Prof. Dr. A. Filiz YAVUZ: Urumçi’den Kaşgar’a -Gökbayrağın İzinde-

Urumçi’den Kaşgar’a Gökbayrağın İzinde

A. Filiz YAVUZ

TÜRK YURDU
Temmuz 2015 – Yıl 104 – Sayı 335

Taklamakan çölü, sıra sıra dağlar, karlı zirveler, yeşil kırmızı sarı çizgili kayalar, çölde yolunu kaybetmiş ve kumların arasında hayatına son vermiş nehirler, yapayalnız göller, kumdan dağlar, hafızamdaki İpek Yolu demek. Urumçi’den uçakla 3 saat uzaklıktaki Kaşgar’a ulaşmak demek, Taklamakan’ı üç saat yukarıdan seyredip geçmişi anlamaya, hissetmeye çalışmak demek.Taklamakan“Bir giden bir daha geri dönmez.”demek.

Uçak o kadar yüksekten uçmasına rağmen, sağımdaki Altay Dağlarının karlı tepeleri, ağustosta bile insanı heybeti ile ürkütüyor. Taklamakan mucize bir çöl. Aralarında zaman zaman yeşil çizgilerin varlığı vahaların olduğunu anlatıyor. Bu muhteşem manzara unutulmayacak bir görüntü. Uygur Otonom Bölgesi zaten Tanrı ve Altay Dağları ile çevrili bir çanak –plato alanı. Tanrı ve Altay Dağları orman ve vadiler ile dolu. Şehirler de bu plato ve Taklamakan Çölü’nün etrafına yerleşmiş. Çölün altı petrol ve maden dolu. Ayrıca her kumulun altında bilinmeyen, bulunmamış, keşfedilmemiş bir dolu tarih var. Kurganların altında okunmayı,anlaşılmayı, öğrenilmeyi ve ders alınmayı bekliyor.

Göç destanı geliyor aklıma ve sesler çınlıyor kulağımda: “Göç, göç, göç…”

Kuraklık başlamış ata topraklarında, koyunlar, çocuklar, ağaçlar ve dahi otlar “Su su!” diye inlemiş. Ve atalarımız göç düzüp yola revan olmuşlar, Taklamakan’ı aşıp batıya doğru at topuklamışlar. Ata topraklarının çöle dönmesini hiçbir Türk kabul etmez. Ancak Vaki olanda hayır vardır. O kupkuru çöl atadan kalan kurganların, yadigârların ve hatta mumyalanmış bedenlerin binlerce yıl korunmasına, saklanmasına ve hatta komünist Çin döneminde talana uğramasına engel olmuş. Şimdi de talan edilmek istense ve gizlense ve hatta bu buluntular Türk adı anılmadan o topraklarda yaşamış isimsiz(!) topluluklara atfedilse de “küp içindekini sızdırıyor”.

Çin’in en büyük nükleer deneme merkezi Taklamakan’da Lop-Nor Gölü civarında. Çin’in nükleer Füze Üssü de burada. Çin’in burada yaptığı iki nükleer denemeden birinde kullanılan bombanın gücü Hiroşima’dakinin 6-8 katı(1984), diğerinin gücü 10 katı (1995) olarak tespit edilmiş. Bunların sonucu binlerce kör ve felçli genç, sakat bebek, kanserli UygurTürkü olmuş.

Alp Er Tunga öldi mu

Esiz acun kaldı mu

Ödlek öçin aldı mu

Emdi yürek yırtılur

“Dansın ve müziğin şehri” Kaşgar… Kashi diye yazıyorlar. Sabah06. 40’da çıktık otelden ve 3 saatlik bir uçak yolculuğu sonrası vardık, 22.50 uçağı ile Urumçi’ye geri döndük. Kaşgar bir Anadolu şehri, Urumçi ise İstanbul gibi.

Şehir Tanrı Dağlarının eteklerinde, Kaşgar nehri kıyısına kurulmuş. 1.300 m. yükseklikte. Nüfusunun % 90’ı Uygur Türkü. Tipik bir Anadolu şehri gibi sıcak, tozlu, samimi, mütevekkil, mütevazı, sakin, fakir, misafirperver… Adı Kunlun Dağlarından (kaş, yeşim taşı) ya da kaş ve nigar kelimelerinden gelmiş olabilir diyorlar. Yeşim taşının anavatanı Kaşgar. “Yada taşı” olarak da adlandırılıyor. Yada taşı Türk efsanelerindeki kutsal taş. Geniş bir ovada, bahçeler içinde bir vaha kenti. Kızgın kumlardan çıkıp bir bahçeye girmek gibi Kaşgar’a girmek. Kuzeyinde Tanrı dağları(Tiyanşan), batısında Pamir, güneyinde Kunlun (Kaş) sıradağları var. Yüceden yüce başı karlı kayalık ve sarp dağlar, çölün korkunç yalnızlığı, sessizliği, renkleri ile muhteşem bir manzara… Çölün kumlarından dağların zirvelerine doğru bin bir desenle kıvrılarak yükseliyor kızıl, mavi, sarı kayalar. Kızılsu ve Tümen ırmakları ile sulanıyor ve Tarım Havzası deniyor buraya. Kışları sert, soğuk karlı, yazları sıcak kurak. Dünyada büyük denizlere en uzak kent burasıymış.

1967’deki kültür devriminde Mao’nun adamları tarafından tarihî –dini mekanları tahrip edilmiş. Mao’nun ölümü sonrası Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Apak Hoca’nın türbesini, yetkililer istemeden de olsa yeniden onarmışlar.

Önce Kaşgar’ı şöyle bir dolaşıyor, bir hastane ziyareti yapıyor, orada sessizce tedavilerinin bitmesini bekleyen Uygur kardeşlerimizi selamlıyoruz. Sonra Yusuf Has Hacip’in türbesine gidiyoruz. Mavi çinilerle süslü güzel ve büyük türbe (Kaşgarlı Mahmut’un Türbesi ile kıyaslanınca daha görkemli), aslında türbeden çok bir külliye gibi. Kutadgu Bilig’ten beyitler duvarlara kabartma olarak işlenmiş. Tadilatın bittiği belirtilse de hâlâ Mao zulmüne ait yıkımın izlerini öyle bariz gösteriyor ki. Bahçesini ve içini dolaşıp sonra Opal kasabasına doğru yola çıkıyoruz, Kaşgarlı Mahmut Türbesi’ni ziyaret için.

Kaşgar Nehri’nin üstündeki köprüyü aşıp uzun düz bir yoldan,  inşaat hâlinde olan Çin mahallelerini geçiyoruz. Nüfus üzerine oynanan oyunlar Kaşgar’da da uygulanıyor. Ağaçlı yollardan, dere kenarındaki bahçelerden, avlulu evlerin arasından, göğe uzanan koca gövdeli kavakların serinliklerinden, eşeklerin çektiği arabaların,motosikletlerin, atlarına binmiş olan Uygurların yanından, kendimizi 50 yıl önceki Anadolu’da gibi hissederek gidiyoruz.

Belki Ramazan ayının da verdiği farklı duygular ile bakıyorum sağıma soluma. Beynime her sahnesini kazımak, unutmamak için… Hayalini yıllarca kurduğum, düşlerime giren bu topraklara bir daha gelebilir miyim, yeniden görebilir miyim buraları? Kavak ve meyve ağaçları ile çevrili, ağustos sıcağını hissettirmeyen serin sağdaki yan yola, Uygur evlerinin arasına saptı araba ve yolun sonunda Kaşgarlı Mahmut’un Türbesi’nin olduğu yere vardık. Bizi dört metre boyutunda yapılmış heykelinden önce, giriş kapısının yanındaki ağacın altına kurulmuş kerevette hem türbeyi hem iftarı bekleyen iki Uygur kocası karşıladı hem de 100 civarındaki yaşlarına rağmen bizim için ayağa kalkarak. Bu büyük heykelin yanından dik bir yolu bazen merdivenle, bazen büyük ağaçların yerlere kadar sarkan dallarının arasından, yolun kenarlarından akan serin sulu derelerin çağıltıları arasından geçerek tırmandık.

Türbeye gelmeden önce “tay tay terek, ayiayitierek, hay hay tırak(terek=kavak=kapak)” denilen kuyu gibi içi su dolu bir yerde yetişmiş, birçok ağaç gövdesinin aynı yerden birlikte çıktığı, içine tahta basamaklarla inilebilen bir yere geldik. Burası kutsal sayılıyor. Bu ağacı Kaşgarlı’nın diktiği, ağacın bu bilginin arkasından gelmek istediği ancak Kaşgarlı’nın onu durdurduğu ve “Gelme arkamdan.” dediği söyleniyor. Ağacın dalları ve gövdesinin yönü de Türbeye doğru ve dallarına dilek çaputları bağlanmış.

Bütün Opal kasabasını çevresindeki bahçe ve Kaşgar ovası ile beraber tepeden gören türbe alanı,yüksekçe bir yerde. Türbede az sayıda Türkiye’den ziyarete gelen bürokratların fotoğrafları ve küçük armağanları var. Olabildiğine sade ve yapayalnız. Ve Kaşgarlı’nın türbesi mahzun…  Ziyaretçisi az, içi bakımsız…

Dışına çıkıyorum türbenin. Çevresini dolanıyorum. Ağustos ayı ve ramazanın rehaveti çökmüş olan bu yerde binlerce yıl öncesinden kalan toprak mezarları görüyorum. Binlerce yıla dayanabilmiş, sarı balçıktan yapılmış bu kümbet şeklindeki mezarlar içime hüzün veriyor. Ve de korku… Ya bundan sonrasına dayanamazsa ya Çin zulmü geçmişte olduğu gibi bunları da yok ederse ya burayı bir daha ziyaret edemezsem… Yere eğiliyor sarı toprakları avuçluyor, avuçluyor ve oraları bırakmak istemiyorum. Ayrılırken ayrılık acısıyla dönüp dönüp bir daha baktığım Mescid-i Nebevi, Kâbe gibi geliyor o tepe ve sarı, kuru balçıktan mezarlar. “Gidiyorum, onları ben deterk ediyorum.” utancı kaplıyor her yanımı. Ağlamak istiyorum.

Türbenin olduğu tepede sıcak bir sarı rüzgâr esiyor. Havaya kalkan tozlar ciğerlerime Kaşgar’ın hüznü gibi doluyor. Etrafta bizden başka kimse görünmüyor. Yalnızlık, sahipsizlik içime bir kor gibi çöküyor.

Ve ağlıyorum, türbenin arkasını dolaşıp, sırtımı duvara dayayarak, kimse görmeden. Ellerimle toprakları avuçlaya avuçlaya…

Türbe Opal (Upper halk komünü) kasabasına bağlı Azık köyü içinde. Kaşgar’dan 60 km uzaklıkta, Taşkurgan yönünde. 1008 (1001 yazan da var.) yılında burada Karahan soylusu bir prens olarak doğmuş Kaşgarlı Mahmut. Çok gezmiş, duyduklarını, öğrendiklerini toplamış, derlemiş, Divan-ı Lugat it Türk’ü yazmış. Tüm Türk lehçelerini, Arapça ve Farsçayı öğrenmiş bu kitabı yazmak için. Kitabında 7.500 madde var. Eserini 1077’de Bağdat’ta Halife El Muktedi’ye sunmuş. Kitabına “Cihan devletinin Türklerin elinde olduğunu ve Türklere yaklaşabilmek için Türkçe öğrenmek gerektiğini.” yazarak başlamış. 86 yaşında köyüne dönmüş. 97 yaşında uçmağa varmış. Türbeye çıkan merdivenler yaşına hürmeten 97 basamak yapılmış.

Dönüş yolunda gözüm yine yollarda. Her sahneyi yeniden sindirmek ve unutmamak için bakıyorum etrafa.  Serin büyük ağaçlar altında veya kerevetlerde oturarak iftarı bekleyen çoğunluğu oruçlu yaşlılar, hatta (istemeden şahit olduğumuz) kağıt oynayarak vakit dolduran gençler,  şırıldayarak akan dereler, meyve bahçeleri içindeki toprak evler, bulgur eleyen kadınları seyrederek çıktık Azık köyünün içinden.

Kaşgar’da şehrin merkezini oluşturan büyük meydandayız. Burası çok kalabalık. İkindi namazı yaklaşıyor. Gençler, yaşlılar, işporta satıcıları doldurmuş meydanı. Meydanın ve Kaşgar şehrinin simgesiİydgah Camisi burada.Çin’in en büyük camisi ve iki minareli. 16.800 metre kare üzerine kurulmuş. 1442 yılında küçük bir camii olarak yapılmış, 1787 yılında da Zulpiya isimli bir hanım bütün servetini bu camiyi büyütmek için harcamış. Bu güzel cami ortada ve kenarlarda farklı farklı bölmeler ile genişletilmiş. Kocaman bir bahçe, dev ağaçlar ortasında. Huzur, sükûnet, serinlik hâkim. Ağustos sıcağında oruçlu olmanın susuzluğunu burada çeşmelerden akan sular unutturuyor. Cennet bahçelerinden bir köşe… Yaşlı, aksakallı, cübbeli, döbbiliUygur kocaları var içeride. Kimi dinleniyor, kimi namaz vaktini bekliyor. Kaşgar meydanına açılan kocaman kapısından içeriye girip bahçede serili bir kilim üstünde (içine sokmadılar) vakit namazı kılıyor, kardeşlerimiz için Allah’a dua ediyor ve yine gözüm arkada istemeden ayrılıyorum oradan.

Kaşgar’da yollarda arabadan çok motosiklet var. Çoğunun sürücüsü de Uygur hanımlar. Kimse yadırgamıyor bunu. Meşhur Kaşgar çarşısını dolaşmak istiyoruz. Ancak o gün bu çarşının günü değil. Eski kapalı çarşıya gidiyoruz.

Çarşıda tansiyon ölçerek nafakasını çıkarmaya çalışan Uygur hanımı, teneke bidondan yapılmış tandır fırınları, nakış gibi süslenmiş ekmekler, iftar için yapılan yemek hazırlıkları, döbbiciler,dükkanlarda satılan doldurulmuş kurt ve tilki postları, sentetik tekstil ürünleri, şallar ve şapkalar (meşhur Kaşgar ipeğini hiç görmedim.), teyplerden yükselen Tarkan şarkıları, eğri süpürgeler, tatlı kavun ve incirler, tatlılar, baharatlar gördüklerimizden birkaçıydı. Orhan Kavuncu Hoca’nın istediği ve benim seçtiğim Uygur şapkalarını alıp ayrılıyorum buradan. Kaşgar’ın eski sokaklarını dolaşarak, eski ve fakir esnaf dükkanlarını hüzünle seyrederek, eski tahta avlu kapılarını, sokakların ıssızlığını içimize çekerek havaalanına geri dönüyoruz hava kararırken.

Kültür devrimi ile yıkılan ve yok olan kültür, belki geri gelmeyecek olan Uygur kültürü… Türkiye 2012 de “Çin Kültür Yılı”nı kutladı. Çin bu kutlamalarını Kaşgar’daki kültür varlıklarını yakarak başlattı.

Marco Polo’nun da uzunca bir süre kaldığı, hâlâ gerçek bir Uygur şehri olan Kaşgar, gelecekte kimin şehri olur, bilinmez.Ama el değiştirecek olmasından korkulur.

Urumçi, “şirin otlak” anlamında. Pekin’den uçakla 4 saat uzakta (3700 km) ve 900 metre yükseklikte.

Uygur toprakları yaklaşık 1.828 000 kilometre kare, Türkiye’nin iki katı. Çin topraklarının altıda biri Doğu Türkistan’a ait. Sınırlarında Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Keşmir, Tibet var. Doğu Türkistan toprakları Orta Doğu, Kafkasya ve batıya açılan kapının anahtarı, tarihîİpek Yolu’nun kendisi. Önemli şehirleri Kaşgar, Hoten, Kumul, Gulca, Aksu, Korla, Turfan, Yarkent, Altay, Atuş, Karmay ve başkent olan Urumçi. Çin petrollerinin neredeyse tamamı bu topraklardan çıkıyor. Ancak bu petrol Çin’in başka şehirlerine götürülüp işlenip Uygur Türklerine pahalı olarak yeniden satılıyor. Petrol, altın, tuz, uranyum, kömür, gaz, gümüş ve 130 başka çeşit mineralin yatak alanı. Bu müthiş zenginlikten Uygur Türkleri hiç bir pay alamıyor. Eğer bu kaynaklar Uygurlar tarafından kullanılmış olsaydı, dünyanın en fakir değil en zengin ülkesi Doğu Türkistan olabilirdi. Çin’in atom ve uzay araştırma alanları burada (Bu nükleer denemelerde yaklaşık 210.000 Uygur Türkü ölmüş, 20.000 çocuk ise özürlü doğmuş.). Çin Rusya sınırı 3.000 km ve bu uzun sınırın çoğu Doğu Türkistan’a ait. Burayı kaybetmek bu zenginlikleri kaybetmek demek. Uygur toprakları Çin-Rus savaşının arasında, temel alan. Kim kazanırsa dünyada o söz sahibi olacak demek. Ne Rusya burayı gözardı eder ne Çin vermeye razı olur. Olan Uygur’a olur.

Bu topraklar, tarih boyunca hep bizim idi. Efsanevi hakan Alper Tunga’nın başkenti olan Ordu-kent’in Kaşgar olduğu belirtiliyor. MÖ 300 yıllarından itibaren (Büyük Hun İmparatorluğu ile) bizim olan bu topraklara Çinlilerin hâkimiyeti 18. yüzyılın ortalarına denk geliyor. O döneme kadar Göktürk, Uygur, Karahanlılar buraları yurt tutmuş, İslamiyeti kabul etmiş ve Çinlileri her seferde mağlup etmişler.

Türk adı Çincede “kudretli, kuvvetli” demekmiş. Uygur adını da Oğuz Kağan vermiş, “Kendilerine yardım eden millet.” anlamında. Uygar ismi de buradan geliyormuş: Medeni millet.

Orhun abidelerinde Çinlilerin ipek kumaşı, tatlı sözü ve hilelerine kanmamamız öğüdü veriliyor. Tutacak olanlar için…

Tabgaç (Toba’lar) Türkleri MS 386- 534 arasında Çin’in başkenti olan Louyang’ı ele geçirip Kuzey Çin’i kendi yönetimleri altında birleştirmiş, Budizm’i devlet dini yapmış, kültürel olarak Çinlilerin kültürünü alıp, bütün Kuzey Çin’de kuvvetli bir Wei Hanedanı oluşturmuş, Çinlilerin adını, dilini, kızlarını alıp eriyip gitmişler. Şimdi en büyük kömür bölgesi olan DatongTabgaçların başkentiymiş.Ancak erirken bile Türkün devlet tecrübesini aktarmış ve Çin’in kuvvetlenmesinesebep olmuşlar: Kuzey ve Güney Çin Tabgaçların sayesinde birleşip büyük devlet hâline gelmiş.

Çin tarihinin en güçlü sülalelerinden olan Tang ailesi( 618-907) damarlarında Türk kanı olan yarı göçebe bir aileymiş ve yayılmacı politikaları ve at sevgisi ile başarılı olmuş, güçlü bir devlet yapısı oluşturmuş.

Çinliler yerleşik, Türkler hareketli millet. Türklerde savaş bitince her boy kendi yerine döner ve dağılır. Bu durum devlet sisteminde gevşek bir durum ortaya çıkarır. Ayrıca atalarımız ırkçı da değiller. Yıllar içinde yerleşik olarak ziraat, sanayi ve sanatta ileri giden Çinliler zenginleştiler. Göçer olan, çobanlık yapan Türkler afetlerden de daha çabuk etkilenip fakirleştiler. Ayrıca yerleşik düzene geçmek isteyen Türkler bu hayata alışık olmadıkları için zamanla dinamizmlerini de kaybettiler ve eriyip Çinlilerin içinde yok oldular. Bu yerleşik düzene geçenlerden önemli bir kısmı sınırlarda yerleştiler ve Çin’in savunmasını da üstlerine aldılar. Türk Türk’e karşı savaştı Çin kazandı, Türk kırıldı. II. Dünya Savaşı, Otlukbeli, Yıldırım Beyazıt ve Timur’un savaşı, yakın tarihten İran-Irak Savaşı… Hep böyle olmadı mı?

Çin’in Doğu Türkistan’ı işgal ettiği yıl 1757. 1863’teki ayaklanma ile Yakup Han tarafından kurulan ve Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildiren Doğu Türkistan Devleti’nin varlığına (13 yıl sonra) 1876’da Çinliler tarafından son verilmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında kısa bir süreliğine Sovyet egemenliğine daha sonra da kesintisiz Çin hâkimiyeti altına girmiş. İçimden “Keşke orada kalsa da SSCB’nin dağılmasından sonra diğer Türk Cumhuriyetleri gibi bağımsızlığına kavuşsaydı.” düşünceleri geçiyor. Ancak tarihte keşkelerin yeri yok.

Uygurlar bağımsız olmaktan hiç bir zaman vazgeçmediler. 1944’de bağımsız “Şarki Türkistan Devleti”ni kurdular. Ancak bu devlet 5 yıl sonra 1949’da yıkıldı. Bölge Rus-Çin Hâkimiyet mücadelesi toprakları oldu. Bu arada Uygur Türkleri peşpeşe ayaklanmalar ile bağımsızlık mücadelesi yaptılar. Hoca Niyaz’ın önderliğinde 1933’de, Osman Batur ve CanımhanHacı’nın liderliğinde 1950’de ve takiben 1953, 1955, 1962, 1969, 1970, 1985, 1989, 1990 da Urumçi, Barın, Kaşgar, Hoten de ve en son 2009’da Urumçi başta olmak üzere bütün Doğu Türkistan’da hemen her yıl ve farklı şehirlerde çıkan olaylar ile hep bağımsızlıkları için uğraştılar ve hep gençlerinin kanları pahasına bu isyanların bastırılmasına maruz kaldılar. Bu isyanlar ve Çin hükümet politikaları ile 1949-1972 yılları arasında 35 milyon Uygur Türkü katledildi. 1972 sonrası ise ayrı… Bu isyanlar sıradan bir polis-asker müdahalesi ile bastırılmadı.  Çinlilerin en gaddar grubu olan Han Çinlileri ve polisler tarafından dünyanın en insanlık dışı işkenceleri uygulanarak (aç bırakılmış köpeklere parçalattırılmak, baltalarla parçalanmak, derileri soyulmak…) vahşet yapıldı. Küçük çocuklara, Uygur kızlarına tecavüz edildiği (1.300.000 Uygur genç kızının başka bölgelere gönderilerek asimile edildiği, genelevlere satılıp fuhuşa zorlandığı, 10.000 genç kızın ise kayıp olduğu bildiriliyor.), “iş gücü fazlası” denerek Uygur genç nüfusunun Çin’in başka bölgelerine mecburi çalışma kapsamında gönderilmeleri (buna karşılık Çin’in her bölgesinden milyonlarca göç buraya alınıp nüfus dengesi değiştiriliyor.), sebepsiz işten çıkarılma gibi durumlar da cabası.Uygurlar devlet dairelerinde çalıştırılmıyor, çalışan az sayıdaki Uygur ise ya alt kademede çalışıyor yada ufak ticaret ile geçinebiliyorlar.

Uygurlara şehirde iki, köyde üç çocuktan fazlasına izin verilmemiş. Bazı Uygurlar daha fazla sayıda olan çocuklarını saklamak zorunda olduklarını, okula gönderemediklerini, yaşları ilerleyince bin bir zahmet ve yüksek rüşvetler vererek nüfus cüzdanı alabildiklerini anlatıyorlar. Karında tespit ettikleri çocukların hangi gebelik ayında olurlarsa olsunlar kürtajla alındığını herkes biliyor.

2003’de yasaklanan Uygur dili ile yüksek eğitim, tesettür kıyafetlerini satma ve giyme yasağı, Ramazan’da oruç tutma yasağı, artan işsizlik ve eğitimsizlik… Uygur Türklerine 1965’de Latin alfabesi, 1983’de ise Arap alfabesi ile yazı getirilmiş. Hâlen Arap alfabesini kullanıyorlar. Amaç Türk dünyası ile olan bağları koparmak. Bunlar Sovyet döneminde de Türk Cumhuriyetlerine yapılan uygulamalardı.

Çin nüfusu artıyor. Çin’in ekonomisi ve dünyadaki gücü büyüyor. İnsanlık dışı baskısı büyüyor. Bütün bunlar Uygurların ve Doğu Türkistan kaynaklarının üzerinden, onlar safdışı edilerek yapılıyor.

Dünya ve biz olanları sadece seyrediyoruz.

Urumçi müzesi,  Doğu Türkistan topraklarının Çin’e ait olduğunu ispat etmek için düzenlenmiş sanki. Türkün adı neredeyse yok. Tadımlık mukabilinde Cengiz Han’a ve Sırp ismine dahi rastlanıyor. Her şey, her kurgan, her eski yerleşim yeri Çin eseri ve tarihi olarak yazılmış, mutlaka bir Çin hanedanına bağlanmış.

Buluntuların çoğu 1980 sonrasında yapılan kazılardan elde edilenler. Bu buluntuların bu kadar geç elde edilmesi belki şans olarak kabul edilmeli. Mao öncesi döneminde bulunsaydı bu güne kalır mıydı, sorusu akla geliyor. Bu kadar geç bulunması, komünizmin yıkım dönemine denk geldiği için mi, dünya dengeleri açısından tarihin önemi anlaşıldığı ve ipek yolu üzerindeki araştırmalar yoğunlaştığı için mi, teknoloji geliştiği için şimdi çöl olan o alanlarda çalışmak mümkün olduğu için mi oldu, bilmiyorum. Ama ne olursa olsun, Çinliler bulunanların Türk tarihine ait olduğunu yazmasalar dahi, bulunan her şey bizden bir parçayı anlatıyor. Dışarıdan çöl, bozkır gibi görülen o alanlarda bize ait ne hazineler yatıyor. Bunlar bu toprakların binlerce yıldır bize ait ve tahmin edilemez büyüklükte bir medeniyet sahibi olduğumuzu ispat ediyor.

Dünyadaki bütün bilim adamları ve araştırmacılar bir yıl boyunca yalnızca doğruyu söyleyip yazsalar ve konuşsalar dünya nasıl olurdu acaba?

(Devam Edecek)

Türk Yurdu Mart 2015 Sayı 331’deki “Ağla Gökbayrak Ağla” başlıklı yazının devamıdır.