+++Dr. Hayati BİCE: SAYIKLAMA -deneme-

SAYIKLAMA

20.4.1987

 

    O bahçeyi herkes mutlaka görmüştür, ama bazılarımız kliniğin insanı bazen bir tren katarının vagonlarıymış hissine kaptıran sık bölmeli balkonundan bütün olarak bazen dikkatsizce, bazen mevsimden mevsime değişen rengini fark ederek tepeden seyretmişizdir. Simetrik dikilmiş ağaçları konu olmuştur kimileyin…

                Ama seninle ne güzel konuşmuşuzdur o bahçeyi seyrederken, usul usul ; kimse işitmesin diye sanki. Oysa konuştuklarımız ne bir gizdi bildiğin gibi, ne de yakası açılmadık… Akkavakların, tavşan elmalarının ve klinikle yaşıt çınarların renk nüanslarını nasıl da sevgiyle izlemişizdir, bilenler bilir! Bir ilk yazda kimi tomurcuklanmış, kimi, köklemin mahmurluğunda çiçeğe durmuşlardır. Ya da ayaza kesmiş bir güz sabahı bakır kırmızısı bir çınar yaprağının daha,

 hafif bir esintiyle dalından koparak salına salına düşüvermesini  garip bir hüzünle seyre dalmışızdır. , sanki yüreğimizden kopan bir şeymişcesine daldan eksilen… Hele çiğ düşmüş bir sabah vakti, bir de güneş hafiften başını kaldırmışsa Ankara’nın kötü namlı havasını unutan ıslak nefeslerimiz kardeşçe pay etmişlerdir bu güzelliği farketmeden… Böyle bir sabah hastanenin gündelik telaşı henüz kıpırdaman çınarların arasından başhekimliğe doğru şöyle bir yürüyüş ne büyük özgürlükler, ne güzel mutluluklar katmıştır tekdüze klinik sabahlarına.

                Bütün bunları ilk defa söylüyorum. Belki sen de aynı şeyleri defalarca tekrarladın içinden. ama konuşmadan belki aynı türküyü çağıran  yüreklerimiz gibi ne uzun konuştuk bunları seninle. Bilenler bilir!

( Bildiler mi acaba?..)

                Yine bir gün ” Hayat yaşanasıdır; insanlar güzeldir, ne ki kendileridir kimileyin hayatı yaşanmazlaştıran, ki onların güzellikleri solduran, küstüren, hoyratça koparan…”diye başlamıştım da isyanla karışık “Ama niye insanlar böyle yapıyor, nedir bu, niye, niye..? “diye kesivermiştin sözlerimi. Hatırladın mı? Aslında sen de biliyordun bu soruların cevabını; bundan eminim. Ama bir türlü kabullenemiyordun; aklınla buluyordun, izah ediyordun patogenezi ama şuradaki yüreğindi kıpır kıpır, sesini yükselten “niye, niye…” diyerek!..Ve sen bu ssini yükseltebilen yüreğinle ne güzeldin, ne güzel insandın; insandın. Sanki  uzak bir geçmişten bahsediyorum sanacaklar, ama biliyorum ki belki yarın, belki sıcaklığını kaybetmiş bir Ankara güneşi Anıttepe yönünde alçalırken sen yine aynı soruları soruyor olacaksın: “…Niye, niye?…”

                “Sustum ben!..”diye kaçışlarımı hatırlarsın, kaçış değildir oysa onlar, bir içine çekiliştir, dalgaların derinliklerine doğru intikalidir, oysa dıştan sakin ve durgun görünmüşümdür çoğu defa. Ama itiraf edeyim o içten içe çalkanışlarımı farketmişsindir hep farkettirmeden kimseye. Dilimden hiç ama hiç anlamıyan birilerinin söylediklerimden çıkarttığı anlamsız anlamlara cevaptır, bir isyandır aynı zamanda:”Sustum ben…”Güzel insanlar var ya -iyi ki varlar- etrafımızda kimi sessiz kimi şeytanı bile dize getirir; en güzel duyguları çağrıştıran; işte onlar olmuştur beni üzen, hüzünlendiren. Bazen bir iç çekiş bile en ağır sitemdir bilene; bazı küfürlere gülüp geçmişizdir. Sana hiç ” Sustum ben!”demedim.

                Hayatının ilk günlerini yaşayan insanların huzurunda hayatının ilk çeyreğini harcamış insanlara dair konuşmuştuk bir gün. O diyalog katlanarak kaç gün sürdü bende, bilebilecek misin? Ne rahatsız oldum, bilemezsin; sana çok vahim şeyler mi söylemiştim ne?..Mevlana’dan bahsolunmuştu laf arasında, hatırladın mı: “İlk taşı en temiz olanınız atsın! ” Ve hiç taş atan çıkmamıştı, herkes bir diğerini beklemişti. O gün vahim şeyler söylemiştim dedim ya; aslında çok daha vahim şeyler söyleyecektim neredeyse… Bilmem kızar mıydın, üzülür müydün; hüzünlenir miydin yoksa?..

                Sana epeyce önce bir fotokopi vermiştim, hatırladın mı? Bazı yerlerini çizmiştim yol-yol: “…İnsan gönülden ibarettir. Kendisine dost olmayanlar gayrıya dost olamazlar, kendileri ile barişa varamayanlar gayrı ile barışa varamazlar…Kendileriyle dost olamayanların çokluğu yeise kaptırmamalı,gönülden ibaret olanları!”diye nasıl da yüreklendirmiştik birbirimizi. Birlikte yürünesi yolların sonunda rastladığımız şu muştu ile yeniden doğduğunu hissetmek ne mutluluktur.”Gözü olana sabah işimıştır.” SAhi doğru bu güzel sözler? Çölde bir görünen hemen yiten serap gibi kuraklaşan ruh iklimlerinde özlemlerimizin mi çığlıkları?…Gönül gözlerimizin bu kamaşması karşılaştıklarında, ışımakta olan sabahları mı hatırlatıyor yoksa, ne dersin?

                Bir lineer ilişki var mıdır ömrümüz ile insanlığımız arasında , insanlığımızın insanlığı arasında diye konuşuyorduk da bir gün; bir grafik çiziktirmiştim önümdeki not defterine. Yatay ekseni zamanı, dikey ekseni, her kim neye önem veriyorsa insanım diye onu gösteren. Sonra aktif ömrümüzün kesiştiği noktaları birleştirdiğimizde  ne de güzel, ne de insan bir eğri çıkmıştı önümüze. Sana ne demiştim hatırladın mı. ” İki günü eşit olan zarardadır. “Sense o müstehzi sayılabilecek -çoğu zaman da hakikaten müstehzi gülümsemenle “Ya hergün, bugünü dünden daha negatife inenlerin hali nicedir? “deyivermiştin adeta iki günü eşit olanların avukatlığına soyunarak. Oysa ben inanıyorum ki sen hep iki günü eşit olmayan mutlu insanlardansın . Lineer bir hayat çizgisine isyan eden bu kalemin kırık-dökük hayat çizgisinin insani seyrine kavuşmasına katkıda bulunmak istemez misiniz?

                …

                Bu yazıdan bir şeyler anlayanlara ne mutlu. Ve yine ne mutlu hiç bir şey anlamayanlara ki “hayatımızı anlamlılaştıranlar” olarak epeyce şey borçluyuz!…