Hamid ALGAR: Nakşbendîlik

MURAT A.
08 Haziran 2011

Prof. Dr. Hamid Algar’ın

“Nakşbendilik”

Kitabı Hakkında

İnsan Yayınlarından çıkan ve şimdiye kadar hiç bir başka kitapta görmediğim ölçüde çok ve afaki hatalarla dolu bu kitap Nakşibendilik hakkında bütünlüklü bir çalışma değil, yazarın çeşitli zamanlarda yazdığı İngilizce makalelerin bir derlemesi niteliğinde… Tekrarları saymazsak sayıları 90 civarında olan bu hatalardan görece önemsiz veya tartışmaya açık olanları bir tarafa bırakıp geri kalan içinde bazı hataları da aynı maddede birleştirerek 37 madde halinde aşağıda açıklamaya çalıştım.

Kitap içerisinde Said Nursi-Nakşibendilik ilişkisi, Bosna’da Nakşibendilik ve Zeynullah Resulev hakkındaki makaleleri okuduğuma memnun oldum, kitabın istifade edilecek tarafları da var ama o kadar fazla hata içeriyor ki kitabın bu haliyle basılmasına ancak hata gözüyle bakılabilir ve tasavvuf konusunda derinliğine bilgisi olmayan birinin de okumasını mahzurlu görürüm.

Kitaptaki İran-Safevilik-Nakşibendilik eksenli makalelerin böyle bir kitapta yer almasını manasız buldum, Nakşibendi Geleneğindeki Melameti Unsurlar makalesi de gayet zorlama ve manasız duruyor, makalenin kendisi de başarılı değil ve okuru ikna etmekten çok uzak, bunların yeni baskılarda çıkarılması kitabı daha kompakt hale getirecektir. Bunlar yapılmadan ve kitabın çok ciddi bir incelemeden geçirilip hatalarından arındırılmadan ikinci basımının yapılması çok büyük bir hata olur. Yine kitap son 20 yılda Türkiye’de Nakşibendiliğin gelişimine hiç değinmediği gibi zamanımızın büyük Nakşibendi cemaatlerinden yeterli ölçüde bahsetmemiş. Eserde bazı Halidi kolları arasındaki uygulama farklarına mesela Gümüşhanevi dergahının halvete olan vurgusuna karşın Sami Efendi’nin halveti bir yöntem olarak kullanmaması gibi farklara ve cemaatlerin farklı sosyolojik yapılarına değinilmesi de yerinde olurdu. Yine böyle bir eserde Osmanlı uleması ve zürefası içinde Nakşibendi olanlardan daha fazla bahsedilmesini beklerdim.

İsim dizini olmaması da kitabın önemli bir eksiğidir. Tüm eksiklikler ve hatalar düzeltilse bile bu kitabın yayınevinin arka kapakta yazdığının aksine bir başvuru kaynağı veya bir klasik olmaya aday falan olamayacağı açıktır, tarikat-ı aliyye hakkında bu kadar hatalarla ve özensizliklerle dolu bir kitabın yazılıp bir de böyle bir iddiayla yayınlanmasını da herhalde ahir zaman alameti olarak görmek lazım.

Osmanlı zamanında böyle eserleri ehl-i tarik kimseler yazarlardı; Hüseyin Vassaf, Bursalı Mehmet Tahir Efendi gibi… Yayınevinin bu hatalarla dolu kitabını başvuru kaynağı ve bir klasik adayı olarak sunduğu Hamid Algar ise Tasavvuf Dergisinin aşağıda online bulabileceğiniz 15. sayısındaki röportajında bir şii alim olan Ayetullah Humeyni’yi “büyük bir arif” ve “islamiyetin bütün boyutlarında kendisinde birleştiren bir şahıs” olarak tanımlıyor ve bir çok şeyhi tanıyıp sohbetinde bulunmasına rağmen kendisi gibi biriyle tanışmadığını ifade ediyor. Tasavvuf ve tarikatlar hakkında çok eser veren ve memleketimizde tutulan bir başka kişi de şii Abdülbaki Gölpınarlı’ydı, ne diyelim; ahir
zaman….

http://www.tasavvufdergisi.net/sayi_15.html

1) Yazar 13. sayfada Menzil cemaatinin merhum şeyhi Abdulhakim Hüseyni Hz’nden “kesinlikle normal dışı olan bir Nakşibendi kaynağı” diye söz etmiş. Bu ifadeleri edebe sığdıramadığım gibi talihsiz ve haksız buldum, bu mübarek zat gayet geleneksel bir şeyhti, yazarın alıntıladığı görüşü de onu bu geleneksellikten çıkarmaz, o bir yana bir görüşten ötürü böyle saygısızca etiketlemek büyük hatadır. Ben Abdülhakim efendinin yazarın bahsettiği sohbetlerini okudum ama “Hz. Ali’nin Hz peygamberle (s.a.v.) doğrudan inisiyatik bir ilişkiden mahrum olduğu” ifadelerini hatırlamıyorum, acaba Hamid Algar kendi kitabında çokça örneklerini gördüğüm gibi yine bir şeyleri yanlış mı
anlamış. Yine yazar bu notu Nakşibendilerin Bekri soya gururla yaptığı vurguya örnek olarak vermiş, ben şimdiye kadar hiçbir Nakşibendi eseri veya cemaatinde Alevi soydan ziyade Bekri soydan gelmekten ötürü duyulan bir gurur diye bir şeye rastlamadığım gibi böyle bir şey olsaydı bile bunu ifade edecek son insanlardan biri Abdulhakim Hüseyni Efendi olurdu, çünkü kendisi seyyiddir ve Hz. Hüseyin yoluyla Hz Ali’nin soyundan gelmektedir. Her durumda yazarın “Bekri gurur” ifadesi de, verdiği örnek de hatalıdır.
Yazarın gerek bu sayfa gerekse diğer yerlerde sahabelerin adlarının başına Hz ifadesini getirmeyip sadece isimleriyle anması da edeben yanlıştır, en azından türkçe tercümede bu düzeltilmeliydi. 23.
sayfada Ubeydullah Ahrar Hz için geçen “dehşetli bir siyasi şahsiyet” sözünü de pek edebe sığdıramadım, ne demek dehşetli?!
Yazar 410. sayfada da seyyid kelimesi “Hz Peygamber’in soyundan geldiğini iddia edenler” diye açıklamış, bu açıklamayı da edebe sığdıramadım, ne demek iddia edenler? Siyadet şeceresi diye bir şey var, ne yani yazar seyyid olan herkese iddiacı gözüyle mi bakıyor?
166. sayfada yazarın kullandığı “muteber bir seyyid” sözü de böyle bir başka ifadedir; mu’teber demek i’tibar sahibi, i’tibar edilen demektir; tüccar için, esnaf için hatta alim için mu’teber sıfatı kullanılabilir ama seyyidler için kullanılamaz, seyyidlerin hepsi i’tibar sahibidir ve başka hiç bir meziyetleri olmasaydı bile muteber olmak için seyyid olmaları onlara yeter. Yazar bu ifadeyi eğer siyadeti şüphe götüren kimseleri nazar-ı itibara alarak yazdıysa kullandığı ifade yine de yanlıştır, çünkü böylelerine zaten
seyyid denmez.

2) 49. sayfada ve 405. sayfada Esad Erbili Hz’nin Mevlana Halid Hz’nin soyundan geldiği yazılmış. Esad Erbili Hz seyyiddir, Mevlana Halid Hz ise Hz Osman soyundandır, o bir yana Mevlana Halid Hz’nin bütün erkek çocukları küçükken ölmüştür diye bilirim ve şimdiye kadar Esad Erbili Hz hakkında böyle bir neseb yakınlığı bilgisi duymadığım gibi Mevlana Halid’in soyundan geldiği söylenen herhangi bir şeyhi de duymuş değilim.

3) 233. sayfada mürşidinin Delhi’den ahrılırken Mevlana Halid’e “dini yüceltmek ve güçlendirmek için dünyayı elde etmeye çalış” dediği yazıyor, başka bir makalede 415. sayfada yazar bunun tam tersini ifade etmiş ve Mevlana’nın üstadına “esas gayesinin din uğruna dünyayı istemek olduğunu” söylediğini yazmış; hangisi doğru, bu sözü kim kime söyledi, aynı kitaptaki iki makalede bu çelişki neden?

4) Yazar 44. sayfada şeyh Ubeydullah’ın İran idaresine isyanını Şiilik husumetine bağlamış, bu yanlıştır, bu olay tamamen şeyhin köylerine İranlı yöneticilerce haksız olarak el konması sonucu çıkmıştır, tamamen bir mülk meselesidir. Yazar aynı iddiayı 86. sayfanın dipnotunda ve 510. sayfadaki islam ansiklopedisi maddesinde tekrar ediyor.

5) Yazar 295. sayfanın dipnotunda Şükran Vahide ve Frederick de Jong’un Küçük Aşık’ın Gümüşhanevi Hz’nin halifesi olduğu açıklamalarının temelsiz olduğunu yazmış. Oysa Algar kitaptaki başka bir makalede 424. sayfada tutmuş haksız çıkardığı kişilerin yaptığının aynısını yaparak bu zatı Gümüşhanevi Hz’nin halifesi yapmış; insan aynı kitapta bu tezatı görünce “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyor.

6) 103.sayfada Nakşibendi silsilesi içinde Harakani ve Farmedi Hazeratı arasında Ebu’l-Kasım Cürcani ismi yer alıyor, hiçbir Nakşibendi silsilesinde bu zatın adı geçmez, yazar acaba bu ismi nereden ve niçin eklemiş?

7) 237. sayfada “yaygın kanaatin aksine” şeriatın emrettiği ibadetlerin tasavvuftaki özel ayinlerce tamamlanacak eksik uygulamalar veya tarikatın hayata geçirilmesi için bir ön şart olmadığı yazmış. Ben yazarın bu çok temel hatalı ifadelerinin hangi birini nasıl düzelteyim? Algar’ın yaygın kanaat dediği şey neyin nesidir, hangi müslüman şeriatın emrettiği ibadetlerin tamamlanması gereken eksik uygulamalar olduğunu düşünür ki?? Öbür yandan şeriatın emrettiği ibadetlerin mükemmelen yapılmasının tarikatın hayata
geçirilmesi için bir zorunluluk olmadığını düşünen tek bir hak tarikat mensubu var mıdır, Hamid Algar’ın bu ifadesi neyin nesidir?

8) Yazar 20. ve 65 sayfalarda bir iki menakıbı kaynak göstererek Şah-ı Nakşıbend’in bir dönem cellatlık yaptığını yazmış, hatta kitabın sonunda İslam ansiklopedisine yazdığı maddelerden oluştuğu anlaşılan kısımda da bu geçiyor. Böyle bir şey hiçbir yerde kabul görmemiştir, menakıbın birinde gördü diye koskoca Şah-ı Nakşıbend’i cellat yapan Hamid Algar’a bu yaptığından ötürü ne denir okurun takdirine bırakıyorum, eğer son kısım benim anladığım gibi İslam Ansiklopedisi maddelerinden oluşuyorsa böyle bir şeyi ansiklopediye aldıklarından ötürü yayıncı İSAM yetkililerine de teessüf ederim. Daha önce gördüğüm bazı hatalarından ötürü Hamid Algar’a madde yazdırılmaması gerektiğini kendilerine vaktiyle yazmıştım, bu okuduğum kitap ne kadar haklı olduğumu göstermiştir.

9) 81. sayfada Algar Mevlana Halid-i Bağdadi’nin rabıtayı ısrarla kendisiyle sınırlı tutmak istemesinin siyasi bir boyutu olduğunu ve o da tarikat kolunu merkezi, disiplinli bir organizasyon altında birleştirmek olduğunu yazıyor. Bu hataya 421. sayfada da düşülmüş ki bu ikincisi anlaşılan ve maalesef İslam Ansiklopedisinde yazarın yazdığı madde oluyor. Yazarın anlamadığı ve anlamayıp yorum yaptığı hatalı konu şudur; kemale ermemiş ve şeyhinden de bunun için izin almamış bir halife kendisine rabıta yaptıramaz. Abdullah Dehlevi Hz. Mevlana Halid’e mutlak hilafet vermiştir ve o hayattayken dahi Mevlana kendisine rabıta yaptırıyordu çünkü onun kemale erdiğini görmüştü. Ancak şu var ki genç yaşta vefat eden Mevlana Halid hayattayken kendi halifelerini henüz kemale erişmiş olarak görememiş ve onlara da böyle bir mutlak hilafet vermemiştir, şu sözü
meşhurdur “benim müridim yoktur, benim yarım müridim vardır, o da İsmail’dir”. Sözünü ettiği halifesi yerine bıraktığı İsmail Enerani Hz’dir. Mevlana’nın burada gözetmek istediği şey siyasi saikler, tarikatı merkezileştirmek değildir sadece tarikat adabıdır ki zaten rabıta edilmeye izinli ve ehil olmayan bir kimseye rabıta etmek müridlere de yarar getirmeyebilecektir. Mevlana Halid genç denecek bir yaşta vefat ettikten sonra halifeleri kemale ermiştir. Algar’ın bu tür hatalara düşmesinin sebebi benim kanaatim o ki tarikatı dışardan bir seyirci olarak değerlendirmesinde yatıyor.

10) 421. sayfada yeralan İslam ansiklopedisi maddesinde Mevlana Halid vefat ettikten sonra arzuladığı birlik bir müddet sonra dağıldı, hankahı hiçbir zaman tarikat merkezi haline getirilemedi, halifeleri bağımsız hareket ettiler diyor. Yazar acaba Mevlana Halid’in vasiyetini ve mektuplarını okumamış mıdır, tarikat çevrelerindeki kanaatlerden habersiz midir de bunları yazmıştır?
Mevlana Halid halifelerine hiçbir zaman İsmail Enerani Hz’ni mutlak varisi olarak göstermemiş, diğer halifelerine ona tam itaat vasiyet etmemiştir ama eşitler arasında birinci ve sözünün dinleneceği bir kişi tarzında sunmuştur. O bir yana İsmail Enerani Hz de zaten ondan 15-17 gün sonra taundan vefat etmiştir. Dolayısıyla Algar’ın bu durumu Mevlana Halid Hz’nin çok sayıda ve çok geniş bir coğrafyadaki halifelerinin merkezi idareyi koruyamamaları gibi bir yeniklik hikayesi olarak ifade etmesi yanlıştır.

11) 81. sayfada Mevlana Halid’in Nakşibendiliğe getirdiği en büyük yeniliğin rabıtaya benzersiz ölçüde vurgu yapması olduğunu yazmış. Oysa örneğin Türkiye’de Halidi olmayan bir Nakşıbendi şeyhi olan Süleyman Hilmi Tunahan Hz ki silsilesi Abdullah Dehlevi Hz’nin başka bir halifesinden yürümüştür, rabıtanın önemine belki en fazla vurgu yapan bir Nakşıbendi şeyhi idi, demek ki rabıtaya verilen önemi Halidiliğin getirdiği bir yenilik olarak görmek doğru değildir. 242.
sayfada yazar bu kez Halidiliğin bir tarikat altkolu olarak ortaya çıkmasının en büyük etkeninin rabıta olduğunu yazmış, bu da verdiğim Tunahan Hz örneğinde görüldüğü gibi hatalı bir yorumdur. Bu konuda getireceğim bir başka delil şudur; Nakşibendi silsilesinde İmam-ı Rabbani’den sonra gelen kendi oğlu şeyh Muhammed Masum Hz. Mektubat’ında rabıtanın zikirden daha faydalı olduğu ve ondan daha yakın kavuşma yolu olmadığını ifade etmiştir ki kendisi Mevlana Halid-i Bağdadi’den 100 küsür yıl önce yaşamıştır, silsilede aralarında bir kaç şeyh vardır.

12) 298. sayfada yer alan ve dipnotta da yer verilen Said Nursi-Şerafeddin Dağıstani diyalogu hakkında Algar’ın yazdıklarının yanlışlığını yazar Arif Ekim ifade etmişti, ilgili yazısının webadresi aşağıdadir. Dipnotta yeralan Badıllı’nın anlatımına gelince, Badıllı bu diyalogun olduğu 1936 senesinde veya bir sene sonra doğmuştur, dolayısıyla aktardığı bilgiye şahit değildir ki iddia ettiği çirkin şeyin yani Şerafeddin Dağıstani Hz’nin Said Nursi Hz’nin talebelerini devamlı olarak kendi halkasına katmaya çalıştığı ama biri hariç başaramadığı iddiasını böyle aktarıyor. Bu iddianın gülünçlüğünü Şerafeddin Dağıstani Hz hakkında biraz bilgi sahibi herkes takdir edecektir http://www.yalova77.com/077/kose/?yazar=51&yazi=316

13) 316. sayfanın dipnotunda güvenilir olduğu kesin olmayan bir kaynağın İmam-ı Rabbani’nin Mehdi’nin bir Müceddidi olacağını söylediği ifadesine yer verilmiş. Hamid Algar anlaşılan bilmiyor ama Hz Mehdi’nin Nakşibendi olacağı İmam-ı Rabbani tarafından ifade edilmiştir, bunu Menzil cemaatinin merhum şeyhi Abdulhakim Hüseyni Hz de ondan naklen sohbetlerinde söylemiştir. Nazım Kıbrısi Hz’nin cemaati de Hz Mehdi’nin bir Nakşibendi olacağına inanır.

14) 307. sayfada Ebu Davud’un Sünen’indeki Kitabü’l-Melahim kısmında geçtiği bahsedilen İstanbul’un fethi ahir zamanda Mehdi’nin ordusu tarafından yapılacak fetihtir, dolayısıyla Algar’ın yorumu hatalıdır. Bu vesileyle şahsi bir değerlendirmemi burada not düşeyim; kanaatim odur ki Ahmed bin Hanbel’in Müsned’indeki meşhur İstanbul’un fethi hadisinin 1453 fethinden çok ahir zamandaki fetihle ilgisi olmalıdır. Fatih her ne kadar samimi bir müslüman ve mücahid idiyse de içkiyi öven ve erkek güzelliğine aşkı işleyen divan şiirleri yazmıştır, resmini yaptırmak için İtalya’dan ressam getirtmiştir, Hanefi olmasına karşın da yasak olan bazı deniz ürünlerini yerdi. Ayrıca fetih ordusunda hristiyan birlikler de vardı ki eskiden beri bu olagelmiştir örneğin 1402 Ankara savaşında tebamız olan Sırp despotu ve birlikleri bizim yanımızda savaşmıştır. Dolayısıyla ben Fatih ve fetih ordusunu o hadiste övülen “ne güzel kumandan, ne güzel asker” ifadesiyle çok bağdaştıramıyorum. Resulullah (s.a.v.) İstanbul’un ilk kez fethinden bahsetmiş olabilir, Muaviye zamanındaki seferi ve Eba Eyyub El-Ensari Hz’nin burada vefat etmesini illa Müsned’deki hadise bağlamak da doğru olmayabilir, bu sadece rakip bir devleti ortadan kaldıracak bir cihad seferi de olabilir.

15) 405. sayfada Es’ad Erbili Hz’nin manevi takipçileri arasında Sami Ramazanoğlu Hz ve Mehmed Zahid Kotku Hz sayılmış. Mehmed Zahid
Efendi başka Halidi kolu olan Gümüşhanevi koluna mensuptur ve Es’ad efendisiyle bir ilgisi yoktur, bunun tam tersi olarak Sami Efendi Es’ad efendiye bağlanmadan önce bir süre Gümüşhanevi dergahına devam etmiştir.

16) 494. sayfada ki bu da anlaşılan yazarın İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı bir madde; yazar İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ta Muaviye b. Ebi Süfyan’ı idealleştirmeyi uygun gördüğü yazıyor; ben Mektubat’ta şimdiye dek böyle bir “idealleştirme”ye rastlamadım, acaba yazar başka bir Mektubat’ı mı okudu veya bu kitapta sıkça görüldüğü üzere bir başka çıkarım ve yorum hatası mı yaptı?

17) 34. sayfada İmam-ı Rabbani’nin tarikatın şeriatın hizmetkarı olduğuyla düşüncesini ifade ederek kabuk-çekirdek tasnifine karşı koyduğu yazılmış ama imam-ı Rabbani’nin böyle bir tasnifi reddettiğine dair delil getirilmemiş, zaten bunlar zıt kavramlar değildir ki İmam-ı Rabbani buna karşı çıksın, Algar bu yorumu anlaşılan kendi yapıyor. Ayrıca bu tasnifte tarikatın şeriata olan üstünlüğüne dair imalar olduğu da yine yazarın kendi yorumudur, bu tasnif bir önceki safhaya tamamen ittiba etmeden bir sonrakine hakkıyla geçilemeyeceğini ifade eder o kadar, hiçbir mutasavvıf da Algar’ın kendi çıkardığı imaya işaret eder bir şey söylememiştir… Yazar benzeri bir yorum hatasını 79. sayfada şeriat-tarikat-hakikat üçlemesinde Mevlana Halid için şeriatın en üstün unsur olmadığını iddia ederek yapmış.

18) Yazar 48. sayfada Abdülhamid’in Rifailik ve Şaziliye gibi Arap illerinde geniş ölçüde temsil edilen tarikatların şeyhleriyle olan ilişkileri sebebiyle Halidiliğin devrinin en önde gelen tarikatı olamadığını söylüyor, bu tamamen yanlıştır, Abdülhamid böyle bir tarikatın yayılmasına vs. karışmazdı, zaten öyle biri de değildi, Halidiliğin bu dönemde en önde gelen tarikat olmadığı da yazarın kendi düşüncesidir, ben İstanbul’daki tekke sayılarından
eyaletlerdeki bölgesel yaygınlığına kadar birçok sebepten bunun tersinin doğru olduğu kanaatindeyim.

19) 50. sayfada adı geçen Reşadiyeli Şerafeddin Efendi Şerafeddin Dağıstani Hz’dir, 30 yıldan fazla Reşadiye’de mukim olduğundan yazarın bu isimlendirmeyi kullanmasında beis görmem ancak 51. sayfada Amasya’lı Şeyh İsmail diye bahsettiği kişi İsmail Şirvani Hz’dir ve Amasya’lı değildir şimdi çoğu Azerbaycan’da kalan Şirvan’lıdır, Amasya’da birkaç yıl kalmıştır ve türbesi oradadır, bu isimle de bilinmez ve böyle adlandırılması da doğru olmaz.

20) Yazar 71. sayfada ve kitabın daha birçok yerinde Babürlüleri Moğollar diye adlandırıyor, makaleler İngilizce olduğundan ve Anglosakson tarihçilikte bu devlet yanlışlıkla da olsa Moghul-Mughal olarak adlandırıldığından bunu tolere edebiliriz ama Türkçeye çeviride bunu Timurlu veya Çağatay Türkleri olarak çevirmekgerekirdi çünkü Babür ve soyundan geldiği Timur Moğol değil Türk’tür, Timur bunu kendisi de gururla ifade etmiştir, Babür de Çağatay türkçesinde konuşur ve yazardı, devletinde ordu dili de türkçeydi ki urduca lisanı da zamanla buradan türemiştir.

21) 96. sayfada Mevlana Halid’in İstanbul’da meşhur şahsiyetlere ders vermesinden sözedilmiş, oysa Mevlana Halid İstanbul’a hiç gitmemiştir.

22) 222. sayfada “Melametilerde olduğu gibi ilk dönem Nakşibendiler de farklı bir kıyafet giymekten çekinirlerdi” diyor, iyi de bu olsa olsa bir ortak özellik olabilir, buna Melameti unsur denir mi? Bu örneği sözkonusu makalenin başarısızlığına ve inandırıcılıktan uzaklığına bir örnek olarak veriyorum.

23) 236.-237. sayfada Necip Fazıl Kırakürek’in bir eseri kaynak gösterilerek bazı şeyhlerin II.Abdülhamid’le sorun yaşadığı yazılmış. Bu eserde benim bildiğim Es’ad Erbili Hz’nin sürgününden sözeder, başka şeyhlerin böyle sorunlar yaşadığı acaba bu eserde zikrediliyor mu yoksa sadece bir örnek mi Hamid Algar’a “bazı şeyhler” diye bir genelleme yapma gücü vermiş doğrusu merak ettim.

24) 263. sayfada Sami Ramazanoğlu Hz’nin yerine Musa Topbaş Hz’nin geçtiği yazılmış, bu ifade doğrudur ancak kendisinin diğer önemli halifesi olan Hacı Hasan Efendi’nin de adının zikredilmesi gerekirdi, onun da ayrı bir cemaati ve irşad faaliyetleri vardı.

25) 21. sayfada Abdulkadir Geylani Hz’nin sözü “bu ayağım her velinin boynundadır” sözü hatalı olarak “olacaktır” diye verilmiş, arada çok anlam farkı vardır.

26) Yazar 264. sayfanın dipnotunda Şeyh Nazım Kıbrısi Hz’nin müridanı için “zamanının çoğunu Mehdi’yi beklemekle geçirir” şeklinde bir istihzai ifade kullanmış. Yazarın bilmesi gerekir ki kendisinin kitapta saygılı bir şekilde bahsettiği Sami Ramazanoğlu Hz de hayatının son zamanlarında arzulu bir biçimde hep Hz Mehdi’yi beklemiştir. Hz Mehdi’yi beklemek eğer hakkı verilirse büyük bir iştir, ben tasavvuf ve tarikata dışardan bakan Hamid Algar’ın bunu anlamasını beklemiyorum ama hürmetsizlik edişini de okur olarak tolere etmiyorum.

27) 266. sayfada Erbakan’nın Refah partisinin başarısından ötürü Esad Coşan’a Mehmed Zahid Efendi’ye gösterdiği hürmeti göstermediği gibi bir ifade var, bu yazarın kendi yorumudur; Erbakan pekala Mehmed Zahid Efendi’ye duyduğu yakınlığı Esad Coşan’a duymamış veya bazı başka müridler gibi onda aynı yüksek kemali görmemiş de olabilir, meseleyi illa siyasi boyuta taşımak veya Refah’ın başarısına bağlamak gerekmez.

28) Yazar 14.-15. sayfalarda Nakşibendiliğin bir dönemini ifade eden Tayfuriyye ismini temelsiz ve çürük bir şekilde reddediyor, Hucviri’nin eserinden yaptığı yorum yazarın kendi çürük çıkarımıdır.

29) 297. sayfanın dipnotunda Algar Said Nursi Hz’nin söylediği bir söz hakkında şüphe izhar ediyor; işaret ettiği nokta yani millet kelimesinin Osmanlıdaki anlamı Algar’ın dediği gibidir ancak Algar 19. yy’da milliyetçi akımların güçlendiğini ve millet tanımının da bu anlamda zaman içinde değişmeye başladığını unutuyor. Said Nursi Hz’nin bu sözü söylediğini (millet lafzını kullanıyor muydu hatırlamıyorum) ben de okumuştum, hatta Maide suresi 54. ayetin Türkler hakkında olduğu kanaatinde olduğunu söylüyordu. Algar’ın Said Nursi Hz’nin bu sözü söylediği 1925’te millet kelimesinin kullanımının artık günümüzdeki manasını aldığını bilmesi gerekirdi.

30) Yazar 237. sayfada Nakşibendiliğin şeriata aşırı bağlılığı kaide haline getirdiğini yazmış. Aşırı demek gereğinden fazla demektir, bir de makul olmayan manasındadır; şeriata bağlılığın aşırısı mı olur, bu nasıl bir ifadedir? Burada doğru olan ifade Nakşibendilikte şeriate tam ittibanın özellikle altının çizilmiş olduğu olmalıdır. Kaide haline getirmek lafzı da doğru değildir ama orasını açıklayıp uzatmayacağım.

31) 404. sayfada Halet Efendi için Müceddidi-Mevlevi ifadesi kullanılmış, böyle bir tarikat kolu yoktur, Halet Efendi mevlevi olmasının yanı sıra Halidi olmayan bir Müceddidi tarikat koluna mensuptu, yazar da kitabın başka bir yerinde bunu zaten belirtmiş ancak bunu ifade için Müceddidi-Mevlevi denmez.

32) 258. sayfada ve kitabın başka yerlerinde Halidilerin 1859’daki Kuleli Vak’ası’na ve 1876’da Sultan Abdülaziz’e karşı yapılan nümayişlere sebep oldukları yazıyor. Kuleli Vakasına şeyh Feyzullah Efendi ve şeyh İsmail Efendi iştirak etmişlerdir ama bunun hazırlık ekibinde farklı kesimlerden bir çok insanlar da vardır, dolayısıyla burada iştirakten sözedilebilir, sebep olmaktan sözedilemez. 1876’da olanlar da muhtemelen bu kapsamda değerlendirebilecek şeylerdir, yazar muhtemelen burada da olayı boyutundan saptırıp hatalı yorum yapıyor. Kuleli Vakası’ndan 2 sene sonra vefat eden sultan Abdülmecid vasiyetinde her cuma gecesi 10 Halidi dervişinin türbesinde hatm-i hace yapmasını vasiyet etmiştir, eğer bu vakaya
Halidiler sebep olsaydı herhalde böyle bir vasiyette bulunmazdı. Kaldı ki iki tane şeyh böyle bir olaya karıştı diye yazar “Halidiler” diye genelleme yaparak da ayrıca hatalı yorum yapmaktadır.

33) Yazar 319. sayfanın dipnotunda açıkça belirtmemiş; Mevlana Halid-i Bağdadi Hz Halet Efendiyi şeyhi olan Mevlana Celaleddin Rumi Hz’ne havale etiği sırada Halet Efendi henüz gözden düşmemişti ve İstanbul’daydı, bir süre sonra Konya’ya sürülmüştür ve idamı burada gerçekleşmiştir, başı Galata Mevlevihanesi’nde, vücudu Konya’da medfundur. Algar kendisinin boğdurulduğunu yazmış, buna ben de başka bir iki yerde rastlamıştım; mesele şu ki madem boğduruldu niçin sonradan kafası kesilip başı İstanbul’da, gövdesi Konya’da defnedildi ve neden baştan başı kesilmedi? İdamı gerçekleştiren bir saray görevlisi olduğundan bir hata yapılmış olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla bu boğdurulma meselesinin iyice araştırılması gerekir.

34) Kitabın fihristindeki sayfa numaraları kitabın içeriğine uymuyor; bütün maddelerde 2 sayfalık bir sapma sözkonusu.

35) Eserde meşayihin nesebinden pek bahsedilmemiş, beklerdim ki çoğu eserde olduğu meşayihin seyyid, Hz Ömer veya Hz Osman neslinden olduğu bilgileri olabildiğince verilsin. Yine Said Nursi Hz’nin Nakşibendi şeyhleriyle olan münasebetinden bahsederken Es’ad Erbili Hz’yle olan münasebetinden bahsedilmesi iyi olurdu.

36) Eser yazarın çeşitli makalelerinin çeşitli kişilerce çevirilerinin derlenmesinden müteşekkil ancak çevirilerde bir takım düzeltmeler yapılmamış, örneğin isimler ingilizce hallerindeki gibi bırakılmış, veya başarısızca aktarılmış; Sirhindi, Gilani, Dihlevi, Vahhabi, Şaziliye, Emkanaki, Şehrazur, Taha Hakkari, Abdullah İlahi gibi… Bunlar Serhendi, Geylani, Dehlevi, Vehhabi, Şazeliye, İmkenegi, Şehrizor, Taha-yı Hakkari, Abdullah-ı İlahi diye aktarılmalıydı. Kitapta birçok yerde Mahzar Can-ı Canan’ın adı Cancanan diye geçiyor, bu en azından Türkçe yazımda kullanılmamaktadır, her zamanki kullanımın tercih edilmesi gerekirdi. 20.sayfadaki “bir Padişah Kazan” ifadesi bir Kazan(Gazan) han olmalıydı. 91. sayfada geçen Afgan padişahlığı ifadesi de yanlıştır, doğru terim monarşisi olmalıdır, hükümdara da padişah değil şah denirdi. 72. sayfanın sona eren üçüncü paragrafının son cümlesinde cümle düşüklüğü var. 93. sayfada 1959’da Irak’a gözedip Pehlevi sarayıyla aynı ilişkileri kurdu diyor ama Irak’ta İran şah ailesi Pehlevilerin sarayının işi ne, kadı ki 1959’da Irak’ta monarşi de yoktu.164. sayfada yine anlaşılan bir başka çeviri hatası da dipnotta şeyhülharem yerine şeyhülharam yazılmasıdır. Ebu Muhammed Medeni Hz’ninismi 263. ve 264. sayfalarda yanlışlıkla Ebu Mehmed Medeni ve Ebu Medyen Medeni olarak geçiyor. 265. sayfanın son cümlesinde “halef olarak halef oldu” şeklinde bir cümle düşüklüğü var. 298. sayfada Şerafeddin Dağıstani Hz’nin ismi hep Şerefeddin diye yazılmış. 335. sayfanın dipnotunda Count kelimesi bu şahsın adı değil ünvanıdır, kont olarak tercüme edilmeliydi. 298. sayfanın dipnotunda Cemaleddin Kumuki isminin doğrusu Cemaleddin Gazikumuki’dir. 31. sayfada dipnotta geçen Raşid Rahmeti Aral isminin doğrusu Reşit Rahmeti Arat’tır. Kitapta farklı makalelerde Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hz’nin şeyhi Ervadi Hz’nin adı 47., 295 (burada bir de Ahmed bin Süleyman yerine Süleyman demiş), 370., 375. sayfalarda Arvasi olarak geçmiş, 375. ve 424 sayfalarda ise doğru olarak geçiyor. 267. sayfada iki kez adı geçen Ahmed Hiznavi isminin doğrusu Ahmed Haznevi Hz’dir. 32. sayfada yanlışlıkla Ahmedi Sirhindi yazılmış.

37) 42. sayfasında geçen Mevlana Halid-i Bağdadi’nin doğumu 1193 tarihinin miladi karşılığı 1776 olarak verilmiş, doğrusu 1779’tur. 256. sayfada kendisinin vefat tarihi 1826 olarak verilmiş, doğrusu 1827’dir. 263. sayfada Şerafeddin Dağıstani Hz’nin doğum tarihi olarak 1876 verilmiş, doğrusu 1875’tir. 333. sayfada Ubeydullah Ahrar Hz’nin vefat tarihi 1441olarak verilmiş, doğrusu 1490’dır.
351. sayfada Niyazi-i Mısri Hz’nin vefat tarihi 1693 olarak verilmiş, doğrusu 1694’tür. 337. sayfada İmam-ı Rabbani Hz’nin vefat tarihi 1625 olarak verilmiş, doğrusu 1624’tür. 403. sayfada Müstakimzade’nin vefat tarihi olarak 1787 verilmiş, doğrusu 1788’dir. 404. sayfada Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hz’nin vefat tarihi 1894 olarak verilmiş, doğrusu 1893’tür. 419. sayfada Muhammed Raşid Erol Hz’nin vefat tarihi 1994 olarak verilmiş, doğrusu 1993’tür. 473. sayfada Bedahşi Hz’nin vefat tarihi olarak 1547 verilmiş, doğrusu 1517’dir.

Said Nursi Hz’nin doğum tarihi 278. sayfada 1876, 279. sayfada “üç yıl önce 1870’de” ifadesinden anlaşıldığı üzere 1873 olarak verilmiş, 282. sayfada ise 1900 senesinde 17 yaşında olduğu yazıyor.

40. sayfada Murad Buhari Hz’nin vefat tarihi 1719 ve kitabın bir çok başka yerinde de 1729 olarak verilmiş ama doğru tarih 1720’dir.

151. sayfada Mehmed Emin Tokadi Hz’nin vefat tarihi 1746 olarak verilmiş, doğrusu 1745’tir.

63. sayfada Gucdüvani Hz’nin vefat tarihi 1220 olarak verilmiş ama daha çok kabul gören vefat tarihi 1179’dur. 511. sayfada Mevlana Halid Hz’nin vefat tarihi olarak verilen 1826 tarihinin doğrusu 1827’dir.