Erol GÜNGÖR: “İslâm’ı Hayata Açmak”

“İslam’ın Bugünkü Meseleleri” kitabının ikinci baskısına yazdığı sunuş yazısıdır.

İslâm’ı Hayata Açmak


Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

-İkinci Baskı Yapılırken-

Bu kitap -İslam’ın Bugünkü Meseleleri- birbuçuk yıl önce yayınlandığı zaman ümid edilenin çok üstünde bir ilgi gördü. Kısa zamanda mevcudu tükendi ve, en önemlisi, alanlar onu okudular. Fakat memleketimizde tenkit geleneği henüz yerleşmediği için herkesin fikri kendinde kaldı ve bizim orada ileri sürdüğümüz görüşlerin lehinde veya aleyhinde hiçbir tartışma olmadı. Bununla birlikte, tenkit yokluğunun bir alışkanlık eksikliğinden daha derin bir sebebi bulunduğu anlaşılıyor. İslâmî bir siyasî ve sosyal davâ halinde düşünenler bile yılların pekiştirdiği bir devekuşu tavrından kurtulmuş değillerdir. Bildikleri şeylerin üzerine kıvrılıp kapanmak suretiyle etraftaki değişmeleri görmemek onlara rahatlık verebilir. Ama bunu yapmakla kendi davâlarına hizmet değil, belki ihanet etmiş olduklarını unutmamalıdırlar. Eğer İslâm bir hayat tarzı ise, onu bazılarının istediği gibi vicdanların gizli köşelerine hapsetmekten kaçınmalıyız. İslâm’ı hayata açmak isteyenler onun her meselesini gün ışığına çıkarmak zorundadırlar.

Kitap etrafındaki umumî sessizlik perdesini aralayan tek ciddî tahlil “Türk Edebiyatı” dergisinde Ahmet Taşgetiren imzasıyla çıktı. Buradaki tenkitler okuyucuların pekçoğu ile sözlü temaslarımızdan edindiğimiz intibaları teyid eder mahiyette olduğu için onu esas tutarak bazı meseleleri tekrar açıklığa kavuşturmak istiyoruz. Bu tahlilde esas nokta İslâm’da reform kavramının ne manâya geldiği ve kimlere reformcu dendiğidir. Üzerinde pekçok nefes ve mürekkep tüketilmiş ve artık can sıkıcı hâle gelmiş olan bu mesele aslında başka birçok önemli meseleye anahtar teşkil ettiği için, onu kısa da olsa yeniden ele almak mecburiyetindeyiz.

Reform tâbirinin sevimsizliğinden daha önce bahsetmiştik. Bu sevimsizlik bir yandan kelimenin batılı olmasından, bir yandan da onun hiç hoşa gitmeyecek bir manâda kullanılmış olmasından ileri geliyor. Reform kelime itibariyle bozulmuş bir şeyin yeniden düzene sokulması demektir. Pekçok kimse dinde reform denince bundan dinin bozulmuş (deforme) olduğu manâsını çıkarıyor ve böyle bir fikre şiddetle karşı çıkıyor. İkincisi, Türkiye’de dinde reform tâbirini kullananlar çoğunlukla din hayatının dışında kalanlar ve dini kendi ferdî hevesleri veya zevkleri istikametinde değiştirmek isteyenler olmuşlardır. Bu yüzden müslümanlar din reformu tâbirini duyunca derhal irkilmektedirler.

Bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında eskiden birçok defa yapılmış bulunan ve şimdi de pekçok dini-bütün müslüman tarafından yapılmak istenen şeylerin birer reform olduğunu söyleyebiliriz. Kelimenin sevimsizliğinden kurtulmak için buna Arapların kullandığı tâbirle “ıslah” denebilir. Osmanlı Türkçesinde ıslahat kelimesi retorm Karşılığı olarak kullanılıyordu. Arap müellifleri, dinî reformdan bahsederken ıslah derler ve bunu Kur’ân’ın birçok yerlerinde geçen “muslihun” (düzelticiler) tâbirine bağlarlar. Burada düzeltilmesi sözkonusu olan şey hiçbir zaman dinin kendisi, yani .Kur’ân ve sünnet değildir; ancak müslümanlar aradan geçen zaman içinde Kur’ân ve sünnettten ayrılmışlarsa, onların din anlayışını Peygamberin ve sahabenin anlayışına döndürmektir. Düzelecek şey bizim bugünkü hâlimizdir, düzeltme modeli ise ilk müslümanlar devridir.

İşte bizim bu kitapta İbn Teymiye’yi, hattâ Vehhabîleri reformcu sayarken kasdettiğimiz manâ budur. Gerçekten, müslümanlar her asırda Peygamberin sünnetine sarılarak bid’atlere karşı mücadele eden bir din ulusunun geldiğine inanırlar. Müceddid adı verilen bu kimselerin yaptıkları iş, yirminci yüzyıl Türkiyesinde reform adı altında ileri sürülenlerin tam tersine, dinin saf ve aslî haline dönmek, ve başta Peygamber olmak üzere ilk büyük müslümanlar onu nasıl anlıyorlarsa o hâliyle anlamaktır. Bu anlayışta tam olarak kimlerin örnek alınacağı (takip edileceği) meselesine gelince karşımıza selef ve selefiye tâbirleri çıkıyor. Müceddidler (İbn Hazim, İbn Hacer, Gazalî, İbn Teymiye vb.) Kur’ân ve sünneti birinci derecede kaynak saymakla birlikte sahâbe ve tâbiîn’in, hattâ etbâ’-ı tâbiîn’in reylerini de esas tutarlar. Böylece “selef’ denilenler dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar gelen nesillerdir ki, Ahmed İbn Hanbel bunların sonuncularındandır.

Bizim reformcu veya ıslahçı dediğimiz selefiyeciler işte bu selefin zamanından sonraki İslâm anlayışına pekçok yabancı unsurun karıştığını, bunların müslümanları çıkmazlara sürüklediğini, İslâm’ın son zamanlardaki zebun hâlinin de selef müslümanlığından ayrılmış olmaktan doğduğunu iddia ederler. Selef müslümanlığını esas tutarak dinde ıslah yapmış olanlar her devirde görülmekle birlikte, selefiyecilik diye bir fikir cereyanının doğması ondukuzuncu yüzyıla rastlıyor. Selefiyecilerin selef tâbiri içinde etbâ’-ı tabiîn’den sonraki bazı ehl-i sünnet davâcıları da girmektedir. Nitekim bugün selefiyecilerin İbn Teymiye’yi büyük üstad saymaları bu yüzdendir. Mamafih ilk selefiyeciler meselâ Gazalî ve İmam-ül-Harameyn gibileri de seleften sayarlarken, bugün kendilerine selefiyeci diyenler İbn Teymiye ve İbn Kayyim Cevzi’den başkalarını daha çok bid’ate yakın görmektedirler.

Selefiyecilik ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Araplar arasında -özellikle Mısır- doğmuş bir modernizm hareketi olduğu halde Türkiye’deki selefiyecilik muhafazakârlığın farklı bir görüntüsünden ibaret kalmış bulunuyor. Arap dünyasında selefiyeci hareket belki de Arap milliyetçiliğinden gelen bazı motivler taşıyor ve Arap dünyasının eski satvetine karşılık o günkü sefaletinin sebeplerini araştırıyor, bu sebeplerin ortadan kaldırılma yolları üzerinde duruyordu. Binaenaleyh orada reformizm (ıslah) hareketiyle selefiyeciliğin içiçe, hattâ bir bütün halinde görünmesine şaşmamalıdır. En ileri temsilcisini Muhammed Abduh’un şahsında bulan Arap ıslah hareketi Batı dünyasının üstünlüğüne bir reaksiyon teşkil ediyor ve asıl muhatap olarak da müslümanları görüyordu. Bu yüzden o hareketin esas karakteri modernizm idi. Türkiye’de selefiyecilik Batıcı modernleşmeye karşı muhafazakâr reaksiyonun bir uzantısı oldu. Bunun içindir ki İbn Teymiye’den “reformcu” diye bahsettiğimiz zaman yeni selefiyecilerin şiddetli itirazlarıyla karşılaşıyoruz. Abduh ve arkadaşları (bizde Akif ve arkadaşları) İslâm dünyasının modern hayata açılmasını sağlamaya çalışırlarken, bugünküler kapanmamayı tercih etmektedirler. Eskiler selef müslümanlığına dönüldüğü takdirde modernleşmeye engel olan bid’atlerin kalkacağını, yani İslâm’ın yeniden hamle gücü kazanacağını düşünüyorlardı; geriye dönmelerinin sebebi ileriye gitme arzusu idi. Bugünküler pasif bir mukavemet içindedirler; İslâm’ı değil de “imanı” kurtarmak gerektiğini söyleyerek selefe sarılmaktadırlar. Onların bu titizliği bir intikal döneminin kargaşalığı içinde gerçek doktrinden sapma ihtimalini azaltmaya büyük ölçüde hizmet edebilir, fakat İslâm dünyasının kalkınması açısından daha çok menfi bir rol oynadığı muhakkaktır.

Bir başka mesele faiz hakkındaki hükümdür. Burada İstanbul İlâhiyat Fakültesi’nin değerli öğretim üyelerinden Bekir Topaloğlu’nun bana not halinde intikal eden tenkitleri de aynı nokta üzerinde durmaktadır. Faiz meselesi bir çeşit kızgın maşa olduğu için kimse ona dokunmak istemiyor. Hakikatte ben kitabın bir yerinde faizden bir tek cümleyle bahsettim ve orada da faiz konusunda herhangi bir hüküm vermedim; sadece günümüz ulemasının bu meseleyi çok sathî bir şekilde ele aldığını ve çözmekten kaçındığını belirtmek istedim. Ben din âlimi değil, sosyal ilimciyim; binaenaleyh bu hususta rey izhar etmek bana düşmez. Fakat görüyorum ki faiz meselesi bütün İslâm dünyasında kanayan bir yara olarak durmaktadır. Bugünün girift İktisadî muamelelerini -banka, kredi, faiz, hisse senedi ilh.- derinlemesine ele alıp bunları birbirinden ayırarak herbiri için hüküm getirecek yerde, “faiz haramdır” diyerek bütün bunların hepsini

bir faizcilik münasebetinden ibaret görmenin doğru olacağı kanaatinde değilim. Bu türlü bir tavır ya müslümanları modern İktisadî hayatın dışında bırakır, ya da onları şer’î hiyleler kullanmaya zorlar ki, ikisi de istenen şeyler değildir.

Sayın Topaloğlu riba-faiz ayırımına dair yaptığımız îmanın kitaptan kaldırılmasının doğru olacağını, çünkü bu meselenin kitaptaki diğer güzel fikirleri gölgeleyeceğinden endişe ettiğini söylüyor. Belki onun dediği doğrudur, ama insanların yanlış çıkma ihtimaline binaen susmalarının doğru olacağını söyleyemeyiz. Doğrunun nerede olduğunu öğrenmek için onu araştırmamız, üzerinde tartışmamız gerekir; yoksa üzerini külle kapatmak kendimizi kandırmak olur. Kaldı ki Sayın Topaloğlu bu konulan hakkıyla tartışabilecek az sayıda ihtisas sahiplerinden biridir.

Sayın Topaloğlu’nun işaret ettiği bir başka nokta tekke-medrese farkıdır. Bu ikisi arasında zâhirde önemli bir fark görülmemekle birlikte hakikatte birçok farkların bulunduğunu ifade ediyor. Medresenin din anlayışı ile tekkenin anlayışı arasında fark bulunduğu muhakkaktır. Ben bunu yeni yayınlanmış olan “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabımda anlatmaya çalıştım. Fakat burada böyle bir farkın bulunmadığını söylerken kasdettiğim şey biraz farklıdır. Türk dünyasında tarikatler yüzyılların sonunda medresenin din anlayışına iyice yaklaşmış bulunuyordu. Başka bir ifade ile, tarikatler sünnî müslümanlığa aykırı bir yol tutturmaktan çıkmıştı. Bununla birlikte onların medreseden farklı tarafları bulunduğu inkâr edilemez. Medrese burada ehl-i sünnet müslümanlığınm temsilcisi olan müessese olarak ele alınmıştır. Hemen şunu ilâve edeyim ki son zamanlarda şeriat-tarikat farkı kutuplaşmaya başlamış bulunuyor; bugün artık dünkü medreseden ve dünkü tekkeden bahsetmek çok güçtür.

Ulemanın yasakçılığı hakkmdaki tenkide gelince, duraklama ve gerileme devirlerinde medrese ulemasının daha ziyade “nelerin insanı dinden çıkaracağına” dair tartışmalara ağırlık vermiş oldukları doğrudur. Ancak bu mutlaka “tekfir” manâsına gelmez. Tekfir, emirden ziyade nehiy üzerinde durmanın son merhalesidir. Onyedinci yüzyılda bu istikamette kuvvetli bir temâyül -Kadızâdeler misalinde olduğu gibi- bulunmakla birlikte, parlak eserler verenler de elbette çıkmıştır. Esasen ben Osmanlı tarihi hakkında okul kitaplarında verilen dönem şemalarının yanlış olduğu kanaatindeyim; bu yüzden de onyedinci yüzyılı duraklama devri diye kabul etmiyorum. Kaldı ki onyedinci yüzyıl fetihler bakımından bile duraklama sayılmaz. Medresenin yasakçılığı ondan daha sonraki tarihlerde belirgin hâle gelmiştir.