Prof. Dr. Erol GÜNGÖR: AVRUPA VE İSLÂM – II

AVRUPA VE İSLÂM – II

Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

 

İslâm ile hıristiyanlık arasındaki farklardan söz ederken, İslâm’»ı hem maddî hem manevî tarafıyla insanı ele aldığı, onun topyekün varlığı için bir nizam getirdiği söylenir. Hıristiyanlıkta «İsa’nın hakkı İsa’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a» denilerek din ve dünya hayatı diye iki hayat ayrılmıştır. Aslında «din hayatı ayrı, dünya hayatı ayrıdır» sözü insan ve toplum hakkında bilgisi bulunmayanların kolayca kabul edebilecekleri birşey olmakla birlikte, meseleyi biraz derinliğine inceleyenler böyle bir ayırımın gerçekte bir mânâ ifade etmediğini görürler. Nitekim hıristiyanlık da tarih içinde bu gerçeğe daha çok uygun bir devir yaşamıştır. Hıristiyan dünyasında din ile dünya birbirinden hiçbir zaman ayrılmamış, sadece dinin siyasî ve idarî otorite üzerindeki tesiri bazan daha az bazan daha çok olmuştur. Şimdi bu ayrılığın ve birliğin tarihini kısaca gözden geçirecek, bu arada çok önemli bir temel değerin hıristiyan dünyasındaki yerini ele almış olacağız

Batı medeniyetinin temel değerlerinden biri “eşitlik” olarak bilinir. Biz eşitliği hıristiyan dünyasında gelişen demokrasinin temeli diye öğrenmişizdir; hattâ bizzat bazı batılı düşünürler demokrasinin hıristiyanlıktan kaynaklandığını iddia ederler. Nitekim bizim de modern hayata uymak üzere Batıdan aktardığımız kanunlar hep eşitlik ilkesine dayanan normatif sistemlerdir. Avrupa’nın «hürriyet, adalet, müsavat» bayrağı geç de olsa bize intikal etmiş ve monarşiyi yıkmıştır. Türkler’in reformla ilgili bütün resmî beyanlarından eşitliğe büyük önem verilir. Bizim dışımızda kalan İslâm ülkeleri uzun bir sömürge hayatından geçtikleri için oralarda da Batı medeniyetinin bu özelliği üzerinde çok durularak eğitim gören herkese öğretilmiş olması beklenir.

Eşitlik prensibi üzerinde Batıdaki bu ısrarlı duruşun patolojik bir tarafı olduğunu görebilmek için Avrupa tarihine kısaca bakmak yeter. Hristiyan dünyası kendi cemiyetine eşitlikçi bir yapı kazandırabilmek için uzun mücadeleler vermiş, bu mücadeleler zaman zaman çok kanlı olmuştur. Başlangıçta kast cemiyetine karşı ezilen tabakalar için en büyük ümit halinde ortaya çıkan hıristiyanlığın kısa zamanda bir sınıf cemiyeti halinde donması gerçekten gariptir. Böyle bir gelişmenin tarihî ve sosyal sebepleri şimdilik bizi çok fazla ilgilendirmiyor; şu kadarını söyleyelim, ki, hıristiyanlık Romanın çöküş devrinde onun hâkim olduğu bölgelerde yayılmış ve kısa zamanda Avrupa’nın -Kuzey Avrupa’nın bazı yerleri, İskandinavya ve Rusya hariç- tek dini haline gelmiş, yine aynı devirde Avrupa’da Roma’nın siyasî ve sosyal sistemi büyük bir değişikliğe uğramaksızın devam etmiştir. Roma’nın devamı, hıristiyanlığın karşı çıktığı bütün eşitsizliklerin de devamı demekti. Bu hadise hıristiyanlıktaki kilise-devlet veya din hayatı-dünya hayatı münasebetiyle yakından ilgili olduğu için ikisini birarada ele alıyoruz.

İlk hıristiyanlar mazlum bir peygamberin güçsüz, içine kapanık, münzevî ümmeti idiler. Bunlar sadece Roma’nın siyasî otoritesi ile değil, başka dinlerin -Mitra dinî, yahudilik, eski önasya dinleri- rekabeti ile kolayca başa çıkacak güçte değillerdi. Roma kendi siyasî otoritesine rakip tanımadığı gibi kendi resmî dinine de rakip tanımıyordu. Bu yüzden hıristiyanlara hep şüpheli nazarlarla bakıldı, zaman zaman büyük baskılar altında bırakıldılar, hattâ ilk devirlerde pekçoğu şehirlerden uzak birer «tarik-i dünya» hayatı yaşıyordu. Hıristiyanlığın iki büyük kurucusu, Aziz Petrus ve Aziz Pavlus (St. Peter ve St. Paul), Roma’nın düşmanlığını çekmemek için ellerinden geleni yapıyorlar, hıristiyanlıkta dünya işlerine karışılmayacağını, bu işlerin krallar ve imparatorlara bırakıldığını anlatmaya çalışıyorlardı. Hıristiyanların sayıları iyice çoğaldıktan sonra durum değişmeye başladı. Dördüncü yüzyılın başında Roma artık hıristiyanlığı meşru bir din olarak tanımak zorunda kaldı; Konstantin’le başlayan Doğu hıristiyanlığı kendisinden sonra gelen hıristiyan imparatorlar zamanında tam bir devlet dini haline geldi ve karşısında hiçbir rakip tanımaz oldu. Bu tarihten sonra hıristiyanların başka dinden olanlara yaptıkları zulüm ve öldürülen pagan sayısı Roma’nın hıristiyanlara yaptıklarını hiç mesabesinde bırakmıştır.

Doğu Hıristiyanlığı (Bizans) sağlam bir devlet düzeni içinde gelişti. Batıda ise Roma’nın siyasî, sosyal, idarî ve iktisadî çöküntüsü yeni dinin bütün bu sahalara girmesine uygun bir ortam hazırladı. Devletin otoritesini büyük ölçüde kaybetmiş olması yüzünden, birçok adlî, idari, hattâ malî (vergi koyma, vergi toplama gibi) fonksiyon kilisenin otoritesi sayesinde yürütülmeye başlanmış, kilise bu faaliyet’eri üzerine almıştı. Kısa zamanda Roma’nın bütün teşkilatı kilise tarafından benimsendi, ve imparatorluğun yerine kilise oturdu. Katolik Kilisenin hiyerarşisindeki isimler (Episkopos, presbiter vs.) hep Roma’nın idarî teşkilatından alınmıştır. Papa, Roma imparatorunun yerine geçmiştir; Papa’nın piskoposları ise kendi bölgelerinde bütün din teşkilatı ve kilise servetine hakim oldukları gibi, imparatorluğun sivil işlerinde de bütün devlet görevlilerinin üstünde bir otoriteye sahip olmuşlardır.

Görülüyor ki hıristiyanlık tarihinin uzun bir devresinde, insanların din hayatları kadar dünya hayatlarını da idare etmiştir. Orta, çağda iktisadî hayat kilisenin dışında düşünülemez. Kendini Tanrı’ya adayarak Manastırlarda inzivaya çekilen keşişler oralarda ibadetle birlikte ve belki ondan daha fazla ziraat, ticaret ve bankerlikle uğraşmışlardır. Ortaçağda bütün ekili toprakların üçte ikisi, bütün gelirin de üçte biri kiliseye ait bulunuyordu, ileride göreceğimiz gibi, kilise bugün de Avrupa’nın en büyük kapitalistlerinden biridir.

Hıristiyanlığın Roma teşkilâtını hemen hemen aynen alıp devam ettirmesi onu İsa’nın doktrini ile hiçbir ilişkisi bulunmayan bir başka sahaya daha sokmuştu: Köle ticareti. Hıristiyanlık Roma’da önceleri hep köylüler ve köleler arasında büyük taraftar topluyordu. Kısa bir zaman sonra ise Roma’nın ortadan silmek üzere olduğu şehirli orta-sınıf bu kervana katıldı, hıristiyanlık bir şehir dini olmaya başladı. Bununla birlikte hıristiyanlığın ruha ve ruhun kurtuluşuna, öbür dünyadaki saadete verdiği önem onu en çok ezilen ve hor görülen aşağı tabakalar için cazip hale getiriyordu. Buna rağmen Roma’daki kölelik sistemi Kilisenin kanadı altında devam etti. Manastırlarda o zamanın en büyük ziraî üretimini yapan keşişler bu başarılarını büyük sayıda köle çalıştırmalarına borçluydular. Yine manastırlar köle çalıştırmak suretiyle zamanın sanayi (imalat) piyasasını da ellerinde tutuyorlardı. Kilise kölelerin bu hayırlı işlerde çalışmak suretiyle ruhlarını kurtarabileceklerini söyleyerek meseleye dinî bir bir açıklama buldu. Böylece sosyal hayat ile dinin doktrini birbirine uydurulmuş, yani din sosyal hayatın her noktasına nüfuz etmişti. Hıristiyan ortaçağının esas karakteri budur. İşte bu hayatın dayandığı dini esaslara göre kölelik Tanrı’nın yeryüzünde tabii saydığı insan zümrelerinden birini teşkil ediyordu.

Protestanlık, yahut reform hareketlerinin Avrupa hıristiyan dünyasında vicdan hürriyeti, ferdî haklar, laiklik vs. gibi konularda Katolik kilisesinin koyduğu sınırlamalar, büyük ölçüde ortadan kaldırdığı ve böylece bir çeşit kurtuluş olduğu fikri bizim memleketimizde çok yayılmış bir fikirdir.(*) Tamamen yanlış olan bu düşünceyi şimdi burada tahlil edecek değiliz. Gerçi reform hareketi modern batı cemiyetinin gelişmesinde çok önemli bir merhale teşkil etmiştir, ancak reformun yol açtığı değişiklikler reformculann istedikleri şeyler değildir, farkına varmadan ektikleri tohumların neticesidir. Biz:m konumuz açısından bakıldığı zaman, gerek Luthercilik hareketinin gerekse Kalvenizmin ortaçağ Avrupasındaki sosyal hiyerarşiye hiçbir farklı bakış açısı getirmediği, geniş kitleler aleyhine aristokrasi hâkimiyetinin devamı için ilâve destek sağladığı görülüyor. Luther’in Katolik kilisesine karşı çıkışını o devirde de zamanın siyasî ve sosyal organizasyonuna karşı yapılmış bir protesto olarak görenler oldu, ama bunlar kısa zamanda feci bir şekilde aldandıklarını farkettiler. Ezilen büyük kitle (köylüler) asillere karşı isyan ettikleri zaman Luther’in kendilerini tutacağını zannetmişlerdi. Luther bu dünyada kurtuluş diye birşeyin olamayacağını, insanların ancak ahirette kurtulacaklarını söyleyerek onlara sırtını döndü. Sadece sırtını dönmekle kalmadı, onlara karşı asillerle bir oldu. «Şu günlerde dua eden bir hükümdardan kan döken bir hükümdar daha hayırlıdır, daha kolay cennete gider» diyordu. Onun «hırsız ve cani sürüleri» dediği köylüler neticede feodal beyler tarafından mağlup ve perişan edildi, yüzbini aşkın köylü öldürüldü. Luther hıristiyanlara siyasete karışmamalarını öğütlüyor, «devletin kılıcı kanlı olmalı» diyordu. Alman köylüleri İsa’nın kendi kıymetli kanını akıtmak suretiyle zengin-fakir, asil-köylü herkesi kurtardığını söyledikleri zaman, Luther müthiş bir öfkeyle «olmaz öyle şey», dedi. «Bu iddia bütün insanları eşit kılacak ve böylece İsa’nın manevî hükümdarlığını fanî dünyaya ait bir krallık derecesine indirecek. İnsanların bir kısmı hür, bir kısmı köle, bir kısmı idareci, bir kısmı teb’a olmalıdır. St. Paul’ün söylediği gibi, İsa’nın katında efendi de köle de birdir.»

Calvin’e gelince, özellikle bizde Papa’nın din yerine dünya ve devlet işlerine karışmasına isyan ettiği söylenen bu zat Cenevre’de bir din devleti kurmuş ve kendisi de başına geçmiştir. Onun Cenevre hükümeti tam bir teokratik diktatörlüktü; üstelik insan haklan, eşitlik, hürriyet gibi konularda en çok suçlanan papaların yaptıklarından hiç geri kalmayan bir icraatı vardı. Kendi doktrinine karşı çıkan veya bu doktrini davranışlarıyla ihlâl eden kimselere hiç merhamet etmiyordu. O kadar ki, kendisi de Katolik Kilisesi’ne karşı çıkan bir adam olduğu halde, hıristiyanlığın teslis inancı üzerindeki fikirlerini beğenmediği bir âlimi (Servetus) Katolik Kilisesine ihbar etti, sonra kilisenin şerrinden bu adamın yolu Cenevre’ye düşünce onu hemen yakalattı ve kazığa bağlatıp meydanda yaktırdı.

Protestanlar Roma Kilisesi’nin ve onunla işbirliği eden prenslerin zulmüne uğradıkça hürriyet ve eşitlik temalarını işlemişler, fakat kendi hâkimiyetlerine giren yerlerde Roma Kilisesi’nin yaptıklarını çok aşan zulümler yapmışlardır. Bunların din anlayışları da Papalar’ınkinden daha aydınlık değildir; başlangıçta dünyevî olan her şey gibi ilim, sanat ve edebiyata da karşı çıkmışlar, nice sanat eserinin mahvolmasına sebep olmuşlardır. İlme karşı tavırları gayet reaksiyoner olmuştur. Luther, Kopernik’in iddialarının dine aykırı ve yanlış şeyler olduğunu iddia etti, Melanchton kilise tarafından benimsenen Batlamyos astrolojisini tutarak ilmî astronomiye karşı çıktı.

Köleliğin yanı sıra esirlik müessesesi de gerek katolikler gerek protestanlar tarafından hiçbir reaksiyon görmemiştir. Kilise sadece hıristiyanlann başka din mensupları tarafından esir alınıp köle olarak kullanılmasına karşı çıkıyordu. Buna karşılık hıristiyanların, hıristiyanları esir alarak köle yapmalarına göz yumuldu. Onaltıncı yüzyılda bile hıristiyan donanmaları Akdeniz adalarındaki hıristiyan halkı esir ederek götürüp satıyordu.

Bütün bunları anlatmaktan maksadımız iki önemli olguya işaret etmektir. Birincisi, Batı medeniyetinin temellerinden olarak bilinen ve hıristiyanlıktan geldiği iddia edilen «eşitlik» Batı dünyasının ancak belli bir döneminde ve belki Hıristiyanlığa rağmen ortaya çıkmıştır. İkincisi ise, İslâm ile hıristiyan medeniyetleri arasındaki asıl önemli fark Hıristiyanlığın lâik, İslâm’ın hem dünyevî hem uhrevî işlerle uğraşmasından ileri gelmiyor. Gördük ki Hıristiyanlık çok uzun bir tarih dönemi içinde insanı hem maddî hem ruhî ihtiyaçlarıyla ele almış, ancak bunda başarılı olamamıştır. Roma kilisesi başarılı olamadığı için protestan mezhepleri ve dolayısiyle millî kiliseler gelişme imkânı bulmuş, bu da hıristiyan dünyasında manevî parçalanmaya yol açmıştır. Hâlâ Batı dünyasındaki buhranın temelinde bu parçalanmanın yattığını söyleyen düşünürlerin sayısı az değildir ve gitgide bu sayı çoğalmaktadır.

(*) O kadar ki, Orta ve Lise çağındaki gençlere Cumhuriyet inkılabı nasıl büyük bir coşkunlukla anlatılırsa, Reform hakkında verilen bilgiler de onlara «Keşke bizde de reform olsa» dedirtecek ölçüde bir inanç aşılama (indoctrination) hâlinde öğretilir.

NOT: Devam edecek olan bu yazı serisinin referansları ve dip notları bir derginin sahife imkânlarını zorlamamak için şimdilik konmamıştır. Okuyucu ileride kitap halinde bunları bulabilir.

KAYNAK: TÖRE, TEMMUZ: 1979, SAYI: 98 , s.11-14.