+++Dr. Hayati BİCE: Suriye’deki Gelişmeler ve Türkiye’nin İstikbali (2012)

 

 

 

 

 

 

ACI AMA GERÇEK

Bu yazım, ilk kez 10 Ağustos 2012’de yayınlanmıştı.
Bugün ülkemizin dibine çekilmek üzere olduğu “güvensizlik sarmalı”na düşeceğini görmek için “Stratejik Derinlik” adlı kitap yazmak gerekmiyordu.  Bu yazıyı ilk yayınından bu yana tekrar tekrar – belki 10 kere- hatırlatmam gerekti.
Keşke gerekmeseydi, keşke haklı çıkmasaydım!

Dr. Hayati BİCE

aaa_Suriye2

Teo-Politik Açıdan Suriye’deki Gelişmeler ve Türkiye’nin İstikbali

Dr. Hayati BİCE

Yazımın başlığını okuyan çoğu okurun, bir yazım hatası yapıldığını, jeopolitik yerine yanlışlıkla  teopolitikyazıldığını düşüneceklerinden eminim. Oysa başlıkta bir yazım hatası yok: Teo-Politik. Teopolitik kavramı “din” anlamına gelen teo (theos) ile siyaset anlamındaki politik (politics) kelimelerinin izdivacından doğmuştur. Genel anlamıyla teopolitik kavramı, siyaset alanındaki tutum ve davranışların dinî temellerine, siyaseti şekillendiren etmenlerin din alanındaki öncüllerine işaret eder. Bu anlamıyla düşünüldüğünde tarih boyu pekçok gelişmenin, siyasi olayın temelinde dinî bir arkaplanın, devlet erkini elinde tutanların teopolitik yaklaşımlarının etkili olduğu söylenebilir. Teopolitik günümüzde hemen hiç kullanılmazken bu terim ile ses benzerliği olan ‘jeopolitik’ gündelik dile kadar girebilmiştir. [1]

 Teo-politika ile akraba bir deyim de teo-stratejidir. Bu konularla ülkemiz ilahiyat akademisyenleri hemen hiç ilgilenmediği için tarihin belirlenmesinde büyük önem taşımış olan çevremizde stratejilerini teo-politikaya göre belirleyen ülkelerin varlığı nedeniyle bugün de önemini sürdüren bu konu, amatör ilahiyatçıların ya da daha fazla olarak TV’lerde Kur’an şifresi, cinlerin esrarı gibi rating tuzağı konulara dalarak şöhret devşirme peşindeki yarı-şarlatan kişilerin elinde sulandırılmıştır. [2]

Bugünkü dünyada İsrail diye bir devletin kurulması ve varlığını sürdürmesi teo-politik yaklaşımların ne denli etkin olduğunun en tipik kanıtıdır. İslam dünyasına baktığımızda ise başta son zamanlarda aramızdaki ilişkiler iyice gerilen İran’ın pek çok politikasının teo-politik -hatta mezheb temelinde teo-politik-olarak sürdürüldüğü görülecektir. Bir dönem Afganistan’a egemen olan Taliban’ın ortaya çıkarıldığı süreç de teo-politik bir proje olarak değerlendirilebilir.

Türk tarihinden bir örnek vermek gerekirse İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin mazharı olarak Hz. Rasulullah’ın övgüsünü hak etmek isteyen Fatih Sultan Mehmed’in fetih konusundaki ısrarı, teopolitik bir yaklaşım olarak kaydedilebilir. Müştak Baba adlı sufinin “Ankara’nın İstanbul’un yerini alıp başkent olacağı”na dair asırlar öncesinden verdiği teopolitik haber de meşhurdur.

“Şam Beldesi”nin İslâm Tarihindeki Teopolitik Yeri

Suriye olarak tanımlanan ülkenin İslam tarihindeki adı Bilâd-ı Şam (Şam Beldeleri)dir. Asr-ı Saadet sonrasında hilafeti saltanata dönüştüren Emevi hanedanına başkentlik ettiği dönemden itibaren, Şam’ın İslam dünyasından özel bir yeri olmuştur. İslâm beldeleri arasından Kudüs ve Buhara ile birlikte “Şerif” ünvanı ile ödüllendirilmiş bir belde olan Şam, bu ünvana, yetiştirdiği ilim adamları sayesinde kavuşmuştur. Şam-ı Şerif’in Osmanlı elinden çıktığı son yüzyılda bile bu şehrin ilim merkezi olma niteliği, değişen yönetimlere ve son olarak Nusayri Esed iktidarına rağmen  değiştirilememiştir.

Ashabın seçkin bazı isimleri ile bir çok tasavvuf ehli de ömürlerinin Şam’da sonlanması ve orada defnedilmek için dua etmişler ve birçoğu değişik İslam beldelerinden Şam’a göçerek ömrünü orada tamamlamıştır. Bu isimler arasında en iyi bilinenler ashabın güzidelerinden, Hz. Rasulullah’ın müezzinleri Bilal-i Habeşi ile Abdullah İbn Mektûm da yer alır. Hz. Rasulullah’ın torunu Hz. Zeyneb’in, Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinden sonra götürüldüğü Şam’da ismiyle anılan Zeynebiyye semtinde defnedildiği türbesi de Şam’ın önemli bir ziyaret mekânıdır. 2009 yılı başında bir grup ile birlikte ziyaret ettiğim Şam’daki bu mübarek mekânların, bugün ülkedeki içsavaş daha da şiddetlendiğinde harab edilme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu bilmek bir Müslüman olarak şu Ramazan gününde gönlümü sızlatıyor.

Şam ile ilgili olarak Hz. Rasulullah Muhammed Mustafa’dan bir çok hadis nakledilmiştir. Hadis külliyatında Şam beldesi ile ilgili rivayetlerin bir çoğu bu bölgede ortaya çıkması muhtemel gelişmeleri içerir. Pekçoğu‘ahirzaman’ olarak adlandırılan, kıyamet öncesi dönemde ortaya çıkacağı öngörülen bu hadisler, başta saltanat sahibi siyaset adamları olmak üzere müslümanlar için her zaman ilgi odağı olmuş bu konuda cildlerle eser kaleme alınmıştır.

Ahir zaman hadislerinde özel bir yeri olan Şam’a önem veren şahsiyetler, sadece siyasî figürler değildir. Pek çok din bilgini, sufi ve müderris de Şam beldesine özel bir önem vermiş, İmam Gazalî’den Hz. Şems-i Tebrizî’ye birçok ünlü müslümanın yolu bu hadislerle övülen beldeden geçmiştir. İmam Gazali’nin tasavvuf yolundaki en önemli eseri olan İhya-u Ulûmiddin eserini yazdığı minare zeminindeki oda, bugün Şam’ın ünlü Emeviyye Camii’nin müezzin mahfili olarak muhafaza edilmektedir.

Bazı gaybî bilgilere muttali oldukları kabul edilen evliyaullahın Şam hakkındaki öngörüleri de dikkat çekicidir. Bunlar arasında en iyi bilinen isim olan ve Şam ile ilgili birçok öngörüsü kayda girmiş olan Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin ibn Arabî’nin İspanya’daki Endülüs’te başlayan ve Anadolu’ya kadar uzanan hayat çizgisi, Şam’da noktalanır. Şeyhü’l-Ekber’in kabrinin Şam’da olması ve türbesinin ikinci kez inşaı da ilginç bir menkıbeyi içerir. Muhyiddin İbn Arabî’nin kabri üzerine yaptırılan türbe ve külliye, girişindeki Osmanlı tuğrası ile bugün de Şam’ın ziyaretçilerinin gözde mekânlarından birisidir. [3]

Bu yazıda sadece Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir öngörüsüne işaret etmekle yetineceğim son devrin büyük velilerinden Abdullah Dağıstanî’nin kabri de Şam’ın Muhacirun semtinde, Kasiyyun Dağı eteklerindedir.

Abdullah Dağıstanî ve Türkiye’yi İlgilendiren Öngörüsü

Türbesi Yalova’nın Güney köyünde bulunan mürşidi Şerafeddin Dağıstanî’nin yönlendirmesi ile 1936’da Türkiye’den göç ederek Şam’a yerleşen son asrın büyük velilerinden Abdullah Dağıstanî’nin bazı öngörüleri müridleri tarafından kayıt altına alınmıştır. Ahir zamanda ortaya çıkacak bazı gelişmelere işaret eden Abdullah Dağıstanî’nin öngörülerinden önemli bir kısmının gerçekleşmiş olması, Türkiye ve etrafında gelişeceğine işaret ettiği siyasi gelişmeler konuya ilgisiz rasyonalist çevrelerin bile kulağına karsuyu kaçıracak niteliktedir.

1995’de basılan bir kitapta yer verilen bu öngörüleri ilk okuduğumda da çarpılmıştım ama,  Suriye ile ülkemiz arasındaki son gelişmeler dikkate alındığında sorumluluk sahiplerinin ajandasında bir kenara yazılması gerektiğini düşündüm. Abdullah Dağıstanî’den nakledilerek, Arap ülkelerinin A.B.D.nin etki alanına gireceği; Türkiye ile komşu ülkelerden birisi üzerinden çıkartılacak sıcak çatışmanın A.B.D’nin siyasi/askeri menfaatlerini/üslerini tehdit etmesiyle ortaya çıkacak karışıklığın dünya çapında bir felakete yol açacağı kaydedilmiştir.[4]

Toz-Duman Arasında Kaybolan Gerçekler ve T.C. Dışişleri Bakanlığı

Günümüzden kırk yıl kadar önce dünyamızdan ayrılmış ve Şam’daki mütevazı mescidinde toprağa emanet edilmiş olan; zahirde hiçbir siyasî eğilimi/ilgisi olmayan bir “Pîr-i fâni” olan Abdullah Dağıstanî tarafından bu türden, dünyanın kaderini etkileyeceği besbelli olan olayların kayda geçirtilmiş olması benim için hâlâ hayret verici bir husustur.

Tasavvuf tarihinde bu türden geleceğe yönelik bilgiler verilmesi mutad bir husus olmakla beraber tasavvufa yabancı zihinlerin bu türden olaylarda neden/sonuç ilişkisi [illiyyet bağıntısı] kurabilmesi kolay değildir; T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın minareyi ‘seslenme kulesi’ olarak tercüme eden zihniyetin algı haritasını şekillendirdiği “monşer taifesi” içinse neredeyse imkânsız…

Ahir zamanda Hz. Rasulullah’tan nakledilen hadisleri dahi  “zayıftır/şişmandır” diye kategorize edip külliyen reddeden ‘muhakkik (!) müslim’lerin varlığını bilen birisi olan ümmî bir tarikat şeyhinin söylediklerine herkesin inanmasını/değer vermesini beklemeyecek kadar tecrübeye de sahibim. Ancak ülkemizin karar mekanizmalarına yön verenlerden hiç değilse bir tanesinin Abdullah Dağıstanî’den nakledilerek yazılanlar üzerinde bir an olsun düşünmelerini isterim.

Bu satırların okuyanlar arasında bir tane olsun “Su Üstüne Yazı Yazmak” okuru var ise her halde bir an değil daha uzun uzun düşünmek zorunda hissedecektir kendisini…

***

Günlerdir haftalardır TV’lerde gazetelerde Suriye’deki iç savaşın tarafları üzerine yazılar yazılıyor, Suriye’deki iç savaşın muhtemel sonuçları üzerine yorumlar yapılıyor. Hayatında bir kez olsun Cebel-i Kasiyyun’dan Şam-ı Şerifi seyretmemiş, Şam’ın Salihiye’sinde Muhyiddin İbn Arabî Camiinde iki rekât namaz kılmamış dış politika uzmanları, çok bilmiş akademisyenler yorumları ile Suriye’nin altını üstüne getiriyor; sınırlar çizip özerk bölgeler ve hatta ülkeler kuruyorlar. Özellikle son birkaç haftadır Kuzey Suriye’de oluşacak “Batı Kürdistan”  maketi öne çıkartılarak Türkiye halkına bir korku salınmak isteniyor.

Bu yorum kargaşasının tozu dumanı arasında gerçeği görebilmek hiç de kolay değil. “Bölgenin tarihi yeniden yazılacak, sınırlar yeniden belirlenecek” söylemleri ile hedeflenen nedir; anlamak ise asla mümkün değil. Türk Dışişleri’nin internet medyasını takip eden bir basın müşavirliği var ise, 11 Ağustos 2012 günü ülkemizi yeniden ziyaret edeceği açıklanan A.B.D. Dışişleri Bakanı Hillary Rodham Clinton ile görüşmeye girmeden önce Ahmet Davutoğlu’nu bu yazıdan ve dolayısıyla daha da önemlisi Abdullah Dağıstanî tarafından kırk yıl önce yapılmış olan uyarıdan haberdâr etmelerini dilerim.

Bu vesile ile şunu da aktarmak isterim ki, Hillary R. Clinton hakkında geçen yıldan bu yana  yazdığım iki yazıda dikkat çektiğim Baykuş İmparatorluğu kitabından naklettiğim -ve tamamını içeriği nedeniyle Türkçe olarak aktaramadığım- iki satırın işaret ettiği gerçeğe Fransız olduğu anlaşılanların bu yazımdan bir şey anlayabilecekleri konusunda endişeliyim.

Ama olsun; günlerdir gönlümü meşgul eden, yazsam mı yazmasam mı diye tereddüt ettiğim bu yazıyı bir görev duygusu ile yazdım sonunda. Uykularımı kaçıran bir gerçeği, evliyaullahtan önemli bir ismin uyarılarını -varsın bir kişi olsun- muhatabı ile paylaşmak ümidi ile…

Ancak, ülkemiz için karar alma noktasında olanların uykusu -bir şekilde bu yazılanlardan haberdâr oldukları takdirde-  bakalım, benimki kadar kaçacak mı, Kaf dağının ardına!..


————————————————————
İletişim: http://www.hayatibice.net

[1] Jeopolitik siyasi coğrafyadan doğan ve siyasi coğrafyanın devletlere sağladığı avantaj ve dezavantajları; devletlerin coğrafi özellikleriyle siyasetleri arasındaki ilişkileri inceleyen bir bilim dalıdır. Jeopolitik’i belirleyen siyasi coğrafya, yeryüzü şekilleri, demografi, sosyoekonomik durum, gibi unsurlara dayanır. Siyasi coğrafyayı ilgilendiren etkenler coğrafi konum, alan, yer şekilleri, iklim özellikleri ile sular gibi doğal kaynaklardır.

[2] Milliyetçi camianın iyi bildiği akademik isimlerden Prof. Dr. Nadim Macit’in teo-stratejiye dikkat çeken çalışmaları bu hükmün nadir görülen bir istisnasıdır. Macit’in bu konudaki önemli bir yazısı için bkz: Üçüncü Dünya Savaşı: Olgular ve Kehanetler, Ortadoğu Gazetesi; 02.12.2011,
http://www.ortadogugazetesi.net/makale.php?makale=ucuncu-dunya-savasi-olgular-ve-kehanetler&id=10059

[3] Türkler için Şam denildiğinde akla gelen ilk isimlerden birisi de Yavuz Sultan Selim olmalıdır. Şam ahalisinin altına (paraya) düşkünlüğüne işaretle “Sizin taptığınız benim ayaklarım altındadır” dediği için katledilen Muhyiddin İbn Arabî’nin kabrinin, Yavuz’un hilafeti Türk milletine armağan ettiği ünlü Mısır seferi dönüşünde görülen bir rüya ile keşfedildiği bilinir.

İstanbul’un Fatih ilçesindeki Yavuz Sultan Selim türbesinde yer alan bir kitabe olarak muhafaza edilen“Sin Şın’a girdiğinde Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” ibareli levha bu öykünün tarihî bir tanığı olarak durmaktadır. Muhyiddin İbn Arabî’ye atfedilen ibaredeki “Sin” ile kastedilenin Selim, “Şın” ile işaret edilenin Şam olarak kodlandığı kabul edilir.

[4] 1995 yılında A.B.D.de basılan Naqshbandi Sufi Way adlı kitapta bu konuda yazılan satırlar şöyledir: Before he passed away (September 30th,1973), in a private meeting with some of his closest murids, he said, “There will be peace, and America will be the one leading the talks for peace, which will end the war between the Arabs and Israel. This is going to happen. The sign of it is the collapse of Communism and the splitting of the Russian Empire into many parts. There will be no power in this world, except for America. Most Arab governments will turn to the Americans. (…)
Suddenly, in the midst of peace, an attack will be made on Turkey from a neighboring country and a war will start, followed by an invasion of Turkey by a close neighboring country.
This will threaten the U.S. bases in Turkey and will cause a greater battle to ensue.
This will result in a great disaster on earth and a horrible war.
(Naqshbandi Sufi Way by Hisham Kabbani; pp.370-373 ; KAZI Publications; Chicago-1995.)