Metin SAVAŞ: Niçin Roman Okunmalı?

Roman Sanatı Nedir ve Niçin Roman Okunmalıdır?
Metin SAVAŞ

TÜRK YURDU, Haziran 2015 – Yıl 104 – Sayı 334

        Türk toplumunun, roman denilen anlatı sanatının gücünü ve gerekliliğini daha yeterince idrak edememiştir. Pek çok hususta olduğu gibi kitap söz konusu edildiğinde de hep yüzeysel bir tavır takınmaktayız. Neredeyse bütün algılarımızın seviyesi düşüktür. Bireylere sayısız sorumluluk ve yükümlülük bindiren vatandaşlık bilinci algısı tam olarak pekişmemiştir. Her hususta olduğu gibi kitap kavramını dilimize doladığımızda da beylik sözler sarf etmenin ötesine geçemiyoruz. Gençlere, çocuklara, kendimizden daha alt seviyede bulunduklarını varsaydığımız diğer vatandaşlara kitap okumanın önemini biteviye anlatır dururuz, fakat çoğu zaman ikna edici olamayız. Kitap okumanın faydasına dair çektiğimiz nutuklar genellikle havada kalır. Sebep şudur: Kitap okumanın önemini hep vurgularız, gelgelelim niçin kitap okunması gerektiğini asla izah etmeyiz.
İnsanlığa 1605 yılında sunulmuş olan Don Kişot anlatısının doğurduğu roman sanatı, toplumun ve bireyin aynasıdır. Herhangi bir romancı bize “Aynaya bak.” derse bundan kastı ayna değil, romandır; çünkü roman, mecazen değil, hakikaten aynadır. Hem muayyen bir toplumu hem de o toplumu oluşturan bireyleri roman anlatısında bütün yalınlığıyla görebilmekteyiz. Sosyologundan psikanalizcisine kadar bilim insanlarının göremediklerini, genelde bütün sanatçılar, özelde ise romancılar çoğu kez açık seçik görebilmektedir. Ne kadarını görebiliyorlarsa romanlarına o kadarını yansıtmaktadırlar. René Girard şöyle der: “Romancı, olağanüstü bir toplumbilimci ve olağanüstü bir psikanalisttir.”1 Hemen her roman yazarının başına gelen şudur: “Üstadım, senin romanındaki filan karakter bizim komşunun biraderine çok fazla benziyor.” İşte bu gayet tabiidir, çünkü romancı büsbütün uydurmuyor. Şüphesiz, biyografik romanlar da dâhil, bütün romanlar kurmacadır. Kurmaca, hayal demektir. İçini dinlemek veya içinden kurmak şeklindeki halk tabirlerinin yanı sıra kuruntu dediğimiz şeyle kurmaca anlatı arasında pek fazla fark yok gibidir. Dolayısıyla roman sanatı, yalan anlatmak hüneridir. Fakat nasıl bir yalan?
Her yalanın ardında bir gerçek saklı olduğu gibi her kurmaca anlatının arka planında da birtakım hakikatler vardır. Anlatının Gücü adlı denemesinde Robert Fulford, “Anlatı sanatı dedikodudan doğmuştur,”2 der ki, şüphesiz doğru bir tespittir bu. Dedikodu, Robert Fulford’a göre, olayları özetlemenin ve anlamlarını araştırmanın kestirme yoludur.
“Roman okumanın faydası nedir?” diye sorulduğunda, “Kelime haznesi zenginleşir, ifade yeteneği pekişir, anadilini daha doğru kullanır, algılama ve hızlı düşünme mekanizması daha iyi çalışır, toplum içinde sözü dinlenir kimse hâline gelir, ufku genişler, olaylara ve insanlık durumlarına farklı açılardan bakabilme melekesini palazlandırır, düşünmeyi ve sorgulamayı öğrenir.” şeklinde tutarlı, doğru ve inkâr edilemez cevaplar verilebilir.
Acaba, gerçekten böyle midir?
Ne yazık ki Türk toplumu gibi entelektüel donanımı düşük toplumlarda kitabın peşi sıra roman da yeterince kabul görmüş değildir. Türkiye’nin tamamının kitaba ve romana yönelik tavrına bakıldığında görülen hiç de yürek ferahlatıcı bir tutum değildir. İlkokul öğretmeni bir dostumuz şöyle demişti: “Ağabey, seni ne vakit görsem kitap okuyorsun. Bırak Allah aşkına! Memleketi sen mi kurtaracaksın!” O ilkokul öğretmenine şunu diyememiştim: “Sen kitap aleyhtarlığı ediyorsun. Peki, ya biz ne ediyoruz? Kitap düşmanı bir öğretmene, eti senin kemiği benim diyerek çocuklarımızı emanet ediyoruz.”
Aşağıdaki ifadelerin tamamı yüksek tahsilli vatandaşlarımızın cümleleridir:
Oku oku n’olcek!
Oku oku nereye kadar!
Kitap okuyunca boyumuz mu uzayacak!
Kitap okuyorsun diye bu yaştan sonra seni de beni de general yapmazlar.
Gençliğimde çok kitap okudum ama hiçbir faydasını görmedim.
Gözümüz mü görüyor, yaş ilerledi artık.
Kitap çok pahalı, ucuz olsa neden okumayalım!
Kitabın devri geçti artık, şimdi internet var.
Kitap okumak gözleri bozar, kafayı bulandırır.
Kitap okumaya zaman mı kalıyor; ev bark, çoluk çocuk!
Kitap okumanın gerekliliğini yeterince izah edemediğimizde boşa kürek çekmekten başka bir şey yapmış olmuyoruz. İnternet bahanesiyle kitabı reddedenlere verilecek karşılık şudur: “Elektrik kesildiğinde dünyanın hangi bilgisine erişeceksin?”
Gençliğinde pek çok kitap okumuş olup da hiçbir faydasını görmemiş olan vatandaşımızın beklentisi neydi ki, netice alamamıştır? Kitap okuduğunda hangi beklentisi gerçekleşmemiştir? Kitap okuyorum diye aylık maaşım mı artmalıydı? Kitap okumayı seviyorum diye yüksek bir mevkiye mi sıçratılmalıydım? Gözleri artık iyi görmediği gerekçesiyle kitabı reddeden vatandaşlarımızı gözlemlediğimizde onların ufacık, kargacık burgacık prospektüsleri bile okuyabildiklerine tanık oluyoruz. Kitabın pahalı olduğu bahanesine sığınmayı marifet sanan üniversite diplomalı arkadaşımıza şunu demeliyiz: “Ankara’da, Anafartalar Caddesi’ndeki Sahaf Turgut’ta nitelikli romanlar üç liradan satılıyor. Beraber gidip seçelim birkaç kitap.” Bu durumda sizinle gelir mi bilinmez.
Peygamber Efendimiz’e gelen ilk vahyin “Oku!” olduğunu hatırlatmaya gerek yok. İbadetlerin içinde “okumak” ibadetinin birinci sırada yer aldığını da hatırlatmak abestir. Gerçekçilik bağlamındaki bir hususu da belirtmek gerekir: Gündelik hayatın içindeki ilkokul mezunu ayakkabı boyacısından, ortaokul mezunu Köfteci Hasan’dan veya lise mezunu Leblebici Recep’ten kitap okumasını beklemek, istisnaları bulunmakla birlikte biraz hayalcilik olacaktır.
Ülkemizde, kitaba yönelik tepki veya romana dair olumsuz yaklaşımdan ziyade umursamazlık vardır. Çünkü herhangi bir şeye, olumsuz da olsa, tepki verdiğimizde, o şeyi aslında az biraz umursuyoruz demektir. Hâlbuki Türkiye gibi ülkelerdeki milyonlarca vatandaşın dünyasında kitap yoktur, sözlük ise hiç yoktur. Dolayısıyla roman da yoktur. Yani açıktan açığa umursamazlık vardır. Sonuçta, zerre umursamadığımız bir şeye olumlu veya olumsuz tepki vermemizse kabil değildir.
Peki, bütün bunların ötesinde, niçin bilhassa roman okumalıyız?
Her şeyden evvel, roman okuyan vatandaşlar arasında duygudaşlık oluşmaktadır. Çalıkuşu romanını okuyan hemen her okur, işbu roman karşısında müşterek bir tavra bürünecektir. Türkiye’nin doğusundaki vatandaş da batısındaki vatandaş da Çalıkuşu romanını okurken Çalıkuşu Feride’nin tarafında yer alacaktır. İdealist Türk kızı Çalıkuşu Feride’yi sevmeyecek bir okura tesadüf etmek neredeyse imkânsızdır çünkü. İşte bu sebeple, roman okumak demek, vatandaşlar arasındaki duygudaşlığı pekiştirmek demektir. Fransa’da kırk civarında etnik grup bulunmaktadır. Fransız İhtilali öncesinde Fransa’daki etnik grupların her biri kendi anadiliyle konuşmaktaydı ve Fransız toplumunun sadece yüzde yirmi beşi Fransızca biliyordu. Fransız Bilimler Akademisi, işte asıl bunun için kurulmuştur ve Victor Hugo seviyesinde yazarların romanlarını okuyan Fransa vatandaşlarının yüzde yüzü peyderpey Fransızcayı benimsemişler, Fransız dilinin ve Fransız kültürünün etrafında bütünleşerek milletleşme süreçlerini tamamlamışlardır. İşte bizim sorunumuz buradadır ve işte bunun için roman okumamız gerekmektedir. “Kitap okumak çok faydalıdır arkadaşlar.” şeklindeki beylik sözlerle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına kitap sevgisi zerk edemeyiz. Tamam, kitap faydalıdır, ama niçin faydalıdır? İşte bunu izah etmemiz ve işte bu şuuru vermemiz lazım geliyor.
Asıl meselemiz, üniversite diplomalı kitapsız vatandaşlarımızdır. Ömrü boyunca tek bir kitap bile okumadan ölen yüksek tahsilliler tanıyoruz. Üniversite sıralarındayken hocasının dayatmasıyla belki birkaç roman okumuştur bu kitapsız vatandaşlar. İşte esas mesele budur. Fransa’da yahut Japonya’da roman okumayan tek bir öğretmen bulabilecek miyiz? Bırakın herhangi bir öğretmeni, Türkiye gibi ülkelerde edebiyat öğretmenleri bile maalesef okumuyorlar. Hemen itiraza yeltenmeyiniz lütfen. Kitap okumayı seven öğretmenlerimize sözümüz yoktur zaten.
Fransa’daki Sefiller romanının bizdeki muadili Çalıkuşu romanıdır. Fransız İhtilali’nin ruhunu yansıtan ve bu ruhu Fransız vatandaşlarına zerk eden eser Sefiller anlatısıdır. Türk İnkılabı’nın ruhunu yansıtan eserse Çalıkuşu anlatısıdır. Vatana hizmet aşkıyla yanıp tutuşan ve bu uğurda İstanbul’da kalmayı reddedip Anadolu’nun gariban çocuklarını eğitmeyi tercih eden idealist genç öğretmenimiz Çalıkuşu Feride, esasen Dişi Atatürk’tür. Köhnemiş bir imparatorluğun küllerinden bin bir zahmet neticesinde fışkırmış olan Genç Cumhuriyetimizin şiddetle ihtiyaç duyduğu örnek vatandaştır Çalıkuşu Feride. İşte bu itibarla her Türk vatandaşının mutlaka okuması gereken kitapların başında gelmektedir Çalıkuşu Feride’nin hikâyesi. Ne var ki, Türkiye’de Çalıkuşu romanını okumamış olan milyonlarca vatandaşımız bulunduğu gibi, ne yazık ki Çalıkuşu romanını okumamış olan binlerce öğretmenimiz de vardır. Daha da vahimi, Çalıkuşu Feride’nin hikâyesini umursamayan pek çok Türkçe ve Edebiyat öğretmenimiz de vardır. Kendilerine niçin okumuyorsunuz diye sorduğunuzda şu cevabı alıyorsunuz: “Çalıkuşu filmini televizyonda izlemiştim zaten.”
Öğretmenler okumuyorsa, akademisyenler okumuyorsa televizyonu bahane edinen sade vatandaşı kınama hakkımız doğabilir mi? Çoğu kez şöyle söyleyenler olmuştur: “Neden roman okuyalım ki? İşimizi gücümüzü bırakıp aşk meşk mi okuyacağız?” Türk toplumundaki roman algısı ekseriya böyledir. Kurmaca anlatıların aşk meşk uydurmaları olduğu önyargısı yaygındır. Oysa aşk-meşk diyerek romana ve hikâyeye dudak büken vatandaşlarımıza, “Akşamları evde kanepeye kurulduğunda ne yapıyorsun?” diye sorduğumuzda, “Yerli dizileri izliyorum.” karşılığını alıyoruz. Peki, diziler aşk-meşk, entrika ve kurmaca hikâyeler değil midir?
“Niçin roman okumalıyız?” sorusunun bir cevabı da şudur: Sorgulamayı öğreniriz, sözün gelişi değil, gerçekten sorgulamayı öğreniriz. Zira bütün romanlar toplum ve birey eleştirisidir. Roman okuru peyderpey derinleşir. Hayata ve insana bakışı değişir. Dünya içindeki duruşu başkalaşır ve dönüşür. Bir tekâmül söz konusudur burada. Franz Kafka’nın Dönüşüm romanına bu açıdan bakabiliriz mesela. Endülüslü İbn Tufeyl’in robinsonad kurmacaların atası kabul edebileceğimiz Hay bin Yakzan adlı anlatısı da böyledir. Roman, toplum ve birey eleştirisidir, demiştik. Fakat tek yönlü eleştiri değildir bu. Roman, bize, yalnızca kusurlarımızı ve sakatlıklarımızı göstermez. Toplumun ve bireyin erdemlerini de sergiler. Birtakım davranışlarımızın veya zihniyetimizdeki kimi unsurların doğru olduğunu hatırlatır bize roman sanatı. Bizi sarsar, silkeler, hırpalar, yıpratır; bütün bunlarla birlikte bize hangi türden tutumlarımızın yanlış olmadığını işaret eder.
Sanatçı, hayal kurmasını bilen insandır. Bilim insanları, akademisyenler, mühendisler ve benzerlerinin hayal dünyaları nispeten kısıtlıdır. Keza onların görevi, hayal kurmak da değildir; sanatçının görevidir hayal kurmak. Diğerlerinin göreviyse sanatçıların kurdukları hayalleri mümkün mertebede kuvveden fiile indirmek, yani gerçekleştirmektir. Dünya dışına seyahat etmek düşünü Jules Verne kurgulamıştır ve NASA bu düşsel kurgudan yola çıkarak Ay’a yolculuğu gerçekleştirmiştir. Hâlbuki kendi zamanında Jules Verne’nin romanlarına uçuk anlatılar gözüyle bakılmaktaydı. Buna rağmen, sanatçısının değerini bilen, sanatçısının hayallerini göz ardı etmeyen toplumlarda sıçramaların vuku bulduğu bir gerçektir.
Şeyh Galib’in meşhur Hüsn ü Aşk anlatısının esas oğlanı Aşk, kayıp olan Hüsn adlı esas kızı arayıp bulmak emeliyle yollara düştüğünde, olağanüstü bir şehre varır. Her tuğlası mücevherlerle işlenmiş, güneş gibi parıl parıl parıldayan erdemli bir şehirdir burası; ütopik anlatıcıların Güneş Ülkesi’ni hatırlatan olağanüstü bir şehir. Hüsn ü Aşk mesnevisinin 1941’inci beyti mealen şöyledir: “Burası öyle bir şehirdir ki, caddelerindeki döşeli taşlar bile sözden anlayan incilerdir.” Hüsn ü Aşk hikâyesindeki erdemli şehrin tasvirinde sembolik unsurlara yer vermiş olduğunu Şeyh Galib her ne kadar belirtiyorsa da “Caddelerindeki döşeli taşlar bile sözden anlıyordu.” ifadesinden yola çıkarak Şeyh Galib’in daha on sekizinci yüzyılda ATM makinesini hayal etmiş olduğunu varsayabilir miyiz? Bu, belki uçuk bir varsayım olacaktır ama Hüsn ü Aşk’ın 1942’nci beytine bir bakalım: “Cadde ırmak gibi süratle akıyordu; orada adım atıp yürümeye hiç gerek yoktu.” İşte bu beyit, Şeyh Galib’in kendi asrımızdan yaklaşık iki buçuk asır öncesinde motorlu araçlar trafiğini düşleyebildiğini göstermektedir. “Irmak gibi süratle akan caddede, adım atıp yürümeye hiç gerek yoktu.” ifadesinden motorlu araçlar trafiğini anlayabileceğimiz gibi, otomatik yürüme bantlarını da tasavvur edebiliriz. Şeyh Galib, aynı eserinin 1947 ve 1949’uncu beyitlerinde, ışıltılı libaslarıyla kanatlı askerlerin gökyüzündeki ışığı azalan yıldızlar gibi görünmez olduklarından söz eder ki, acaba bu sembolik ifadeleri uçak dediğimiz araca yorabilir miyiz? Ve tabii ışık saçan askerleri de fosforlu üniformalar giyinmiş pilotlar şeklinde tanımlamamız mümkündür herhâlde. 1959 ve 1960’ıncı beyitlerde ise mealen şöyle denmektedir: “O tertemiz şehrin ışıklı zemini, bilincin her şeyi gösteren aynasına benziyordu. O nurlu zemin her yansımadan, bir araya toplanmış binlerce ruh gösterdi.” Ne dersiniz; televizyona mı telmihte bulunuluyor burada? 1961. beyit ise şöyledir: “Bu olağanüstü şehirde daha nice yüksek saray vardı ki, hepsi de zatüssüverin benzeriydi.” Kim bilir belki yüksek saraylardan kasıt gökdelendir. Ve son olarak 1963. beyitteki “Her evin penceresinden Çin padişahının kızı gibi binlercesi bakmaktaydı” ifadesinden nüfusun çok fazla arttığı, genetik araştırmalar neticesinde insan neslinin ıslah edilerek daha da güzelleştirildiği hükmüne varabilir miyiz? Her ne kadar Hüsn ü Aşk’taki bütün bu ifadeler sembolik de olsa Şeyh Galib’in daha on sekizinci asırda yüksek teknolojiye işaret etmiş bulunduğunu tahayyül etmemizde herhangi bir beis yoktur. Nitekim Şeyh Galib, söz konusu mesnevinin Zatüssüver Kalesi bahsinde, işbu kalenin duvarlarının fevkalâde ve capcanlı resimlerle dolu olduğunu, hayal tılsımından ibaret bu resimlerin görüntüler şehrinin vergisi olduğunu belirtir ve bütün bu resimlerin tılsımları gerçeğe uygun değildir tarzında bir ikazda bulunur ki, biz bunu sanal görüntü (televizyon) olarak pekâlâ algılayabiliriz

.
Kusurlarımızla beraber erdemlerimizi de sergileyen roman sanatının bizde güdük kalmasının sebeplerine girmeyeceğiz. Bizde günah çıkartma yoktur, itiraf cesareti zayıftır ve tabii sorgulama kültürümüz epeyce cılızdır. Rönesans Avrupasında Tanrı kavramı bile sorgulanıyorken, Ortaçağ karanlığının Kurgusal Tanrısı mercek altına alınıyorken, matbaada basılan milyonlarca kitap burjuva sınıfı tarafından üretiliyorken ve kapışılıyorken bizde tam tersi bir keyfiyet yaşanmıştır. Şöyle ki: El Cezerî adlı bilim adamımızın Selçuklu Türkiyesinde icat ettiği mekanik robotlar bertaraf edilerek Osmanlı’da pozitif bilimler medreseden kovulmuştur. Aradaki fark budur. Müslüman coğrafyasının son büyük dehası olan İbn Haldun’un Mukaddime’sinden öteye geçememiştir Şark dünyası. Mimar Sinan’da takılıp kalmışızdır. Ahi Evran’ın iktisadi görüşlerinin Adam Smith ve Max Weber ayarında olduğunun farkına bile varamamışızdır.
Dede Korkut boylamaları ve Dânişmendnâme kitapları türünden anlatılardan ötürü bizde hem hikâyenin hem de romansın nüvesi zaten vardı. Batıdaki şövalye hikâyelerine benzetebiliriz herhâlde. Ne var ki, iç dünyaya veya metafizik cepheye dönük tasavvufî tahkiyeden dünyevi anlatıya geçmeyi Tanzimat sonrasına kadar düşünmedik bile. Günümüz insanına artık tat vermeyen mesnevi formunun roman anlatısına en fazla yaklaşanı kanımızca Hüsn ü Aşk tecrübesidir. Bizdeki ilahi aşk arayışından sarfınazar edip de ayakları yere basan insana, sorgulayan insana, itirafçı insana, dünyaya dönük insana geçiş yapabilseydik roman dediğimiz anlatı sanatını belki Garp değil de Şark icat edecekti. Kanaatimizce, Batının insanlık âlemine kazandırdığı en faydalı unsurlardan biridir roman.
Bizdeki hidayet romanlarının basitliği ve yüzeyselliği ortadadır. Ateist Alman kızı Helga, herhangi bir sebeple sabahleyin Türkiye’ye gelir, kuşluk vaktinde tesadüfen çarpıştığı haysiyetli Türk esas oğlanla tanışır, tez zamanda ona gönül verir, ikindiye doğru kalbi İslam’a ısınmaya başlar ve akşamleyin de kelime-i şahadet getirerek Müslüman olur. Din veya kültür değiştirmek bu kadar kolay mıdır? Almancadan başka dil bilmeyen Helga’nın dili kelime-i şahadete hemencecik nasıl dönebilmiştir? Niçin iç çatışma hiç yaşanmaz? Tereddüt, neden bu kadar yapaydır? Çünkü bizim romancımızda entelektüel birikim çapsızdır. Sosyoloji çalışmadan, psikoloji ve psikanaliz öğrenmeden, mitolojik arka planı esas almadan, arketipleri umursamadan, toplumun müşterek şuuraltına sızmadan, yeterince gözlem yapmadan, masa başına değil de sokağa çöreklenmeden, tarih felsefesine meyletmeden, İslam ilahiyatının yanı sıra Hristiyan teolojisine eğilmeden hakiki roman yazılamaz. Aksi hâlde, tarihî roman yazacağım derken Fatih Sultan Mehmet’e sigara bile içirtiriz. O dönemde tütün biliniyor muydu haberdar olamayız. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanına bakmamız yeterlidir. Bu romanın esas oğlanı bir katildir ve esas kızı da fahişedir. Ve bu roman, Dostoyevski’nin bütün romanlarında olduğu gibi, hem toplumu hem insanı hem adaleti hem de Tanrı’yı sorgular. Bu romanın final sahnesinde de esas oğlanla esas kızın elinde mukaddes kitabı görürüz. Katil ve fahişe iman etmiştir. Hidayet romanı işte budur. İç çatışmanın had safhaya çıktığı, çıldırtıcı bir sorgulamanın hikâyesidir Dostoyevski romanları. Tolstoy’un Diriliş romanı da böyledir. Yoksul bir hizmetçi kızı iğfal etmiş olan aristokrat esas oğlanın pişmanlığını, çırpınışlarını, kendisini yoksul kıza bağışlatma tutkusunu anlatır bu roman.
Roman sanatı, doğası gereği, popülisttir, diyebiliyoruz. Okunması zor, son derece çetrefilli romanların yazılmasına rağmen bu böyledir; tıpkı uzun metrajlı sinema filmleri gibi. Türk insanının tipik yargılarından biri de şudur: Kitap okumak, aydın zümresine mahsustur; roman türünden kitapları okusa okusa edebiyatçılar okur. Bu durumda, düz mantık yürüttüğümüzde, sinema filmlerini de yalnızca artistler seyretmelidir hükmüne varabiliriz. Ama vaziyet bu merkezde değildir tabii. Nasıl ki sinema filmleri herkes için çekiliyorsa romanlar da yine herkes için yazılmaktadır. Akademik kitapları herkes okuyamaz fakat toplumun her kesiminden vatandaşın okuyabileceği seviyede romanlar hep vardır. Nitelikli okur diyoruz, vasat okur diyoruz, vesaire diyoruz. Şimdi artık internet var, kitabın devri geçmiştir şeklindeki yaklaşım tarzı bütünüyle tutarsızdır ve sakat bir yaklaşımdır. Teknolojik düzeyin en fazla yüksekte seyrettiği Japonya ve Fransa gibi ülkelerde kitap okuma oranı niçin daima artmaktadır? Kaldı ki internet bahanesine sığınan vatandaşlarımız, sanal ortamdan dahi bilgiye erişmeyi zül addetmektedir ve tabii ülkemizin sorunlarından en fazla yakınanlar da aynı vatandaşlardır. Bilgisiz toplumların bilgiyi talep eden toplumlarca sömürüldüğü gerçeğini görmezden gelmekse ayrı bir kısırdöngüdür. Türk toplumu türünden düşük seviyeli toplumların hâl-i pürmelâli ise öylesine kaygı verici bir durum arz etmektedir.
Bütün bunların ötesinde, ister destan ister masal ister mesnevi isterse çağdaş hikâye veya roman olsun anlatı bir ihtiyaçtır. Tabii tiyatro, sinema, televizyon, gazete hatta internet, bunların hepsi birer anlatı aracıdırlar. Ahlak felsefecisi Alasdair MacIntyre Erdemden Sonra isimli kitabında şöyle yazıyor: “Çocuklar hikâyeler öğrenerek büyür, ülkeler ve toplumlar da öyle. Çocukları hikâyelerden mahrum bırakırsanız, onları hem davranışlarında hem de konuşmalarında öngörüden yoksun kekemelere dönüştürmüş olursunuz. Kendimizinki de dâhil, herhangi bir toplumu anlayabilmek için, o toplumun köklerindeki dramatik yakıtı oluşturan hikâyeler bütününü bilmemiz gerekir.”3
A. Robbe-Grillet ise şöyle diyor: “Aslında edebiyat sistemli bir biçimde ve oldum olası başka şeyden söz açar. Onda iki dünya vardır: Bilinen dünya ve gerçek dünya. Bunlardan birincisi görülebilen dünyadır, ikincisi ise önemli dünyadır. Romancının görevi arabuluculuktur burada. Görünen, belki de bütünüyle boş ve anlamsız olan şeyleri tasvir ederek, onların arkasında gizlenmiş gerçekliği yansıtmak… Politikacılar olsun, başkaları olsun, kitaptan salt basmakalıp şeyler isteyen ve itirazdan korkan herkes, edebiyattan çekinir.”4
Uzun sözün kısası, bir toplumda roman sanatı yeterince yer edinemiyorsa o toplumda felsefi düşünüş yok demektir, toplumu sorgulama yok demektir, bireylerin sadece birbirlerini değil aynı zamanda bizzat kendilerini de muhasebeye çekmeleri yok demektir. Dolayısıyla romansız toplumlarda kültür ve bilgi çok zayıftır. İnternetin icadıyla kitabın devri geçmiş falan da değildir. Nazmın (mesnevinin) devri geçmiştir, günümüz insanı nesre yönelmiştir. Çağımız aynı zamanda roman çağıdır. Ufuk açıcı her roman mukaddestir. Şahsi fikrimize göre Suç ve Ceza adlı şaheser, roman yazarları zümresinin kutsal kitabıdır. Çünkü bu roman, en yetkin bir şekilde anlatır insanı. Dostoyevski ise roman yazarları tayfasının piridir, üstadıdır ve evliyasıdır. Dostoyevski’nin özel hayatındaki günahkârlığı sadece kendisini bağlar. Bize düşen, Dostoyevski magazinciliği yapmak değil; Dostoyevski’nin eserini çalışmaktır. Selçuklu asırlarında mekanik robot üretebilen akılcı bir Türkiye’den vazgeçip Kayseri Uçak Fabrikasının kapısına kilit vuran bir Türkiye’ye geçiş yapabiliyorsak artık aynaya bakmamızın zamanı çoktan gelmiş de geçiyor demektir. İşte o ayna roman sanatı dediğimiz aynadır ve her nitelikli roman buram buram akılcılık kokar. Bilgiçlik taslamaya gerek yoktur. Allah’ın ayeti gayet açıktır: “Aklını kullanmayan toplumların üzerine pislik yağdırırız.”

__________________

1 René Girard, 2014, Yeraltı İnsanı Dostoyevski, İstanbul. 
2 Robert Fulford, 2014, Anlatının Gücü, İstanbul.
3 R. Fulford, age.
4 A. Robbe-Grillet, 1981, Yeni Roman, İstanbul.