) uygulaması da, dolaylı olarak Maveraünnehir bölgesine Hanefiliğin taşınmasını sağlamıştır. İlk baş kadı olan Ebû Yusuf bu bölgeye atadığı katlıların Hanefi olmalarını dikkate almıştır. Ebû Yusufun inisiyatifini bu yönde kullanması, Hanefiliği Bağdat merkezli Abbasilerin resmî mezhebi olma yoluna sokmuştur. Ayrıca daha önce Ebu Hanife başta olmak üzere Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Züfer gibi ilk nesil Hanefi âlimlerin Harizm, Batı Türkistan, Horasan ve Maveraünnehir gibi halkı yeni Müslüman olmuş bölgelere gidip çalışmaları da Hanefiliği kuralarda etkinleştirmiştir. Kadılık makamına Abbasilerin, Emevi dönemi Hicaz-hadis fıkhına alternatif oluşturan Irak fıkhı ekolüne -sonraki adlandırmayla Hanefi mezhebine- mensup hukukçuları tayin etmeleri, ınezhehin yayıldığı Horasan ve Batı Türkistanda da bir Hicaz fıkhı karşıtı eğilimin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Daha sonra Selçuklu sultanları da Sünniliğin Hanefi yorumunu tercih edecekler ve Türklerin mezheplerine olan bağlılıklarını, 1055 te Bağdata geldiklerinde baş kadılığa Hanefi âlim Ebu Abdullah ed-Dâmegânî’yi getirerek göstereceklerdir. Alparslan’ın Bağdat’ta Ebû Hanife’nin kabrinin yanına Hanefiler için bir medrese yaptırmasını da, bu bağlılık çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. Kerderî, Ebû Hanife nin bu bölgede etkinliğini artıran talebelerini şöyle sıralar: Ebu Mukâtil Hafs b. Sehl el-Fezzârî, Nasr b. Ebî Abdilmelik el-Atekî, Şerik b. Ebî Mukâtil, Marûf b. Hasan, Yûnus b. Sabîh ve İshak b. ibrahim el-Hanzalî.  Semerkant, Buhara ve Belh de teşekkül eden Hanefi anlayış, bölge dikkate alındığında Maveraünnehir Ekolü; bu ekollellerden ikisi Dâru1-Cüzcânîyye ve Dârul-İyâziyye nin Semerkantta bulunmasından dolayı da Semerkant Ekolü olarak anılmıştır.[148] İslam’ın ilk dönemlerinde kurumsallaşan ve köklerini Arap toplum yapısında bulan hukuki kurumlar, aynı coğrafyaya hitap eden Hicaz ekolünce nassların zahirine davalı olarak devam ettirilmiştir. Ancak Arap toplum geleneğinden ve kültüründen farklı yeni fethedilen coğrafyalar, nassları kendi ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlama yöntemini geliştirmişlerdir. Hicaz ekolünden farklı olarak, Irak merkezli coğrafyada, Hanefi fıkhının muamelât, ukûbat ve kısmen de ahvâl-i şahsiyye alanında aksi istikamette bir gelişim gösterdiğine şahit oluruz. Bu durum, siyasal planda Emevilere karşı Abbasilerin reaksiyonunu, entelektüel planda da katı bir metin yorumuna karşı akılcı Hanefi tutumu temsil etmektedir. Baştan heri Kufe merkezli fıkıh (Irak fıkhı), rey ehli olarak adlandırılarak, Hicaz (Medine merkezli) fıkhına karşı görülmüştür.,Irak fıkhı, meselelerin çözümünde Kuran ve Sünnetin yanında rey ve içtihada dayanmış, nassların izin verdiği ölçüde hükümleri doğrudan Kuran metninden çıkarsama yolunu tercih etmiştir. Bu, kendi akli çıkarımlarıyla ve tecrübesiyle hükümler koyan, gerektiğinde Kuran’a ve Sünnet e başvuran hir usuldür. Mâtürîdî Eğer bir konuda anlaşamazsanız, meseleyi Allah’a ve Resulüne götürün “ âyetini yorumlarken, bu usulün ipuçlarını vermektedir. Mâtürîdî’ye göre, âlimlerin hir konuda anlaşamama durumunda Kur’an’a ve Sünnete başvurmasının istenmesi, anlaştıkları zaman böyle bir başvuruya ihtiyaç duyulmayacağı anlamına gelir: Bu da icma’ın delilidir.[149]

Hicaz kültürünün en fazla kendini ifade etme aracı olarak kullanılan hadisler konusunda da Hanefilerin tutumu oldukça dikkat çekicidir. Hadisi mütevâtir ve âhâd şeklinde ikili bir ayrıma tabi tutan genel kanaatin aksine, Hanefiler bu ikisi arasına meşhur sünnet adını verdikleri bir kategori yerleştirirler. Hanefilerde meşhur sünnet, Peygamberden âhâd olarak aktarılan ama tabiîn ve tebe-i tabiîn tabakalarında tevatür derecesine ulaşan hadisi ifade etmektedir. Hanefilerin bu meşhur sünnet kategorisiyle, Kur an da olmayan bazı uygulamalara meşruiyet kazandırmayı, Kuranın bazı mutlak ifadelerini takyit etmeyi, senedi itibarıyla sağlam görünen ama metin itibarıyla Kurana aykırı görünen âhâd haberlerin geçerliliğini ortadan kaldırmayı hedefledikleri görülür. Hanefilerin hadislerle ilgili en önemli tutumu, Malikilik hariç, diğer mezheplerde görülmeyen metin tenkidine başvurmaları ve hadis metnini Kurana arz etmeleridir. Onlara göre âhâd sünnet aykırı olamaz. Asıllardan kasıt da Kitap, maruf sünnet, asıllara umûmu’1-belvâ ve sahabenin ileri gelenlerinin bir şey üzerindeki ittifakıdır. Hanefilerin, Hz. Peygamber den aktarılan hadislerin peygamberin ilk dönemlerine değil, son dönemlerine ait olması gerektiği gibi ilginç bir yöntemlerini de burada anmak gerekir.

Yine ilginç bir şekilde Hanefiler sahabenin icma’ına da, sünnette olduğu gibi tevatür şartı getirmişler, halifelerden de sadece ilk iki halifenin dinî konulardaki otoritesini kabul etmişlerdir. Bununla Hanefi âlimler, Arap toplumunun siyasi kargaşalara bulaştığı üçüncü halife ve sonrasında üretilen dinî bilginin içindeki siyasi tartışmaları, dinin kendi hâlis söyleminden uzak tutmayı hedeflemiş olmalıdırlar. Başka gerekçelerin yanında bu endişelerden kaynaklı olarak Kerhî ve Debûsî gibi Hanefi âlimler, rey ve içtihatla kavranabilecek bir konuda sahabe sözünün şeri delil olamayacağı kanaatindedirler. Hanefi âlimler, “bir hukuki olayın benzerlerine bağlanan hukuki sonuçtan vazgeçip başka bir sonuca varma şeklinde tanımlanan istihsana vurgu yaparak, genel şeri kuralı her coğrafyaya uygulamanın önüne geçmek istemişlerdir. Istihsan vurgusuyla Hanefiler, “genel nitelikli şeri nas, yerleşik genel kural olarak hemen ulaşılan kıyasa dayalı çözümlerin ötesine geçerek, her coğrafyanın kendi hukuki çözümlerini üretmesinin yolunu açmışlardır. Bu metotla Hanefi bilginlerin, kuralların katılığı içinde sıkışıp kalmayarak ve nasların hikmet-i teşri’ine dayalı olarak, hakkaniyete uygun hukuki düzenlemeler getirdikleri görülmekledir. Bu hikmet-i teşri felsefesiyle Hanefilik, daha liberal ve esnek bir hüküm çıkarma zeminine sahiptir. Özellikle nevazil ve vâkıât eserlerine bakıldığında, Hanefi âlimlerin meselelere çözüm ararken delil ve sebepleri gerekçe göstererek mezhep imamlarına muhâlif bile olsa, rahatça hükümler çıkarabildiklerini görüyoruz. Hanefi ve Mâtürîdî geleneğin daha çok hikmet-i teşri’ üzerinde durması ve diğer ekollerden farklı olarak kıyasa karşılık istihsan ilkesini benimsemeleri, karşılaşılan sorunların çözümü için esnek bir alan yaratmıştır.[150] Hükümlerin gerekçelendirilebilir oluşlarını bir ilke olarak benimseyen Hanefilik, hile-i Şeriye olarak adlandırılan uygulamalarıyla da, rasyonel bir zeminde hareket ettiğini göstermektedir. Bir şeyin şeri kaynaklara dayalı olarak temellendirilmesi mümkün olmadığında, hile-i şeriye ile meşru olması sağlanıyordu: Şer’îye karşı meşru. Kanuna karşı hile ile bir çıkış yolu arayışını gösteren hile-i şeriyyeyi kullanan Hanefi fıkhında, kişileri meşru yolla meşru neticelere ulaştıran, günaha girmekten koruyan, darlık ve sıkıntıdan kurtaran hukuki çözümlerin caiz görüldüğü, Harama, bir hakkın iptaline veya bir vacibin iskatına yol açan hilelerin caiz görülmediği anlaşılır”.Hanefiliğin kanun yapmadaki bu esnekliği ve gücü, özellikle İslama yeni katılan coğrafyalarda karşılaşılan ve Kur an ın indiği coğrafyada benzeri görülmeyen sorunların çözümünde âlimlere rabat bir nefes aldırmıştır.[151]

Hanefilik bütün bu usul yapısıyla Mâtürîdîliğin neşvünema bulabileceği münbit bir zemin yaratmıştır. Osmanlı dönemi bilim tarihçisi Taşköprüzâde (ö. 1560), Miftâhu’s-sa’âdesinde “Ehl-i Sünnet arasında kelam ilminin iki öncüsü vardır, Biri Hanefi olan Mâtürîdî, diğeri Şafii olan Eş’arî’dir demektedir. Mâtürîdî’nin Hanefi geleneği içine yerleştirilerek değerlendirilmesi, Mâtürîdî algısının Hanefilik algısıyla paralel bir oluşum içinde olduğunu göstermektedir. Böyle bir algının yaratılmasında Mâtürîdî’nin özel bir gayretinin olduğunu da söylemek gerekir. Zira Mâtürîdî kendisini özellikle Ebû Hanife nin talebesi olarak takdim etmiş ve her fırsatta Hanefilikle irtibatını gösterme gayretine girmiştir. Mâtürîdî, Ebû Bekr Abmed K. Ishâk b. Sâlib el-Cüzcânî (200/815 ten sonra), Ebû Bekr Muhammed K. Mukâtil er-Râzî (248/862), Nasîr K. Yahya el-Belhî (268/881), Ebû Nasr Abmed K. el-Abbas K. Hüseyn es-Semerkandî el-İyâzî (301/914 veya 331/943), Ebû Mukâtil Hafs es-Semerkandî (208/823) gibi âlimler vasıtasıyla Ebû Hanife’nin Küfe de temeli atılan itikadi ve fıkki görüşlerini geliştirmek suretiyle yeni bir kelami sistem geliştirmeyi başarabilmiştir. Mâtürîdî’nin eserleri kanalıyla sonraki âlimler, Mâtürîdîliğin oluşmasında ve fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oymanışlardır. Bunlar arasında Ebû Seleme es-Semerkandî (IV. Asrın ikinci yarısı) Ebû’l-Yüsr el- Pezdevî (493/1 100) ve Ebû’l-Muîn en-Nesefî önemli isimlerdir.

Mâtürîdî’nın Kur’an Yorum Yöntemi

Şüphesiz her metin gibi Kuran metni de bir dil yapısına göre oluşmuştur. Bu dil yapısını dikkate almak durumunda olduğu için, yorumcu bir dereceye kadar metne bağımlı hâle gelmektedir. Bu bağımlılığa rağmen metin, anlama ve açıklama yetilerine sahip olan yorumcuya kelimeler üzerinden farklı kavramsallaştırmalara gitme özerkliği verir. Bu durumda metnin sabit yapısını ve yorumcunun özerk durumunu dikkate aldığımızda, yorumcuyu en iyi tanımlayan cümle dil kullanmak zorunda olan özerk varlık olmaktadır. Öte yandan, normal şartlarda her metin, deneyimlerimizin tümünü anlamlandırma çabasındadır. Ama her zaman anlamlandırma çabasından kaçan, bu sahaya direnen, keşfetmekte başarısız olduğumuz olgular vardır. Bu tür olguların zihinde imgesel (imaj) kaydı bulunmamaktadır. Bu durum, metinde farklı dil seviyelerini kullanmayı gerektirmektedir. Okuyucu Kur’an metninin böyle bir içerikle ve bu içeriği bir dereceye kadar anlaşılır kılmayı amaçlayan bir dil yapısıyla önünde bulunduğunu dikkate almak durumundadır.[152]

Dil, Üst-Dil; Gerçek, Gerçeklik

Kur’an hahse konu ettiği birçok olguyu simgesel gerçeklik seviyesine çekerek ifadelendirme çabasındadır. Hakkında hiçbir şey tam olarak bilinmeyen gerçeklik seviyeleri, ritüeller ve inançlar ile inananların zihinlerine ve kalplerine taşınır. Kuran insan tecrübesine konu olmayan gaybî yahut metafizik konuları, bir dil kalıbı içinde anlaşılabilir ve başkalarına anlatılabilir hâle getirmektedir. Başka bir deyişle onları yeniden kavramsallaştırmakta ve bize bütünüyle kendilerini açmayan bu gerçekler hakkında, insani düzeyde, gerçeklikler oluşturmaktadır. Bunu da belli dil yapıları içinde yapmaktadır. Burası Kuranın müteşabihat dediği alandır. Tecrübe ettiğimiz gerçekliklerden farklılıkları sebebiyle, Kuranın bu alanlardan bahsederken bir üst-dil (meta-language) kullandığını bilmemiz gerekir. Mecazlar, kinayeler hülasa dil sanatlarını gerektiren anlatımlar bu üst-dili kullanmayı gerektiren durumlarla ilgilidir. “Allah göklerin ve yerin aydınlatıcısıdır (nûr) “ âyeti, bu üst-dilin en iyi örneklerindendir. Mâtürîdî’nin Te’vîlât tak i ana yorum yöntemi, kavramsallaştırmaya çalıştığı terimi iki seviyede ele almayı bir yöntem olarak benimsemiş olmasıdır: Hakikat seviyesi ve mecaz seviyesi.[153]

Yorumlamaya çalıştığımız terimin mecaz seviyesi, bize kendini hemen açmayan, ilk kavramsallaştırma teşebbüsümüze direnen farklı bir hakikatle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Öyle gerçeklikler vardır ki haklarında söylenen onca söze karşın, “gerçek” yapıları hiçbir şekilde deşifre edilemezler. Bu gerçeklerle ilgili konuşarak onlar hakkında yarattığımız gerçeklikler, onları tam anlamıyla temsil edemez. Söz merkezli (logosentrik) geleneklerin bu konularda yapabileceği başka da bir şey yoktur. Bunu kendi yaşam tecrübemiz içinde düşünelim: Ölüm hakkında istediğimiz kadar konuşalım, ölümü tadan birisinin yaşadığı gerçek ile ölüm hakkında yazılanların okuyanda yarattığı ölüm gerçekliği hiçbir zaman özdeş değildir. Allah hakkında konuşmak, kıyamet ve ahiret, cennet ve cehennem gibi henüz hiçbir insan tecrübesine konu olmamış gerçeklerde de durum böyledir.

Tevîl yorumcuya, alan olarak müteşabihât dil olarak da mecaz seviyesinde bulunduğunu hatırlatır. Bu seviyedeki gerçekler, kendi gerçek/hakikat yapılarının dışındaki bütün gerçeklik kazandırma çabalarına direndiklerine göre, bu direnç sonsuza kadar devam edecek demektir. Bu da her yorumu ve kavramsallaştırmayı muhtemel yapar. Yapılan yorumları muhtemel yapan ve başka yorumculara da aynı derecede muhtemel yorum yapma imkânı veren, miiteşabih alanın bu yapısıdır.[154] Sözmerkezli (logosentrik) geleneklerde, hakikat/kesinlik arayışı yorumcuyu böyle bir risk almaya zorlamaktadır. Zira yapılan yorum, kesinlik/hakikat kriterine göre hareket etmektedir ve bunu yaparken de başta akıl olmak üzere sınırlı insan yetilerini kullanmaktadır. İnsanın sınırlı yetileriyle metnin içerdiği hakikatleri bütünüyle deşifre etme imkânının olmadığını kabul etmek, her yorumcunun aynı sürece girerek kendi imkânlarıyla yeniden yorum yapmasına imkân vermek ve son sözü hiçbir zaman söylememiş olmak, aslında, te’vîl’in teker teker özerk özneler yaratma girişimidir. Yapılan yorumun ardından ‘en doğrusunu Allah bilir’ ifadesi ise, Bütün kesinlik arayışına rağmen bir sınırlılık itirafıdır. Yorumcunun bu sınırlı oluşu, başka yorumcu öznelerin önünü açmaktadır. Sözün dünyanın özünü temsil etme kudretindeki bu zaafiyetinin kabulü, metni de yorumcu karşısında rahatlatmak demektir. Aksi takdirde yorumcunun metni yorması ve nihayetinde metne tahakküm etmesi gibi bir sonuç ortaya çıkabilir. Bu durumda söylenmesi gereken şey te’vîl’in, metin merkezli yapısalcı iddianın metnin dışında hiçbir şey yok söylemi ile okuyucu merkezli okuyucu yoksa metin de yok iddiası arasında bir denge yöntemi olduğudur. Anlama ulaşmak için bir şeyin ne olduğu ve ne olmadığı anlaşılmalıdır. Bu çelişkiler ve çatışmalar, anlamın kesinliğe ulaşmasını hep erteler. Bu çelişkileri ve çatışmaları çözmesi beklenen akıl, zaman dışı olmadığına, aksine bu çatışmaların yaşandığı düzleme ait olduğuna göre, yorumlarında kesinlik iddiası zayıflayacaktır. O zaman yapılması gereken şey, aklın keşfedeceği kesinliğin/gerçekliğin zaman dışı bir kesinlik ve gerçeklik mi yoksa kültürel, dilsel ve tarihsel olarak inşa edilen bir gerçeklik mi olduğunu göz önünde bulundurmaktır. Eğer ikinci tür gerçeklikse, akıl fazla sorun yaşamayacaktır. Birinci tür bir gerçeklik ise, aklın çabasının gerçeği temsil edebilecek imgeler üzerinden bir gerçeklik oluşturmakla yetinmesi gerekliği sonucunu çıkarmak gerekecektir. Bunun da sınırlarının olduğu açıktır.[155] Bu sınırları zorlayan bir kabül, kelamın akıl teorisinden gelmektedir. Semiyolojinin diliyle ifade edecek olursak, zaman dışı gerçeklikleri, örneğin Tanrı’yı, gösterecek herhangi bir gösteren olmadığı için, aklın sadece gösterenlerden hareket etmeyen bir keşif yeteneğinin bulunduğu, kelam tarafından bir öncül olarak kabul edilmektedir. Bu durumda aklın kelamda konumlandırılma biçimi, zaman dışı bir özellik taşımaktadır. Zira kelamcıların Allah’ın duyu verileriyle değil de akılla keşfedilebileceği yönündeki ön-kabulleri, eğer Allah’ı aklın düzeyine çeken değilse, aklı ilahî olana doğru yücelten bir beyandır.[156]

Aklın bütün bu keşif yeteneğine rağmen yine de bir sınıra gelip dayandığı bir alanın var olduğu kabul edilmektedir. Bu noktada şu soruyu sormak gerekecektir: Kuranın bütün temaları karşısında yorumcu yahut özne aynı yorum kudretini gösterebilir mi? Özne, simgesel düzeyde ifadelendirilen kavramlara (muhkem, ümmül-kitâb alanı) ilişkin başarılı yorumlar yapabilir ama simgesellegtirilemeyen temel gerçekler konusunda daha ihtiyatlı bir dil kullanmak durumundadır. Allah’ın birliği (vahit) konusunda çok rahat deliller getiren ve bu yönde insanın varlık yapısının (hilkatinin) sunduğu keşfetme yeteneğini kullanan akd, Allah’ın eşsiz birliğini (Ehadiyet) anlama noktasına geldiğinde dilini değiştirmektedir. Kelamcılanmızın bi-lâ keyf (nasıllığı bilinemeyen) dedikleri alan, hiçbir şekilde simgeselleş-tirilemeyen, kendine has bir gerçek alanla karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir. İfade ettiğimiz gibi, bunlar Kuran’ın müteşabihât olarak kavramsallaştırdığı alana ilişkin anlatımlardır ve kutsal bir metnin bu ifadeleri içermesi gayet doğaldır.[157]

Mâtürîdî’nin Kur’an’ı Yorumlama Yöntemi

Okuyucu Odaklı Yorum Yöntemine Hazırlık: Tefsir ve Te’vîl Ayrımı

Tevîl, fiil olarak bir kelimenin ilk anlamına geri gitmeyi ve yapılan yorumun bizi götüreceği son noktayı (akibet) dikkate almayı; isim olarak ise haber ve yorum (rüya yorumu) anlamlarına gelmektedir. Bu durumda tevîl, yorumlanan kelimenin hem ilk anlamını hem de yorumun bizi götüreceği son noktayı dikkate alan bir akıl yürütme süreci demektir. Mâtürîdî, Kuranı anlamanın ve yorumlamanın iki ayrı yöntemi olarak tefsir ve te’vîl arasında ayrım yapmakta ve bu iki yöntemi birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısı olarak takdim etmektedir. Kuranın nüzûl ortamını tecrübe eden sahabenin Kuran kelimelerinin ne anlama geldiğine ilişkin beyanları, tefsir kapsamındadır. Tefsirede Allah’ın ne murat ettiğini tespit etme iddiası vardır. Hâlbuki te’vîl yapan Allakın muradını değil, ibareden kendisinin anladığını ortaya koyma iddiasındadır. Te’vîl de hiçbkir zaman kesin kir dille “bu kelimeyle yakut bu ifadeyle Allah şunu murat etmiştir” gibi kesin kir dil kullanılmaz. Aksine, bu ifade şu muhtemel anlamlara gelebilir, denilerek yorumun odağına metni yorumlayan yerleştirilir. Mâtürîdî Fatiha süresindeki hamd teriminin tefsire ve te’vîle nasıl konu edildiğini şöyle örnekler:“Hamd teriminin ne anlama geldiği konusunda tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı, Allah bu ifadeyle kendini övmektedir, demiş; bir kısmı ise bununla insanlara kendisine hamd etmeyi emretmiştir, şeklinde görüş bildirmişlerdir. Görüldüğü gibi, hamd terimini tahlil ederken müfessir, Allah hamd ile şunu değil bunu kastetmiştir, şeklinde niyet okuması yapmaktadır. Oysa te’vîl yapan: “Hamd, övgü ve sena anlamlarına gelir; Allaha şükrederek emrine tutunmak demektir. Tam olarak bununla ne kastettiğini en iyi Allah bilir, der ve bitirir. Görüldüğü gibi tefsirde tek bir anlamı tespit çabası varken, tevîl mümkün olduğunca terimin ifade edekileceği anlamlan çoğaltmaktadır.” Mâtürîdî Kuran kelimelerinin ne anlama geldiği konusunda Abdullah bin. Abbas’a çok sık atıfta buluur, hatta farklı okuma biçimlerinin her tür anlam değişikliklerine sebep olabileceğini tartışır. Kelimelerin kök anlamlarını tespit etmek için sahabeye yaptığı bu referans, Te’vîlât’a tefsir özelliği de kazandırıyor görünmekle birlikte, Mâtürîdî sahabeden başka Kuran’ı yorumlayanların çalışmalarının tefsir değil te’vîl ismiyle anılması gerektiğini bir ilke olarak tespit ettiğine göre, Te’vîlât’a tefsir özelliği atfetmek isabetli olmaz. Kaldı ki hem Mâtürîdî hem de diğer Kur’an yorumcuları İbn Abbas’a genelde manası net olmayan kelimelerin (garîbü’l- Kuran) anlamlarını tespit için dar bir çerçevede başvurmuşlardı.[158]

Te’vîl yöntemi, tefsirden farklı olarak, düşünceyi inşa çabasıdır. Sözü söyleyenin kimliğinden çok, söylenen şeyin doğruluk değeri üzerinde durur. Yapılan yorumların akıl, insaf ve vicdan ortak paydası üzerinde yükselerek kesinlik/bürhanî bir nitelik kazanması amaçlanır. Zira bürhanî ifadelerde, söz gücünü söyleyenden değil, kendi iç tutarlılığından alır. Kuran âyetlerini yorumlama çabası, yorumlayıcının sınırlı imkânlarına rağmen, aslında karşımızda anlaşılabilir ve açıklanabilir bir metnin olduğunu peşinen kabul etmek demektir. Açıklamaların makuliyetini sağlayan da insanın akıl ve fıtratına uygunluğudur. Te’vîl söz konusu olduğu zaman, bu iki temel kaçınılmaz olarak önümüze gelmektedir. Mâtürîdî’nin tefsir ve te’vîl ayrımı, lafız ve anlam ayrımı demektir. Lafızda rivayet, anlamda dirâyet esastır. Mâtürîdînin Kuran yorum yöntemi, dirâyet olarak adlandırılan tarzdır. Dirâyet tefsiri, semantik tahlillere ve metin analizine dayanır. Arapça, Kur’an sayesinde zenginleşmiş ve Kur’an’ın anlam evreninin keşfedilmesini mümkün kılabilecek bir yoğunlukla geliştirilmişti. Dilin bu kadar geliştirilmesi, bu anlam evrenini keşfetme çabasının önünü biraz daba açmıştır. Mâtürîdî te’vîli öncelediğine ve âlimlerin görevinin lafza değil anlama yani te’vîle odaklanmak olduğunu vurguladığına göre/ anlamı keşif aracı olarak aklı temel insani yorum aygıtı olarak öne çıkardığını görebiliriz. Kur’an mesajı bir yorum üzerinden insanlara ulaştığı için Mâtürîdî, Kur’an metnini ciddi dilsel çözümlemelere tabi tutmaktadır. Zira dinin temeli vahiy ise, dini düşüncenin ve din kültürünün temeli de dildir.[159] Çağdaş metin teorisinde hermenötik olarak kavramsallaşan te’vîl, metnin bağlamı (text) ile yorumcunun bağlamını (context) dikkate alan bir yorum yöntemini öngörmekte, böylece çoklu yorumların önünü açmaktadır. Bu çoklu yorumlardan hiçbiri, Mâtürîdî’nin katı ifadesiyle, metni bütünüyle ve kesin olarak temsil ettiği iddiasında bulunamaz. Bu yaklaşım dini, insan tecrübesinin her boyutuna eklemlenmiş bir fenomen olarak görmeye çalışır ve yorumlayanı etkileyen sosyal, ekonomik ve kültürel belirleyenlerin metnin yorumunda doğrudan etkili olduğunu kabul eder. Metnin akla yakut reye dayanan yorumu, geçmişe uzanan metin ve içinde yaşadığımız bağlam arasındaki gelgitleri ve gerilimi dikkate alır. Salt rivayete dayandığı zaman kendini geçmişe sabitlemiş olur.[160]

Metindeki anlamın okuyucuyla birlikte varolduğu iddiası, aslında metnin okuyucuyu dikkate alarak varolduğu tezine dayanır. Emirler, yasaklar, tavsiyeler, ders alınması için anlatılan kıssalar aslında Kur’an’ın, muhatabının her türlü potansiyelini dikkate alarak nazil olduğunu gösterir. Kur’an’ın iniş sürecinde etkin olan muhatap, Kuran metinleştikten sonra etkin bir okuyucuya ve yorumcuya dönüşmektedir. Kuran ister söz ister metin olarak tanımlansın, bu durum değişmez. Madem ki Kuranın yaratmak istediği bir anlam evreni ve gerçekleştirmek istediği bir dünya vardır, o zaman okuyucu tarafından azami derecede anlaşılabilmeyi ve uygulanabilmeyi hedeflemesi de son derece doğaldır. Kuran’ın muhatabıyla/yorumcusuyla kurduğu bu simetrik ilişkiyi dikkate alan bir yorum yönteminin geliştirilmesi zorunludur. Öyle görünüyor ki Mâtürîdî’nin hem Kuran’ı yorumladığı eserine Te’vîlat ismini vermesi hem de bu isimlendirmenin gereği olarak salt rivayetlere dayanmayıp, Kuranı akli yorumlara tabi tutması, bu yöntemin önemini çok erken farkettiğini göstermektedir. Çağdaş metin teorilerinde hermenötik olarak kavramsallaştırılan bu yöntem, tevîl adıyla İslam kültürünün ilk dönemlerinden beri etkin bir şekilde kullanılmaktadır. Kadı Beyzâvî,Taberî, Zemahşerî, Nesefî gibi Kuran yorum geleneğinin akide isimlerinin eserlerine tevil adını vermeleri bu yorum yönteminin yaygın bir kabül gördüğünün göstergesidir. İlk dönemlerde tefsir ve te vîlin birbirinin yerine kullanıldığı söylenerek, tevîl’e sonradan yüklenen anlamın ilk dönemlerde söz konusu olmadığı iddia edilebilir. Ancak bu iddia Mâtürîdî için geçerli olamaz, zira Mâtürîdî eserinin daha ilk sayfasında tevîl ve tefsir arasında bir ayrım yaparak eserine neden Tevîlât adını verdiğini gerekçelendirmektedir.[161] Mâtürîdî nin eserine adını da veren te’vîl, her şeyden önce bir vahiy/metin algısına sahiptir. Vahyi, okuyucunun zihnine ona rağmen gelip oturan davetsiz bir misafir gibi görmez; aksine vahyin insanı dikkate alarak indiğini kabul eder. Dolayısıyla vahiy süreci tamamlandıktan sonra da insana yorumcu olarak aktif bir yer açar. Mâtürîdînin tevîlle ilgili yaptığı tanımı hatırlayalım: kelimenin ilk anlamına geri gitmek; bu anlam üzerinden yapılacak yorumların hangi nihai noktalara (akibet) gidebileceğini görmek ve yapılan yorumu kesin hir hüküm olarak değil bir ‘haber (bildirim) olarak ilan etmek. Tevîlin bu üç özelliğine özellikle dikkat çekmek gerekir. Bunlardan ilki metni oluşturan kelimelere ve terimlere ilişkin algıyı ortaya koyması açısından büyük öneme sahiptir: Kelimenin ilk anlamına gitmek, anlamın sıfır derecesine yönelmek, demektir. Bu bir anlamda, kelimeye o ana kadar yüklenen anlamları bir süreliğine askıya alma ve yeniden anlamlandırma teşebbüsüdür. Askıda kaldıkları sürece kelimelerin oluşturduğu metinler de kaygan bir zemine taşınmış olurlar ve sorgulamaya açık hâle getirilirler. Bu süreç, yazarın niyeti ne olursa olsun, yorumlayanın kelimeler üzerinden kendi anlamlarını üretme sürecini temsil eder.[162]

Üçlü Yorum Yöntemi

Ayetleri yorumunda Mâtürîdî nin nasıl bir yöntem talip ettiğini örnekleyerek vermek gerekirse, âyetin bütün çerçevesiyle anlaşılmasını sağlamak için Mâtürîdî’nin şu şablonu çok sık olarak uyguladığını görürüz:

1. Nüzul ortamı,

2. Tecrübi ortam/yorumcunun yaşadığı ortam,

3. Nüzul ve tecrübe ortamından bağımsız rasyonel yorum.

Ayeti yorumlarken Mâtürîdî önce âyetin iniş ortamını dikkate alan bir yorum yapmakta, sonra kendi yaşadığı ortam, gelerek âyetin yorumunu bağlamsallaştırmakta, ardından da bu iki ortamdan bağımsız akli yoruma dayalı çıkarımlarda bulunmaktadır. Bu yorum tarzı, bir yandan geleneğe has iç mantığı göz önünde bulundurmakta, bir yandan kendi çağının bilincini dikkate almakta, diğer yanndan da sağduyuya ve akla-mantığa dayalı nesnel yorumlar getirmektedir.[163]

Mâtürûdî’nin bu üç unsuru bariz bir şekilde kullanışını Fâtır suresi 13. Ayetini yorumundan takip edelim: “Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. Her biri belirli bir zamana kadar kendi yörüngesinde akıp giden güneşi ve ayı buyruk altına almıştır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, hükümranlık Onundur. Onu bırakıp taptıklarınız, bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.

1. Nüzûl ortamını dikkate alan yorum:

Ayet öncelikle Allah’ı, ölümden sonra dirilmeyi ve elçileri inkâr eden Mekkelilere hitap etmektedir. Zira Mekke müşrikleri üç gruptan oluşmaktaydı: Bir grup Allah’ı ve tevhidi; bir grup öldükten sonra dirilmeyi; başka hir grup ise elçileri inkâr ediyordu. Bu âyet hem Allah’ı, hem ölümden sonra dirilmeyi hem de elçilerin varlığını ispat eden bir içeriğe sahiptir. Gece ve gündüzün, ayın ve güneşin ve benzeri bütün varlıkların tek bir Varlığın koyduğu yasalarla ve yine tek bir Varlığın sakladığı dengeyle, ne bir eksik ne bir fazla, işlemeye devam etmesinde, Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır. Zira bütün bunlar, her şeyi planlayıp yaratan ve yarattıklarının bir denge ve yasa üzerine devamlarını sağlayan bir Varlığın yarattığı ve yönettiği bir alanla bizi karşılaştırmaktadır. Planlayan, yaratan ve yaratmayı sürdüren tek bir Varlık değil de varlığın kendisi olsaydı varlıktaki bu standart düzen bozulur, farklılaşmalar ve kaos olurdu, Tek bir Varlığın değil de hir çok varlığın tasarrufunda olmuş olsaydı anılan varlıklar için belirli bir zamanda bahsedilemez, bazen ileri gider, bazen geri kalırlardı; bazen değişiklik gösterir bazen kendisinden bekleneni gerçekleştirmez başına buyruk davranırlardı. Ayın güneşin, gece ve gündüzün bitişik oluşu ve şaşmaz hir şekilde varlığa devanı edişi hem planlama hem de yürütmede tek bir Varlığın etkinliğinin göstergesidir, birkaç varlığın değil.”[164]

2. Genel akli yorum:

“Gecenin bütün varlığıyla ortadan kaybolması, gündüzün bütün etkileri ve görünümleriyle çekip gitmesi, benzer şekilde güneşin bütün varlığıyla kendini gösterirken kaybolup gitmesi ve hemen ardından başka hir gerçekliğin (ayın) hayat bulması, ölümden sonra dirilmenin delilidir. Zira bu süreçlerin her biri birer dirilmeden ibarettir. Bütün bu olup bitenlerin planlandığı bir dünyada insanların bu planın dışında bırakılması, kendilerine bu düzenin iyi işlemesini sağlayacak emirlerin ve yasakların gelmemesi ve bütün bunların bir imtinan vesilesi olarak planlanmaması düşünülemez. O hâlde bu emirleri ve yasakları insanlara bildirecek, haklarından ve sorumluluklarından haberdar edecek bir elçinin gönderilmesi gereklidir. Bilgi ve bikmet sahibi bir Yaratan bu şekilde kuşatıcı bir yönetim sergiler.”

3. Yaşanılan anın zihnini ve sorunlarını dikkate alan bağlamsal yorum:

“Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar ifadesinde iki incelik var: birinin bütün izlerinin silinmesinin diğerinin gelme sebebi oluşu vahut birinin izlerindeki artışın diğerinde azalmaya sebep olması. Birinin saatlerinin diğerinin saatlerine dâhil edilmesi. Bu da Seneviyye’nin (düalistlerin), “hayrın yaratanı şerrinkinden farklıdır; nur, hayrın yaratanının eseriyken; karanlık, şerrin yaratanının eseridir, söylemini ortadan kaldırmaktadır. Seneviyye’nin dediği gibi karanlık ve ışık arasında böyle bir çatışma olmuş olsa ve ber biri başka bir tanrının eylemi olarak öne çıkıp diğerini yerinden etmiş olsaydı, karanlık ve ışık arasında, düşmanlar arasındaki ilişkiden bahsederken dediğimiz gibi bir mağlup etme, boyun eğdirme gibi bir ilişki söz konusu olurdu ve bir kere mağlup olan bir daha da kendine gelip işlevini yerine getiremezdi. Ama gece ve gündüz arasında böyle bir çatışma, mağlubiyet-galibiyet ilişkisi olmadan her biri vakti gelince kendisi için tayin edilen işlevi gördüğüne göre tek bir varlık her ikisini de kontrol ediyor demektir.’

Birinci pasaj âyetin indiği nüzul ortamını dikkate alan bir yorumu içermektedir, ikinci pasajda derin bir akıl yürütmeye şahit olmaktayız. Üçüncü pasaj ise Mâtürîdî’nin yaşadığı ortamda var olan farklı inanışların algısını öne çıkarıp onları reddeden bir yorum geliştirmektedir. Böylece Kuran âyetlerinin indiği ortam, yorumcunun yaşadığı ortamla rasyonel bir zeminde birleştirilmiş olmaktadır. Bu rasyonel tahliller, Kuran’ın salt tarihsel bağlamlara dayalı olarak okunmaması gerektiği, bunları aşan daha geniş bir anlam evrenine sahip olduğunu göstermiş olmaktadır.[165] Eskişehir’de Şahver Çelikoğlu hanımefendinin, Mâturidî Akaidi üzerinde durmasını şimdi daha iyi anlıyorum. “Şeyh Ebu Siraceddin Ali bin Osman el- Ûşi’nin” “İslam Akaidi (Emâlî Şerhi)”[166] isimli eserini ve nicelerini bizlere kazandırması hem onun hem bizlerin en büyük bahtiyarlığıdır. Onun Tasavvuf, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid ve Arabiyat mevzularında sürdürdüğü irşad çalışmaları ise Türkistan coğrafyasındaki ecdadımızın ruhlarını muhakkak şad etmektedir.

Öğle yemeği için Türkistan Özbek yemeklerinin yendiği bir lokantadayız. Yemekte topak köfte olan çorba, kıymalı ve havuçlu mantı, yoğurt salata ve börekler var. Buradan otobüsümüzle Ubeydullah Ahrar Veli’nin kabrine varıyoruz. Dervişleri ile sade bir kabristanda yatıyor. Hangah-ı Şerif’i (Tekkesi var), namazlarımızı orada eda ediyoruz.

Bugün çok iyi biliyoruz ki Türkistan tasavvufunda insanları en çarpıcı, en şiddetli şekilde cezbeden zikir meclisleri, Yesevî dervişlerince icra edilmiş ve edilmektedir. Bu konuda gerek tarih boyu ve gerekse günümüzde katıldıkları Yesevî zikri meclislerini kaleme alan, kaydeden yazar, araştırmacı, meraklı vb. birçok kişi mevcuddur. Yesevî zikrinin hararetli tesirinden etkilenen insanlar arasında Ubeydullah Ahrar gibi, Türkistan Nakşbendi ekolünün zirve isimlerinden birisinin de olduğunu Reşahat adlı tasavvuf klasiğinden biliyoruz. Yazılı olarak nakledildiğine göre Hoca Ahrar, kendisini ziyaret eden muasırı bir Yesevî şeyhi olan İkanî’den bir miktar “zikr-i erre” çekmelerini rica eder. Bu rica üzerine oluşturulan meclisteki cezbe alevi o denli yüksek perdelere, o denli hararetli düzeye ulaşır ki, bizzat Ahrar, “Tamam-tamam” diyerek zikrin sonlanmasım sağlar. “Türkistan Seyahatnamesi” adlı eserinde de 19.yüzyılda Türkistan’a giden Schuler, Taşkend’de şahidi olduğu bir Yesevî zikrini ve bu zikrin dervişleri nasıl etkilediğini tüm ayrıntıları ile dile getirmektedir. Yesevî meclislerinin bu olağanüstü cazibesi zikir esnasında icra edilen”Erre zikri” kadar zikre eşlik ederek hikmet okuyan hikmet-han ve korosu diyebileceğimiz dervişlerin okuduğu hikmetler ile ilgilidir. Zaten hikmet kıtalarının 4. mısralarının toplu olarak eşlik etmeğe müsaid olduğuna Köprülü de işaret etmiştir. Sovyet döneminde her türlü dine ve özellikle İslâm’a karşı uygulanan baskı politikası yıllarında zikir meclislerinde Hikmet okuyan hikmethanlar birer birer ortadan çekilirken “hikmethanlık bayrağı”nı komünist rejim karşısında biraz daha korunaklı pozisyonda olan kadın Yesevî dervişleri yükseltmişlerdi. Bugün yeniden, “Yesevîhanlık” da denilen hikmet okuma geleneğinin Türkistan’da canlanışına şahid olunmaktadır. Harezm bölgesinden Doğu Türkistan’a tüm Türk yurtlarında Yesevî hikmetleri tarih içinde olduğu gibi dilden dile, meclisden meclise dolaşır olmuştur.[167]

Emir Timur’un soyundan gelen Türkistan hanlarından Sultan Ebu Said Mirza ve çağının büyük mürşidlerinden Hoca Ubeydullah Ahrar Taşkendi ile ilgili bir menkıbe, bu konuda güzel bir örnek olarak dikkat çekicidir. Bir rivayete göre Hoca Ubeydullah Ahrar, birgün bir kağıt ve kalem isteyip kağıda bazı isimleri yazdı ve bu isimlerden Sultan Ebu Said Mirza yazılı olan kağıdı katlayıp cebine koydu. Bir müridi bu ismin kime ait olduğunu sorunca “Biz, siz, Semerkand, Taşkend ve Horasan yakında o sultanın hükmünde olsak gerektir” dedi. Ve kısa bir süre sonra bütün Türkistan’da Mirza Ebu Saidin namı yürüdü. Han olmasından hemen önce Mirza Ebu Said rüyasında Hoca Ahmed Yesevi’yi görür ve Hoca Ahmed Yesevi delaletiyle Ubeydullah Ahrar kendisine Fatiha okur. Sultan, Hoca Ahmed Yeseviye Ubeydullah Ahrar’ın adını sorarak simasını hafızasına kaydeder. Bu rüyadan uyandığında hemen Ubeydullah Ahrar’ı aratmağa başlayan Sultan aradığı zatın Taşkend’de olduğunu öğrenince maiyeti ile birlikte atlanıp hemen Taşkend’e doğru yola çıkar. Sultan’ın Taşkend’e doğru gelmekte olduğunu öğrenen Ubeydullah Ahrar yakın bir kasabaya gider. Bunu öğrenen Mirza da aynı kasabaya yönelir ve Firket yakınlarında Ubeydullah Ahrar ile karşılaşan Sultan hemen atından inerken Ubeydullah Ahrar’ın ellerine sarılarak ” İşte rüyamda gördüğüm mübarek insan!” diyerek şükür ve dualar eder. Hoca da Sultan’a ilgi göstererek bir süre sohbet eder. Bu sohbetle Sultan Ubeydullah Ahrardan kendisi için bir Fatiha daha niyaz eder. Bunun üzerine Hoca Ubeydullah Ahrar gülerek “Fatiha bir olur” diyerek Sultana daha kendisine tanımadan rüyasında okuduğu Fatihayı hatırlatır. Bir süre sonra Semerkand’ı fethetmek iste en Mirza Ebu Said tekrar Hoca Ubeydullanh Ahrar’a başvurup manevi yardımını istediğinde şunları söyler ” Fetih niyetiniz İslam’ı güçlendirınek ve halka şefkat ise zafer sizden yanadır.” Sultan bu Bu rivayette Hoca Ahmed Yesevi’nin de saygın bir şekilde zikredilmesi dikkat çekicidir; burada da görüldüğü gibi bütün Türkistan hanları Emir Timur gibi Hoca Ahmed Yesevi”yi manevi önder olarak benimsemişlerdir.[168]

Hoca Ubeydullah Ahrar ile devrinin yöneticileri arasındaki ilişkiyi dile getiren birçok menkıbe mevcuttur. Bazı tasavvufi ekollerde belirgin bir eğilim olan dünya saltanatı sahiplerine karşı mesafeli durma şeklindeki yaklaşımın aksine olan bu durum, izah gerektirecek kadar önemlidir. Hoca Ubeydullah Ahrar’ın hayatı ve tasavvuf anlayışına ait pek çok bilginin yeraldığı klasik tasavvuf kitaplarından birinde anlatılan bir olay bu konuyu çok güzel açıklamaktadır: Birgün Semerkand’a gelen Hoca Ubeydullah Ahrar’ın Semerkand valisi ve şehrin önde gelenleri ile üç gün boyu görüşürken müridleri ile ilgilenmemesi bazı dedikodulara yolaçar.” Keşke Şeyh, Emir ve sultanlarla bu kadar yakından ilgilenmese de müridlerinin eğilimi ve fcyzlenmesi için daha fazla vakti kalsa…” şeklinde fikirler ortaya çıkar. Bu düşüncelerden etkilenen Reşahat yazarı Safiyyüddin, bir başka alim ve Ubeydullah Ahrar’ın dostu olan Mevlana Seyyid Hasan’ı İmam Gazali’nin İhya-ül Ulumu’ddin eserinden bir konuyu incelerken bulur. Yanına varınca kitaptan başını kaldıran bu alim ve fazıl zat Safiyyüddin’e bu sorunu şöyle açıklar: “Bir ilim isteklisi Ubeydullah Ahrar’ın karşısına geçmiş ve O’nun niçin bir dağ başına çekilip yalnız ilim talipleri ile meşgul olmadığını ve hangi gerekçe ile sultan ve emirlerle beraber olmayı buna tercih ettiğini düşünmeğe başlamış. Buna karşılık Hoca Ubeydullah Ahrar’ın cevabı şöyle olmuştur: “Bu benim müşkül bir meselemdir ve cevabını da sizden isterim. Sultanlar, emirler, hakimler ve zalimlere söz geçirebilen bir kimse böylece müslümanlara faydalı olurken bir köşeye çekilip oturması ve yalnızca müridlerinin terbiyesi ile uğraşması caiz olur mu? Bu iki yoldan acaba hangisi daha üstün ve faziletlidir.?” Bu sorulara “Eğer böyle ise zulüm yapabilecek kişilerin yanında bulunması daha iyidir.” cevabını alan Ubeydullah Ahrar ” Hem fetvayı kendiniz verirsiniz, hem de hâlâ içinizden ona zıt fikirler geçer.” diyerek niçin Emir ve yetkili kişilerin yanında bulunduğunu izah eder. Hoca Ubeydullah Ahrar bağlılarına hizmet anlayışlarını şu şekilde formüle etmiştir: ” Bizim yolumuzda vaktin gereği gözetilerek zikir ve murakabe ancak müslümanlara hizmet konusunda bir gerek olmadığında yapılabilir. Bir müslümanın gönlünü almağa vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür sanır. Oysa gönül feyzi hizmet ürünüdür. Bu hizmet karşılığında halktan herhangi bir şey beklememek de bu yolun gereklerindendir.”[169]

Bu aktif ve yönlendirici tavırla halk içinde yaşarken her an Hakk’la beraber olmadaki inceliği kavrayamayan ve dünyadan el etek çekme şeklinde pasif bir tasavvufî anlayışı savunan kişilere karşı Hoca Ubeydullah Ahrar kendisinin yaşadığı şu anısını dile getirir:” Uluğ Beğ Mirza’nın sarayında cezaları tanzim ve tatbik etmekle görevli bir kişi vardı. Birgün şehzadeleri Taşkend’e davet etti. Aralarında en gençleri arasında bulunduğum onyedi genç saraya vardık. Bizi kabul ederken, el sıkışırken bütün arkadaşlarım o kişinin manevi gücüyle kendinden geçer gibi oldular. En fazla ben tahammül gösterebildim. Bunun üzerine bana iltifat etti. Böyle güçlü bir manevi hali olan bir kişinin sultanın sarayında görev almasına içimden hayret ettiğimi anlayan saray görevlisi şunları söyledi.” Hoca Hasan Attar’ın müridi olarak yanında manevi yönümü geliştirmeye çalıştımsa da pek merhale katedemedim. Bu halimi açarak yardımcı olmasını istediğim şeyhim, benim sultanın emrine girerek çalışmamı ve bu sırada mazlumlara yardım etmeğe gayret etmemi hu suretle kısa sürede manevi fetihlere nail olacağımı ifade etti. Hocamın hu emri üzerine haşladığım saray görevim sırasında muradıma erdim. Sultanın sarayına işi düşen fakir, hakkı çiğnenen, mazlum ve aciz müslümanlara yaptığım yardım ve bunu başaramaz -sam gönlümü kaplayan hüzün sayesinde bugün erdiğim manevi dereceye ulaştım.” dedi. Hoca Ubeydullah Ahrar bu olayı anlatırken halka hizmet edebilecek ve hayrın tahakkukuna vesile olunabilecek bir makamda hayra hizmetin kişinin manevi derecesini düşürmeğe yolaçmayacağını belki tam tersine Hakk nezdinde mertebe kazandıracağını ifade etmektedir.[170]

Hoca Ubeydullah Ahrar’ın güzel bir örnek olduğu tasavvuf-yönetim ilişkisi sağlıklı işlediği sürece devlet mekanizması zulme alet olmamış ve halka hizmetin gerçekten Hakk’a hizmet olduğu altın devirler yaşanmıştır. Türklük açısından Hoca Ubeydullah Ahrar’ın önemli ve etkisi günümüzde bile devam eden bir hizmeti Hoca Ahmed Yescvi’den dörtyüz yıl sonra Anadolu’ya dervişlerini göndererek Türk dünyasının manevi bütünlüğünü pekiştirmesidir. Hoca Ubeydullah Ahrar’ın yetiştirerek Anadolu’ya gönderdiği dervişler arasında en önde yeralan iki isim Şeyh Abdullah İlahi ve Seyyid Ahmed Buhari’dir. Bu dervişleri vasıtasıyla Anadolu ve Rumeli’de kitlelere tasavvufi hayatın ince ve zarif noktalarının nakşedilmesi mümkün olmuştur. Hoca Ubeydullah Ahrar’ın kerametleri arasında kaydedilen bir menkıbe ise Türklüğün Doğu ve Batı uçlarını biraraya getirmesi yönünden çok önemlidir. Bu birliğin ülke hakimleri tarafından değil Ubeydullah Ahrar gibi bir “gönül ustası” tarafından gerçekleştirilmesi Türk birliğinin dün olduğu gibi bugün de veya yarınlarda da ancak gönülleri fetheden mürşidler eliyle gerçekleştirilebileceğini ortaya koymaktadır. Bu rivayete göre, Hoca Ubeydullah Ahrar birgün atının hemen eğerlenip getirilmesini ister. Atı getirildikten sonra yanındaki dervişlerin kendisiyle birlikte gelmemesini isteyen Hoca Ubeydullah Ahrar, bir ovada atıyla kaybolur. Kendisini dinlemeyip peşi sıra giden ve önde gelen bir müridi. Şeyhin atını bir o yana, bir bu yana sürdüğünü bazen de gözden kaybolduğunu görür. Nihayet geriye dönen Hoca Ubeydullah Ahrara bu seferinin hikmeti sorulduğunda şunları anlatır: “…Diyar-ı Rum (Anadolu) Sultanı Fatih Mehmed kafirlerle karşılaştı; yardım için bize teveccüh ettiğinde yardımına gitmemiz gerekti. Allah’a hamdolsun düşmanı altelti, mansur ve muzaffer oldu.”[171]

Bu rivayette Hoca Ubeydullah Ahrar’ı izlediği bildirilen müridi olan Haee Muhammcd Kasım , İstanbul’a gidince Fatih Mehmedin oğlu 2. Bayezid Han ile görüştüğünde bu yardım konusundan bahsettiğini anlatır. Bunun üzerine kendisi de derviş olan 2. Bayezid Han Buharalı Şeyh’e Hoca Ubeydullah Ahrar “ın o sıradaki simasını, giyimini, atının özelliklerini sorar ve aldığı cevaplardan sonra bu rivayetin tamamen doğru olduğunu anlayarak babası Fatih Mehmedin anlattıklarını “…Savaşında kafir ordusu ile karşılaştık; küffar ordusu bizden üstün gibi görünüyordu. Bunun üzerine ismen bildiğim Hoca Ubeydullaha teveccüh ettim’ diye nakleder ve babası Fatih Mehmed in gördüğü kişinin simasını, giyimini ve atını tarif ederek Şeyh ile aralarında geçen konuşmayı nakledişini anlar. Buna göre Şeyh, Fatih’e “Ey Sultan Mehmed korkma!..” deyince Fatih ” Nasıl kormayayım, düşmanın askeri çok…” diye cevap verir. Bunun üzerine Hoca Ubeydullah Ahrar cübbesinin kolunu açarak Fatihten içerisine bakmasını ister. Bu isteği yerine getiren Fatih büyük bir sahrayı dolduran binlerce asker görür. Hoca Ubeydullah Fatih’e: “Bunların hepsi senin yardımcındır. Şimdi şu tepenin üstüne çık ve davullara üç kez vurdur ve düşmana saldırı emri ver” talimatını verir. Şeyh’in emrini yerine getiren Fatih, çarpışma sırasında Hoca Ubeydullah Ahrar’ın da cenk meydanında yerini alarak düşmana at sürdüğünü görür ve sonuçta küffar ordusu mağlup olur; ancak zaferden sonra Fatih Mehmed, Hoca Ubeydullah Ahrar’ı bir daha göremediğini söylemiştir. 2. Bayezid Han, bu harikulade olayı anlatan babasının Hoca Ubeydullah ile konuşurken söylediği “Nasıl korkmayayım düşmanın askeri çok…” sözlerini işiten yanındaki vezir ve paşaların hakanın bu sözlerine anlam veremeyip bir dalgınlık ve şaşkınlık eseri olarak yorumladıklarını, çünkü o sırada Hoca Ubeydullah ile yaptıkları görüşmeden hiç haberdar olmadıklarını anlattığını nakletmiştir.[172]

Bu rivayet o devir Türklüğünün manevi yakınlığını olanca haşmetiyle gözler önüne sermektedir. Hoca Ubeydullah Ahrar’ın 1489 yılında vefat etlikten sonra Semerkand yakınlarında yapılan türbesi Türkistan’ın en büyük manevi makamlarından biri olarak günümüze kadar gelmiştir. İstanbul’da Fatihin kabrini ziyaret ederek bir Fatiha okuyanlar arasında Hoca Ubeydullah Ahrar’ı gönlünden geçirenler olmuş mudur bilemem; ancak bu yazıyı okuyanlardan yolu Fatih’e düşenler umulur ki Hoca Ubeydullah Ahrar’ı hatırlayacaklardır. İnşaallah birgün yolumuz Türkistan’a, Hoca Ubeydullah Ahrar’ın makamına uğrarsa Fatihi hatırlayacağımız gibi… Ne güzeldir, batıda başı sıkışan Han’ın doğudaki Hakk dostuna teveccühle yardım taleb etmesi ve buna ermesi; doğu ucunda bunalan halkın batıdaki kardeşlerinin yolunu gözlemesi. Bu, şu cihanda Türk’ten başka kime nasib olmuştur ve inşaallah yine, olacaktır?[173]

Taşkente ismi Efrasiyap (Alp Er Tunga) olan hızlı trenle geçiyoruz. Günlerin yolculuğu ile otelimize geçmeden önce akşam yemeği ve Türkistan folkloründen görüntüler düzenlenmiş. Burada kafilemizin dört otobüsünün elemanları bir araya gelmiştik. Bu son yemek, gala yemeği oluyordu. Tanıdığımız bir çok dost dönüşte tekrar buluşmuştuk. Yahut yeni dostlar edinmiştik. Her biri Eskişehir ve ülkemiz için kıymetli birer değer olan arkadaşlarımızdan bahsetmek isterdim, fakat Sayın Vali Yardımcımız Günhan Yazar beyle konuştuğumuz gibi geziyi fotoğraflı hale getirirsek hafızalarda kalıcı olur diye düşündük.

Gala yemeğinde, bayan öğretmenlere çiçeklerin hediye edilmesinden sonra teşekkür faslına geçildi. Yemekte; çorba, Özbek plavı, et yemeği, bazı masalarda at eti vardı. Nedim bey President İslam Kerimov başta olmak üzere uzun bir teşekkür konuşması yaptı. Mihmandarlarımızı sahneye davet etti. Türkiye ve Özbekistan bayrakları açılarak iki ülke tek millet çoşkusu ile kapanış oldu. Ağır ağır otellerimize geçildiğinde ertesi sabah dönülecek Türkiye hazırlıklarımız başlamıştı.

24.11.2013 (Pazar)

Sabah otobüsle Taşkent Hava alanına giderken en son gördüğüm çarpıcı yazı “Bizden ozat va obad vatan olsun” idi. Uçakta Mehmet Topal’la yan yanayız. Uçak zaman zaman tirbulansa giriyor. Uçakta elektronik mektup adreslerimizi aldık. Gezi Ekibinin elmek adreslerine gezi notlarını göndereceğiz. Bu yazdıklarımız gezi notları ile birlikte Türkistan’ın Özbekistan bölgesi üzerine tarihî, kültürel, edebî bilgilerin derlemeside oldu. Sözlerime aziz arkadaşımız Özbek Türkü M. Sabir Karger’in bestelediği “Anayurt” şiiri ile devam edelim:

“Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer bir boydur;

Karakalpak, Kırgız, Kazak….Hepsi bir soydur.

 

Özbekistan, Türkmenistan…diye kurmuşlar

Anayurdum Türkistan’ı bölüp koymuşlar

 

İnanmayın, aldanmayın ey Türk yiğitler

Kırk asırlık tarihe sahip olan Türkler

 

Türkistan, Kafkasistan ey güzel yurdumuz

Sana kurban olalım ey anayurdumuz[174]

Sabir’den sonra derviş Yunus diliyle Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun kaleme aldığı şu dizeler; Türkistan’dan Anadolu’ya gelen atalarımızı ne güzel anlatıyor:

Yoldaş oluben yellere,

Düzen veruben tellere

Destan eyleyip dillere,

Asya’dan doğrula geldik…

 

Gerçi yol, yokuştu gayet,

Lâkin etmedik şikâyet,

Hadîs hadis, âyet âyet.

Çağrıla çağrıla geldik…

 

Gönüllerde yoktu güman,

Bir med halindeydi iman,

Türk Türk, Müslüman Müslüman,

Yoğrula yoğrula geldik…

 

Mevlâ çağıra biz gide

Ünümüz bizden tez gide…

Çağlar aşan bir ezgide

Bağrıla bağrıla geldik…

 

Sellerce giden kanlardan,

Dağ dağ yığılan canlardan.

Gömgök murassâ kınlardan

Sıyrıla sıyrıla geldik…

 

Sancaklarımızda Hilâl

Tuğlar, dalga dalga, al al…

Bir gövdeden yirmidört dal

Ayrıla ayrıla geldik…[175]

KAYNAKLAR

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Alp-Erenler, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990.

Dr. Hayati Bice, Türk Yurtlarında İmanımızın İşaret Taşları, Köklem Yayınları, Ankara, 1992

Hayati Bice, İşaret Taşları, İnsan yayınları, İstanbul, 2006

Hayati Bice, Türk Yutları Üzerine Notlar, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul,2010

Roger Garaudy, İslâm’ın Aynası Camiler, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2013.

Zeki Tez, Matemetiğin Kültürel Tarihi, Doruk Yayınları, 2008.s.269-271.

Peter J. Lu, etal.,Decagonal and Quasi-Crystalline Tilings in Medieval Islamic Architecture, Science 315, 1106(2007); DOI: 10.1126/science. 1135491.

Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, TTKB, Ankara, 1976,

Hasan Lütfi Şuşud, İslâm tasavvufunda Hâcegân Hânedânı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1992.

Erdoğan aslıyüce, Adım Adım Türk Yurtları, Yesevî Yayıncılık, İstanbul, 1997

Mevlana Ali Bin Hüseyin es-Safi, Reşahât, (Müstensihi: Hacı Mehmet Zülâlî) (Günümüz Türkçesine aktaranlar; Naci Bayraktaroğlu ve Nizamettin Arslan), İz Yayıncılık, İstanbul, 2013.

Ahat Andican, Osmanlı’dan Günümüze Osmanlı ve Orta Asya, Doğan Kitap, İstanbul, 2009,

Enver Altaylı, Büyük Oyundaki Türk, İlgi Kültür sanat, İstanbul, 2008

İbn Batura Seyahatnamesi, (çeviri; A. Sait Aykut), YKY, I. Cilt, İstanbul, 2000

Çağatay Koçar, Türkistan ile ilgili Makaleler, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1991

Cemal Kurnaz, Türkiye Orta Asya Edebî ilişkileri, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999

Zekeriya Kitapçı,.Orta Türk İslâm Medeniyeti Tefsir ve Hadis İlminin Gelişmesinde Müslüman Türklerin Yeri, Yedi Kubbe, Konya, 2008

Melek Dosay Gökdoğan, Türklerin Bilime Katkıları, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara, 2008

Harold Lamb, Emir Timur, İlgi Kültür Sanat Yayınları, (çev.A. Göke Bozkut), İstanbul, 2009, Önsöz.

Refik Özdek, Siyasî Vasiyetler, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1975,

Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe, Cilt 2, İstanbul, 2005

Şaban Kuzgun, Semerkant havzası ve Mâtürîdî, Mâtürîdî’nin Düşünce Dünyası, Kültür ve Turizm bakanlığı, Ankara, 2011,

Şaban Kuzgun, Mâtürîdî’nın Kur’an Yorum Yöntemi, Kültür ve Turizm bakanlığı, Ankara, 2011

Şahver Çelikoğlu , Şeyh Ebu Siraceddin Ali bin Osman el- Ûşi, İslam akaidi-Mâturidî Akaidi. (Emâlî Şerhi), Marifet yayınları, Yeni Baskı, İstanbul, 2011.

M. Sabir Karger, Türkistan Halk Müziği, Cilt 1,Ankara, 1986.

 

Not: Metin içerisinde verilen kaynaklar haricinde aşağıda listelenmiş eserlerin okunması da Türkistan hakkında bizlere katkı sağlıyabilir. Türkistan konusunda isimlerini verebildiğimiz eserlerin binlerce katına geziye katılan arkadaşlarımız ulaşabilirler.

Bakiler Yavuz Bülent, Türkistan Türkistan, Yakın Plan Yayınları, İstanbul, 2012.

Mehmet Turgut, Taşkent’e Doğru, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1983.

A. Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihi’ne Giriş, Enderun Kitapevi, İstanbul, 1981.

Hayit Baymirza  Türkistan Rusya ile Çin arasında,  Otağ Yayınları, Ankara 1975,

Bennigsen.A., Quelquejay C. Clemercier –, Step’de Ezan Sesleri, Çeviren: Nezih Uzel, Selçuk Yayınları, İstanbul, 1981

Bennigsen A., Quelquejay C. Clemercier, Sûfi ve Komiser, Akçağ,Ankara, 1988.

Bice Hayati, Türkistan Rüyası, Bizim Büro, Ankara, 2012.

Ilgar İhsan, Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 1990,

Kocaoğlu Timur,Özbek Türkleri Edebiyatı.TDEK Ankara 1989.

Togan Zeki Velidi, Hatıralar, Tan Matbaası, İstanbul 1969

Türk Dünyası El Kitabı. Cilt 4. TKAE. Ankara 1998.

Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi (Redaktör: Nevzat Köseoğlu) KTB Ankara 2004,

Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi(Redektör: Nevzat Kösoğlu) 32, KTB. Ankara 2004,

Zenkovsky Serge A., Rusya ‘da Pan-Türküzm ve Müslümanlık (Çev: İzzet Kandemir) Üçdal Neşriyat, İst., 1983 .

Kavuncu Orhan, Güzel Türkistan, Doğu Kütüphanesi,İstanbul,2009.

Altaylı Enver, Esir Türk İllerinde doksan Gün, Yeni yayınlar, İstanbul, 1980.

Doğan D. Mehmet, Türkistan/Türkiye Türk Kimliği Coğrafyaları, Yazar yayınları, Ankara, 2010.

Gürel Zeki, Türkistan Yazıları, Berikan yayınevi, Ankara, 2003.

Zekeriya Kitapçı, Türkistan, TDAV, İstanbul, 1993.

Erşahin Seyfettin, Türkistan’da İslam ve Müslümanlar, İlahiyat Vakfı Yayınları, Ankara, 1999.

De Clavijo Ruy Gonzales, Anadolu Orta Asya ve Timur, Ses yayınları, İstanbul, 1983



[1] Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Alp-Erenler, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990, s.5-9.

[2] Dr. Hayati Bice, Türk Yurtlarında İmanımızın İşaret Taşları, Köklem Yayınları, Ankara, 1992, s.122.

[3] Roger Garaudy, İslâm’ın Aynası Camiler, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2013.

[4] Zeki Tez, Matemetiğin Kültürel Tarihi, Doruk Yayınları, 2008.s.269-271.

[5] Peter J. Lu, etal.,Decagonal and Quasi-Crystalline Tilings in Medieval Islamic Architecture, Science 315, 1106(2007); DOI: 10.1126/science. 1135491.

[6] Hayati Bice, a. g. e., s.11.

[7] Hayati Bice, İşaret Taşları, İnsan yayınları, İstanbul, 2006, s.93.

[8] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar, TTKB, Ankara, 1976, s. 92.

[9] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 94-95.

[10] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 96.

[11] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 97.

[12] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 98.

[13] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 98.

[14] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 99.

[15] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 100.

[16] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 101., Dr. Aynur Koçak, Zengî Ata’nın Menkabeleri, Türbesi Ve Bayramı Üzerine, Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

[17] Hayati Bice, a.g.e.(2006), s. 102.

[18] Hasan Lütfi Şuşud, İslâm tasavvufunda Hâcegân Hânedânı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1992.

[19] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.7.

[20] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.8.

[21] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.9.

[22] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.11.

[23] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.12.

[24] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.13.

[25] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.32-33.

[26] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.34-35.

[27] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.35-36.

[28] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s.36-37.

[29] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s. 37-38.

[30] Hasan Lütfi Şuşud, a. g. e., s. 38-39.

[31] Hayati Bice, (2006), s.147-157.

[32]Hayati Bice, (2006), s.147-157.

[33] Hayati Bice, (2006), s.147-157.

[34] Hayati Bice, a. g. e. (2006), s.147-157.

[35] Erdoğan aslıyüce, Adım Adım Türk Yurtları, Yesevî Yayıncılık, İstanbul, 1997, s.30-31.

[36] Erdoğan Aslıyüce, a. g. e., s.32.

[37] Mevlana Ali Bin Hüseyin es-Safi, Reşahât, (Müstensihi: Hacı Mehmet Zülâlî) (Günümüz Türkçesine aktaranlar; Naci Bayraktaroğlu ve Nizamettin Arslan), İz Yayıncılık, İstanbul, 2013.

[38] [38] Mevlana Ali Bin Hüseyin es-Safi, a. g. e.,(önsöz),s.15-16.

[39] A.Ahat Andican, Osmanlı’dan Günümüze Osmanlı ve Orta Asya, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, s.290.

[40] A.Ahat Andican, a. g. e., s.291.

[41] A.Ahat Andican, a. g. e., s.292.

[42] A.Ahat Andican, a. g. e., s.293-294.

[43] A.Ahat Andican, a. g. e., s.294.

[44] A.Ahat Andican, a. g. e., s.294-295.

[45] A.Ahat Andican, a. g. e., s.295-296.

[46] A.Ahat Andican, a. g. e., s. 296-297.

[47] A.Ahat Andican, a. g. e., s.298.

[48] A.Ahat Andican, a. g. e., s.298-299.

[49] A.Ahat Andican, a. g. e., s.300.

[50] A.Ahat Andican, a. g. e., s.301.

[51] A.Ahat Andican, a. g. e., s.304-305.

[52] A.Ahat Andican, a. g. e., s.305.

[53] A.Ahat Andican, a. g. e., s.306.

[54] O zamanlar “som”un değeri düşük değildi.

[55] A.Ahat Andican, a. g. e., s.307.

[56] A.Ahat Andican, a. g. e., s.308.

[57] A.Ahat Andican, a. g. e., s.308-309.

[58] A.Ahat Andican, a. g. e., s.309-310.

[59] A.Ahat Andican, a. g. e., s.310. Buhara Emiri’nin oğlu Seyit Ömer Han babası hakkındaki sözleri kabul etmemektedir.

[60] A.Ahat Andican, a. g. e., s.312.

[61] A.Ahat Andican, a. g. e., s.312.

[62] A.Ahat Andican, a. g. e., s.313-314.

[63] A.Ahat Andican, a. g. e., s.319-320.

[64] A.Ahat Andican, a. g. e., s.321.

[65] A.Ahat Andican, a. g. e., s.322.

[66] A.Ahat Andican, a. g. e., s.323.

[67] A.Ahat Andican, a. g. e., s.323-324.

[68] A.Ahat Andican, a. g. e., s.325.

[69] A.Ahat Andican, a. g. e., s.326.

[70] A.Ahat Andican, a. g. e., s.331.

[71] A.Ahat Andican, a. g. e., s.332.

[72] A.Ahat Andican, a. g. e., s.345-346.

[73] A.Ahat Andican, a. g. e., s.347.

[74] A.Ahat Andican, a. g. e., s.347.

[75] Hayati Bice, Türk Yutlarına Üzerine Notlar, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul,2010, s.39-40.

[76] Enver Altaylı, Büyük Oyundaki Türk, İlgi Kültür sanat, İstanbul, 2008, s.321-322.

[77] Geniş Bilgi için bkz.A. Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihi’ne Giriş, Enderun Kitapevi, İstanbul, 1981, s.116-140.

[78] İbn Batura Seyahatnamesi, (çeviri; A. Sait Aykut), YKY, I. Cilt, İstanbul, 2000, s.529 .

[79] Hayati Bice, a. g.e., s.59-62.

[80] Çağatay Koçar, Türkistan ile ilgili Makaleler, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1991, s.119-120.

[81] Çağatay Koçar, a. g. e., s.124.

[82] Çağatay Koçar, a. g. e.,s.125.

[83] Çağatay Koçar, a. g. e. s., 135.

[84] Çağatay Koçar, a. g. e. s.,136.

[85] Çağatay Koçar, a. g. e. s.,137.

[86] Çağatay Koçar, a. g. e. s.,163.

[87] Çağatay Koçar, a. g. e. s.,175.

[88] Çağatay Koçar, a. g. e. s.,177.

[89] Çağatay Koçar, a. g. e., s.178.

[90] Çağatay Koçar, a. g. e. s.,180-181.

[91] Çağatay Koçar, a. g. e., s.198.

[92] Cemal Kurnaz, Türkiye Orta Asya Edebî ilişkileri, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999, s.146.

[93] Cemal Kurnaz, a. g. e., s.146-150.

[94] Cemal Kurnaz, a. g. e., s.154-162.

[95] Cemal Kurnaz, a. g. e., s.163-164.

[96] Hasan Lütfü Şuşud, a. g. e., s.24-28.

[97] Zekeriya Kitapçı,.Orta Türk İslâm Medeniyeti Tefsir ve Hadis İlminin Gelişmesinde Müslüman Türklerin Yeri, Yedi Kubbe, Konya, 2008, s.226.

[98] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.227-228.

[99] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.230-231.

[100] İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1987, s. 35-52. Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.16-17.

[101] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s. 233.

[102] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.234-235.

[103] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.236-237.

[104] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.238-239.

[105] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.239-240.

[106] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.240-241.

[107] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.241.

[108] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.242.

[109] Zekeriya Kitapçı, a. g. e., s.243.

[110] Melek Dosay Gökdoğan, Türklerin Bilime Katkıları, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara, 2008, s.71-72.

[111] Melek Dosay Gökdoğan, a.g. e., s. 72-73.

[112] Melek Dosay Gökdoğan, a.g. e., s.74.

[113] Melek Dosay Gökdoğan, a.g. e., s.79.

[114] Melek Dosay Gökdoğan, a.g. e., s.76-77.

[115] Melek Dosay Gökdoğan, a.g. e., s.78-79.

[116] Melek Dosay Gökdoğan, a.g. e., s.80.

[117] Melek Dosay Gökdoğan, a.g. e., s.80-81.

[118] Erdoğan aslıyüce, a. g. e., s.20.

[119] Hayati bice, a. g. e., s.41-43.

[120] Hayati Bice, a. g. e. (2006).

[121] Hayati Bice, a. g. e., s.45.

[122] Hayati Bice, a. g. e.,s.47.

[123] Hayati Bice, a. g. e.,s.48-49.

[124] Harold Lamb, Emir Timur, İlgi Kültür Sanat Yayınları, (çev.A. Göke Bozkut), İstanbul, 2009, Önsöz.

[125] Refik Özdek, Siyasî Vasiyetler, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1975, s.45.

[126] Refik Özdek, a. g. e., s.46.

[127] Refik Özdek, a. g. e., s.47.

[128] Refik Özdek, a. g. e., s. 50.

[129] Refik Özdek, a. g. e., s. 51.

[130] Refik Özdek, a. g. e., s. 52.

[131] Refik Özdek, a. g. e., s.54.

[132] Refik Özdek, a. g. e., s. 54-55.

[133] Refik Özdek, a. g. e., s.56.

[134] Refik Özdek, a. g. e., s.58-59.

[135] Refik Özdek, a. g. e., s.61.

[136] Refik Özdek, a. g. e., s.63-64.

[137] Refik Özdek, a. g. e., s. 64-65.

[138] Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe, Cilt 2, İstanbul, 2005, s. 21.

[139] Erhan Afyoncu, a. g. e., s.21-22.

[140] Erhan Afyoncu, , a. g. e., s.23-24.

[141] Erhan Afyoncu, , a. g. e., s.25-26.

[142] Erhan Afyoncu, , a. g. e., s.27.

[143] Erhan Afyoncu, , a. g. e., s.28.

[144] Erhan Afyoncu, , a. g. e., s.29.

[145] Şaban Kuzgun, Semerkant havzası ve Mâtürîdî, Mâtürîdî’nin Düşünce Dünyası, Kültür ve Turizm bakanlığı, Ankara, 2011, s.11.

[146] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.15.

[147] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.16.

[148] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.17.

[149] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.17-18.

[150] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.19.

[151] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.20.

[152] Şaban Kuzgun, Mâtürîdî’nın Kur’an Yorum Yöntemi, Kültür ve Turizm bakanlığı, Ankara, 2011, s.27.

[153] Şaban Kuzgun, a. g. m.,s.27-28.

[154] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.28.

[155] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.29.

[156] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.29.

[157] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.30.

[158] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.31.

[159] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.32.

[160] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.32-33.

[161] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.33.

[162] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.34.

[163] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.34-35.

[164] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.35.

[165] Şaban Kuzgun, a. g. m., s.36.

[166] Şahver Çelikoğlu , Şeyh Ebu Siraceddin Ali bin Osman el- Ûşi, İslam akaidi-Mâturidî Akaidi. (Emâlî Şerhi), Marifet yayınları, Yeni Baskı, İstanbul, 2011.

[167] Hayati Bice, a. g. e.(2006).

[168] Hayati Bice, a.g.e., s.34-35.

[169] Hayati Bice, a. g. e. s.,35-36.

[170] Hayati Bice, a. g. e., s.38.

[171] Hayati Bice, a. g. e., s.39.

[172] Hayati Bice, a. g. e., s.40.

[173] Hayati Bice, a. g. e., s.40.

[174] M. Sabir Karger, Türkistan Halk Müziği, Cilt 1,Ankara, 1986.

[175] N. Yıldırım Gençosmanoğlu, a. g. e., s.73