Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOĞLU: YAHYA KEMAL

GÜNÜN YAZISI

YAHYA KEMAL

Türk-İslâm medeniyetinin

büyük sahabesi ulu “Yahya Kemal”imizi

bugün fâni dünyamızdan uğurluyoruz dostlar!

“Gitmelidir Bank-i Ezan, taa Arş-ı Âlâ’ya kadar…”

 

Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOĞLU

 

Hürriyet, 2.11.1958 Sahife:

 

Yahya Kemalimiz de göçmüş… İstanbul şehrimizin bir hastahane odasında?!!

Bütün Türk nesilleri için bir milli matemdir bugün…

Böyle mi ayrılacaktı aramız­dan?

“Müstahak mıydı böyle bir ölüme büyük Yahya?

Asla..

*

On göbekten uç beyi torunu, beş göbekten sancak beyi torunu Nişli Yunus Beyzade İbrahim Na­ci bey oğlu Agâh’a Allah, büyük akınlar devirleri şehitlerinin cen­netteki makamını nasip eylesin.

*

Onun için tasavvur edilebilecek en uygunsuz ölüm, en zavallı son, meselâ, eski Niş’in sancak beyi konağı avlusunda, yeni bir gazaya revan olmak niyeti ile: -Bismillah

Deyip durmadan şahlanan, her an gemi azıya almaya hazır ûç sekili saklavî kûheylanına atladığı anda sekteden ölmek olabilirdi. Gazaya tam zamanında yetişememek heyecanından gelen bir sekte..

Yahut,

Nişava deresinin Morava neh­rine katıldığı noktada Sırplı reâyâsının bir hâin tuzağına düşüp vurularak köpürmüş sulara gömülmek olabilirdi.

Yahut,

Macaristan’da veya İstirya’da ilgar ederken mola verdiği bir ovada Nemçeli bir cariyenin cilvesine kanıp som yâkut bir ka­dehle sunulmuş zehirli bir şarap ile yere serilmek ve bir daha ken­dine gelememek olabilirdi. Ve ona lâyık ölüm ancak şimdi rüya olmuş devirlerimizin engin serhadlerinden birinin mutlaka ötesinde bir ana baba günü hediyesi olarak tasavvur edilebilirdi.

Meselâ, Arş-ı âlâ’nın titrediği bir fermanlı fırtına, bir korkunç bora gününde Balkanların veya Alplerin veya Karpatların bir or­manında yıldırımlar, bütün çınar­lar ve çamlar arasında en ulu çınar olarak onu seçip çarpsaydı ve o çam gövdeli bir uç beyi ola­rak devrilse ve nice nice küçük yaratılmışları ve küçüklükleri eze eze yok olsaydı…

O zaman tuğlarının pervânesi ne kadar Sipahi varsa, bir ağızdan:

– Oyyy beyzade! Oyyy beyzade! diye dövüneceklerdi, göğüslerini bağırlarını yırtacaklardı… Sonra içlerinden en genç olan dilâverleri dürt koldan tatar edip âsitaneye, Mora Beylerbeyine, Be!grad ve Bûda paşalarına koş­turacaklardı… O hafta ne Tuna boylarında bunu öğrenmeyen tek Voyvoda kalacaktı, ne de Eflâk’ı ve Buğdan’ı ve Potemya ve Istiryra’yı ve Sırbı ve Bulgarı ve Yunan’ı güden tek Türk beyi.. Ve ayını doldurmadan Akdeniz’in bütün hilâlli kıyılarında, Nil’in uzunluğunca Afrika derinlerinde, Türk’ün koruduğu bütün İslâm ülkelerinde acı haber duyulmuş olacaktı. Ama bu da gene ona pek lâyık bir ölüm olmayacaktı. Gönül onu meselâ Fas’ta bir Portokiz Kralını. İkinci Sebastiyen’i tepelemiş de sonra on okla vuru­larak devrilmiş bir Trablus leven­di veya bir Tunus serdengeçtisi gibi tehayyûl etmek isterdi. O Malazgirt’te, Karatavuk ovasında. Niğbolu’da, Mohaç’ta şehadet şerbeti içmiş olanların neslinden değil miydi?

Onlardan nasılsa artmış olarak ve asırlar boyu da­ha fazla uzanmış bir ömre sahip olarak yaşıyormuş gibi dolaşmı­yor muydu aramızda? Gazze’nin, Çanakkale’nin Allâhüekber dağı günlerinin, hattâ Sakarya ve Dumlupınar’ın da muâsırı oîdu idi… Neden ölüm ona bu destanlardan biri içinde yer ayırmadı?

Kader’in sırrına akıl erdirilmez bir gadridir bu…

Ecel işte…

Nasıl gelir?

Niçin gelir?

Yalnız bilen bilir..

Türk’ün ulu hâtıraları ile taayyüş ederek yaşayan bir dev için son uyku diyelim buna… Böyle mi ölür bir Yahya Kemal? Bütün uzaklaşmış büyüklüklerimizle bey­ni kaynıyarak aramızda dolaştığı günleri artık hasretle anacağız:

Tarihi ululuğumuzun bir canlı âbidesidir göçen.

***

Yahya Kemal merhum 1884’de Üsküp’de doğdu. (1 Kasım) 1958’de vefat ettiğine göre 74 yıl yaşamıştır.

İlk ve orta tahsilini Üsküp’te gördükten sonra İstanbul’a geldi. 1903’de Paris’e giderek Siyasi Bilgiler Yüksek Okulunu bitirdi. Bir taraftan da Sorbon Üniversitesinin tarih kurlarına devam ediyordu. 1912 yılına kadar sü­ren Paris tahsil hayatı genç Yah­ya Kemal’i edebiyat ile uğraşmağa da teşvik etti. Bu devre süratle Avrupalılaşma taraftarı Genç Türk münevverlerinin Sultan ikinci Abdûlhamit Han’a kar­şı sert bir cephe aldıkları gün­lere tesadûf eder. Yahya Kemal “Jön Türk” hareketinin dışııda kalmak şöyle dursun, pek genç yaşta Ahmet Rıza beye katıldı. Sonradan Cumhuriyet hariciyesinde Elçi olarak hizmete alın­ması, bu sırada, yani 1906’da, Pa­ris’te, Jön Türk hareketine katı­lanlar arasında bulunan doktor Tevfik Rüştü Aras’la tanışmış ol­masının bir neticesidir. Yahya Kemal’in babası İbrahlm Naci bey ve genç kardeşi Rat bey de Üsküp’te aynı yolun yolcuları arasındaydılar. Memleket dışından Rumeli’ye gizlice gelen ihtilâlciler onların Üsküp’deki konaklarında saklanırlardı.

Yahya Kemal, memlekete döndükten sonra (1912) ilk şiirierini neşretti ve daha ilk mısraları ile şöhrete ulaştı. Bir müddet sonra Darüşşafaka’da muallimliğe baş­ladı. Darülfünun (eski Üniversite) müderrisliğine seçildi. Uzun müd­det medeniyet, garp edebiyatı ve Türk edebiyatı tarihleri okuttu. Birinci Dünya Harbi mütarekesinde bir ara Sabah Başmuharrirliğinde de bulundu. Fakat ancak iki makale yazabildi. Zira bu gazetenin politikasını beğenmemişti. Bu makaleler “Berzah” ve “Geçit” adlarını taşır…

1922’de Lozan’a giden Anadolu murahhas heyeti müşavirleri arasında o da vardı. 1923’de Urfa Mebusluğuna tayin edildi. 1926’da Varşova, 1929’da Madrid Or­ta Elçiliklerine gönderildi. Eski bir derebeyi torunu olması, Şövalöresk tabiati, Madrid sarayının dikkatini çekti. Kral 13. Alfons onu şahsi dostları arasına aldı. Bu dostluk o derece ilerledi ki günün birinde (1939) Alfons memleketinden kaçınca Elçi Yah­ya Kemal de valizlerini alıp onu takip etti. Vazifesine kızıl renkli İspanya Cumhuriyeti nezdinde devam etmek istememişti.

Bir müddet sonra Tekirdağ Mebusu olarak tekrar Büyük Millet Meclisine katıldı. Sonra, uzun bir ihmal devri başladı. Onu çok unuttular. Zaman zaman bağlanan şöyle, böyle maaşlarla gü­ya ona yardım ettiklerini sanan­lar da oldu… Ve o, hic şikâyette bulunmıyarak Türk Edebiyatını ulaştırdığı şahikadan bu hasis dünyaya lütfen merhametli nazar­lar atfederek ve daima atlıları­nın başında Balkanlara ve Orta Avrupa’ya saldıracağı anı bekle­yen bir uç beyi gibi gaza hasre­ti çekerek ve inliyerek yaşadı.

Biz, kendini bilmezler inleyişle­rini duydukça.

– Şiir söylüyor, dedik ve ona 

Dedik ve ona bir unvan ara­dıkça:

– Şair, Diye mırıldandık.

Ve o, bize baktı, baktı ve maya­mızın asil gerçeğini hep hatırlatmağa çalıştı; haykırdı:

“Çıktı Otranto’ya pürvelvele Ahmet Paşa

Tuğlar varsa gerektir Kızıl Elma’ya kadar…”

Ve ne olduğumuzu hic unutma­dı:

“Gitmelidir bank-i Ezân,

“Bu sefer Rimpapa’dan Hazret-i İsa’ya kadar.”

*

Yahya Kemal’imiz… 

Bir başka devrin Türk’üydü o. Aramızda bir başka devrin insanı olarak ama bizi hiç incitmemeğe çalışarak, kendi devrine de asla ve bir ân ihanet etmeden, devrini her ân beyninde ve gönlünde ya­şatarak dolaştı, durdu… Her biri o devirden bir iz veren tahassüs­lerini bazan, âdeta kendisine ihanet edebilecek birer vesika imiş gibi titiz titiz gizlemiye savaşarak dolaştı, durdu… Ve nihayet iş­te İstanbul şehrimizin bir hastahanesinde öldü.

Yazık bize!

*

Kaderin ne garip, fakat ne ka­dar yerinde bir cilvesidir ki fâni dünyadaki Yahya Kemal macera­sının sona ermesi için batıda bir Rimpapa’nın daha önce uhra yo­lunu açması gerekti.

Türk – İslâm medeniyetinin büyük sahâbesi Yahya Kemal’i bugün fâni dünyamızdan uğurluyoruz dostlar! Bugün “Gitmelidir bank-ı Ezân Arş-ı Âlâ’ya kadar…

***
YAHYA KEMAL’DEN 

-İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel-

Vur Pençe-i Âlî’deki şemşîr aşkına
Gülbang-i âsmâni tutan Pîr aşkına.

Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına.

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-i cihângîr aşkına.

Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına.

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına.