Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY: Türk Toplumunun Teşekkülünde Dinin Rolü

TÜRK İNSANININ VE CEMİYETİNİN TEŞEKKÜLÜNDE DİNİN ROLÜ

Dr. S. Hayri BOLAY (*)

Sözlerime, Müslüman Türk’ün ve cemiyetinin her hareketinin başında dilinden düşürmediği, her işin başında kendisine ve işine manevî mesnet yaptığı “Besmele”  ile başlamak istiyorum. Böylece, Kutadgu Bilig ve Dede Korkut ile daha nice eski kitaplarda görülen, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki “Allah âdın zikr idelim evvelâ – Vacip oldur, cümle işde her kula” veciz ifadesiyle perçinlenen, geniş halk tabakalarında köklü ve değişmez bir âdet haline gelen teâmüle uymuş, dini ve milli bir geleneği de devam ettirmek imkânına kavuşmuş oluruz.

1— İslâmî Dünya Görüşü ve İnsan :

Türk insanının her işinin başında Allah adını anmayı bir vecibe sayması, işinin nihayetinde yine, Allah’a hamd için, “Elhamdülillah” demesi. “Türk İnsanı” denilen tipin teşekkülünde hangi temel âmillerin rol oynadığını ortaya koymakta bize en büyük yardımcı olacaktır.

“Türk İnsanı”nın her yerde, her şeyin başında ve sonunda Allah’a dayanması, aslında, İslâm’ın getirdiği dünya görüşü ile ilgilidir. Bu dünya görüşünün esasları nelerdir ? İslâm’ın getirdiği inanca göre Allah, Kâinatın mutlak hâkimi ve yaratıcısıdır. Allah, her insanı kendisine itaat ve kulluk için yaratmıştır. Bundan dolayı Allah her kulu, her varlığı bir maksatla yaratmıştır. Allah, insandan mutlak itaat ve teslimiyet ister, kendisine tam kulluk istemektedir. “İslâm’ın Dünya Görüşü” Kur’an-ı Kerim’de en güzel İfadesini bulmuştur. Bu dünya görüşünde merkez Allah’tır. Bütün canlı-cansız varlıklar O’nun yaratıklarıdır. Allah bu varlıkların hiç birisine benzemez, hepsinden başkadır. Hepsinden üstündür ve hiç birisine de muhtaç değildir, aksine bütün varlıklar ve Kâinat O’na muhtaçtır. Varoluşların” Allah’a borçludurlar. Bu varlıkların içinde “insan”ın apayrı bir yeri ve yaradılışı vardır. Allah’ın emanet teklifini sadece o kabul etmiştir. Allah bu yüzden diğer mahlûkatı da insanın emrine ve hizmetine vermiştir. Bu yüzden insan, aczine ve cehaletine rağmen cesurdur. İtaatkârdır, tevazu içindedir. Gurura ve kibire kapılacak olursa, şeytan örneğinde olduğu gibi Allah’ın gazabına ve lânetine uğrayacaktır. Şeytan insanın en açık ve büyük düşmanıdır. Ona uyarsa, büyük ceddi Hz. Âdem gibi, Allah’ın huzurundan koyulacaktır.

İnsanın kurtuluşu, dünyadaki huzuru ve ebedi saadeti şeytana uymamasında, nefsine hâkim olmasında, ihtiraslarını yenmesinde, Allah’a, Resûlüne itaat ve teslimiyet gösterip aklını kullanmasındadır. “En güzel şekilde” yaratılan insan, dünyadan önce rûhî bir yaratılışa ve varlığa sahip, bu fâni âlemden sonra da bir ebedîliğe, sonsuz bir varoluşa sahip olacak. Bu sonsuz saadet kolaylıkla elde edilemez. Bunun için insanın aldığı emanete her an sâdık kalması, Yüce Yaratıcı ile münasebetlerini kesintiye uğratmaması gerekir. Kendisine verilen hidayet nimetinin kıymetini bilmesi lâzımdır. Allah’ın en büyük nimetlerinden biri olarak verilen akıl ve cüz’i iradenin hakkının verilmesi icabeder, insanın cüz’i iradenin tazammun ettiği “seçme” gücünün ve “mesuliyet şuuru” nun idrakiyle hareket etmesi lâzımdır. Bu mes’uliyet şuurunun yüklediği vazifelerin aksatılması veya ifa edilmemesi halinde, ahirette mutlaka hesaba çekileceğinin, Allah’ın huzurunda hesap isteneceğinin hatırdan çıkarılmaması icabeder.

Bu dünya görüşü ilerde, ferdi varlığını tam hissettirir; onun şuuruna erdirir: bu hayattaki rolünün ve vazifesinin tam idrakine ulaştırır. Varoluş sebebini ve şuurunu kavratır. Fakat ferdin, ferdiyetçiliği son noktasına kadar götürmesine ve böylece anarşiye, kargaşalığa, disiplinsizliğe imkân vermesine müsaade etmez. Tıpkı bir tesbihin tanelerinin her birisinin ayrı birer varlık ve ferd oluşu, fakat bunların varlıklarının bir tesbih bütünlüğü içinde değer kazanmaları, bir ahenk ve intizam temin etmeleri gibi.

Bu dünya görüşünün belli başlı esaslarının yeni müslüman olan “Türk İnsanı” tarafından hemen benimsenmesi ve büyük bir şevk ve heyecan içinde tatbike konulması, kendisine sonsuza giden yepyeni ufuklar açmıştır. Ortaasya’dan gelen Türk’ün, “Yeni İlâhi Nizam”a ısınıvermesinde bir takım âmiller olduğu muhakkaktır. Yalnız bunlar arasında, İslâm’dan önceki Türk İnsanının da dini bir hayat yaşaması, onun ferdi ve içtimâî hayatında en büyük âmil olarak dini inançların bulunması, belki de en mühim âmildir.

2. Eski Türklerde Dini Hayat:

Zamanla Eski Türklerin çeşitli boylarında çeşitli inanışlar ve dinî yaşayış şekilleri bulunması, çok çeşitli dinlere intisap etmiş olmalarından ileri gelse de, hepsinde müşterek gibi görünen hususlar vardır. Meselâ, birçok Türk boylarında tabiat olaylarına ve dağ, ağaç, su gibi çeşitli tabiat unsurlarına kudsiyet ve tanrılık izâfe eden inanışlar, aşağı – yukarı hepsinde görülür. Bu ağaç, dağ, su, ateş ve ocak kültlerinin yanında Ülgen, Umay, Ayzıt gibi çeşitli tanrılara; dere, orman, ırmak, göl, kaya gibi çeşitli yerlere sinmiş kötü ruhlara da inanırlar, bağlanırlar ve bunların şerrinden emin olmak için çeşitli ibadetler yapar ve kurbanlar keserlerdi.

Eski Türkler’de (Oğuz, Cücen ve Moğollarda) su tabu olduğu için, onu kirletmemek gerekirdi. Haramlara riayet etmemek de büyük cezaları gerektirirdi. İnsan hayatına, namusuna, malına ve tabu sayılan eşyaya hürmetsizlik edenler, tecavüz edenler, işlenen suçta kasıt olup olmamasına göre ceza görürlerdi. Bir kadına tecavüz eden ölüme mahkûm edilir, zina edenler iki parçaya bölünerek öldürülürdü. Bulgar Türkleri hırsıza da ölüm cezası verirlerdi. Bir kimse kasten bıçağı ateşe koyarsa, tenceredeki etten bıçakla alırsa, bir çadırın içini kirletirse veya dizginle ata vurursa, yahut odunu ateşin yanında tutarsa, büyük günah işlediği için ölüme mahkum edilirdi. Bu günahlardan birisini kasten işlememişse büyük tazminat ödemeye mecbur edilirdi. Bunlardan başka: evlenmelerde, ölüm hallerinde, hastalıkların tedavisinde, ölülerin gömme, teşhir ve yakma gibi şekillerle kaldırılmasında, ölülere canlı cansız muhtelif kurbanların takdiminde, kurbanların kesilmesinde, tabutların kullanılışında, mezarların kazılışında ve yerlerinin tesbitinde, cenaze törenlerinde hep dini inançlarının mutlak tesiri ve kontrolü vardı. Bunlardan da öte, Türk hakanları bu inançların yaşanmasını temin ve kontrol eden kimse idiler. Zira Türk boyları muhtelif mistik inançlara sahip olmakla birlikte, hepsinin üstünde Gök-Tanrı’ya, bir olan Tanrı’ya inanırlardı. Hakan ise gök menşeli sayılır ve cihanşûmûl bir değere sahip olurdu. Hakanın Gök-Tanrı tarafından yaratıldığı inancı vardı. Uygur hanları semâvi bir nurdan doğmuş, Atilla ilâhî bir menşeden gelmişti. Hakanlar doğum ve ölümlerinde Tanrı’ya yakın olurlardı. Bir olan ve kudretli bir Tanrı’ya iman, eski Türklerde hâkimiyetin ve otoritenin kaynağını da ilâhî menşee bağlamaya vesile olmuştu. Kâdir-i Mutlak bir Tanrı onlara “Cihan hâkimiyeti” ni ihsan etmişti. Bilge Kağan “Tanrı irade ettiği için tahta oturmuş, dört yandaki milletleri nizama sokmuş” tu. Böylece, “ilâhî himaye ve hâkimiyet ihsanı dışında, hakanların dini inançlara aykırı bir kudret ve İddiaları bahis mevzuu değildir.” (1)

Bunlardan da anlaşılacağı gibi eski Türklerde, hakanından en aşağı mertebedeki insana kadar, günlük hayatının her anından ve davranışlarından, ölüme mezara ve öte dünyaya kadar dini İnançların hâkimiyet ve kontrolü mevzubahis İdi. Eski Türkler ayrıca ahiret, cennet ve cehennem inanışlarına da sahiptirler. Bu inanış onlara ilâhî bir mesuliyet de yüklemekteydi.

3— Türklerin İslâm’a bağlanması ve sebepleri:

İslâm’dan önceki Türklerin bu, günlük yaşayışlarına giren dini inançları, hangi dinden olursa olsun, zamanla bir örf ve âdet haline gelmişti. Hâl böyleyken, müslüman olduktan sonra Türkler eski inançlarını bırakıp yeni imâna ve nizama sımsıkı sarılmışlar, eski kültürlerini ihmâl etmişlerdi. Türklerin İslâm imânı ve ideolojisi uğrunda sarfettikleri gayret ve fedakârlıklar, eski Türk kültürünün aleyhine bazı tecellilere sebep olurken: “İslâm Beynelmilelciliği”ne samimiyetle sarılmalarının neticelerini Fahreddin Mübarekşah şöyle anlatmaktadır : “Başka kavimlerin müslüman iken de ana, baba ve yakınlarıyla ilişkilerini kesmedikleri çok defa görüldüğü ve samimi bir müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç hasıl olduğu halde, Türkler müslüman olduktan sonra müslümanlığa öyle sarılırlar ki, bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamazlar; hiç bir Türk’ün irtidat ettiği de görülmemiştir.” (2)

Müslüman olan Türklerin bu yeni dine, yeni nizama ve yeni ideolojiye samimiyetle sarılmaları, “Asr-ı saadet” in müslümanlarına benzemektedir. Onlar da câhiliye âdetlerini tamamen terk etmişler ve Allah yolunda müşrik kardeşleri ve ana-babalarıyla vuruşmuşlardı. Müslüman Türkler de bir taraftan müslüman olmayan en yakınlarıyla bile alâkalarını keserken; bir taraftan da putperest Türkler üzerine bilhassa Budist Uygurlara karşı seferler düzenliyorlardı. (3)

Türklerin İslâm’a bu kadar samimi bağlanmalarına yol açan âmiller nelerdir ?

Daha önce de işaret edildiği gibi bunun bir sebebi, İslâm’ın en mütekamil ve mükemmel nizamı getirmiş olması ise, biri de Türklerin İslâm öncesi yaşadıkları dini hayat dolayısıyla İslâm’a kolay adapte olabilmeleridir.

4— Şahsiyetin Teşekkülünde İslâm’ın Rolü :

İslâm yeni bir nizam getirmiş ve bir iddia ile gelmişti: İnsanları şirk ve küfür bataklığında, nefislerinin, nefsani arzularının, madde ve dünya esaretinden kurtarmak, fertlerin ve cemiyetlerin ruhlarında, kafalarında ve kalplerinde büyük ve köklü bir inkilap yapmak, böylece teşekkül eden yeni “İnsan tipi”nde ve “cemiyet modeli”nde insanları daha dünyada iken huzura ve saadete kavuşturmak. İslâm bu büyük dâvânın tahakkuku için, kişiyi, evvelâ “tevhid” inancı ile bağlamıştır. Kalbini ve kafasını gizli açık putlardan temizlemiştir. Allah’tan başkasına her türlü ibadeti veya ibadeti andıran hürmeti yasaklamıştır. Allah ancak ve ancak kendisine ibadet edilmesini ve sadece kendisinden yardım istenmesini emretmiştir. İslâm’a giriş kapısını teşkil eden “Şehadet Kelimesi”nde Allah’tan başka Tanrı olmadığı ifadesinden sonra, Yunus’un “Adı Güzel, Kendi Güzel” dediği Yüce Peygamber Hz. Muhammed (S.A.S.)’in Allah’ın kulu ve resûlü olduğu ifade edilmiştir. O eşsiz Peygamberin neden önce Allah’ın kulu olduğu ifade edilmiş? Bu aslında Allah ile kul arasına hiç kimsenin giremeyeceğini, kulları isterse Allah ile kendi arasındaki münasebetleri, Peygamber’in getirdiği emirler ve bilgiler çerçevesinde vasıtasızca ayarlayabileceğini gösterir. Allah’dan başka hiç bir ilâh’ın olmaması ve kul’un sadece Allah’ın huzurunda eğilmesi, müslüman insan tipine tam bir şahsiyet kazandırmıştır. Çünkü insan, Allah’ın varlığına şehadet ederken, kendi varlığına da şehadet etmekte ve onun şuuruna ermektedir. Esasında İslâmiyet’in şârîi olan Cenab-ı Hak, tam ve müstakil şahsiyete sahip olan mutlak varlıktır. Mutlak olarak hürdür. Allah’a teslimiyeti ve Resûlüne itaati kabul eden her müslüman da hürdür; köle sıfatı olsa bile hürdür; hürriyetini ve şahsiyetini Allah’dan alır. Kendisine en yüksek örnek olarak Hz. Peygamberi almıştır. Fakat O’nun ve arkadaşlarının yanında da fikrini söylemek, yanlış bulduğu, İslâm’a aykırı gördüğü her şeyi tenkit etmek hakkına sahiptir. Böyle olmasaydı. “İslâm yolundan ayrılırsam bana ne yaparsınız ?” diyen halife Hz. Ebûbekir’e sahabiler “Seni şu kılıçlarımızla düzeltiriz yâ Ebûbekir” diyemezlerdi. Fakat bu rey beyânı ve tenkit “gayret-i İslâmiye”ye dayandığı için, hiç bir zaman disiplinsizlik ve isyan mânâsını taşımaz. Bu bakımdan her Müslüman, ne kula kul olur, ne zulme boyun eğer: kulluk sadece Allah’a yapıldığı için zulme, haksızlığa ve şahsiyeti öldürücü, insanı köleleştirici her anlayışa karşı direnme hakkına sahiptir.

Bilhassa ilâhî dinlerin içtimâî hayattan önce, fert ruhunun ihtiyaçlarına hitâb ettiği, bu ihtiyaçları gidermeye çalışan müesseseler getirdiği mâlûmdur. Bu bakımdan ilâhî dinler ve hususiyle İslâm’ın, insan ruhunun ezeli ihtiyaçlarını tatmine çalıştığını, duygu ve düşünce hayatının ruhlardaki köklerine nüfûz edecek yolları ve metotları getirdiğine işaret etmek lâzımdır. İslâm’ın, ferdi şahsiyetin en derin tabakalarına kadar nüfûz etmekte, diğer ilâhî dînlere rüçhaniyeti de, bu metotlardan ileri gelir.

Allah’ın vahdaniyetine inanıp O’na, Resülüne ve kitabına yani Kur’an’a tam olarak bağlanan müslüman, ruhunun İhtiyaçlarını asil kaynağından doyurma ve besleme imkanına kavuşur. Ruhun bu devamlı beslenişi, kulun Allah ile irtibatının kesintisiz devam etmesiyle mümkündür. Her an ve her işte Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu düşünen mü’min, hem hareketlerine sağlam bir mesnet bulmuş olur, hem ruhunu kötülüklerin tesirinden uzak tutmuş olur. Böylece mü’min daimi bir rûhî gerilim içinde bulunur. Ruhun sâde ve basit olması sebebiyle; gelişmiş ve temizlenme yolundaki bir rûhun eseri olan şahsiyette de sadelik, kendiliğinden hür ve tabii davranışlar hâkimdir. Kişinin iç dünyasına önem veren, derûnî problemlerine kalıcı çözümler getiren İslâmiyet, onun dış dünyâsını da ihmâl etmez ve böylece şahsiyetinin bütünleşmesini sağlar. Maddi ve ruhi cephesinin bir varlık bütünlüğü içerisinde ortaya çıkmasını temin eder.

5— Şahsiyetin Realite Dünyasına Açılması :

Müslümanın şahsiyetinin teşekkülünde Allah sevgisinin ve korkusunun, peygamber ve Kuran sevgisinin, Kur’an’ın ilâhî ve esrarengiz ahenginin büyük rolü vardır. Ferdin dış dünyası ile münasebetlerini de ayarlama imkânı veren İslâmiyet onun muvazeneli, istikrarlı bir şahsiyete sahip olmasını sağlar. Mü’minin her doğru, güzel ve iyi olan şeye yönelmesi, onu takdir edebilmesi, bütün varlıklara husûsiyle kendi cinsine sevgiyle bakabilmesi, onun şahsiyetinin realite dünyasına açılması demektir. Bütün insanlara ve “72.5 millete” bir gözle bakan Yunus’un tâbiriyle, “Yaratana olan sevgimizden” dolayı mahlûkâtı da sever; onlara eza etmekten, zulmetmekten çekinir. Onlara bir mesaj götürmeyi, Allah’ın hidâyetinden haberdâr kılmayı hedef alır. Hemcinslerim Allah’ın bir vediası, bir emâneti olarak görür: onlara adalet, ihsân götürmeyi vazife bilir. Bu şuur, onda bir vazife aşkı, bir misyon yaratır: İslâm’ın İnsanlığı kurtarıcı, rûhu diriltici, insanı ve cemiyetleri medenileştirici bir sistem olarak çağlara tebliği, bu misyonun esasını teşkil eder. Bu ise şahsiyetin, bir değerler silsilesi içinde başkalarına yönelmek, hayatın mânasını iyi kavramak ve ona göre yaşamakla tahakkuk etmesine yol açar. Hayat da şahsiyet gibi bir bütün olduğuna göre, bir misyona göre yaşamak, bir ideal uğrunda hayatı şekillendirmek; şahsın mâzisini tanımasına ve İstikbâli de iyi tayin etmesine bağlıdır. İslâm insanı başkalarına benzemekten ve başkalarını taklitten men ettiği için, müslüman aynı zamanda yaratıcılığı ve orjinalitesi olan bir şahsiyete sahiptir. Müslüman şahsiyetinin yaratıcılığı ve orjinalitesini ortaya koyabilmek için, mazisine hapsolup kalmaması, mâzisine yeni mânâlar ve yorumlar kazandırarak, istikbâline ışık tutması gerekir. Müslümanın şahsiyeti, haldeki olayların da mahkûmu olamaz, çünkü o dâima Mutlak’ın ve sonsuz’un, sabit kalanın ve değişmeyen özün peşinde olmak zorundadır; ârızinin ve geçicinin değil.

Bazı psikologların kabulüne göre, hakiki şahsiyetin en mühim vasfı, realitenin bütün ihtiyaçlarına cevap vermeğe hazır olmaktır. (4) Bu cevap çoğu zaman, ferdin çeşitli maharet ve kaabiliyetlerinin ortaya çıkmasına sebep olur. Bu, şahsiyet sahibi müslümanın âleme, âlem vasıtasiyle ve başkalariyle açılması demektir. Bu da gerçek şahsiyete sahip müslümanın çok çeşitli varlık sahalarıyla ahenkli bir bütünlük içinde, bulunmasını gerektirir. Binaenaleyh böyle bir şahsiyet asla “kapalı bir sistem” değildir. Çünkü İslâmiyet, tam bir şahsiyet kazandırdığı müslümanın şahsiyetini, devamlı ve büyük bir gelişmeye açık tutmuştur.

İnsan ruh ve beden, madde ve mânâdan müteşekkildir. Bu ikisinin bir muvazenesi, bir ahengi içinde yaşamayı başaran müslüman, şahsiyetini gerçekleştirme yoluna girmiştir. Böyle bir şahıs, kendisini ruh ve beden halinde birleştiren ve Allah’ın yarattığı kabiliyetlerle, Peygamber’i vasıtasıyla gönderdiği emirlere uyarak, kendini daima yenileme ve olgunlaştırma gücüne sahiptir. Demek ki, İslâm’ın getirdiği esaslarla, müminde şahsiyet birdenbire teşekkül etmiyor. Bu şahsiyetin teşekkülü bir seçimle, şehadet kelimesindeki Allah’ın, Rasulü’nün ve kendi varlığının tasdiki ile kendi şuuruna ermekle başlamakta, fakat devamlı gelişme ve tekâmüle tâbi kalmaktadır. Böylece İslâm da şahsiyet teşekkülü, şuur olarak şehadet kelimesiyle başlamakta, daha sonra hukuki ve fiili bir bütünlük kazanmaktadır. Mü’min şahsiyetin bütünlüğü sözde kalmamak için; o, önce dini hareketlerle yani namaz, oruç, zekât ye hac gibi ibadetlerle, sonra içtimâî hayattaki hatt-ü harekât ile, müşahhas hale gelmelidir, gelmektedir.

***

Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden anlaşılacağı üzere insan şahsiyetinin teşekkülünde dinin ve hususu ile İslâm dininin çok büyük ve önemli bir rolü vardır. Ziya Gökalp’ın dediği gibi, çocukluğunda sağlam dini terbiye alamayan kimseler, hayatları boyunca şahsiyetsiz bir mü’min olarak veya zayıf şahsiyetli olarak kalmaya mahkûmdurlar. İslâm’ın insan modeli ve o modelin şahsiyet kazanmış müşahhas örneği Hz. Peygamber (S.A.S.)’dir. İslâm dâvâsını taşıyacak, İslâm’ı bütün insanlara tebliğ edip yayacak insan’ın, bu gayeye uygun tarzda yetiştirilmesi gerekir.

İslâmiyet’in terbiyeye kattığı yeni değerleri ve Peygamberimizin bizzat tatbik ettiği terbiye metodu ile “sahabi” denen örnek nesil yetişmiştir. Bu nesil en kısa zamanda İslâmiyet’i üç kıtaya yaymış ve yeni ülkelerin fethini tahakkuk ettirmiştir.

6— İslâm’ın İnsan Modeli ve Sahabi Neslinin Özellikleri :

Bu örnek neslin, İslâm’ın insan modeli olarak başlıca vasıfları nelerdir? Allah’a, Rasûlüne, Kur’an-ı Kerim’e ve Ahiret’e inanır. Bunlara tam ve mutlak bağlılığı ve kayıtsız-şartsız sadakati vardır. Vecd halindeki bir imân’a sahiptir. Allah’tan hesap gününden korkar ve bu yüzden dâimi bir nefis terbiyesi ve muhasebesi içindedir. Mes’uliyetinin icabı istikâmetinde hareket eder. İslâm dinini yaymak, bütün insanların o hidayetle nurlanmasına vesile olmak, bu uğurda dâimi cihad etmek onun ideolojisidir. Her hareketi Allah’ın rızasına müteveccihtir, hasbidir. En ufak bir karşılık ve menfaat gözetmez. İçerde nefsiyle, dışarıda düşmanla devamlı cihad halindedir. Sâde, mütevâzi, israftan uzak bir hayat sürer Kendisinden çok başkalarını düşünür. Dâima iyimserdir: İmânı devamlı bir ümit ışığıdır. Çünkü Ümitsizlik kâfirin işidir, taklitçi değildir, orjinalitesi vardır. Bu nesil her zaman tesânüd ve yardımlaşma içindedir. Realisttir, realitelerden hareket eder fakat reel hadiselerin esiri değildir. Maddenin de, dünyanın da içinde yaşar, fakat hiç birine esir değildir. Hürriyeti maddeden, dünya sevgisinden, ihtiraslardan kurtuluşta görür.

7 — İslâm öncesi Türk İnsanı Modeli:

Buna mukabil, bir de İslâm’dan önceki Türk insan tipine bakalım: Bir Tanrı’ya inanır, fakat orada bir takım tabiat kuvvetlerini ve varlıklarını ilâh olarak kabûl eder; onlara kurban keser, çeşitli ibadetler eder. Hareketlerinin kaynağını Tanrı’dan ve Tanrı adına icraat yapan hakandan alır. Yerleşik bir medeniyetten çok, göçebelik galip geldiği için akıncılık, avcılık, cenk, vahşi hayvan ve düşmanlarla devamlı mücadele ve savaş halindedir. Beden yapısı kuvvetli, ruhen cesur ve kahramandır. Tanrı adına cihanı düzeltmek gibi bir ideale, düzenli ve disiplinli bir hayata sahiptir. Hakana mutlâk itaati vardır. Bu tipe “Alp Tipi” denmektedir.

8 — Yeni İnsan Tipi (Sentez) :

Gelişmiş şahsiyete ve ideale sahip müslümanın ahenkli bir bütünlüğü “Vahdet – Birlik” anlayışı ile temin edilmiştir. Bu vahdet fikri, Müslüman olan Türk aşiretlerini bir Tevhid (Allah’ın birliği) inancında, tek bir yönde (Kıbleye beş vakitte dönerek), tek bir idealde toplamış, daha önceleri parça parça olup birbirleriyle uğraşan boyları bir araya getirmiş, ilâhî imânın vecdi ile İslâmî potada yoğurmuş. Sahabi saflığı imânı yek-vücud olarak, bir millet haline getirmiş, bu milleti de İslâm ideolojisinin emrine vererek, asırlarca İslâm’ın bayraktarlığını yapmasına vesile olmuştur. Bugün dahi Türk Milleti’ni birleştiren hâkim inanç ve hayat tarzı, İslâmî inançlar ve yaşayışlardır.

Bizzat Sahabi neslinin temsil ettiği İslâmî insan tipi ile İslâm’dan önceki Türk insan tipinin birleşmesiyle ortaya çıkan “Müslüman Türk İnsanı” tipi, nasıl bir tiptir ? Yeni doğan bu tip, bir terkiptir diyebiliriz. Daha doğrusu Şamanist Türk İnsan Tipi’nin, İslâmî İnsan Tipi’ne maharetle ve samimiyetle adapte olmasıdır.

Artık yeni Türk insanı, hudutlarda gazâ sancakları altında Allah yolunda gazâ yapan “Gâzi Tipi”dir. Hükümdar, İslâm’ın getirdiği “adâlet” anlayışını yayan, Allah adına ülkeler fetheden gâzilerin başıdır. Bu tipin idarede, kazâ teşkilâtında, ticari ve iktisâdi, askeri ve siyasi hayatta, ilmi ve tasavvufî sahada değişik örnekleri vardır. Fakat hepsinde gaye bir, ideal bir, imân bir ve vicdan bir. Alınan terbiyenin kaynağı bir kısaca.

Türkler bu yeni İnsan tipini her sahada yetiştirebilmek, kaynağında ve hedefinde birliği temin etmek için ilim ve maarif müesseseleri açtılar: Bunların en meşhuru ve en köklüsü Sultan Alparslan merhum zamanında açılan Nizamiye medreseleridir. Bu ilim yuvaları imparatorluğun her tarafına yayılmış, devrin en ileri üniversiteleri idi. Bu üniversitelerde Ehl-i Sünnet akidesi esas alınmıştı. Çünkü o zamanda, bozguncu Mısır Fatımilerine, günümüzün Marksist anarşistleri mesabesinde olan Batınîler ve bilhassa Hasan Sabbah taifesinin yaydığı sakat ve yıkıcı inançlara, fikirlere karşı fikri, ilmi bir mücadele açılması icab ediyordu. İmparatorluğu ve İslâm dinini tehdit eden bu yıkıcı cereyanlara karşı alınan siyasi ve idari tedbirlerin yanında daha uzun vadeli, fakat daha kalıcı olan ilmi-fikri mücadele yoluna gidilmişti. Devrin bütün dini ve İslâmî ilimlerinin okutulduğu bu üniversitelerde aynı zamanda vahdetçi bir davetçiler gurubu yetişmekteydi. Nizamülmülk, kendisi imparatorluğun yükselmesinin ve milletin birliğinin imân, ilim ve ahlâk ile sağlanabileceğine inanmış: buna Sultanı da inandırmış, huzur ve nizâmı temin için gerekil kadronun kurulmasında hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, mânevi kalkınmayı sağlayacak olan tahsil ve terbiyeye ağırlık vermişti. Medreselerin yanında kütüphaneler kurdurmuş, vakıflar tesis etmiş, vakfı teşvik etmiş, medreselerdeki binlerce talebe ve hocanın her türlü maddi ve mânevi ihtiyaçlarını karşılamıştı. Gönülleri feth eden, kalpleri tâmir ve ıslâh eden tasavvuf erbâbına alâka göstermiş. Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen tedris kadrosunun ihlaslı ve samimi gayretleriyle feyizli neticeler alınmış; ilmi, ahlâki ve içtimâî terakki büyük bir hız ve canlılık kazanmıştı.

Nizamülmülk, medreseler ve diğer kültür faaliyetleri için Sultan Melikşah’ın hazînelerinden yılda 600.000 dinar harcamaktaydı. Bazı kimseler bu hâli Melikşah’a müzevirlediler. İsraf iddialarına karşı, Melikşah’ın huzurunda, tecrübeli vezirin verdiği cevap, divânın ehemmiyeti bakımından çok dikkat çekicidir: “Sultanım ben esir pazarlarında satılsam 5 dinar bile etmeyecek yaşlı bir kimseyim, sen de savaşçı ve güçlü bir Türk delikanlısı olarak satışa çıkarılsan belki 30 dinar edersin. Dünyadaki maddi değerin bu kadardır. Arzularına esir olmuş bulunduğundan Ahiret’te de Allah huzuruna taat ve ibadetlerden çok günah ve meâsi ile çıkacaksın. Düşmana felaketler yağdıran ordun, seni ancak iki arşın boyu kılıçlar ve 300 arşına bile erişmeyen okları ile bu kadar mesafede koruyabilir. Onlar da kusurlu ve günahkârdır;  içki, oyun ve çalgıya düşkündürler. Seni manevi dert ve belâlara karşı koruyamazlar. Ben ise senin hem dünya, hem âhiretini düşünerek, senin için bir mâneviyât ordusu kurdum. Senin ordun uykuya vardığında bu maneviyat erleri uyanıktır. Rablarının huzurunda saf saf dizilir, gözyaşı döker, tazarruda bulunur, ellerini Allah’ın yüce dergâhına kaldırırlar. Aslında sen ve senin askerlerin onların himayelerinde yaşıyor; onların dinî, ahlâki ve irşâdi çalışmalarıyla güçleniyor, onların bereketleriyle suya kavuşuyor ve çeşitli nimetlerle rızıklandırılıyorsunuz. Çünkü onların dua okları tazarrû ve niyazla tâ yedi kat göğü geçer, dergâh-ı izzet’e erişir.” (5) Bu veciz ve hikmetli sözler karşısında Sultan Melikşah çok duygulanmış, vezirine itimadı artmış ve onun tedbirlerini takdirle karşılamıştır.

Bu medreselerden İslâmî ideale uygun ideolojinin taşıyıcısı ve yayıcısı olan kimseler yetiştiği muhakkaktır. Bu İslâm ideolojisi, Türk tarihinde “İ’lâ-yı Kelimetullah” olarak adlandırılmıştır. Buna bir de “Kızılelma” denilen milli idealin eklendiği ve ikincinin, birincinin emrine verildiğini düşünülürse; asırlarca Türk İnsanını hangi dinamik unsurların sevk ettiğini ve coşturduğunu anlamak kolaylaşır.

***

Bilhassa ilâhî dinler, insanı tabiat-üstü mukaddesat ile karşı karşıya getirerek şahsiyetin parçalanmasını önlediği için; İslâm’da, yeni Türk insanının şahsiyetini daha da geliştirerek onun şahsiyet bütünlüğünü ve vahdetini temin etmiş, onu Cüz-i Tam haline getirdikten sonra, bir taraftan kendi dışındaki insanlara ve cemiyetlere, bir taraftan da tabiat âlemine,  iktisâdi, siyasi ve içtimâî faaliyetlere sevk etmiştir. Bu dışa açılıştan, bir yandan yeni bir cemiyet hayatı teşekkül ederken, bir yandan İlim ve tasavvuf hayatı gelişti. Böyle bir vasatta ise yepyeni bir kültür hayatı ve medeniyeti doğdu. Bu. İslâmiyet’in yeni yetişen şahsiyetler vasıtasıyla, yahut bu şahsiyetlerle içtimâî hayata in’ikası demektir.

İslâmiyet’in diğer ilâhî dinlerden daha farklı ve detaylı bir şekilde tabiî ve içtimâî âleme karşı aktif bir davranışı gerektiren hükümler getirmiş olması, onun diğer kültür sahalarına yaptığı müsbet ve yapıcı tesirlerin temelini teşkil eder. İslâmiyet’in dünyaya karşı takındığı dengeli ve müsbet tavrın tesiriyle mümin her kültür sahasına ve eşyaya benimsediği İslâmî dünya görüşünün ışığı altında bakmıştır.

İşte bu anlayış ve inanış daha doğrusu müslümanın bu tavrı, İslâmiyet’in etrafı sınırlarla çevrilmiş, kabuğuna çekilmiş, vicdanlara hapsedilmiş kapalı bir havza teşkil etmediğini, aksine kültür ve cemiyet hayatının her sahasında devamlı mevcudiyetini hissettirdiğini ortaya koyar. İslâmiyet’i diğer dinlerden temyiz eden hususlardan birisi de O’nun tabiata, tabii âleme, iktisâdi, ticârî, içtimâî, kazâî, siyâsi ve idari sahalara, sosyal nizama, san at ve estetik hayata, sağlam esaslarla el atmış olması, oraları kendi dünya görüşüne uygun olarak tanzim etmesi ve kendi rengini, kendi boyasını, kendi damgasını oralara vurmuş olmasıdır. Çeşitli kültür sahalarının ferdin şahsiyetini parçaladığı, dine ve inancına ise şahsiyetinin tamamiyle bağlandığı hatırlanırsa; insanın bir iktisâdi varlık (Home economicus) sadece bir me’mur, bir ilim ve sanat adamı olarak kalması, onun büyük bir makinenin küçük parçası haline gelmesi, mekanik bir varlık olarak görülmesi, makineye, tekniğe, daha doğrusu dünyaya veya madde âlemine mağlub olması tehlikesini sadece dinin bertaraf ettiği kolaylıkla kabul edilebilir.

Diğer taraftan İslâmî dünya görüşünün icabı olarak; dünya, insanın bir an evvel kendisinden kurtulması gereken bir zindan, bir hayâl ve bir yük değildir. Onu Allah yaratmıştır; binaenaleyh, hayatı olduğu gibi kabul etmek, fenalıkla, günahla, açlık ve sefaletle mücadele etmek, iyiliğe müsait olan bu hayatta iyiliği ve iyilikleri hâkim kılmak icab eder. İnsanın vazifesi de budur. İyilik üzerine müesses olan bu dünyanın düzelmesi, ıslâhı için, bu hayata bizzat iştirak etmek, çeşitli sahalarda faaliyet göstererek Allah’ın rızasını aramak, iyiliği teşvik etmek, noksanları ikmâl ve ıslah etmek gerekir.

İşte bu ve benzeri anlayışlarla İslâmiyet, müslümanın hayata sarılmasına, onun meşakkatlerinden kaçmadan mücadele etmesine, fakat Allah’ı, Rasûlünü ve emirlerini unutmadan, onları terketmeden, muvazeneli bir tarzda icra-yı faaliyet etmesine; yılgınlık ve bezginlik getirmeden, dünya hayatına, mesleki faaliyetlerine esir olmadan, meslekini en dürüst şekilde icrâ etmesine, hatta daima orjinal ve yaratıcı olmasına (çünkü İslâm her türlü taklide karşıdır) yol açmıştır. Burada İslâm’ın gerektiği gibi ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için meşru şekilde yapılan her türlü mesleki faaliyeti bir ibadet telâkki etmesinin de büyük rolü vardır. Böylelikle İslâmiyet müslüman şahsiyeti, ibadet yoluyla çalışmaya, çalışma yoluyla ibadete sevk ederek diyalektik bir ilerleyişle huzur ve saadetin peşinden koşturmuştur. İslâmiyet dünya tarihinin akışını değiştirmiş, yepyeni bir kültür, ilim ve medeniyet meydana getirmişse bu, İslâm’ın insanı aktif faaliyete sevk eden yüksek prensipleri sayesinde olmuştur.

İnsanın şahsiyet olarak gelişmesini ve kemâle doğru daimi bir tekâmül içinde olmasını hedef alan kültürün, bu gayesine ulaşmasını en iyi sağlayacak esas olan unsur dindir. Zira maddi kültür sahaları insanı maddeye bağladığı, hattâ onu maddeye esir kıldığı, şahsiyetini parçaladığı halde; insanın madde-ruh ahengi içinde bütünlüğünü muhafaza eden sadece dindir. İslâmiyet’in insan ruhuna ve bedenine gösterdiği titizliği uzun uzadıya izaha hâcet yoktur. Rûhun kirlenmesinden arınması, daha sonra da kirlenmekten korunması için, insanın madde bataklığına dalmadan, madde dünyasıyla haşır-neşir olması hangi prensiplerle temin edilmiştir? Bunların da izâhına girmeyeceğiz. Zaten bunların bir kısmına zaman zaman temas ettik. Bir kısmına da yeri gelince temas edeceğiz.

Burada işaret etmek istediğimiz husus; İslâm dininin bütün içtimâî hayat ve dış dünyaya ait hükümleriyle insanın rûhî tatminini temin ederek, dengesini muhafaza ederek, nasıl büyük bir kültürün doğmasına sebep olduğudur. Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin meydana getirmiş olduğu kültür, İslâm’dan önceki hayattan hangi unsurları taşırsa taşısın -ki bu bir vakıadır- İslâmî köke, İslâmî muhtevaya, İslâmî renge ve boyaya sahiptir. Bu kültürü, Türk unsuru kendi milli ve rûhî hususiyetlerini katarak meydana getirdiği için millidir. Fakat bu kültür, Türk İnsanının Allah’ı Peygamber’i ve imânı karşısında duyduğu vecdi, düşünceyi dile getirdiği için, insan cinsine hitab ettiği için külli bir hüviyet taşır aynı zamanda. Zaten milli hudutlar içinde kalan, insanlığa milli hudutlar içinden seslenemeyen, onlara huzurlu mesajlar veremeyen kültürler, dar hudutlar içinde gelişemezler, körelmeye mahkûm olurlar. Halbuki Selçuklu ve Osmanlı Türk’lerinin meydana getirdikleri eşsiz kültür, dün olduğu gibi bugün de, yarın da bütün insanlığa, bütün kültür sahalarında ışık tutacak azamettedir. İnsanlık ilmine, kültürüne ve medeniyetine büyük katkılarda bulunmuş ve bulunmakta devam edecek kudrettedir. Çünkü dayandıkları mânevi değerler ve kendilerinin meydana getirdikleri kültürel değerlerin itici gücü, kaynağı, ilâhi, ebedi değerlerdir. Değerlerin herkes tarafından alınışı ve benimsenmesi daima farklı olduğuna göre, İslâmî değerlerin Türk’ler tarafından alınışı, benimsenmesi ve bunların, hayatın çeşitli sahalarına aksettirilişi de farklı olacaktır. İşte bu farklılıklardan o kültürlerin milli hususiyetleri ortaya çıkmaktadır. Ama hitap sahası üniversal olduğu için, aynı zamanda bu kültür hem İslâm medeniyetinin hem de bütün insanlığın malıdır. Böyle olmasa bir Yunus’a, bir Mevlânâ ya, bir Sinan’a her renkten, her dilden ve her dinden insan hayran olabilir miydi ? Selçuklu ve Osmanlı kültürü, kaynakları ve muhtevâsı ve prensipleri itibariyle birleştirici, bütünleştirici, toplayıcı, toplumlaştırıcı olmuştur. Onda çoban, çiftçi, demirci, sanatkâr, âlim, âbit, asker, kumandan cehtlerini birleştirerek tarihi bir terkibi meydana getirmişlerdir. Bu toplayıcı kültür muhitinde, örf ve âdetler, teâmüller, gelenekler, itiyâd ve istidatlar, davranış ve düşünceler, inanış ve ibâdetler, heyecan ve sükûnlar, medeniyete rengini veren, damgasını vuran bir terkip teşkil ederler.

Terbiyevî bakımdan kültür, bir milletin içtimâî basamaklarını âhenkll olarak kaynaştırmalı, her meslekten insanı içtimâi bir kadroda tutabilmelidir. O hem her grubun ayrı ayrı meselelerini ihata edip onlara çözüm getirmeli, hem de kütlelerin meselelerine eğilmeli, teknik, içtimâi, siyasi, ahlâki ve pratik hayata ait bütün meseleler onda müşterek bir zemine oturmalıdır. Selçuklu ve Osmanlı kültürlerinin, bu hususiyetleri taşıdığı izâhtan vârestedir. Tevhid akidesinden fışkıran bu kültürün ve medeniyetin doğup gelişmesinde şu prensipler esas rol oynamışlardır:

1— Müşterek hareketi, birliği ve disiplini temin edecek, ruhları devamlı gerilim içinde tutacak bir ideâl: İ’lây-ı Kelimetullah ve Cihan hâkimiyeti.

2- Müşterek hayatı ve hareketi temin ederek, bu ideale uygun bir ahlâk nizâmı: İlâhi menşe’li Kur’an ahlâkı.

3— Zevk birliğini tayin edecek, zevkleri tatmin edecek ve kaabiliyetleri işleyip geliştirecek olan ve ilâhi nizâma uygun bir san’at ve estetik anlayışı.

4— Düşünce ve hareketlerde birliği ve disiplini koruyacak olan içtimâî bir meslek mantığı.

5— Her zümreyi mesleğinde İlerletecek bir teknik.

6— Bütün bunları temin ve tatbike, icrâya tam salâhiyetli ve ilâhi kaynaklı bir otorite: Devlet.

7— Bütün bu esasları hükümleriyle ihata edecek ve devamlı kontrolü altında bulunduracak, sapmaları önleyecek olan bir hukuki nizam: Şeriat.

Müslüman Türk Cemiyetinin teşekkülünde, bu prensiplerin ve kültürün ortaya çıkışında esas olan dört ana âmil vardır .

1— Allah sevgisi ve korkusu,

2— Peygamber sevgisi ve bağlılığı.

3— Kur’ân sevgisi ve hayranlığı.

4— Ahiret inancı ve hesap verme korkusu.

İslâmî İdeale Bağlı İnsan Tipine Örnekler :

Şimdi bu sevgi ve bağlılıklara bazı örnekler verelim:

Sultan Alparslan: Malazgirt Ovasında Bizans ordusuyla yapacağı harbin hazırlıklarını tamamlamıştı. Tam bu sırada şiddetli bir rüzgâr esmeğe başlamış, toz bulutlarını Türk ordusunun üzerine doğru götürüyordu. Büyük Sultan merkezde ve ön safta atının üzerinde dimdik duruyordu. Birden atından atladı, yere diz çöktü ve toprak üzerinde Allah’a secde etti Sonra secdeden doğruldu, ellerini havaya doğru kaldırdı ve şöyle yalvardığı duyuldu:

“Yarabbi, sana tevekkül ettim. Huzuruna geldim, el bağladım. Azâmetin karşısında yüzümü yere sürüyor ve uğrunda savaşıyorum. Yüzümü topraklara sürerek yalvarıyorum. Niyetim hâlistir. Hz. Peygamberimiz aşkına bize yardım et. Senin emrine uygun hareket ediyoruz. Fikrimizle fiilimiz bir değilse, bizi helâk et Yarabbi…” Bu yüksek iman, sadakat ve samimiyet örneğinden sonra rüzgâr derhâl yön değiştiriyor.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Nizamiye Medreseleri ile Sünni akideyi Selçuklu Sultanları Türk ve İslâm dünyasına hâkim kıldılar: Sünni akideyi hâkim kılmak yoluyla hem Türk, hem İslâm birliğini kurdular. Bütün müslümanları İslâm ideolojisine bağladılar. (7) İslâmî akideyi yıkıcı ve zararlı cereyanların tesirinden kurtarmak için, İslâm kültür ve medeniyetine ve medeni müesseseleriyle Sünnilik esasları üzerinde yeniden kurdular. Medreselerin yanında camiler, tekkeler, zaviyeler ve kervansaraylar yaptılar. Böylece askeri kuvvetlerinin yanında ilim ve tasavvuf erbâbının teşkil ettiği büyük ve müessir bir irfan ordusu da teşkil ettiler.

Bu irfan ordusunun en büyük kumandanlarından birisi olan Mevlâna’nın Allah aşkı mâlûmdur. Kur’ân-ı Kerim ve Rasulûllah’a sadakatini ise şu beyitlerle ifade etmiştir: “Ben kul, köle isem; Kur’ân’ın bendesi ve Muhammed’ül Muhtar’ın yolunun toprağı, yani ayağının tozuyum. Eğer birisi, benim sözlerimden bundan başka bir şey naklederse; ondan da, naklettiği sözden de rahatsız olurum.” (Tahirül Mevlevi, Mesnevi Şerhi. I. S.143, İst. 1963).

Eski canlılığını kaybeden İslâmî heyet, Selçuklu Sultanlarının İslâm ideolojisine olan sıkı bağlılıkları sebebiyle, ilk zamanlardaki canlılığını, ruhunu ve hamle gücünü kazanmış. İslâm kültür ve medeniyeti, kazandığı yeni hayatiyet ile yeni bir safhaya girmiş, İslâm tefekkürüne ve nizamına dayanan bu medeniyet, Selçuklu ve Osmanlılar sayesinde asrımıza kadar devam etme imkânına kavuşmuştur.

Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Gazi den bilhassa Fâtih’e, II. Bayezid’e kadar Osmanlı Padişahları gayet sade ve mütevâzi bir İslâmî hayat yaşamışlardır. Osman Gazi, Şeyh Edep Âli’nin evinde, yattığı odada Kur’an-ı Kerim olduğunu anlayınca; uzanıp yatamamış, sabaha kadar ayakta Kuran-ı Kerim okumuştur. O, Kur’an-ı Kerime karşı duyduğu bu eşsiz hürmet ve bağlılık ruhuyla, tarihin en büyük ve en uzun ömürlü devletini kurmuştur. Sahabi ahlâkına ve idealine sahip olan Sultan Osman, oğluna şöyle vasiyet etmiştir : “Oğlum, kuru kavga ve cihangir olmak sevdası bize yaraşmaz. Bizim maksadımız din yolunda mücahid olmaktır…” “Oğlum, Allah’ı tanımayan kazancını şaraba veren ve fuhuş yapan kimselere, devlet umurunda vazife verme, verirsen yüzü kara olarak ahirete gelesin. Zira bu tip insanlar Allah’ın gazabına müstehak olduklarından işlerinde hayır ve başarı olamaz.” (8)

Osman Gâzî bu sözleriyle İslâm idealine, ilâhî huzurda hesap vermek için mes’uliyet duygusuna ne derece bağlı olduğunu, ahiret korkusunun kendisinde ne derece yer ettiğini, oğluna da bu hesap korkusunu nasıl aşıladığını, devleti hangi esaslar üzerine kurduğunu, içtimai hayatı nelere dayanarak tanzim ettiğini ortaya koymuyor mu?

I. Murad Hüdâvendigâr: Kosova Meydan Muharebesinden evvel, sabaha kadar uyumayıp çadırında seccade üzerinde şöyle duâ etmiştir; “Yârabbi! Yârabbi! Hz. Peygamberin hatırı için, Kerbelâ’da revân olan kan için, uğrunda sürülen yüz giryân olan göz için, bize yardım et. Lütfunu esirgeme bizden Yârabbi !… Düşmanın bize uzanan elini, başka tarafa çevir Yârâbbî !… Bakma Yârâb, bizim günahımıza. Nazar et cânu dilden âhımıza! Senin için senin ismini yüceltmek için, cihad eden gazilere yardım et. onları telef etme, onları düşmanın kılıcından, okundan sen koru Yârâb !…

Bunca yıllık çalışmalarımıza, düşüncelerimize, harbler ve muharibler arasında yahşi olan adımıza leke sürme. Din yolunda ben şehid olayım. Askerlerimin yerine ben şehid olayım. Tek mülk-i İslâm’ı pâyimâl etme. Kûffâra çiğnetme Yârâb !…”

Bu içten ve samimi bağlılığın ve duânın kabûl olunduğununu, mücahidlerin telef olmadığını, mülk-i İslâm’ın çiğnenmediği, fakat şehidlik mertebesine kendisinin ulaştığını hatırlatmaya bilmem lüzum var mı ? “Din-ü devlet, mülkü millet” yolunda kendisini seve seve feda eden böylesi pâdişâhların hangi idealle yaşadıkları ve hangi tip insan yetiştirdikleri belli olmuyor mu ?

İçki içtiği gerekçesiyle, mahkemede, “Şer’an câiz değildir” diye Yıldırım gibi bir padişaha şâhidlik yaptırmayan Emir Sultan Buharî, o devirdeki “Türk İnsanı”nın bir başka örneği değil midir ?

Bu arada günümüzde dahi, 700 senenin ötesinden, mânevi dünyamızı tenvir eden Yunus’un Allah. Peygamber ve Kur’an aşkını hatırlamamak mümkün müdür ? Sadece Cennetin değil, cennet gibi vatanın ırmakları da Yunus gibi “Allah Allah deyü” akmaktadır. Bugün dahi Anadolu’nun taşında, toprağında, deresinde çocuklar Yunus’un ilâhîleriyle büyür, her müslümanın dilinden düşürmediği ilahiler, herkesin ruhunu yoğurmuştur, yoğurmaktadır.

Ya Sultan II. Murad’ın örnekliğine ne demeli ? Kendisine Şer’e muhalif olarak bir gelir yolu gösteren Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’ya: “Bizim leşkerimiz gaziler leşkeridir. İmdi bunlara helâl lokma gerektir. Şol pâdişâh kim leşkerine haram lokma yedirir, ol leşker harami olur. Harami’nin ise sebatı olmaz. Bir küçük mukavamet gördükte, firâra kadem basar. Bundan sonra netice-i halin ne olacağı malûm olur.” cevabını vermiş. İslâm, haram lokmayı da yasak etmiştir. Bir lokma haram yiyenin kırk gün ibâdeti kabûl olmaz. Çoluğu-çocuğu da ahlâken bozuk olur.

II. Murad’ın şu hassasiyeti göz önüne alınırsa, Osmanlı zaferlerinin sırrı kolay çözülür sanırım. Hattâ Macaristan ovalarında fetihler yapanların gittikleri yerden parasız meyva, sebze almadıkları, kopardıkları üzümlerin parasını çil çil çıkınlarda çubuklara bağladıkları hatırlanırsa, askerlerin de haram lokma hususundaki titizliğe ne kadar riâyetkâr oldukları ortaya çıkar. Günümüze de ışık tutan bu ve benzeri hadiseler, hem Türk insanının çağlar boyu değişmeyen evsafını hem de onun kaynağını aksettirmektedir. Aynı padişah, oğlu II. Mehmed’e yazdığı nasihatlarında, âhiret hayatındaki hesaptan korktuğunu, âhıretin varlığı hususunda aldanmadığını, Pascal’dan iki asır evvel, filozofvârî ifadelerle anlatıyor ve şöyle diyor : “Ben, bu çile ve ızdıraplar dünyasında çektiklerimin karşılıklarının Allah tarafından, gelecek, başka bir dünyada verileceğine inanıyor ve O’na her an yalvarıyorum.” (9)

Böyle bir babanın Fatih Sultan Mehmet gibi bir oğlu olması tabii değil midir? İlâhi tebşire ve takdire mazhar olmuş bir kumandan, böyle bir kumandan ilâhî müjdeden aldığı rûhî gerilim ve diyalektik bir ilerleyişle, İstanbul’u fethederse sonra da:

“Yokdurur zulme rızamız, adle biz mâilleriz.

Gözlerüz Hakk’ın rızasın, emrine kailleriz.”

 

derse çok mudur? Allah’ın rızasından başka bir şey gözetmeyen Sultan Fatih, esas niyetinin Allah yolunda cihâd olup, dinin düşmanlarına devletini galip getirmek “Ehl-i küfrü ser-te-ser kahr eylemek” olduğunu fetih ve zafer ümidinin de sadece “Lütf-ı Hak”dan geldiğini, bu yolda enbiya ve evliyaya istinad ettiğini açıkça beyan ederse, “Din-i İslâm’ın mücerred gayretüdür gayretim” diye idealini ortaya koyarsa bundan tabii ne olabilir?

İstanbul’u fetheden kumandan böyle olur da onun müjdelenmiş neferi başka mı olur?

Yahya Kemâl in tesbitiyle Yeniçeri’yi cihada ve zafere götüren motifler şunlardır:

1— Hz. Ali ve kılıcının aşkı,

2— Pir aşkı,

3— Fethi haber veren ilâhi tebşir,

4— Küfrün kilisesi üzerine “Hilâl’i dikmek emeli,

5— Cihangir padişahın aşkı,

6— Yed-i Takdir (Allah) aşkı,

7— Saltanatlı Tekbir aşkı.

Görülüyor ki, bu motiflerin hepsi de metafizik ve dinîdir. İslâm idealine bağlılıkta evc-i bâlaya ulaşan Yavuz Sultan Selim Han’ın, Kur’an’a ve emânât-ı mukaddeseye hürmeti herkesçe müsellemdir. O kadar ki, Medine’ye İstanbul’dan kadı tayin etmeyi Peygamber beldesine hürmetsizlik saymıştır. Ölüm döşeğinde “Hünkârım Allah ile bir olmak zamanıdır” denildikte “Bizi şimdiye kadar kiminle bilirdin?” diye cevap vermesi, ömrünü hangi ideal uğrunda nasıl geçirdiğini anlatmaya kâfidir.

Bu arada rum mimarın kolunu kestiren Fatih Sultan Mehmed’in kısas olarak kolunun kesilmesine karar veren İstanbul kadısı Sarı Hızır efendiyi, Yavuz’u şeriat ahkâmıyla dizginleyen İbn Kemâl, Zenbilli Ali Efendi ve devrinin bütün İslâm dünyasında belki de en büyük fâkihi olan Ebus-Suûd Efendi’yi, kazai ve idari sahada yetişmiş değişik Türk insanı olarak hatırlamak isabetli olacaktır.

***

Bir de Kanunî’nin Bâli Beye yazdığı mektuplardan onun hizmet anlayışını, ahirette hesap verme korkusunu idareci-tebea münasebetlerini nasıl ayarladığını tesbit eden bazı satırları nakledelim : “Her iyiliğin kaynağı adalettir. Adil oImayanın elinden çıkan iş kötü iştir”, “Mala aşırı sevgi bekleyenleri devlet hizmetinde kullanma. Çünkü onlar, Allah’ın bana emanet ettiği halkı ezerler. Kıyâmet gününde sorumlu olurum.”, “Herşeyi Allah’tan, herşeyin Allah’ın olduğunu bil. Herşeyi bizim rızamızı değil, Allah’ın rızasını tahsil için yap.”, “Sakın hataya düşüp biz fâni kullardan birşey istemek hatasını irtikâp etme… Ve kendisini yanımızda küçültme ve kimsenin minneti altına girme.” (10)

Bali Bey’in Cihân Padişahından bir talepte bulunması, ona göre, Bâli Bey’in kendini küçük düşürmesi ve şahsiyetini zedelemesi demektir. Ne güzel bir şahsiyet anlayışı!

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yalnız İslâm idealine bağlılık, sonraları zayıflamışsa da ortadan kalkmamış. Devlet-i Osmaniye’nin yıkılışına kadar devam etmiştir.

İslâmî Türk Cemiyetinin Teşekkülünde Dini Unsurların Rolü :

İslâmiyet’in cemaate ve cemaatleşmeye ne büyük bir yer ve ehemmiyet verdiği herkesin malûmudur Bunu da bilhassa toplu ibadetlerle temin etmiştir. Bu yüzden ibadethanelerin, camilerin, İslâm tarihinde ve kültüründe çok büyük bir yeri vardır. Bizim tarihimizde de, cami ve medrese ile külliyelerin, tekkelerin cemiyetleşmeyi teminde, cemaat ruhunu, kardeşliği, karşılıklı sevgi ve saygıyı kökleştirmede baş rolü oynadığı da hatırdan çıkarılmamalıdır. Hattâ çok sütunlu Ulu Cami tipinden, tek kubbeli büyük mekâna geçişin Selimiye’de zirveye ulaşması, hep ruhları Allah’ın birliği etrafında kaynaştırma gayretinden doğmuş, Allah’ın huzurunda iken, cemaat arasına sütunların girmesine dahi mâni olunmak İstenmiştir. Bunda İslâm’ın getirdiği dini inanca dayalı cemiyet anlayışının tesisi fikri hâkim olmuştur. Bugün dahi Anadolu’da “ümmet-i Muhammed” tabiri geçerlidir “Yazık değil mi ümmet-i Muhammed’e?”, “Ümmet-i Muhammed! Yetişin! Kurtaran yok mu ?” gibi kullanışlar birçok yerde geçerlidir.  1071’de Malazgirt’te 55 bin kişinin cemaatle kıldığı sabah ve Cuma namazından Sultan Reşad’ın 1911’de “Halife-i Rûy-ı zemin” olarak Kosova sahrasında 100 binlerce müslümana kıldırdığı Cuma namazına kadar bu cemaatlaşma ve cemiyetleşme teşekkül etmiş ve kökleşmiştir Çünkü “Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını” namazlarda varlığının bir yere toplandığını görmektedir. Allah’ın huzurunda müsâvi olan herkesin, kanun karşısında da müsâvi görünmesi prensibi, buna ilaveten, emanetin ehil ve kaabiliyetli olanlara verilmesi, emr-i bil-ma’ruf nehy-i anil-münkere yani içtimai kontrol ve tenkide riayet edilmesi, ana-baba kardeşler, akraba ve komşu haklarına azami riayet, ırza, namusa ve İffete azami hürmet, cana-mala saygı, hüsn-i muamele ve ahde vefa, yetim ve yoksulların mallarına hürmet, mal infakı; sadaka, zekât ve karz-ı hasen yoluyla sevginin tesisi, mal ve madde sevgisinin kırılması, bugün dâhi her yerde câri olan İslâmî usûlde selamlaşma, hediyeleşme, vakıf ve hayır müesseselerinin tesisi ve yaygınlaştırılmışı gibi İslâmî, insani ve ahlâki prensiplerin iyi tatbik edilmesi suretiyle İslâmî bir Türk cemiyeti meydana gelmiştir.

Şer’i Devlet ve İslâmî Cemiyet :

Fernand Grenard’ın Peygamber kânunundan başka bir kânun olmadığını söylediği (11) Osmanlı İmparatorluğu hakkında, Bernard Lewis şunları yazıyor : “Osmanlıların hususi veya umumi hayatın temeli haline getirmek üzere giriştikleri teşebbüsün ciddiyetini belki de en vazıh bir şekilde hukuk sahasında görebiliriz. Osmanlı Sultanları Şeriata, yani İslâm’ın mukaddes hukukuna yüksek bir maddi medeniyet sahibi olan müslüman sahibi olan müslüman devletlerin hiçbirinde rastlanmayacak derecede büyük ve gerçek bir tesir gücü tanıdılar…”, “…Osmanlı İmparatorluğu, kurtuluşundan yıkılışına kadar, İslâm iman ve kudretini müdafaa ve teâlisine kendini hasretmiş bir devlet olarak yaşadı. (12) Enver Ziya Karal da Türk-İslâm cemiyetinin hususiyetlerini anlatırken, İslâmî nasların Türk’ün ruhundaki hürlük, adalet, insan şahsiyetine saygı ve disiplin gibi değerleri kuvvetlendirdiğini söyledikten sonra şunları ilave eder: “Türklerde asalet ancak ferdi ve ruhi unsura dayanmaktadır. İslâmlık’ta devlet nizamı; dini çerçevelerde teşkilâtlanmış olduğu için, Türk Devleti idealleşmiştir. “Tanrı, din ve devlete zevâl vermesin”, sözü de bunu isbat eder. Bu sebepledir ki, yüzyıllar boyunca. Türk’te milli şuur yerine dinî şuur kaim olmuş ve bu şuurla Türk kendisini başkalarına müsâvi değil, üstün görmüş ve devlete hizmeti dine hizmet gibi bilmiştir…” (13)

Tekke ve Zaviyelerin Cemiyetleşmedeki Rolü :

Daha önce işaret ettiğimiz tasavvuf erbâbının kurdukları tekke, zâviye ve dergâhların, Türk insanının İslâmî hamura göre yoğrulmasında, Türk cemiyetinin İslâmî bir hüviyet kazanmasında, fetihlerin tahakkukunda, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında olduğu gibi büyük rolü ve yeri olmuştur. Çünkü buralar, tarikatların ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesi yaptıkları zikr ve ibâdet yerleri idi. Orada adeta ölü ruhlar diriltilir, hayâtiyet ve dinamizm kazandırılır, tam bir rûhî üstünlük ve disiplin temin edilir, ruhun maddeye üstünlüğü ve zaferi fiilî olarak yaşanırdı. Buraları, her gruptan, her kademe ve sınıftan, her makamdan insanın girip çıktığı ve feyz aldığı eğitim merkezleri idi. Kelimenin tam mânâsıyla bir “Halk Eğitim Merkezleri” idi. Feragat, fedâkârlık, sabır, metânet, diğergâmlık, meşakkatlere tahammül, açlığa, sıkıntıya alışmak buralarda fiilen müridlere yanaşarak kazandırılırdı. Kanaat burada verilir, dünya malı düşkünlüğü, makam hırsı buralarda kırılır, gurur, kibir buralarda ezilirdi. Buralar her çeşit insanın sığınağı, bilhassa dul, yoksul, kimsesiz, yetim, sefil ve şaşkınların müracaat yeri, teselligâhıydı. Bunlardan başka tekke ve zâviyeler, bir nevi mektep, mânevi tedavi yerleri, sosyal yardım merkezleri; beldenin yabancılarına, kimsesizlere, misâflrhâne; garipliği, yorgunluğu unutturan sıcak yuvalar; mesleğe, çalışmağa dayanan, ticârî, sınâî ve içtimâî hayatı teşkilâtlandıran, disipline eden yuvalar; esnaf ve sanatkârların dernekleri, tasavvufî ve edebi kültürle üyelerine sevgi ve tesânüd aşılayan ocaklar olarak vazife görmüşlerdir. Ayrıca çalışmaya ve bilhassa sportif faaliyetlere dayanan tarikatlar ve tekkeler de mevcuttu. Yeniçerilerin Bektaşîliğe müntesip olmaları Osmanlıda tekke-medrese-ordu ahenginin nasıl kurulduğunu anlatmaya yeter sanırım. Osmanlılarda bu tip tekkelerin, tâlimnâme ve spor sahaları da mevcut idi.

Tekkelerin edebiyat, mûsikî ve hat sanatının birleştiği ve geliştiği yerler olarak birer güzel sanatlar akademisi oldukları da hatırlanırsa; bu ilim, imân, kültür ve sanat merkezlerinin insanımızın teşekkülünde oynadığı rol de ortaya çıkar, sanırım.

Devletin İnsana İhtimamı:

Selçuklu ve Osmanlı devlet nizâmı; insanı kâinatla bütünleştiren, Allah’a kudret ve saltanatını Allah’dan alan Sultana ve devlete karşı vazifelerinin şuuruna erdiren, insanı fert – aile – cemaat ve devlet şuuru içinde yoğuran, onu değerler ve ruhi buhranlara itilmekten kurtaran, onu irâdeli – şahsiyetli bir varlık sayıp devletin temel taşı yapan, üretim mallarını cihada i’layı kellmetullah ile tebeânın aslî ihtiyaçlarına harcayan, insana ömür boyu devam eden bir ruh-beden eğitimi veren bir anlayışa sahip idi.

Şimdi “Allah’ın yeryüzüne gönderdiği halifesi” ve “ruhundan üfürdüğü” varlık olan insan, İslâm fıtratı üzere yaratıldığına göre, nasıl bir dini alâka ile büyür ? Bu noktaya da temas edelim. Rûhu ezelde yaratılmış olan insan, meşrû bir nikâhla ve besmeleyle başlayan bir ilnikâhla ana rahmine düşer. Ana ve baba doğumdan önce ve sonra haram lokma yemez. Doğar doğmaz ezan-ı Muhammedi ve “nâsi” – “felâki” sureleri okunur.

Küçük yaşta Allah ve Peygamber sevdirilir, dinî terbiye verilir, okula dualarla gönderilir. Yedi yaşında namaza başlatılır, on yaşında namaz kılmazsa tokatlama hakkı vardır. Erkek ise sünnet edilir, fedâkâr ve feragâtkâr olarak yetiştirilir. “Allah’ın emri ve Peygamberin kavli üzere” Kur’ân okunarak kız istenir ve evlendirilir. İslâmî emirlere uygun bir hayat yaşaması temin edilir. Ölümünde, insanı yine bırakmaz İslâm: Cenazesi yıkanır, abdest aldırılır, salâsı verilir, hatmi indirilir.

İşte İslâm’ın insana olan İhtimamı ve ona gösterdiği itibar şahsiyetine verdiği değer.

Bir de müslümanın günlük yaşayışına göz atalım: Eskiden müslüman erken yatardı. Fecir saatinde mutlaka uyanır, huzurlu ve sâkin bir uykunun sonu yıkanma, abdest, ibadet ile biterdi. Bu günlük neşe, ümid ve huzurun kaynağı olurdu. Onun yüzü “Kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en gürel tecellilerindendir.” İbadetten sonra çorbasını içer, besmele ile evden çıkar, yine besmele ile işine başlar, öğle ve ikindi namazlarını kılar, akşam ezanından önce de eve dönerdi. Onun günü ezanla başlayıp ezanla biten, ışıkla açılıp ışıkla kapanan nurlu, kısa, mesud bir gündü. Müslümanın normal bir günü gibi, ömrü de iki ezanın arasındadır. Bu sebeple Yahya Kemal: “Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya’dan okuttuğu ezan ki, hâlâ okunuyor. Selim’in hırka-ı saadet önünde okuttuğu Kur’an ki, hâlâ okunuyor !”

“Eskişehir’in Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri sis bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz” (14) derken; Ahmet Hikmet de, “Sana bu meziyetleri ninenin iri siyah bakışı, babanın kükreyen sesi, Kur’an’ın esrarengiz ahengi öğretmiş.” (15) diye Türk’ü tasvir ederken ne kadar haklı idiler!

İslâmî Tesirin Alamet ve Delilleri:

Ecdadımız, müslümanlığı her cephesiyle topyekûn yaşadıkları uzun asırlar boyunca bu mes’ud hayatlarının nişanesi ve bu vatanın tapusu olarak eşsiz eserler bırakmışlar, imanlarını bu şaheserlere aksettirmişlerdir:  Bunun için camilere, göklere uzanan minarelerin hususiyetlerine, medreselere, tekkelere, mezarlara ve çeşitli kitabelerine, hat san’atının eşsiz örneklerine, levhalara, sütunlara, mlhrablara, ağaç oymacılığının müstesna örnekleri alan minberlere, çinilere ve çeşitli süslere, hayatın ve dünyanın faniliği fikrinin çıtaların ustaca tanzimiyle yerleştirildiği pencere kapaklarına, muhtelif dinî kıyafetlere, rahle ve mushaf mahfazalarına, kütüphaneleri dolduran mensur ve manzum edebi, ilmî ifadelere, eserlere, Selçuklu Camii ve kervansaraylarının muazzam portallerine şöyle bir nazar etmek, dokuz asırdır yaşanan dini hayatın fert ve cemiyet üzerindeki derin tesirlerini anlatmaya kâfidir.

ÖZET:

Görülüyor ki, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde İslâm idealine ve ideolojisine uygun bir insan ve cemiyet örneği yaratılmış; bu örneğe İslâmî ve milli bir şahsiyet verildikten sonra bu şahsiyetin, diğer cemiyetlere, fertlere ve eşya âlemine açılması, yeni benimsenen dünya görüşü icabı olarak temin edilmiş; böylece Allah-insan, insan-cemiyet, cemiyet-devlet ve insan-eşya münasebetleri fevkâlede sağlam esaslarla tanzim edilerek, ahenkli bir şekilde yakın zamanlara kadar bozulmadan gelmesine çalışılmıştır. Yaratılan İnsan örneğinin bozulmaması için dışarıdan gelecek yabancı ve maddi-mânevi düşman tesirlere karşı, etrafına şeriatın kontrolü altında olan bir muhafaza yapılmış, bu muhafazanın da bozulmaması için kontrol mekanizması şahsiyetli fertlere verilmiştir.

Böylece ne fert, cemiyet ve devleti yıkma yoluna gitmiş, ne de devlet ferdi ezme ve sömürme yoluna gitmiştir. İslâm, milli şuuru da daima ayakta tutmuştur. Bugün bile Doğu Türkistan Türkleri elbiselerinin bir tarafı bir Çinli’ye dokunduğu, zaman hemen eve giderek gusül abdesti almaktadırlar.

Şu halde dinin, husûsiyle İslâm’ın, Türk insanı, Türk cemiyeti ve devleti üzerine rolü ve tesiri daima birinci derecede olmuştur. Bu rol ve tesir:

1— Tevcih edici, terbiye edici, şahsiyet verici ve kaabiliyetlerini işletici,

2— Birleştirici, toplayıcı, bütünleştirici,

3— Yapıcı, yaratıcı ve itici (dinamik) medenileştirici,

4— Huzur ve saadete yönelik olduğu için maddeten ve manen doyurucu mahiyette tecelli etmiştir. Böylelikle “Nizâm-ı Âlem” ve “Devlet-i Ebed Müddet” idealini tahakkuk  ettirmek mümkün olmuştur.

Çağımızda Durum ve Netice:

Biz, tarihin huzuruna İslâm ideali ve İslâm bayraktarlığı ile çıkmış ve bunu on asır şanla-şerefle ve tam liyakatla yapmış bir milletiz. Fakat bugün, “İmparatorluğun yıkıldığı devirlerdeki” ruh halimizle bile kabili kıyas olmayan bir ruhi ve ahlâki çöküntünün içindeyiz. Halbuki Avrupalı müşahidler, geçen asrın Türk insanını da eskilere nazaran çok noksan bulmaktalar; bu beğenmedikleri insanlar, Batı’ya yöneldikleri ve onu taklide başladıkları halde beğenilmiyor. Çünkü insanımızda tâ Lâle Devirlerine uzanan bir şahsiyet değişmesi ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi, Türk insanının önceleri kazanmış olduğu şahsiyet bütünlüğünün çözülmeye başlamasıdır. Bu çözülme ise, yaşanan hayat ile benimsenmiş ve uğrunda ölünen kıymetler arasında uyuşmazlık hasıl olmasından ileri gelmiştir. Cemiyetimizin bünyesi kuvvetli olduğu için, bir takım şahsi sapmaları, zorlukla da olsa asrımızın başlarına kadar koruyabilmiştir. Fakat cemiyette de çözülme başlayınca, kıymetlerden şüphe edilmeye başlanmış demektir. Bugün Türk insanının ve cemiyetinin durumu bu haldedir. Cemiyet çözülme haline geldiği için, cemiyetin çerçevesi kırılıp dağılmaya başlamış ve bu halde çeşit çeşit “yeni gruplaşmalar ve sosyal nizam çekirdekleri teşekkül etmeye” başlamıştır. (16) Bunun kurtuluşu, kalıcı olan dinî-ahlâkî-bedii ve hukuki kıymetlere ve onların kaynaklarına dönmekte olsa gerektir.

Yusuf Ziya Ortaç bir yazısında “mazi”ye “İrticaın soyadı, istikbâlin göbek adı” diyordu. Bizim oniki asırlık mazimizin İslâm ile ayniyet halinde olduğunu kabul edersek bu sözü şöyle söylemekte bir mahzur olmaz sanırım: “Din, irticaın soyadı, istikbalin göbek adı.” Aynı yazar, aynı yazısını şöyle bitiriyordu : “Türk’ün mazisini kaldır, geriye ne kalır biliyor musun?! “Ne kalır?” “Arnavut kaldırımı” (17)

Bizce aynı soruyu din için sorsak, geriye ayaklarımızın altında basacak bir Arnavut kaldırımı bile kalmadığını görürüz. Çünkü kalan ruhsuz bir ceset olacaktır. Sözlerime dini ve milli geleneğe uyarak, besmele ile başlamanın neticesi olarak Allah’a hamd ile son veriyorum.

______________________________________________________

(*) Ermenek’in Dindebol Köyünde doğdu (1937). A.Ü. İlâhiyat Fakültesi mezunu.

1971 de aynı fakülteye asistan olarak girdi. 1975 de “Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziği” konulu doktora tezini hazırladı. Bu tez Kültür Bakanlığınca 1976 da yayımlandı.

“Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi”, “Felsefi Doktrinler Sözlüğü” gibi eserleri var.

Halen A.Ü. İlahiyat Fakülteleri öğretim üyesi.

(1) O. Turan; T. C. Hâkimiyeti Mefk. Tarihi, 1., s.94-95.

(2) O. Turan; Selçuklular ve İslâmiyet,s.23,1971.

(3) O. Turan; A.E. s.12.

(4) Adrian Vankaam; religion et personalite, s.103 vd. (Ed. Salvator- Tart. Franc.: Brigitte baille, Paris 1967).

(5) Turtuşî’nin “Sirûc’ûl-Mûlk”ünden nakleden: Doç. Dr. Esat Coşan. Devlet İdaresinde Manevi Güçlerin Rolü, Diyanet Gazetesi, 15 Kasım 1976, Ankara.

(6) E. Boutrouk: Lo Noluro Et L’esprtt. s. 141. Paris 1926.

(7) O. Turan, Selçuklular ve  İslâmiyet s. 18. İstanbul 1971.

(8) Tahsin Ünal; Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, S. 26. İstanbul, 1968

(9) Sultan II. Murad Fatih Sultan Mehmed’e Nasihatler, s. 120, (Tercüman 1001 temel eser)

(10) Tahsin Ünal, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, s. 93.

(11) B Grenoro; Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü. s. 118. Çev : O. Yüksek, İst. , 1970, (1000 Temel eser)

(12) E. Güngör; Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 101. 103 İst., 1975.

(13) E. Z. Karal; Osmanlı Tarihi, VI. cilt, 2 bs. s. 269. Ankara, 1966

(14) Yahya Kemal; Aziz İstanbul, İst. Fetih Cem. yayını ,

(15) Müftüoğlu A. Hikmet; Çağlayanlar Üzümcü hikâyesi.

(16) E. Güngör; Türk Kültürü ve Milliyetçilik s. 66

(17) Y. Ziya Ortaç; Beşik. İstanbul 1943.

 

FAYDALANILAN DİĞER ESERLER :

1— A. Haşim; Bize Göre, 1001 Temel Eser serisinden

2— A. Cevat; Türk ve İslâmiyet. 2 bs., Yağmur Yayınları

3— Beyatlı Y. Kemal: Eski Şiirin Rüzgarıyla, İst.. Fetih Cemiyeti Yayınları

4— Freyer Hans; Din Sosyolojisi, Çev : T. Kalpsuz, Ankara 1964

5— Gökalp, Ziya : Malta Mektupları, T.T. Kurumu Yayınlarından

6— Gül. Kemal Vehbi: Anadolu’nun Türkleşmesi, İslâmlaşması. Toker yay.

7— Işık, Emin; Devleti Kuran İrade, Hareket Yayınları

8— İbni Fadlan Seyahatnamesi. Bedir Yayınlarından

9— İbn-i Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, 1000 Temel Eser

10— İnan, A Kadir: Eski Türk Dini Tarihi. Kültür Bakanlığı Yayınlarından

11— Kara, Mustafa Tekkeler ve Zaviyeler. Dergah Yayınlarından

12— Kafesoğlu, İbrahim : Türk Kültürü T. Dünyası El Kitabı İçinde

13— Kardaş, Rıza: Osmanlılarda Dini Hayat. T. Dünyası El kitabı İçinde

14— Lâhbâbi, Aziz: İslâm Şahsiyetçiliği Çev.: İ. H. Akın. Yağmur Yayınları

15— Mâlik Bin Nâbi: C. İslâm’a Yeniden Doğuş cev.: Ergun Göze Yağmur Yayınları

16— Şeker, Mehmet: Fetihlerle Anadolu, Ötüken Yayınları.

 

KAYNAK: Millî Eğitim ve Kültür Dergisi; 1 ARALIK 1978i Sayı:1, s. 31-48.

(YUNUS BUĞRA YILMAZ ARŞİVİNDEN)