Mehmet ÇINARLI: Sanatçı Dostlarım-9 / TARIK BUĞRA

Sanatçı Dostlarım : 9

TARIK BUĞRA

Mehmet ÇINARLI

Hisar dergisinde yayınlanan biyografisine göre, ilk hikâyesini 1947 yılında yazmış. 1948 yılında Cumhuriyet gazetesinin açtığı «Yunus Nadi Hikâye Yarışmasında «Oğlumuz» adlı hikâyesi ile ikinciliği kazanmış. Aynı yıl Çınar altı dergisinde hikâyeleri çıkmaya başlamış.

Benim de ilk şiirlerim 1942 yılında Çınaraltı dergisinde çıkmıştı. Yaşça Tarık’tan küçük olduğum halde, demek ki yayın hayatma girişte (hiç değilse Çınaraltı dergisine intisapta) ondan kıdemliyim. Yalmz arada, oldukça önemli bir fark var : Ben Çınaraltı dergisine, bir lise öğrencisiyken Antalya’dan şiir yollamış, şiirim derginin iyi bir yerinde basılınca sevinçten deliye dönmüştüm. Tarık Buğra ise, Cumhuriyet gazetesinde ödül kazanmış bir

kahraman olarak, Çınaraltı dergisine Yusuf Ziya Ortaç’ın yazdığı bir mektupla davet edilmiş. Adı geçen dergide sık sık hikâyelerinin çıktığım «Yalnızlar» adında bir de romanının tefrika edilmeye başlandığını biliyorum.

Hisar’ın 1950 yılı Mart ayında yayınlanan ilk sayısında yazı ailemize katılacaklar arasında, Tarık Buğra’nın da adını vermişiz. Hemen bir sonraki sayıda da «Ovaya Destan» adlı hikâyesi çıkmış. Ciltleri karıştırıyorum : Hisar’da yayınlanan ikinci hikâyesi Temmuz-1953 tarihine (39 uncu sayıya) rastlıyor. Ondan sonra da, derginin birinci dönemi sona erinceye kadar (Ocak – 1957) başka bir yazısı yok.

Bu dönemde Tank, Akşehir’de çıkardığı «Nasrettin Hoca» ile başlıyan (1947) gazetecilik hayatını devam ettirir. «Zeytin Dalı» adında yalnız bir sayı çıkan bir dergi ve «İstanbul Haftası» adında üç ay kadar süren bir gazete yayınlar (1951). Milliyet gazetesinde sanat üzerine günlük fıkralar yazar (1952-1956), Yenigün ve Vatan gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yapar.

Tarık Buğra’nm çıkardığı dergi ve gazeteyi şimdi hiç hatırlamıyor, fakat, Milliyet gazetesinde yazdığı fıkraları çok iyi biliyorum. Bunlardan Hisar dergisi ile ilgili olanları kesip saklamışım. Bu yazılarda Tarık, Hisar’a karşı tarafsız (hatta biraz da insafsız) bir komünist dergiyle çatışmamızda büe bizi tutmamış, iki tarafı da azarlamak ve «Ayıptır, böyle kavgalar ikinize de yakışmaz» demekle yetinmişti. Yıllar sonra bu konuyu kendisine açtığımda «O tarihte ideolojik kamplar bu kadar kesin bir şekilde ayrılmış değildi. Ben de, bir sanat eleştirmecisi olarak, tarafsızlığa büyük bir önem veriyordum» dedi.

Zaman zaman aleyhimize de olsa. Tank Buğra’mn Milliyet gibi yaygın bir gazetede dergimizin her yeni çıkan sayısı, için bir, iki, bazan üç fıkra yazması bizi çok sevindiriyordu. Öyle bir ilginin, uzun seneler sonra, bugün bile hasretini çekiyoruz.

Tarık’la ilk defa ne zaman yüz yüze geldik? Bunu kesin olarak hatırlayamıyor fakat, Mustafa Necati Karaer’le ilgili yazımda sözünü ettiğim (Töre dergisi Ekim-1974) düğün yemeğinden (yıl : 1963) önce mutlaka karşılamış olduğumuzu sanıyorum. O yemekte Gültekin’le bana söylediği:

«Mağluplar» sözü, beni hem yaralamış hem de Hisar’ı yeniden çıkarmak konusunu ciddî olarak düşünmeye sevketmişti.

Tarık’la birbirimizi daha iyi anlamamız, birbirimize daha çok yaklaşmamız Hisar’ın ikinci döneminde olmuştur. 1964 ten beri Ankara’ya geldiği, ben İstanbul’a gittiğim zaman birbirimizi mutlaka arıyor ve buluşuyoruz. Mektuplaşmamızsa pek seyrek oluyor. Bu seyrekliğin günahı bende değü Tarık’ta. 30 Ağustos 1970 tarihim taşıyan mektubuna şöyle başlamış: «Sık sık aklıma gelirsin. Hem de özleyişle hattâ bir sığmak özleyişi gibi. Mektup? o yok işte bende. Hep böyle oldu, anacığıma, babacığıma bile daha sık yazmamışımdır. Ama sen bir acayip adamsın, kırılır küser, olmayacak yorumlara kalkarsın., diye korkarım. Halbuki 13 Ağustos’tan beri, Yalova’dan gönderdiğin mektubu aldığımdan beri, yazayım deyip dururum., ve özlerim seni. Ama ne bileceksin?» 10 Mart 1971 tarihli mektubunun başında ise şunları söylüyor : «Bir aydır, evet tam bir aydır sana yazmak isterim; ama bütün ömrümce olduğu gibi, fıkralarla, kimi yürüyen kimi 20-30 sayfa sonra bir çıkmaza gömülüp kalan roman veya piyes denemelerimin çelik çemberinden kafamı sıyırıp çekemem : Bir mektup veya ciddîye aldığım bir konuşma bana Dünyanın en ağır angaryası gelir, gücümü aşar.»

Bu «en ağır angarya»yı göze alıp mektuba başladıktan sonra, vazgeçtiği, yarıda bıraktığı da çok oluyor. Genç

bir yazarın hikâyesiyle birlikte yolladığı 5 Mayıs 1975 tarihli pusulada şöyle diyor: «Mektup yarıyı bulmuş, masamda; ama iki satır karalayayım dedim:»

Ben bu pusulayı aldığım zaman, yarıyı bulan o mektubun gönderilemeyeceğini-daha önceki tecrübelerimle- biliyordum.

Zaman zaman Gültekin bana İstanbul’dan şöyle bir haber verir: «Bugün Tarık Buğra’yı gördüm. Sana bir mektup yazmış, bir de hikâye yollamış.»

Ben o mektubu ve hikâyeyi haftalarca boş yere bekler dururum. Sonunda kabahati PTT ye yükler geçeriz. Halbuki Tarık, o gün göndereceği ümidiyle «yolladım» dediği mektubu tamamlamadan yırtıp atmış hikâyeyi de- belki yeniden okuyup, kıvamına gelmediğini anladığı için- göndermekten vazgeçmiştir.

Bununla beraber, sevgili dostumun -mektuplarım değilse bile- hikâye deneme ve eleştirmelerini PTT nin bana sık sık getirdiği zamanlar da olmamış değildir. 1966-1969 yıllarında, Tarık Buğra, Hisar’m devamlı yazarları arasında yer alır. Özellikle 1967 yılında, onu bütün şevk ve heyecanı ile Hisar sayfalarında yazar, tartışır, kavga ederken görürüz. Sözü geçen yıl içinde Tarık Buğra’nın Hisar’da 3’ü hikâye olmak üzere- 17 yazısı yayınlanmış.

12 sayıda 17 yazı : Bu, bütün Hisar yazarları arasında bir rekordur. Aynı sayıda bir imzanın iki yazısı görünüp, ya zar kıtlığı çektiğimiz sanılmasın veya dostumuz, o ay eleştirme yolladığı için, hikâye göndermekten vazgeçmesin diye kendisine bazı yazılarını takma adla yayınlanmasını teklif etmiştik. O yıl çıkan eleştirme ve polemik yazılarının çoğunda Mehmet Nazım veya Süleyman Yücel imzasını kullandı. Özellikle Türk Dil Kurumu’na çatan yazıları sert ve susturucu idi. Bunlardan birinin başlığını hatırlamak bile, mahiyetleri hakkında bir fikir verebilir: «TDK’nın Otopsisi». Yedi maddelik otopsi raporunun bir yerinde şöyle diyordu: «Her hangi bir milletin her hangi bir devirde ARI bir dili olmuş mudur? Afrika’nın ayak basmamış bölgelerinde yaşayan ve bir kaç yüz kelimeyle konuşan kabilelerin dillerinde büe komşularından aldıkları kelimeler var. Fransızcadan, İngilizceden, Rusçadan, Çinceye kadar hiç bir dilde, hiç bir zaman yapılmayan ve bütün dünyada beraberlik sayılanı TDK ağaları yapacak ha? Bu oyuna oyuncak kediler bile güler.»

Otopsiden önce yayınladığı «Öztürkçe Masalı»ndan da birkaç cümle vereyim: «Soruyorlar: Arabca «hakikatin yerine Türkçe «gerçek» kullanılsa ne kaybederiz? Ah kurnaz bebek; ne mi kaybederiz? hakikat’ı hakikati ! Hem de «hakikatli yâr» ile birlikte o güzelim, o cânım türkülerimiz ve atasözlerimizle birlikte.

«Naziler kitap yakmışlardı. Komünistler aynı barbarlığı halâ yapıyorlar; üstelik daha yaygın daha sistemli bir şekilde. Ama inan olsun, öztürkçeci denilen ırkçılık sahtekârları onlara taş çıkartıyor; çünkü bunlar bütün Türk kütüphanelerini görmek niyetindeler :

«Bir kelimeyi ölümünü beklemeden fırına atmakla ne mi çıkar? o kelime ile kurulmuş onbinlerce Türk mısrasından, duygu ve düşüncesinden gelecek nesilleri mahrum bırakmak kastı çıkar.»

Yukarda «susturucu» olarak vasıflandırdığım bu yazılara, Türk Dili dergisindeki bir iki kem kümden başka, bir üçüncü sandalyamız yoktu.» Böyle Kurum’cu bir yazar, aynı dergide sevinçle ilân etmişti: «Yakaladım, Tarık Buğra yazılarım Mehmet Nazım’dan aşırıyor.» Sözü geçen yazar, Tarık Buğra imzasıyla Tercüman’da çıkan bir yazıyla, Mehmet Nazım imzasıyla Hisar’da çıkan başka bir yazıdaki benzerlikleri cümle cümle gösterip keyifleniyordu. Tabiî, iki imzanın aynı şahsa ait olması ihtimalini hiç düşünmeyip; çok değerli eserler vermiş, edebiyat tarihlerine mal olmuş koskoca bir Tarık Buğra’nın, Mehmet Nazım gibi hiç duyulmamış bir imzadan cümle aşırabileceğini kabul eden bu parlak (!) zekâya oyuncak kediler bile, bir kere daha, kahkahayla gülmüşlerdi.

Tarık’ın O yıl (1967) ikinci önemli çatışması, rahmetli Selâhattin Batu ile oldu. Batu, nereden aklına esti ise, Cahit Sıtkı’yı övüp, Yahya Kemal’i yeren bir yazı yazmış ve Varlık’ta yayınlamıştı. O günlerde beni görmeye geldiğinde, yazının son derece hatalı olduğunu ‘kendisine söyledim. Gösterdi ğim deliller karşısında, o da yazışım fazla savunamamış, hatasını aşağı yukarı kabul etmişti. Tarık, Batu’nun yazışma karşı Hisar’da Süleyman Yücel imzasıyla, «Doğu’ya, Batı’ya, Batuya Dair» başlıklı, oldukça sert bir yazı yayınladı. Eskiler, «akl için tarik birdir» derler. Buğra’mn yazısında, benim da ha önce Batu’ya söylediğim bazı şeyler aynen yer alıyordu. Batu, haklı olarak yazıyı benim yazdığımı sandı. Ben aksini ileri sürünce «Öyleyse bu Süleyman Yücel Kim?» diye tutturdu. Onu da açıklamama Buğra izin vermiyordu. İki arada, bir derede kaldım. Batu- -kendisine Hisar’da cevap hakkı tanımış olmama rağmen- bana küstü; birkaç yıl dergimize yazı vermedi. Buğra ise Batu’ya cevap hakkı vermiş olmama içerlemişti. «Madem ilk yazıyı Varlık’ta yayınlanmış, gitsin, cevabı da Varlık’ta versin» diyordu.

Okuyucularımız, Mehmet Nazım ve Süleyman Yücel imzasıyla çıkan yazıları da benim yazdığımı samyor tebrik mektupları yolluyorlardı. İlhan Geçer’in Bülent Nafiz imzasıyla yayınladığı bazı yazılar da bana mal edilip, hakkımda ileri geri söylenmeler başlayınca-takma adların riskini de, şerefini de sahipleri paylaşsın deyip- artık Hisar’da takma adla yazı yayınlanmasına izin vermeyeceğimi gerekçeleriyle birlikte ilân ettim.

Tarık, bu davranışımdan alınmış. Halbuki Hisar’a eskisi kadar çok yazı yollamadığı için, bir sayıya iki yazısının birden girmesi ihtimali kalmamış, takma ad kullanmak mecburiyeti de ortadan kalkmıştı. Alınmasına bence bir sebep yoktu. Fakat, dergiye uzun süre yazı yollamayışını, bir konuşmamızda, buna bağladı.

Batu, Hisar’a artık yazmayacağını bildiren mektubunda «Üzülmeyin, beni kaybetmiş olmanıza karşılık, iki yeni imza kazandınız : Mehmet Nazım ve Süleyman Yücel benim yerimi fazlasıyla doldurur» diyordu. Heyhat ki, biz Batu ile birlikte, Mehmet Nazım ve Süleyman Yücel’i de kaybetmiştik.

Batu, birkaç yıl sonra dargınlığı unutup Hisar’a yeniden yazmaya başladı ve ölünceye kadar da yazdı. Varlık’ta Yahya Kemal’i göklere çıkaran yeni bir yazı yayınlayıp, kavgaya yol açan hatasını da tamir etti. Ne yazık ki, bu ikinci yazıyı Tarık Buğra görmemiş. Aylarca sonra, bir sohbet sırasında durumu benden öğrenince: «Tuuuh!» dedi, «İnsan haber vermez mi? Bana önemli bir fırsat kaçırttın.»

Tarık’la en sık buluştuğumuz zamanlar 1969 yılına rastlar. O, biraz da eşin dostun -özellikle Gültekin’in- ısrarıyla, Ankara’da yayınlanmakta olan Adalet gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü kabul etmişti. Ama içine ne bu müdürlüğü sindiriyordu, ne de Ankara’yı. İki-üç hafta sürdüğünü sandığım bu yeni görevi sırasında kendisiyle hemen her akşam lokantaların birinde buluşuyor, geç vakitlere kadar yiyip içip sohbet ediyorduk. Konuşmalarımız sanat, edebiyat bahislerinden, aile dert ve problemlerine kadar her konuyu içine alıyordu.

İkimiz de o günlerde bekâr sayılırdık: O bir süre önce karısından ayrılmıştı, ben de o yıl -sonradan gerçekleşmeyen bir boşanma kararıyla- karımdan ayrı yaşıyordum. Dertlerimizin ortak olan tarafları vardı: Herşeyden önce o kızını düşünüyordu, ben kızlarımı… Evliliklerimizin neden kırılma noktasına geldiğini araştırıp bulmaya çalışıyorduk. Aslında karışım beğeniyor, takdir ediyordu. Onunla nasıl parasız, pulsuz evlendiğini bana bir kaç cümle ile anlatmıştı: «Nikâhtan sonra, taksiye verecek param olmadığından eve yürüyerek gittik. Ev dediğim, bir oda, bir yatak ve iki sandalyadan ibaretti. Misafir geldiği zaman oturacak bir üçüncü sandalyamız yoktu.» Böyle bir yoksulluk içinde başlayıp başarıyla da devam eden evliliğin, maddî durum dahil, her şey yoluna girmişken yıkılıp gitmesine hem şaşırmış, hem de üzülmüştüm.

En büyük eseri «Küçük Ağa»yı, evden uzaklaşıp -galiba- bir otel odasına yerleştiği günlerde kaleme aldığım öğrendim.

Bizim sık sık buluştuğumuz günlerde, ikinci büyük eseri «İbiş’in Rüyası» üzerinde çalışıyordu. Aslında eser daha önce tamamlanıp, yayınlanmak üzere Milliyet gazetesine verilmiş. Fal kat, gazetenin yöneticilerinden Ali Gevgüili, «İbiş’in Rüyasmun ilk otuz sayfadan sonra, en çarpıcı, en canlı sahneyle başlamanın, okuyucu esere sahneye başlamanın, okuyucuyu esere ısındırmak bakımından çok daha faydalı olacağını söylemiş. Bu fikri benimseyen romancı dostum da gerekli değişikliği hemen yayıp, eseri Milliyet’e yeniden yollamak istiyordu. Geç kalırsa, gazetenin başka bir romanı tefrika etmeye başlaması ihtimali vardı.

Romanın baş taraflarım yeniden yazdığı günlerde, onunla birlikte bence heyecan ve sancı çektim. Her akşam soruyor, «az kaldı», «ilerliyor» gibi cevaplar alıyordum.

“İbiş’in Rüyası”nda nakledilen hikâyenin bir benzerinin vaktiyle kendi başından geçmiş olduğunu, orada anlatılana benzer bir kantocu kızla yaşanmış bir aşk macerası bulunduğunu da o günlerde yaptığımız sohbetlerden öğrendim. Anladım ki, İbiş’in Rüyası’ndaki Nahit, bir yönüyle, meşhur tulûatçı Naşit ise; bir yönüyle de Tarık Buğra’nın kendisidir.

«İbiş’in Rüyası» Hisar Yayınları arasında çıkan tek roman oldu. Hisar Yayınları, aslında yazarlarımızın kendi yayınlarıdır. Hisar’da yazan şair ve yazarlar, isterlerse, kendi bastırdıkları kitaplarına «Hisar Yayını» patentini koyabilirler. Bunun için üç şartımız var : 1— Kitap bizim zevkimize ve anlayışımıza uygun olacak, 2— Şekil bakımından öteki kitaplarımıza aykırı düşmeyecek, 3— Kitaba reklâm konulmayacak. (Banka ve saire reklâmlarının özellikle şiir kitaplarını, ne kadar çirkinleştirdiğini gördüğümüz için bu şartı aramaya karar verdik). Yayınlanan eserin kârı da, zararı da müellife aittir. Hisar dergisi, kazançtan en küçük bir hisse almadığı halde, reklâmda, dağıtımda ve satışta müellife yardımcı olur.

Tank’m da bu şartlar altında, kitabım kendisi hazırlayıp, bastırması gerekmişti. Gültekin, matbaa, kâğıt ve saire hususunda elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalıştı. Fakat, kitap güzel bir kapak içinde berbat bir baskıyla çıktı. Dizgi yanlışları rekor denilecek bir seviyeye ulaşmıştı. Tarık provaları bir kere okuyup, ötesini matbaacıya bırakmış. Matbaa da düzeltmelerin hiç birini yapmadan, veya – çok defa görüldüğü gibi – onları düzeltirken daha beter yanlışlar yaparak, kitabı basmış. Tarık, bu davranışta biraz da kasıt arıyor; delil olarak da kitapta yer alan müstehcen bir cümleyi gösteriyordu. Bir harf, kasıt olmasını düşündürecek bir şekilde yeri boş bırakılarak, çıkarılmış ve masum bir cümle çirkin ve müstehcen bir manâ almıştı. Ben durumun böyle olacağını bilsem, kitabı baskıdan önce ne yapıp yapıp kendim okur veya -hiç değilse- dergide çalışan arkadaşlara okuturdum.

İbiş’in Rüyası’nı Milliyet’te çıktığı sıralarda okuyamamıştım. (Tefrika takip etmeye hiç bir zaman alışamadım. Bir sayıyı okusam ikincisini kaçırırım). Kitap halinde çıkar çıkmaz okudum ve çok beğendim. Düşüncelerimi Tarık’a yazdığım zaman çok memnun olmuştu. Eseri başkalarının da beğenip, bunu kendisine heyecanla bildirmeleri, dostumun o günlerde sarsılmış olan moralini bir hayli yükseltmişti.

Fakat, aradan bir süre geçip, kitap hakkındaki eleştirmelerin hepsini okuduktan sonra, İbiş’in Rüyası’nın yeteri kadar anlaşılamadığını düşünmeye başladı. Hisar’da çıkan «Bir Rüya Tabiri» başlıklı yazısını bu yüzden yazmış (Nisan 1971), eserin «püf noktasını» bizzat açıklamak zorunda kalmıştı. Bana o yazıyla birlikte yolladığı mektupta şöyle diyordu : «Hisar’a İbiş için bir yazı gönderiyorum; niçin yazdığımı okuyunca anlayacaksın. Bu meseleyi gerçekten mühimsiyorum. Ve, Hatice’yi tam anlayamayanların romanı o kadar beğenebilişlerine şaşıyorum.»

Bana bir mektubunda şöyle diyor; «Bugün pazar. Üstelik, beni hâlâ çocuklar gibi heyecanlandıran bayramlarımızdan biri. Evde temtek oturuyorum. îbiş’in «ev»inde, İbiş’in tekliği ile.»

Buğra, Pınar dergisinin kendisiyle yaptığı «mülâkat»da da (Şubat-1973) aynı konuya temas etmiştir. O mülâkatta “sağ”ın edebiyata, sanata önem vermediğinden uzun uzun şikâyet eder. Sol tandanslı gazete ve dergilerin, kendi görüşlerine uygun olan sanatçıları nasıl bütün gayretleriyle desteklediklerini anlattıktan sonra şöyle der: «Sağda değerli yazarlar çıktı… Hangisi için bu çabanın yüzde biri gösterildi… Bir şey bilinmezse, yok demektir. Ve bu hava Türkiye’de yaratılmıştır. «Sağda sanatçı yok» sloganı tutmuştur. Çünkü sağ, sanatçısını lanse edememiştir. Sahneye çıkaramamıştır. Afişe çıkaramamıştır. Ve varken yok olmuşlardır onlar.»

Benim de benimsediğim bu şikâyetleri karşılıklı sohbetlerimizde birbirimize ne kadar çok tekrarlamışızdır. Buğra’nın bana yazdığı mektupların bir kısmı da aynı şikâyetlerle doludur.

Dindar ve muhafazakâr Anadolu insanının Milli Mücadele karşısındaki tutumu, Tank Buğra’ya gelinceye kadar, gerekli anlayış ve açıklıkla ele alınmamıştır. Bize, bu anlayış ve açıklığı getiren ilk Türk romanı Küçük Ağa’dır.

Buğra, haklı olarak, bu değerli eserinin, lâyık olduğu şekilde tanıtılmasını, desteklenmesini, istedi. Bunu yapması gerekenlerin çoğunun esere ya büsbütün ilgisiz kalması, ya da çok az ilgi göstermesi Tarık’ı çileden çıkarmıştır. Bir mektubunda şöyle diyor: «Nasıl yanmazsın Mehmet, ki Küçük Ağa’yı bizden dediklerimiz değil, Tahir Alangu ile Rauf Mutluay gibi solcular değerlendirdi. Ayakta Durmak İstiyorum öyle olmadı mı? Peki ya Hikâyeler? Kısacası insanın gömülüşünü seyretmesi ölümden de yıkıcı oluyor.»

Buğra’nın hem öfkeli, sert, isyankâr; hem de çok alıngan bir mizacı var Araya kırgınlık, dargınlık, karışmadan onunla uzun süre dost olarak kalabilmek zordur. Bana geçenlerde «Düşman Kazanmak Sanatı» başlığını taşıyan eski bir yazısından söz açmış, o yazıyı okuyup okumadığımı sormuştu. Okuduğumu hatırlayamadım. Fakat Üstad’ın bu «sanat»a hakkıyla vakıf olduğunu biliyorum.

Tok sözlü, kırıcı taviz vermez bir adam. Başkalarına ilgi göstermede hayli ihmalci; fakat ilgi beklemede fazla hassas. Eserlerinin lâyık oldukları ölçüde değerlendirilmemiş olmasının sebeplerinden biri de -kanaatimce- budur.

Her yazar, her sanatçı ilgisinin karşılığını bekler. Tarık Buğra’nın kitaplarını okumadığı -her gün fıkra yazan bir gazeteci olduğu halde- kendilerinden söz etmeyi aklına getirmediği yazarlardan ilgi beklemesi fazla iyimserlik oluyor. Bunu kendisine açarsanız, o yazarları beğenmediği için okumadığını, eserlerinden lâyık olmadıkları için bahsetmediğini açık açık söyleyecektir. Ama, unutmayalım ki, her gönülde bir arslan yatar. Hele yazarların, sanatçıların gönlünde yatan, hayli büyük, hayli heybetli bir arslandır.

Yukarıdaki satırların şahsî duygularımla ilgili olmadığım hemen açıklamalıyım. Ben, Tarık Buğra’nın takdirini ve sürekli dostluğunu kazanmış nadir bahtiyarlardan biriyim. Benim mizacımın da onunkine benzeyen tarafları var: Doğru bildiğim şeyleri söylemek uğruna, karşımdakini darıltmayı, düşman kazanmayı göze alır, nabza göre şerbet vermeyi beceremem. Belki Tarık’la birbirimizden vazgeçmeyişimiz, birbirimizi aramadan, özlemeden edemeyişimiz bundandır.

Yukarda sözünü ettiğim mektuplarının birinde şöyle diyor: «Makineye, hiç bir şey düşünmeden kâğıdı taktım. Senden başka kime yazabilirim ? Konuşmayı bile canım çekmiyor… Bilirsin herhalde, bir tek arkadaşım, dert dökecek, kalleş yorumlara uğramak korkusunu duymadan konuşabileceğim bir tek dostum yok.»

Film festivallerinden birinin jüri üyesi olarak davet edildiği Antalya’dan 28.05.1969 tarihinde yolladığı kartpostalda da şunları yazıyor: «Dört gündür buradayım ve nasıl bir buhran geçirdiğimi şimdi açıkça anlıyorum. Bu jüri üyeliği hızır gibi yetişmiş. Toparlanacağımı sanıyorum. İster inan, ister inanma, aklıma dost olarak gelen bir sen varsın, bir de Dr. Muammer İnce.»

Yüzbinlerce okuyucusu, binlerce hayranı olan bir büyük yazarın, bazan kendisini ne derece yalnız hissettiğini yukarıya aynen aldığım cümleler çok güzel anlatmaktadır.

Tarık’ın, en buhranlı anlarında, güvenilir bir dost, bir dert ortağı olarak beni hatırlamış olmasından gurur duyuyorum.

Kartpostal’da adı geçen ikinci şahıs Dr. Muammer İnce, bir nisaiye uzmanıdır. Son yıllara kadar, Sağlık Bakanlığında çalışıyordu. Şimdi Ankara’ daki doğumevlerinden birinin baştabibi. Tarık’la dostlukları nereden geliyor, herhalde bana anlatmışlardır, fakat şimdi hatırlayamıyorum.

Muammer İnce, soyadı gibi ince zekâlı ve okumaya meraklı bir insan. Dikkatinin keskinliğine ve Tarık üzerinde ne derece tesirli olduğuna bir misal vereyim.

Küçük Ağa’yı okuduktan sonra, Tarık’a demiş ki: «Senin kahramanın insanın nefesini kesecek kadar heyecanlı, tehlikeli maceralara atılıyor. Ama biz onun bu maceralardan sapasağlam kurtulacağım biliyor, endişeye kapılmıyoruz. Çünkü kitaba koyduğun prologta, roman kahramanım olaylardan kırk yıl sonra konuşturuyor ve hayatta olduğunu bize gösteriyorsun. Okuyucunun merakım daha başlarken yarıya indiren bu prologa ne lüzum vardı?»

Tarık düşünmüş, bakmış ki Muammer haklı, kitabın ikinci baskısında o prologu çıkarmış. Eserin 1963 yılında Yağmur Yayınevi tarafından yapılan birinci baskısıyla, 1970 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nca yapılan ikinci baskısını karşılaştıranlar aradaki farkı göreceklerdir.

Gazetelerin günlük fıkra yazarları arasında, benim en çok beğendiklerim den biri Tarık Buğra’dır. Zaman zaman bir sanat eseri seviyesine yükselebilen, inşam günlük kavgaların ötesinde düşündürüp heyecanlandırabilen fıkralar onun fıkraları. Ama, içlerinde sırf yazılmış olmak için yazılanlar, birbirinin tekrarı olanlar yok mu? Elbette var. Hem de çok var. Bir sanatçı yedi veren gül bile olsa, her gün çiçek açamaz. Günlük fıkra yazarlığının en kötü tarafı budur. Hem tekrara düşürür hem de sanatı törpüler. Tarık’ın günlük fıkra yazmak mecburiyeti olmasa, edebiyatımız, kimbilir kaç tane daha roman, hikâye, tiyatro kazanacaktı.

Tarık Buğra ayarında kaç sanatçımız var ki, onu da -sanatım feda etmek pahasına- gazeteye günlük fıkralar yazarak geçinmeye mahkûm ediyoruz?

Yıllar var ki, dostumdan bir tek hikâye gelmiyor. Biraz gayretle, birer güzel hikâye olacak düşünce, müşahede ve buluşları, günlük gazete fıkraları halinde henüz kıvamını bulmadan kaybolup gitmektedir.

Sol’un kendi davulunu çaldıramadığı halde, büsbütün inkâr edemediği yazarlardan birisi Tarık Buğra. Namuslu solcu yazarlardan zaman zaman Buğra için samimi övgüler okuruz. Ama, yine de onun eserlerini baltalamaktan, ününün fazla yayılmasını önlemekten geri durmuyorlar. Yıllarca önce, Kenter Tiyatrosu’nun büyük övgülerle oynamaya karar verip afişlerini bile bastırdığı «Akümülâtörlü Radyo» adlı eseri, solun adı geçen tiyatro üzerindeki şiddetli baskısıyla, oynanmadan afişten indirilmiş.

Daha bir kaç ay önce, TRT’de çevrilen dolabı ise hepiniz hatırlarsınız: En işe yaramaz solcu yazarlara bile saatler ayrılan televizyon ekranına nasılsa Tarık Buğra’mn da çıkarılacağını okuyup sevinmiştik. Ama ilân edilen program değiştirildi ve Tarık ekranlarda gösterilmedi.

1949 yılında, Yaşar Nabi’nin kendisiyle ortak olarak bir mizah dergisi çıkarmayı teklif ettiğini, kendisine çok iyi imkânlar sağlayacak olan bu ortaklığı, anlayışına ve inancına aykırı düşen birkaç yazı yüzünden bozmak zorunda kaldığını bana anlatmıştı. Aynı olayı Pınar dergisinde yayınlanan konuşmasında da hikâye etmiş: «Muallim muavinliği yapıyordum. Hakikaten bir tek pantolonum vardı ve yama tutmuyordu artık. Kendim yamıyordum. Pardösümün altına giyebiliyordum ancak…. ortaklığı feshettim. O tek pantolonla döndüm muallim muavinliğine.»

Birkaç yıl önce, bir kalp krizi geçirerek hastahaneye yattığı zaman, kendisini politikacıların hiç arayıp sormadığını, bir yazısında acı acı belirtmişti. Fakat, Tarık bu gibi olaylara kızıp yön değiştirecek zayıf karakterli insanlardan değildir. Yaransa da yaranmasa da hak bellediği şeyler için savaşacak, bu arada, hiç de istemediği bazı politikacıların ekmeğine yağ sürmekte devam edecektir.

KAYNAK: TÖRE,  MAYIS 1976, SAYI:57, s. 26-34.