Nurullah ATAÇ: Yeni Ufuklar’ın Dil Soruşturması

Yeni Ufuklar’ın Dil Soruşturması Üzerine

Nurullah ATAÇ

Yeni Ufuklar’ın dil soruşturması daha sürmekte. Yazarlarımız bu konuda çok ilginç (intéressant), bizi de çok sevindiren sözler söylüyorlar. Derginin Mart sayısında çıkan “Zor Durum­dayız” adlı yazısında Bay Etem Ütük şöyle diyor:
Dilde öz Türkçecilik hareketi başladığı zaman ben ilkokulda idim. Şimdi düşünüyorum da, o vakitki öğretmenlerimiz ne kadar ateşli, heyecanlı imişler, diyorum. Murabba yerine kare, müstatil yerine dikdörtgen, zaviye yerine açı, hatt-ı müstakim yerine doğru, hattı münharif yerine eğik çizgi, muallim yerine öğretmen, mektep yerine okul deyimlerini öğretirlerken dil devrimine ne kadar bağlanmış olduklarını şimdi daha iyi anlıyorum.
Bay Etem Ütük “deyim” tilciğini burada “biliım-sözü”, “terim” belki de “tilcik” anlamına kullanıyor. Oysa ki “deyim” tilciği “tâbir locution” karşılığı olarak önerilmiş, o anlamda tutulmuştur. Bay Etem Ütük bunu beğenmeyebilir, ancak deyim’i kendi istediği anlamda kullanınca tabir, locution karşılığı olarak yeni bir tilcik önermelidir.

Okuyalım daha yazısını:
Bizler işte böyle devrimci öğretmenlerin ellerinde devrimci olarak yetiştik. Düne göre bugünün İleri Türkiye’sini yarın daha ileri götürecek olan Türk yavrularını da aynı ülküye göre devrimci olarak yetiştirmekle görevlendirildik. Bugün bu kutsal görevimizi hakkı ile başarabiliyor muyuz? İçim yanarak söyleyeyim ki, hayır…
Devrimler bir küldür. Biz buna “Atatürk Devrimi” diyoruz. Bugün uygar ulusların sırasında yer alabilmişsek bunu da Atatürk Devrimine borçluyuz. Bu duruma göre Atatürk Devrimi’nin hiçbir noktasında kısıntı yapmamamız onu daha da ileri götürmemiz gerekir. Sonra diğer devrimler kanunun koruyuculuğu altında olduğu halde dil devrimi böyle bir koruyuculuktan uzaktır.
Onu korumak ve yaşatmak da devrimci basına, devrimci gençliğe, devrimci öğretmenlere düşen bir görevdir. Böyle olduğu halde biz öğretmenler, bu görevimizi —yukarıda da söylediğim gibi— hakkı ile başaramıyoruz.
Çok doğru söylüyor Bay Etem Ütük. Ancak kendisi de “kül” gibi “diğer” gibi Türkçesi bulunan yabancı tilciklerden kaçınsa daha iyi etmez mi? Kül yerine bütün’ü, diğer yerine öteki’yi anlamayacak kimse olamaz. “Dil devrimi böyle bir koruyuculuktan uzaktır” tümcesi de bozuk gibi geliyor bana. Bay Etem Ütük “böyle bir korunmadan yoksundur” dese daha iyi olmaz mıydı?
Bu türlü yanlışların arancımıza (davamıza) dokuncası (zararı) oluyor, sonra bize “Dili yoksullaştırıyorsunuz” diyorlar.
Bütün yazıyı almak isterdim buraya, uzun olur. Siz dergiyi açın da okuyuverin.

Derginin Nisan sayısında Bay Atalay Yörükoğlu’nun “Dil Üstüne” adlı bir yazısı var. Şöyle başlıyor:
Türkçenin sadeleşmesi, arınması önce devlet zoru, sonra da öz dilini konuşup yazmak isteyen okuryazarlarımızın gönüllü çalışmalarıyla başladı.
Biraz duralım burada. Bay Atalay Yörükoğlu dil devriminin devlet zoru ile başlamış olduğunu söylüyor, doğru mu bu?
Şinasi Efendi, Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Suavi Efendi, Şemsettin Sami, Necip Asım Bey, Ziya Gökalp, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, daha nice yazarlarımız, düşünürlerimiz Türkçeyi savunur, kendi kökleri, kendi ekleri ile yeni tilcikler kurması gerektiğini söylerlerken devlet karışmış mıydı bu işe? Bay Atalay Yörükoğlu bu arancın, dil devriminin, devlet karışmadan çok önce başlamış olduğunu, uzunca bir geçmişi olduğunu unutuyor. Daha gerilere de gidebiliriz: XVI. yüzyılda Nevi ile Emri’nin, Türkçeye çok Arapça, Farsça tilcikler alıyor diye Baki’ye takılmaları, Edirneli Nazmi’nin öz Türkçe yırlar (şiirler) yazması, XVIII. yüzyılda Nedim’in İstanbul konuşma dili ile şarkılar yazması, bu ülkede öteden beri bir dil bilinci (şuuru) bulunduğunu, derinden derine kendini duyurduğunu göstermez mi?

Devlet zoru ile dil devrimi olmaz, olamaz. Ancak devlet, toplumda böyle bir dilek olduğunu anlayınca kendi de işe karışır, bu akımı hızlandırmak, düzen altına almak için gerekli kurağları (müesseseleri) yaratır. Bizde de olan budur.
Bay Atalay Yörükoğlu sonra diyor ki :
“Dilin özleşmesi, kişiliğini bulması demek olan bu amaca yine onların elbirliğiyle varılacak. Son birkaç yılın geri dönüşleri,
yerinde saymaları olmasa yolu yarıladık diyebilecektik. Bugün radyonun, gazetelerin ve bazı dergilerin kullandığı dil Türkçe değil hortlatılan Osmanlıcadır. Meğer geri gidiş ne kolay olurmuş!
Gazete başlıkları ki en eğitimsiz vatandaşın ve ilkokul öğrencilerinin anlayabileceği açıklıkta yazılmak ister, okumuşların sözlüksüz anlayamayacağı duruma geldi. Bütün gazeteler: “Taksimde dört katlı bir ev çöktü.” diye başlık vermiş, biri tutmuş “Taksimdeki inhidam!” demiş. Buyurun sözlüğe! Değil Türkçeyi seven, gazetesinin sürümünü isteyen böyle mi dil kullanır?”

Daha başka örnekler de veriyor Bay Atalay Yörükoğlu. Yazısının bir yerinde de şöyle diyor :
“Türkçenin özleşmesi önce yabancı sözlerden ayıklanmasıyla başlar elbet. Atılanın yerine ya olanı ya da unutulmuşu koyacağız. Bir yandan dilimizin yeterliğine göre yenilerini türeteceğiz.
Tutunanlar olacak tııtunmayanlar olacak. Bu, yalnız Dil Kurumunun işi değildir. Türkçe konuşup yazan herkes yeni sözler üretebilir. Ne var ki halkın uydurduğu “dolmuş”la “gecekondu”nun aslı sorulmaz da Dil Kurumu buldu diye “önder, uygarlık vb.” sözler yadırganır. Düşünülmez ki “uydurma” dilin kendinde vardır.”
Bay Atalay Yörükoğlu’nun bu dedikleri bence de çok doğru.
Ne var ki hep böyle gitmiyor. Bunlardan sonra şunu söylüyor:
“Ayıklama işinde, bazı aşırıların yaptığı gibi, dilde ırkçılığa varan titizlik iyi sonuç vermemektedir. Örnekçe: “Lisan, münakaşa” sözlerini bir daha kullanmamacasına “Dil, tartışma” sözleriyle değiştirebiliriz de “Sevgi” sözü var diye Arapça “Aşk”ı söküp atamayız. “Hakikat”i atıp “Gerçek”i rahatça kullanalım.
“Hakikatsiz adam!” karşılığı “Gerçeksiz adam!” diyemeyiz ki!
“Us” “Akıl’ın yerini tutar da “Uslu” “Akıllı”nın yerini tutmaz.
“Terbiye” yerine “Eğitim”i bulduk diye “Terbiyeli çorba”yı kullanmayacak mıyız? Hele “Terbiyesiz” yerine “Eğitimsiz!” hiç diyemeyiz. Nasıl ki “Lügat paralıyor” yerine “Sözlük paralıyor” denmiyor. Dilimize özellik veren daha yüzlerce örnekler sayılabilir.
Orta yolu tutanların hakkı var. Türkçenin işlediği, yoğurduğu yabancı asıllı sözleri atmak zorunda değiliz. “Vefa, cefa, kahır, vebal, zulüm., vb.” gibi halk dilinde yerlileşmiş kelimeleri de ayıklamak hiç gerekmez. Sade Türkçe Kılavuzu’nda şimdilik uygun karşılık bulunamamış “ruh, vicdan, edebiyat, şiir, tabiat vb.” gibi sözleri de öyle, “Ukala, kibar” gibi anlamı değiştirerek yaşayanlar da Türkçedir.”
Bay Atalay Yörükoğlu dilimizin özleşmesini istiyor ya, şu tilciğe şunun için, bu tilciğe bunun için bir türlü kıyamıyor. Şunu sorayım kendisinden: Biz Türkler, Arapçadan “terbiye” tilciğini almasaydık “terbiyeli çorba” içemeyecek miydik? Bir ad takamıyacak mıydık ona? Bir kişiyi “terbiyesiz” bulduğumuzu da söyleyemeyecek miydik? Bize o kavramlar, Arapça tilciklerden mi gelmiş? “Hakikatsiz adam” deyiminin hakikat, doğruluk kavramıyla ne ilintisi vardır? “Hakikatsiz adam” gönüldeşlerini, arkadaşlarını aramayan, sevgi bağlan güçlü olmayan kişi demektir. Biz Arapçanm “hakikat” tilciğini almasaydık, öyle kimselerin niteliğini söyleyemeyecek miydik? Aşk’ın Türkçesi de sevgi değildir yalnız, sevi de diyebiliriz. Bay Atalay Yörükoğlu bir kıza gönül verince “Ben seni seviyorum” demiyor mu? Kalkıp da ona “Benim sana aşkım var” mı diyor? “Ben seni seviyorum” demekle yetiniyorsa “sevmek” sözü, aşk kavramını karşılıyor demektir. “Lügat paralıyor” deyimindeki lügat tilciği de sözlük demek değil, yabancı tilcik demektir, onun yerine “Pek bir incelik sanıyor yabancı tildkler kullanmayı!” diyemez miyiz? Budur anlamı o deyimin…
Bay Atalay Yörükoğlu birtakım Arapça tilcikleri, halk dilinde yerleşmiştir, yerlileşmiştir diye atmağa kıyamıyor da hepimizin kullandığımız mesela’yı neden atıyor? Neden ona örnekçe diye bir karşılık koymağa kalkıyor? Ben mesela’yı kullanmıyorum, örneğin diyorum, ancak ben vebal, zulüm gibi Arapça tilcikleri de yazılarıma karıştırmıyorum. Onlar kaldıktan sonra mesela’nın ne suçu var?
Gene diyor ki Bay Yörükoğlu :
Bir de “Hürriyet”, “istiklal” sözlerinin tek “bağımsızlık” sözüyle, “vaziyet, hal” sözlerinin de yalnız “durıım”la karşılanması var.
Karşılıklardaki yetersizlik dili yoksullaştırıp, mana inceliklerinden geçtik, mana farklarını bile belirtemeyecek sonuca götürür diyor ılımlılar. Hak vermemek zor! Bu yüzden, şimdilik vazgeçemediğiniz “hüıriyet, memnuniyet, zarafet” gibi kelimeleri hiç değilse “hürlük, memnunluk, zariflik” biçimiyle kullanmakta kusur görmemeliyiz.
Hürriyet’i de, istiklal’i da bağımsızlık’la karşıladığımızı nereden çıkarıyor Bay Atalay Yörükoğlu? İstiklal’e bağımsızlık, hürriyet’e de özgürlük diyoruz. Hal ile vaziyet için de durumdan başka konum var, daha başkalarını da bulabilir. Bay Yörükoğlu, yazısını yazarken, Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük’üne hiç bakmamış mı?
Aşırılar dili yoksullaştırıyor, anlam ayrımlarını belirtemeyecek bir duruma götürüyorlarmış. Bunu da nereden çıkarıyor Bay Yörükoğlu? Aşırılar arasında “Dilimiz şimdi bütün kavramları belirtecek bir durumdadır, yeni tilcikler kurmamız gerekmez” diyen bir kimse görmüş mü? Aşırılar ancak “Dilimizi işlersek, bütün kavramları söyleyecek bir duruma getirebiliriz, bunun için de uzun uzun çalışmak gerektir” diyorlar. O çabadan kaçınanlar
da “Yok, bırakmayalım alıştığımız sözleri!” deyip işin kolayına gidiyorlar.

Şunu da sorayım kendisinden: Hürlük, memnunluk ile hürriyet, memnuniyet bir midir? Onlar arasında da ayrımlar sezmiyor mu? Ben seziyorum: Hürlük, özgür olan kişinin durumudur, hürriyet ise daha genel, daha soyut bir kavramdır… Üzülmesin Bay Yörükoğlu, aşırılar arasında da dilin yoksullaşmayıp gelişmesini kendilerine amaç edinmişler vardır, belki Bay Yörükoğlu’nun gözünü çekmemiş sorular üzerinde de duranlar bulunur.
Bay Yörükoğlu yazısının bir yerinde, adımı anmaksızın bana takıldıktan sonra, bence de çok doğru olan şu sözlerle bitiriyor:
Yeni türetilmelerden geçtik, güzelim Türkçesi dururken küflü Osmanlıcayı öne almak niçin? Alışkanlıktansa yenmeğe çalışalım, iyi niyetle kalemden kaçmış birkaç eski söz için devrimden yana kişilerden hoşgörürlüğümüzü esirgemeyelim. Ama Türkçe yazma çabasını hiç elden bırakmayalım. İyi yazarın, iyi düşünürün diline titiz olmamasını akıl almaz. Osmanlıca yazan gençler en arık Türkçeyle yazan yaşlıları örnek tutabilseler! Türkçe yazmayanı bugün okuyan çıkarsa, yarın kimse çıkmaz.

Yeni Ufuklar, açtığı soruşturmaya aldığı yanıtlarla (cevaplarla), dil devriminin ne denli tutup kökleştiğini gösterdi. Var olsun!

***
Yeditepe’nin 1 Nisan sayısında Bay Metin Eloğlu’nun “Dedikodu” adlı bir yazısı var. Bay Memet Fuat’ın “Daha Çok Okuyucu” adlı yazısı üzerine düşündüklerimi okurlarıma söylemiştim, Bay Metin Eloğlu da o yazıya dokunuyor, benim gibi o da pek doğru bulmuyor Bay Memet Fuat’ın öğütlerini. Bay Memet Fuat’ın dediklerini özetlerken diyor ki :
Yalnız, suçun mayasını şairlerin güçsüzlüğünde değil de, ün salma bakımından bazı kolaylıklara yüz vermeyişlerinde aramış. Niye Yahya Kemal gibi, Yakup Kadri gibi çoğunluğun ilgisini çekemiyoruz? diyor. Hoş, adını andığı sanatçılar da savunduğu görüşe pek teşne değiller ya… Yahya Kemal çoğunluğun şairi olmak; Vuslat’ını, Sessiz Gemi’sini, gazellerini dillere virdettirmek için ne yapmıştır? Dergilere, gazetelere bol bol şiirler, görüşmeler, tartışmalar mı döşemiştir? Cicili bicili kitaplar mı yayımlamıştır. Yakup Kadri deseniz, gürültüsüz, patırdısız, salt öyküleri, romanları ile ün kazanmış kişilerden. Üstelik her ikisinin de en önemli yönleri, çabaları; yıllar yılı sanata boş vermemek, ciddiye almak, inat etmek.

Bay Metin Eloğlu, Bay Yahya Kemal’in şiirlerini, Bay Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yazılarını sever mi, bilmiyorum. Daha doğrusu onların sanat anlayışına katılacağını sanmıyorum, büsbütün başkadır kendisinin yapmak istediği, yaptığı. Böyle iken gene de onlara, çabalarına, sanatlarına bağlılıklarına saygısı olduğunu bildirmesi beni pek sevindirdi. Yeni yazarlarımızın çoğu bunu unutuyorlar. Bir şairin şiirlerini, bir romancının romanlarını beğenmeyebiliriz, beğenmediğimizi söylememiz de doğrudur, ancak kişiliğine saygı göstermekten uzaklaşmamalıyız.
Yazısının bir yerinde de şöyle diyor Bay Metin Eloğlu:
Memet Fuat’ın öğütlerine eklediği öbür örnekler de pek kesin, pek imrendirici değil: Sinemayı örnek alalım, demiş. Nesini?
Sinema kocaman paralara sırtım yaslamış, gemisini türlü bakımlardan çıkarı olanların dümeniyle yönelten bir tacir. Şiir gibi, kendi kendineliği yok. Bir ortaklaşa akıl, bilgi, savaş ürünü. Eyvallah demesini becerenlerden ün, dünyalık gibi şeyleri esirgemiyor ama, azıcık mırın kırın ettin miydi, tekmeyi de vuruveriyor.
Yani sığıntının birisin. Sonra sinema her bölümden kişilere meram anlatabilecek yapıda, zenginlikte bir nesne; seyirci için, işin mayasını, tarihçesini, oyunbazlıklarını bilmek gerekmiyor… Kısacık bir süre içinde milyonları peşine takması da bu yüzden: Kolay oluşu, ucuz oluşu, çok yönlü oluşu. Şimdi gel de bu ilkeleri şiire uygula bakalım.

Bay Metin Eloğlu’nun yalnız düşüncelerini değil, dilini de pek sevdim. Yazısında benim kullanmadığım, kullanmak istemeyeceğim tilcikler var, ama ilke, uygulamak, süre gibi yeni tilcikleri de yazısına ne güzel yerleştiriyor!

Hamle’nin 15 Mart sayısında Bay Nuri Pakdil’in “Buyurmak” adlı bir yazısı var. Vatan gazetesinde bir yazar, Sait Faik Hikâye Armağanı için düşündüklerini anlatırken şöyle demiş: Sait Faik’in hikâye anlayışı jüri üyelerinin zevk ve görüşüne bir yön vermelidir. Sait Faik gibi büyük bir hikâyecinin adını taşıyan armağan onun hikâye anlayışına taban tabana zıt eserlere verilmemelidir.

Bay Nuri Pakdil bunu doğru bulmuyor, diyor ki:
“Peki bu oldu mu şimdi? Bir sanat eseri ne kadar güçlü olursa olsun, “Sait Faik’in hikâye anlayışı”na uymadı mı ödül alamayacak da daha güçsiiz bir sanat eseri, ama O’nun “hikâye anlayışı”na uyan bir sanat eseri olacak ödülü, böyle olması işleniyor o yazıda.”

Bay Nuri Pakdil’in yazılarını dergilerde görünce okurum, o gencin dediklerinde, deyişlerinde bana çok umutlar veren bir yön var. Ama bu konuda dediklerini doğru bulmadım. Vatan gazetesindeki yazar (Kim olduğunu bilmiyorum, Bay Nuri Pakdil söylememiş adını), o yazar “İyi, değerli bir esere armağan verilmesin” dememiş, Sait Faik Armağanı’nın verilemeyeceğini söylemiş. Böyle birçok armağanlar vardır. Bir anlayışı, bir görüşü
savunan eserler için konulur. Örneğin son günlerde Fransa’da bir “Katolik Roman Armağanı” konuldu. Onu kuranlar da, yargıcılar kurulunda bulunanlar da “Yalnız Katolikçe yazılmış romanlar güzeldir, ötekiler değersizdir” demiyorlar, ama Katolikçe yazılmış romanlar arasında en iyisini seçmeğe özeniyorlar. Sait Faik Armağanı da Sait Faik’in yolunda gidenlere verilir demek hiç de yanlış bir yargı değildir. Kalıyor Sait Faik’in sanat anlayışının ne olduğunu saptamak (tesbit etmek). O epeyce güç bir iş. Sait Faik’in hikâyelerinde şiirle gerçekçilik karışır, gerçek bir düş havası içinde anlatılır. Ama bunu belirtmek, armağan verilecek eserlerin ne biçim olacağını belirtmeğe yetecek bir nitelik değildir.
Bay Nuri Pakdil, sanat erlerine karışılmamasını savunuyor, ona bir diyeceğim yok. Diyor ki :
“Her sanatçının bir kişiliği vardır, öbürlerinden ayırır kendisini. Sanatçı dediğimiz kişi, durmadan arar, yeni bir şey bulmağa uğraşır. Bu, sanatçının toplumun değer yargılarına kulak asmadığını, gözünün hep ileride olduğunu, yerleşmiş, gerilerden süregelen beğenilere değer vermediğini, daha doğrusu vermeyeceğini gösterir bize. Şu halde yeni sanat hazır lop erdemlere konanlara değil de, sanat acununa yeni anlayışlar sokabilenlere açıyor kapısını, o sanatçıları gönendiriyor. Yeni’sanatçı, ileri sanatçı toplumca değeri verilememek, anlaşılmamak korkusunu duyabilir belki.
İşte salt bu çeşit düşünüler yüzünden sanatımıza kötülüğümüz dokunabilir de. Bu bakımdan bir sanat eserini ölçüp biçerken, gerçekten bir düşünü yetisiyle o eserin sanat yönüne bakmalıyız, sanatçının gücüne oranla yargılamalıyız onu, böyle yapılması gerektir. Yoksa öncül düşünü kişinin beğenisini taladı mı ondan çok korkarım ben. Bunlar iyi sonuç vermez. Sanatın eleştirmeciden, ödüller dağıtılırken kurulda bulunacak kişilerden isteği budur. Bu istek unutulmamalıdır.”

İyi ya, Bay Nuri Pakdil’in anlattığı gibisinden bir sanat eri, ödül almağa da pek kalkışmaz. “Toplumun değer yargılarına kulak asmayan, gözü hep ilerde olan, yerleşmiş, gerilerden süregelen beğenilere değer vermeyen” kişi, bir armağanın yargıcılar kuruluna da yazdıklarını sunmağa kalkmaz. Bir sanat eri, hem çevresine pek aldırmayacak, hem de eserinin çoğunlukça beğenilip tutulmasını isteyecek… Bunları ben pek uzlaştıramıyorum kafamda.

Bir de şunu söyleyeyim Bay Nuri Pakdil’e: “öncül düşünü” diyor, ben bu kuruluşu doğru bulmadım, “öncül düşünü” öne doğru, ileri bir düşünü demek olabilir. Oysaki Bay Nuri Pakdil “préjugé” demek istiyor sanıyorum, bunun için önyargı, öndüşünce dese, öyle sanıyorum, daha iyi eder.
Gene de kendisi bilir. Biz onun dil devrimine inanmış, dilimizi yenileştirmeğe çalışan bir genç olduğunu görüyor, buna seviniyoruz.

 

KAYNAK: Nurullah Ataç, Dergilerde, TDK yayını