Kenan EROĞLU: Dündar Taşer Hakkında…

Dündar Taşer


Kenan EROĞLU

 

İlk onu tanıdım.

Evet, 1970 yılının ortalarına doğru almaya başladığım “Devlet” gazetesinde yazı yazanlar arasında ilk o dikkatimi çekmişti. Gerçi gazetede yazı yazan Nuri Gürgür, Ayhan Tuğcugil, Metin Öney, Cezmi Kırımlıoğlu, gibi isimler de dikkatimi çekiyordu, gazetede bulunan bütün yazıları sonuna kadar okuyordum ama gazeteyi elime aldığımda ilk önce son sayfayı çeviriyor ve “Mesele” başlığı altındaki yazıları gözden geçiriyordum.

Kısa bir süre sonra O’nun yazılarının tiryakisi olmuştum. Dündar Taşer’in yazıları çok etkiliydi ve beni çekiyordu. Kendisini şahsen tanıma imkânım olmadı, sadece bir gece münasebetiyle gittiğimiz Ankara Atatürk kapalı spor salonunda O protokol bölümünde oturuyordu O’nu uzaktan gördüm. Elinde mendil vardı elini yüzünü siliyordu. Onunla son görüşmemiz ise ne yazık ki Karşıyaka mezarlığında oldu, O tabut içindeydi, biz ise ardında yaslı. Lider mezarlıkta kısa bir konuşma yapmış ve ona “Bayrağı göndere birlikte çekecektik” demişti. Çok anlamlı gelmişti o gün o cümle bana. Çok duygulanmıştım.

O’nun “Mesele” başlıklı yazılarında ülkenin o kadar çetrefilli “Mesele” leri ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi, kısa ve öz bir şekilde, vurgulanması gereken her şey vurgulanır, o günün siyasi mülahazalarının yanı sıra başkaca bazı konulara da değinilirdi. Değindiği ve eleştiriye tabi tuttuğu her konuyu mutlaka bir tarihi zemine oturtur, tarihte küçük bir gezinti yaptırır ve “Mesele” yi ortaya koyardı. Tarihi onun gibi yorumlayan, tarihimize onun bakış açısı gibi bakan sadece ondan önce Osman Turan vardı. O’nun fikir ve görüşleri bizi çepeçevre kuşatıyor, O’nu okudukça bir başka âleme geçiyor, Osmanlı’nın haşmet ve azameti arasında kayboluyor “Cihan devletimizi” hatırlıyorduk. Kendimizi bir cihan devletinin mensubu gibi hissediyor, dünyaya öyle bakıyorduk.

O’nu okuyan insan sanki yeniden doğuyor, yıkanıyor, arınıyor ve hayata yeniden başlıyordu. O hitap ettiği okuyucusunu sanki kilometrelerce uzaktan büyülüyor, kendine çekiyor, yeniden düşünmesini, hayatı ve siyaseti yeniden anlamlandırmasını sağlıyordu. O’nu okuyanlar bir hale gibi bulutlara yükseliyor, geçmişi, geçmişteki ihtişamımızı, 5 bin yıllık tarihi maceramızı, geleceği, geleceğin Büyük Türkiye’sini görüyor, olayları ve insanlarımızı yeniden milli bir değerlendirmeye tabi tutmamıza sebep oluyor, yeni bir keşfe çıkıyordu.

O’nun lügatinde karamsarlık, mutsuzluk, olumsuzluk diye kelimeler yoktu. O geleceğe hep ümitle bakar, her olaydan, her durumdan gelecekle ilgili bir ışık ve bir ümit belirtileri yayardı. O’nu okuyunca, titrer kendinize döner, silkinir ve davranır ileriye doğru hamle hazırlığına geçerdiniz.

O’nu okuyanlar, O’nun cisminin bulunduğu yerden yüz kilometrelerce uzaktan bu etki ve tesirin altında kalıyorlarken, O’nu dinleme ve tanıma bahtiyarlığına erenler acaba hangi ve nasıl bir haleti ruhiye içinde oluyorlardı onu tahmin dahi edemiyorduk.

O’nun 7 Temmuz 1969 tarihli “Devlet” gazetesinde yayınlanan yazısında millet tarifi çok ilginç gelmişti. “Millet, binlerce sene içinde kan’ın, iman’ın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleri halinde billurlaşmış, müşterek davranışlar halinde görünmekte olan haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de bir biri gibi olan bir varlıktır.” Bu tarif, daha önceleri okul kitaplarında gördüğümüz ve çok duyduğumuz tariflerdeki gibi “dili, kültürü, bayrağı, vatanı bir ilh…” diye başlamıyordu. Bu tarif bilim adamları tarafından yapılan sosyolojik tariflere de benzemiyor fakat onların Millet tarifi hakkında anlatmak istediklerini ise tam olarak anlatıyordu, Böylesine bir tarif yapabilmek için Dündar Taşer olmak lazımdı.

Yine “Devlet” gazetesinde 11 ağustos 1969 tarihli yazısında; “Bize öyle geliyor ki, batılılaşmaya giriştiğimiz günden beri bu noktada, bir açmaza düşmüşüzdür. Ve bundan ısrar etmekteyiz. Batının üstünlüğünü, onların kanunlarında, içtimai kıymet hükümlerinde sanmak ve onları olduğu gibi tercüme ve ithal etmekle aynı seviyeye geleceğimize inanmak hatası işlenmiştir. Onların hayatına uygun gelen unsurlar bize ters geldi. İthal ettiğimiz nizam bizim mazimize aykırı olduğu için kanunlarımız; örf ve adetlerimizle çatıştı ve bu çatışmadan mevcut yıkıntı doğdu. İnandığımız değerlerle uyguladığımız değerlerin zıddiyeti, içinde bulunduğumuz anarşi (fetret) nin sebebidir.” Diyor ve birkaç cümle ile batılılaşma maceramızın çok kısa bir özetini veriyor, hep birlikte yaşadığımız ve sıkıntısını çektiğimiz durumun sonucunu çok kısa dokunuşlarla ifade ediyordu. O’na göre batılılaşma bizim için sonu bilinmeyen bir macera gibiydi. Batının hiçbir değeri bizim değerlerimize uymuyordu, dolayısı ile problemler de sürüp gidiyordu.
8 Eylül 1969 tarihli “Devlet” gazetesinde ise Ülkü ocaklarına bağlı gençler hakkında şunları yazıyordu: “Ülkü Ocakları’nda toplanmış olan vatansever, feragatli gençler vardır. Yaz tatillerinde kamplara giderler, fikren ve bedenen eğitim görür, tabiatın zorluklarına karşı tek ve toplu mücadele için yetişirler. Türkiye’yi tahribe yönelmiş olanların fikirlerini, siyasetlerini, taktiklerini inceler, Türk Milletini yüceltecek iman, fikir ve hareketlerin manasını öğrenirler. Kendileri ile fikren tartışamayacak olanlar fiilen kavgayı gözlerine alamayacak kadar güçlerini görürler.” Burada, dolaylı cümlelerle Ülkücü’ lerin ne olduğunu, olmadığını ve ne olması gerektiğini yine ustaca birkaç cümle içinde ifade etmektedir. “Türkiye’yi tahribe yönelmiş olanların fikirlerini, siyasetlerini, taktiklerini inceler” derken öğrenilmesi gerekenler konusunda ipuçları vermektedir.

12 Ocak 1970 tarihli “Devlet” Gazetesi’nde, “Romantizme dair” başlıklı bir yazısı çıkmış ve bu yazıda Romantizmi küçümseyenlere, ciddiye almayanlara kızıyor her şeyi iktisada bağlamanın yanlış olduğunu söyleyerek; “Millet özünde bir romantizmi ihtiva eder, bu romantizmi kaldırırsanız millet de biter…

İnsan; sever, nefret eder, feragat gösterir, kin duyar, intikam alır, İnsanı insan yapan şey duygularındaki farklılık, üstün yapan da bu duyguların azametidir. Romantizmi inkâr, insanı inkârdır.” Bu pek uzun olmayan makalede Dündar Taşer, “Romantizm” kelimesine haklı olarak çok mana yüklemektedir. Hatta O’na göre; “Kanuni Sultan Süleyman’ı ‘Zigetvar’ seferine ihtiyar ve hasta halinde çıkaran da ‘romantizmdir’. Sakarya’da düşmanı akdenize kadar kovalayan güç de romantizmdir. İslam ülkelerinin bu günkü perişanlığı ise romantizm eksikliğidir. Yine ona göre ‘Romantizmi’ kötülemek ve küçümsemek hainlerin icad edip, aptalların inandığı bir oyundur”. Bu makale çok hoşuma gitmiş beni çok etkilemişti, defalarca okuduğumu hatırlıyorum.

16 Mart 1970 tarihli “Devlet” gazetesinde. “Kavganın Aslı” başlıklı yazıda ise; 1839 da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunundan, Birinci ve ikinci meşrutiyetten beri debelenip durduğumuz, gelişme ve batılılaşma maceramıza değindikten sonra: “Biz 5000 sene süren tarihimiz boyunca, 16 defa “cihan hâkimiyeti” kurmuş bir milletin çocukları olarak, bu neticeye 17 inci defa varabileceğimize inanıyoruz. Biz büyük bir milletiz ve tarihte büyük olan milletlerin sayısı çok değildir. Büyük milletlerin zaferleri de ıstırapları da büyük olur. Bu his bu kanaat, bu irade, bu iman fertlerine kadar işlemiştir. “Uludağ’dan duman eksik olmaz” deyimi bizim maceramızı anlatır.” Diyerek bütün çabalara rağmen gelişememiş olmamızı ortaya koyarken, istikbalde yine büyük olacağımız ümidini vermektedir.

Dündar Taşer’in fikir ve düşüncelerini tam manası ile ne anlayabildik, ne de kendisini hareketin mensuplarına anlatabildik. Bu yolda fazla bir çaba da sarf etmedik. Dündar Taşer’in Türk tarihini bir bütün olarak ele alması ve özellikle de Osmanlı’ya bakış açısı bizim ve hareketimizin mensupları için çok önemli olmasına rağmen. O vefat etmeden önce yazılarını. Vefatından sonra yayınlanan “Mesele” kitabını ve daha sonra Ziya Nur tarafından yazılan “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” kitabını içimize sindire sindire ne okuyabildik ne de anlayabildik. En         Nihayetinde Dündar Taşer bir askerdi ve olaylara bir asker gözüyle bakardı, onun düşünce yapısında sadece emirler ve yasaklar vardır, Düzen ve nizam vardır diye düşünenleri o her zaman yanıltmıştır. Evet, doğrudur, O bir askerdir, O’nun düşünceleri arasında emirler ve yasaklar da vardır, düzen ve nizam fikri’de vardır. Bunlar tamamı ile doğrudur. Bütün bunların yanı sıra müthiş bir terkip kabiliyeti, kıvrak bir zeka, ve sürekli tarihe gidip gelen bir düşünce yapısı vardı. O’nun her konuşması, her düşüncesi, her yazısı tarihin kendisi değildir, ama tarihin tozlu sayfalarından kopartılıp günümüze getirilen günümüzü yorumlamak amacıyla atalarımızın bizim için hazırlamış oldukları birer billurdan damlalar gibidir. Bu billur damlalar yüzyıllardır tarihin tozlu sayfaları arasına unutulmuş, terk edilmişti, bunları bize hatırlatıp ulaştıran, onlarla irtibat kuran-kurduran biri vardı ve O’da Dündar Taşer’di.
Biz O’nu böyle tanıdık böyle sevdik, her yazısı başlı başına bir konu, her yazısı başlı başına bir tarih dersi gibiydi. Okuduk, okudukça sevdik, sevdikçe bağlandık, O’nun bakış açısını yakalayanlara ne mutlu. O Bakış açısını yakalama çabası içinde olanlar da ne mutlu.

Aslında O bize bizi anlattı bizi hatırlattı, bizim kim olduğumuzu, nereden gelip nereye doğru gittiğimizi, kanın ve imanın birlikte yoğurduğu Milletimizin tarihteki macerasını “Ulu dağda duman eksik olmaz” derken bu maceramızın zorluğunu da belirtiyordu. Bizim millet olarak, yaşadığı coğrafyada yüzyıllardır varlığı ve yokluğu fark edilmeyen alelade bir topluluk olmadığımızı kendisi fark ediyor bize de fark ettiriyordu.
Son iki yüz yıldır, batılılaşma adına yapılan girişimlerin yanlışlığı ve yapılan hataların sonucunda geldiğimiz nokta ortadadır. Batılılaşmayı yanlış yerlerde ve yanlış yollarda arayan yöneticilerimiz bir türlü kendimiz gibi olma mecburiyetimizi anlayabilmiş değillerdi.
Taşer; hep Anayasa’larla uğraştık, yeni ve iyi bir Anayasa yaparsak her şeyin düzeleceğini sandık diye ifade ederken işin aslını kaçırdığımıza dikkat çekiyordu.