Devlet BAHÇELİ: “Akıl, Allah’ın hitap vasıtasıdır.”

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 9. Dönem Sertifika Töreninde
yapmış oldukları konuşma.
11 Ocak 2014

 

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Çok Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,

Eğitimlerini Tamamlayan Değerli Kardeşlerim,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken hepinizi en içten sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 9’ncu dönem eğitim faaliyetleri bugün tamamlanmıştır.

Bu kapsamda sertifika almaya hak kazanmış kardeşlerimizin mutluluğunu paylaşmak ve sevinçlerine ortak olmak için bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Siyaset ve Liderlik Okulu’muz; 10 Ekim 2009 tarihinden beridir aksamadan, kesintiye uğramadan, ilk günkü heyecanından bir şey kaybetmeden faal halde çalışmaktadır.

Bu istikrarlı, idealist ve ilkeli tablo en az burada verilen eğitim kadar önemli addedilmelidir.

Siyaset ve Liderlik Okulu’na zaman ayıran, emek veren, katkı sağlayan ve buranın gelişmesi için mesai harcayan her arkadaşıma bu vesileyle teşekkürü bir borç biliyorum.

Daha nice yıllarda Okulumuzda böylesi etkinlikler münasebetiyle toplanmayı ümit ediyor ve hepinize hoş geldiniz diyorum.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Misafirler,

Siyaset ve Liderlik Okulu’nun Türk-İslam ülküsünün esas ve sınırları dahilinde kalarak çağın ruhuyla ters düşmeyeceğini, dünden kopmayacağını, gelecek perspektifinden de ayrılmayacağını düşünüyorum.

Fikirlere şaşı bakmayan, dogmalara kapı açmayan, istismarlara fırsat tanımayan ve izm’lerin dalga boyuna karşı son derece dikkatli, son derece uyanık duran bir bakış açısına ulaşılmalıdır.

Ayrıca manevi değerleri rehber edinmiş, milli varlığımızın geçirdiği merhaleleri ruhen kavramış, vicdanen süzmüş ve zihnen idrak etmiş yüksek ahlaklı nesillere çok ihtiyacımız vardır.

Şundan emin olunuz ki, son yurdumuzdaki bekamız ve milli bünyemizin devamlılığı buna bağlıdır.

İçinde bulunduğumuz zamanın avantaj ve dezavantajlarını tasnif etme yeti ve becerisini edinmiş, bundan milliyetçi sonuçlar çıkararak ülküleriyle örtüştürmüş kuşaklar bizim teminatımızdır.

Genelde insanlığın, özelde Türk milletinin muhatap kaldığı gelişmeleri yakinen takip edecek, olayları milliyetçi cevherle işleyecek ve yorumlayacak geniş ve tesirli bir fikir sahası kurmak lazımdır.

Bu hedefe tam anlamıyla varılırsa Türk kültürünün canlı ve dinamik bir kıvamda geleceğin parlak ufkuna mühür vurması, hakim ve belirleyici vasfıyla stratejik güç haline yükselmesi kaçınılmazdır.

Bildiğiniz üzere, eğitim bir milletin can damarıdır.

Eğitim ve öğretim akıl ile duygunun uyumunu gözetmeli, şüphe yok ki bunu sağlamalıdır.

Akılsız duygu çılgınlığa, duygusuz akıl çıldırmışlığa zemin ve ortam açacaktır.

Akılla duygunun, cesaretle tedbirin, heyecanla sağduyunun, zekâyla çalışkanlığın yolları kesişmedikten sonra beşeriyetin huzur yüzü görmesi mümkün değildir.

Kaldı ki tarihsel deneyimler de bunu göstermektedir.

Türk-İslam medeniyetinin insanlığa örnek olduğu, istikamet çizdiği dönemlerde akıl ve duygunun ahengi gerçekten de gıpta edilecek düzeylerdedir.

Gönülleri kazanmamızın, kıtaları fethetmemizin, kılıcı kalemle ve kalple sarmamızın derin sırrını burada aramak en doğrusudur.

Kutlu ecdadımızın adalete düşkünlüğü, hak ve hakikat yoluna sadakati, nefsi azgınlıklara gem vurması milletimizi başarıdan başarıya uçurmuştur.

Maddeyle mana arasında inşa edilen denge, ilim ve maneviyat arasında kurulan sağlam bağ Türk milletini asırlarca zirvelerde tutundurmuştur.

Biz, kalbi olmadan hasbi olunamayacağını, akli davranmadan ihlasa ulaşılamayacağını muhterem ecdadımızdan öğrendik.

Merhum Cemil Meriç’ten mülhem şunu söylemek istiyorum ki, muhteşem bir maziden murdar ve marazi bir hale kanatlanmak elbette ibretlik, elbette yaşanmışlıkların adeta inkarı gibidir.

Ve tarihin gerisine düşmek tam da böyle bir şeydir.

Akılla pekişmiş vicdan rotasından çıkan toplumların felaketle karşılaşması, itidalin ve ihtiyatın çizgisinden savrulması defalarca teyit edilmiş kadim bir kuraldır.

Geçmişimizde aklın övüldüğü, gönül insanı olmanın takdir topladığı, saygıya, ahlaka ve muhabbete dayalı toplumsal ilişkilerin el üstünde tutulduğu zamanlarda huzur ve refah vatanımızdan hiç eksik olmamıştır.

18’nci yüzyılda yaşamış Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri meşhur eseri Marifetname’de; Allah’ın sevdiğine temiz kalp, iyi ahlak ve doğru akıl ihsan edeceğini söylemiştir.

Bu alim, arif ve hikmet ehli büyüğümüz; aklın, Allah’ın hitap vasıtası olduğunu hatırlatmıştır.

Aklın ve kalbin, melekut ve semanın gök alemine mensup nurlu ve yüksek bir değer olduğunu ifade etmiştir.

Nitekim, akıl kalpte nurlu bir gözdür.

Akıl Allah’tan gelmiştir.

Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran, gönlü parlatan, günahtan koruyan, sapkınlıklardan uzak tutan aklın ışığıdır.

Efendimiz Resulullah, Allah’ın alemden evvel aklı yarattığını buyurmuştur.

Akıl; Allah korkusunun, iman vahasının, edep ve haya ağacının, bilim ve bilgi çınarının yeşerip geliştiği verimli bir bahçedir.

Bugünkü şartlarda yaşadığımız krizleri aşmanın yolu önce ortak aklı çalıştırmaktır.

Çalkantılardan kurtulmanın reçetesi müşterek aklı harekete geçirmektir.

Milletçe doğruda buluşmak, mantık ve makulde söz kesmek, uzlaşma ve diyalog kanallarını genişletmek gerekmektedir.

Aksi halde Türkiye’nin işi zordur.

Önümüz sisli, bir o kadar da engebelerle doludur.

Akla sığmayan, dehşet verici vakalar herkesin gözü önünde cereyan etmektir.

Nefsani arzulara esir düşmüş, tehlikelerle bezenmiş, heves ve hevaların tutsağı olmuş iktidar zümresi Türkiye’yi felaketlere götürmektedir.

Aklın reddettiği ne varsa bugün tedavüldedir.

İnsani hasletlerle bağdaşmayan ne varsa bugün ortadadır.

Tabiidir ki ülkemizin şu günkü buhranlı halinden memnun olmamız akla, inanca, insafa ve izana ihanettir.

Bizim yangından mal kaçırma gibi bir derdimiz yoktur.

Bizim fırsatı ganimete dönüştürme, krizden medet umma, kavgadan çıkar bekleme gibi bir gayretimiz olmayacak, olamayacaktır.

Milletimizin üzgün, sıkkın ve şaşkın olduğu bir durumda, bizim ısrarla siyasi menfaat çetelesi tutmamız kendimizi, mazimizi ve milliyetçi mücadelemizi inkardır.

“Önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben” anlayışına müzahir tavrımızı koruyarak, iktidar sefaletinin neden olduğu sivrilikleri, hasis emelleri, adalet, akıl ve vicdanla izah edilemeyen yanlışlıkları kaygıyla izliyoruz.

Bizim, gündemdeki iddia taşkınlığına dudak bükmemiz imkânsızdır.

Dikkatleri asıl mevzudan uzaklaştırma çabalarını, esas konuları gizlemeye matuf tali ve dolambaçlı yol açma teşebbüslerini masum bulmamız akla ziyandır.

Hem kel hem de fodul olan iktidarın adalete giydirmeye çalıştığı deli gömleğini hafife almamız eşyanın tabiatına aykırı olduğu gibi, milletimizin hukukuna da açıkça hakarettir.

Bu tutumuzla milletimizin hakkını savunuyoruz.

Bu milli duruşumuzla hali hazırda yaşanan, gittikçe karmaşıklaşan devlet ve sistem krizini aşmanın formülleri üzerine kafa yoruyoruz.

Hz. Mevlana asırlar evvel; geminin içindeki su gemiyi batırır, geminin altındaki su ise kaldırır demiştir.

Bugünkü iktidarı batıran, sorgulatan, tartıştıran, gözden ve gönülden düşüren örtülmesi artık mümkün olmayan rüşvet ve yolsuzluk suçlamalarıdır.

Bu aynı zamanda Türkiye’nin de itibar, yaptırım, caydırıcılık ve saygınlığına tahminlerin ötesinde zarar vermektedir.

Türkiye iktidarın suç ve suçlunun yanında yer alan ahlaksız tercihinden dolayı dört bir tarafından su almakta ve dibe doğru gitmektedir.

O halde ülkemizi düzlüğe ve yüzeye çıkaracak birinci yol soruna neden olan rüşvet ve yolsuzluk iddialarının üzerine kararlıca gitmektir.

Eğer bu hususta irade gösterilip başarı sağlanırsa, batışa neden olan yük ve ağırlıklar kaldıraç işlevi görecek ve Türkiye dehşet döngüsünden hasar alsa da kurtulacaktır.

Karanlığa göz kırpan ve iyice paranoyaklaşan iktidarın ülkemize köstek olması böylece engellenecektir.

Başbakan’ın önündeki en ciddi tarihi sorumluluk, kaosun kurumsallaşmasına, hangi badirelere kapı aralayacağı az çok belli olan siyasal kopuşa mani olmak ve hukukun elini kolaylaştırmaktır.

Türk milletinin gözü açıktır.

Muhayyilesi faaldir.

Baldırı çıplakların tezgâhlarına hazırlıklıdır.

Kendi biçtiği elbisenin içine önüne ne gelirse tıkıştırmaya çalışan iktidarın oyunlarını görmekte ve okumaktadır.

İktidarın karanlık ilişki ve yüzünün yerine hukukun saydam hükümleri koyulmadıkça atılacak her adım bumerang gibi geri dönecek; bacanaklara, kayın biraderlere, mahdumlara, dünürlere, bakanlara, yandaş işadamlarına cepheden vuracaktır.

Türkiye’nin devası hukuk ve hukukun üstünlüğüne hürmet edilmesidir.

AKP iktidarı dip yapan saygınlığını az da olsa diriltmek istiyorsa başka bir seçeneği yoktur.

Konfüçüyüs’ün deyimiyle söyleyecek olursak; bir iktidar saygı görmüyorsa, herkes bilsin ki başka bir iktidar yoldadır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Üzülerek görüyoruz ki, devlet çarkı dönmemektedir.

İktidar partisi karabasan gibi milletimizin ve devletimizin üzerine çöreklenmiştir.

İktidar Türk milletinin olan biten çirkinliklerin farkına varmasına duvar örmek, değilse bile geciktirmek için hayali düşmanlar icat etmektedir.

Başbakan iddiaların vahametini anlayıp dinlemeden komplo mucitliği yapmakta, iç ve dış düşman korkuluklarıyla akılları çelmeye gayret etmektedir.

Gazali yüzyıllar önce; “Bir şeyi anlamadan ve ne olduğunu bilmeden reddetmek karanlığa taş atmak gibidir” diyerek bir bakıma Başbakan ve hükümetinin perişanlığını tarif etmiştir.

Unutmayalım ki karanlığı taşlamakla, karartıya kurşun atmakla; bostan korkuluğu taşlamak arasında hiçbir fark yoktur.

İktidar ve yandaşları nefislerine uymuş, yasa ve hukuk dışı yollarla paraya tamah etmiş ve günah işlemişlerdir.

Kanun kaçakları, kanundan kaçırılanlar, kanunu karartanlar ve kanun kalaycıları aşağı yukarı billurlaşmıştır.

Ne kadar inkar etseler de, ne kadar çırpınsalar da, ne kadar algıları kontrol etmeye çabalasalar da iktidar büyüğünden küçüğüne iş üstünde basılmıştır.

Utancından kulaklarını saklayan Midas’tan asırlar sonra, bu defa da utanmaksızın karanlık emellerinden dolayı koyulaşan yüzünü gizlemeye çalışan bir iktidar bu topraklarda ortaya çıkmıştır.

Tarih tanıktır ki, kendi haricindeki olaylara komplocu bakanlar, çıkar uğruna değer infazı yapanlar ve çelişki içinde bocalayanlar her zaman kolay bir açıklama yolu aramışlar, her zaman kabahati başkalarının sırtına yüklemişlerdir.

Bunlar ki doğrulukla, doğru olmakla usulen de, esasen de çatışmışlardır.

Hz. Ali’nin “Doğruyu kişisine göre tanıma. Aksine doğruyu tanı ki, doğru olanları da tanıyasın” kutlu tavsiyesi bugünkü iktidar kadrolarının hiç işine gelmemiş, hiç de aklına düşmemiştir.

Ne acıdır ki, Türkiye’de her şey ayağa düşmüştür.

Türk devleti kanatları koparılıp kafese atılan kuş haline dönmüştür.

Kanayan yaralar sürekli deşilmektedir.

Kuşkulu, kuruntulu, vehimli zihniyetler kendi dışındaki herkesi kötülemekte ve itham etmektedir.

Tarihsel ve toplumsal ibremiz haram yiyenlerin, ne var ne yok götürenlerin, hakkı olmadan rahat ve refahın içinde yüzenlerin elinde tersine çevrilmektedir.

Bu skandal manzara hepimizi bunaltmakta, hepimizi sarsmaktadır.

Türkiye rüşvet ve yolsuzluk dumanıyla içine kapanmakta, içe kıvrılmaktadır.

Zaten son derece zayıf olan güven ve istikrar, afallayan iktidarın döşediği mayınlı bir alana hepten kıstırılmıştır.

Rüşvet ve yolsuzluğun suç ortakları önüne gelene ve tehdit olarak gördüklerine kontrolsüzce saldırmaktadır.

Kıvılcımla alevlenecek kurumuş otlardan farksız duran iktidarın suyu çekmiş, omuzları düşmüş, bakışları solmuştur.

Buna rağmen kuyruğu dik tutmaya çalışmaktadır.

Buna rağmen suçlamaları tersleyerek ve yok sayarak vakit kazandığını zannetmektedir.

Oysaki, insanlık tarihinin hiçbir döneminde doğruluk, meşakkatli olsa da kaybetmemiştir.

Bundan sonra da kaybetmeyecektir.

Ayakkabı kutularına koyulan milyon dolarları komployla örtme planı tutmayacaktır.

Yatak odalarındaki para sayma makinelerini ve para kasalarını gizleme sinsiliği başarılı olamayacaktır.

İstanbul’dan İzmir’e, Ankara’dan Mersin’e kadar virüs gibi yayılan rüşvet hastalığını sanal dış güçler safsatası, dost darbesi lafları, yargı operasyonu ve paralel devlet tespitleri aklayamayacaktır.

Ok yaydan çıkmıştır.

Aklını kaybederek kuyruk kesilen yandaş kalemler ne yaparsa yapsın Türk milletini aldatamayacak, hırsızlığı mazur ve haklı gösteremeyecektir.

Ayakkabı kutularından çıkan para İmam Hatip’e diyen imansızların kursağına gitmiştir.

Hayırsever olarak lanse edilen şaibeli ve sözde işadamlarının yağmur gibi yağdırdığı rüşvetler bakanların cebine inmiştir.

Çantalara kitap yerine para desteleri saklanmış, haramla Umre istismarı yapılmıştır.

Balıkesirli fukara koluna takacak saat alamayacak durumdayken 700 bin liralık saatleri menfaat karşılığı ve nüfuz ticareti yoluyla edinip kolunda taşıyanlar bunun hesabını iki cihanda da veremeyeceklerdir.

İzmirli memur et yiyemeyecek kadar dara düşmüşken, manidar bacanakların tren soyguncularıyla rüşvet ağı kurması asla ama asla izah edilemeyecektir.

Rüşvet ve yolsuzlukla aşırılan ve çalınan astronomik rakamlar;

       Konyalı çiftçinin buğday parasıdır.

√       Edirneli ninenin kefen parasıdır.

√       Ankaralı ananın süt parasıdır.

√       Manisalı esnafın siftah parasıdır.

√       Giresunlu gencimizin çeyiz parasıdır.

√       Bursalı işçimizin pazar parasıdır.

√       Antalyalı otelcinin kira parasıdır.

√       Muşlu işsizin ekmek parasıdır.

√       Diyarbakırlı dedenin yaşlılık parasıdır.

√       Çorumlu küçücük yavrunun simit parasıdır.

√       Trabzonlu yetimin çorba parasıdır.

Zannederseniz istilacı Vikingler tekrar tarih sahnesine çıkmış ve Türkiye’yi yağmaya ve yolmaya girişmiştir.

Ve her yer rüşvet her yer yolsuzluk olmuştur.

TC’nin tasfiyesine, Kürdistan’ın kurulmasına, PKK’nın ve İmralı canisinin affına nezaret edenler, kara paraya da kuryeliğe soyunmuştur.

Hırsızlık ülkemizde gövde gösterisi yapmaktadır.

Bir yanda hainlere prim verip sınırsız kredi açanlar, öte yanda Türkiye’yi “Kel Ali’nin Bağına” çevirmişler, baştan ayağa soygun düzeni kurmuşlardır.

Bunlar acı verici de olsa, gerçektir.

Hesap verme mekanizması sağlıklı çalışmadığından insanımız, paramız, ümitlerimiz, zamanımız ve adaletimiz iki paralık olmaktadır.

Teessüfle belirtmek isterim ki, akıl ve mantık şu an Türkiye’den elini ayağını çekmiştir.

Ülkemiz “yaşa-kahrol” cepheleşmesinde enerji kaybetmekte, hayat damarları tıkanmaktadır.

Şu kabul edilemez kayıp ve isyan ettiren zaafiyete bakınız ki, iktidar adam kıtlığı azabıyla, yani kaht-ı ricalle yanıp kavrulmakta, rüşvet karanlığıyla kanamakta ve Türkiye’yi de uçuruma çekmektedir.

 

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler,

Tarihin her döneminde ahlak ve iman yolundan sapanlar hak ettikleri cezaları bulmuşlardır.

İnsanlık; zalimlerin, haksızlık yapanların, bağnazların, kibirlilerin ders alınması gereken ve hepimize ibret vesikası olan sonlarını görmüştür.

İlahlık taslayan Firavun’un suda helak olması, bir sineğin mağlup ettiği Nemrud, yaşayışları hayvandan daha aşağı olan Lut Kavimi, Ebabil kuşlarınca yok edilen müşrikler, Nuh, Ad ve Semud Kavimlerinin yaşadıkları felaketler insanlığın ortak hafızasında hala canlıdır.

Menfi niyetlere eşlik eden; cehalet, ihanet, gaflet, şöhret ve şehvet hastalıkları yolunu şaşırmışların ortak meziyeti, ortak özellikleri arasındadır.

Nefsi ve şeytani tutkuların neden olduğu toplumsal yaraların tedavisi uzun zaman almış, epey de maliyetli olmuştur.

Şu gerçeğin altını kalın olarak çizmek isterim ki, hukuk kuralları, adalet ilkeleri toplum yapısının güvencesi olarak düzen ve dengeyi sağlamıştır.

Çağlar boyunca en büyük yaptırım gücü merhum Hocamız Prof. Dr Erol Güngör’ün de vurguladığı gibi insanlık vicdanıdır.

Eğer ki, kanunlar, nizamlar, kamuoyunun baskıları, dinin emir ve yasakları insan vicdanında yer bulmazsa, devletle vatandaş arasında bitip tükenmez bir hırsız-polis kovalamacası başlayacaktır.

Merhum Güngör, bu durum karşısında, ferdin yakalanmayacağını düşündüğü her fırsatta suç işleyeceğini açıklamaktadır.

Vidan bizlerin, kendi ahlaki davranışımız hakkında şahsen yapmış olduğumuz yargıdır.

Yine Merhum Güngör Hocamız, ahlaki kontrol gücünü yitirmiş toplumlarda nefsine hakim olmasını bilen vicdan sahiplerinin birer ahlak kahramanı olarak toplumu doğru yola getireceklerini söylemiştir.

İşte Türk milliyetçileri bu dönemin ahlak burçlarıdır.

Millet olarak ahlak kahramanları ve edep zirveleri konusunda oldukça talihli olduğumuz bir hakikattir.

Rahmetle hatırladığımız büyük Hakanımız Fatih Sultan Mehmet’i, bir Rum Mimarla devrin Kadısı Huzur Bey’in karşısına aynı haklarla ve eşit şartlarla çıkaran bir sistemi övmeyelim ve hayranlık duymayalım da ne yapalım?

Yargılanan bir cihan Padişahının suçlu bulunmasına ses çıkarmamasını ve kısasa kısas bağlamında verilen hükme razı gelmesini iftiharla anmayacağız da neyi konuşacağız?

Gururla ifade edebilirim ki,

Fatih Sultan Mehmet, Kadı’ya soruşturma açmamıştır.

Venedik, Ceneviz, Floransa odaklı faiz lobisi var diyerek yaygara koparmamıştır.

Mahkemenin huzurunda ayakta bekletilmesinden dolayı öfkelenip “yetkim olsa yargılardım” dememiştir.

Kadı hakkında karalama kampanyası başlatmamış, tuzak kuruyor iftirası atmamıştır.

Sürgüne göndermemiş, piyon, militan, bildiri dağıtan dememiş, mahkemeyi zapturapt altına almamıştır.

Her şeye gücü yetecekken fermanla Kadı’nın boynunu vurdurmamıştır.

Komplocu olarak fişlememiş, İstanbul’da örgüt izi sürmemiştir.

Kadı’nın yetkisini gasp etmemiştir.

Küresel suikast var diyerek orduyu sefere çıkarmamıştır.

Verilen mahkeme kararına karşı gelmemiştir.

Elinin kesilmesine karar veren Kadı’ya Bizans’ın artıklarıyla işbirliği içinde, dış güçlerin hesabına çalışıyor, darbe yapıyor, haddini aşıyor, suç işliyor da dememiştir.

Peki ne yapmıştır?

Şüphesiz Kadı’nın hükmüne boyun eğmiş, fakat Mimar kısası kabul etmediği için yalnızca tazminata mahkûm olmakla kalmıştır.

Rivayet odur ki, Büyük Hakanımız Kadı’ya elindeki demir sopayı gösterip; “eğer sen Allah’ın huzurunda hükmünü uygulamayıp elimi kesmeye beni mahkûm etmeseydin bununla senin başını paramparça ederdim” demiştir.

İşte büyük bir devlet olmak, işte büyük bir adam olmak, işte büyük bir hünkâr olmak böyle bir şeydir.

Ecdadımızın şerefli isimlerini ağızlarına alarak kirletenlerin, bundan sonra daha özenli, daha saygılı ve daha tasarruflu hareket etmeleri en halisane tavsiyemizdir.

17’nci yüzyılın aydınlık yüzlerinden birisi olan Katip Çelebi Mizanü’l Hakk isimli eserinde; “rüşvet alanların hükmü batıldır” derken, ilaveten bu kişilerin “zalimlerin tepe sultanı” olduklarına vurgu yapmıştır.

4. Murad ve 1. İbrahim’e Risaleler hazırlayan Koçi Bey, “İşlerin düzelmesi, adaletin sağlanması ve hak sahiplerine haklarının verilebilmesi için rüşvet, iltimas mutlaka önlenmelidir” uyarısında bulunmuştur.

Büyük devlet adamı Nizamülmülk, Siyasetnamesi’nde aynen şunları söylemektedir: “Memleketin ayakta durabilmesi için Hz Adem’den zamanımıza kadar hiçbir padişah adaleti hakim kılmak için suçluyu cezalandırmaktan çekimser kalamamıştır.”

Balasagunlu Yusuf Has Hacip, Kudatgu Bilig’te ise, beyin tok gözlü ve utanma duygusuna sahip olmasından bugünlere ders verircesine bahsetmektedir.

Türk devlet geleneğinde rüşvet; “kişiliği onursuzca satmak” olarak tanımlanmaktadır.

Şokları emen, krizleri etkisizleştiren, talanı kenara iten, şiddet ve ilkellikleri bertaraf eden norm ve adalet kaideleri bizi her zaman güçlü yapmıştır.

Toplum hayatının karmaşık hale gelmesiyle meydana gelen hukuk, ahlakın başlıca garantisidir.

Merhum Güngör’e göre faziletli insan, ahlaki olgunluğa ulaşmış insan demektir.

Şimdilerde milletimiz faziletli yöneticileri neredeyse mumla aramaktadır.

Fuzuli’nin Şikâyetnamesindeki; “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler” sızlanması tam olarak bugünkü iktidara denk düşmektedir.

Emperyalizme yaverlik yapanlar, rüşvet ve yolsuzluk kervanın da kethüdası unvanını çoktan almışlardır.

Bu vicdan körlüğünün, bu akıl noksanlığının, bu inanç eksikliğinin ne bir bahanesi ne de geçerli bir tevili olacaktır.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Bildiğiniz üzere, saat yelkovan ile akrebin hızı ile dönmektedir.

Biri ne kadar süratli ise öbürü o kadar yavaş ve ağırdır.

Hırsızlıkla hukuk akreple yelkovan gibi olmuştur.

Birisi o denli hızlı ve cüretliyken, diğeri o denli yavaşlatılmakta ve baskı altına alınmaktadır.

Avantacılara, eşantiyon meraklılarına, vurgunculara, rüşvetçilere, ihale çetelerine, alaverecilere, dalaverecilere hukukun terazisi yetişememektedir.

AKP’li elitler, seçkinler, korunan ve kollanan zümreler adalet terazisinden muaf gibi davranmaktadır.

Devlet gücünün, daha doğru bir deyimle, iktidarın yargı tarafından denetlenmesi ilk kez 19’ncu yüzyılın ikinci yarısında fikri bir zemin bulmuştur.

Hukuk devleti prensibi, hukukun tutarlı ve eşit uygulanmasının yanı sıra, siyasi meşruiyetin hukuk kurallarına bağlanmasını da sağlamıştır.

Hukuka dayanarak, hukuka uygun hareket etmek iktidarların en temel sorumlulukları arasındadır.

Hukuk devletinde; devletin adalete uygunluğunu sağlayan ilke ve kurallar, bu uygunluğu temin edecek yargı denetimi, bu mekanizmanın etkin işleyişi için lazım olan yargı bağımsızlığı ve bunların tamamlayıcısı niteliğindeki adil yargılama güvencesi vazgeçilemezdir.

Hakim, savcı ve mahkemelerin bağımsızlığı hukuk devletinin olmazsa olmaz özelliği olup muhafaza edilmelidir.

Anayasamızın 138’nci maddesi bu maksada hizmet etmektedir.

Hukuk devletinin kurucu unsurları arasında, devletin hukukla sınırlandırılması ve keyfilikten arındırılması ana omurga işlevi görmektedir.

Hukuk önünde eşitlik, kişi hak ve özgürlüklerinin güvenceye alınması ve yargısal denetim hukuk devletinin esaslarındandır.

Siyasal bir sürecin ürünü olan devlet hukukla anlamlı olmakta, hukukla meşru ve ahlaki bir zemine dayanmaktadır.

Devletin bileşenlerinden birisi olan iktidar ise, devlet adına otorite kurmayı sağlayan siyasal gücün kimlerin elinde ve nasıl kullanıldığını göstermektedir.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi de, erkler arasındaki çatışma ve güç mücadelesini frenleyerek, bunlar arasındaki ilişkiyi belli ve tanımlanabilir bir kurala bağlamaktadır.

Yargı, siyasi iktidarı tüm uygulamaları açısından denetleyen ve anayasal sınırlar içinde tutan bir yetkiye sahiptir.

Bu aynı zamanda devlet içindeki gerilimleri yumuşatmaya, görev ve yetki aşımından doğan aşırılıkları törpülemeye yaramaktadır.

Hukuk devleti ilkesi aşınırsa bundan hiç kimse kazançlı çıkmayacaktır.

Devleti çeteden ayıran hukuk eğer zayıflarsa toplumsal barış ve milli birlik hasar alacak, dağılma riskiyle karşılaşacaktır.

Büyük İslam filozofu İbn-i Haldun 14.yüzyılda; “Bir millet psikolojik bir yenilginin mağduru olmuşsa, o milletin sonu gelmiş demektir” sözleriyle aslında çok isabetli bir yorumda bulunmuştur.

Allah korusun ama, Türk milleti psikolojik bir mağlubiyetin kırmızı hattına doğru devlet organları arasındaki düşmanlıklarla ilerlemektedir.

Bu durum milli birliğimizi, milli varlığımızı, devlet-millet uyumunu ve milli geleceğimizi tehdit etmektedir.

Bugünkü tablonun mimarları Yeni Türkiye fitnesinin temsilcileridir.

Bugünkü karanlığın failleri istiklal savaşı başlatıp gerçek istiklalimizi linç etmenin hevesinde olanlar zorbalardır.

Bugünkü kargaşanın özünde iç ve dış politikada marjinal faydası sıfırın altına düşen, ahlaken iflas eden ve hukuken de ölümcül bir yara almış iktidar zihniyeti vardır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Rüşvet ve yolsuzlukla hesaplaşmaktan imtina eden ve kaytaran iktidara rahat yüzü göstermeyeceğimizi açık açık söylüyorum.

Biz Türk milletinin helalini savunuyor, alın terinin hesabını soruyoruz.

Temiz toplum, temiz yönetim ve temiz siyaset için Türkiye safralarından arınmalı, bağlarından kurtulmalıdır.

Bunu takip etmek, bunun için elimizden gelen gayreti sarfetmek hepimizin sorumluluğudur.

Bu düşüncelerle Siyaset ve Liderlik Okulumuzun bu mezuniyet döneminde sertifika almış kardeşlerimi tebrik ediyor, hepsine çalışmalarında üstün başarılar diliyorum.

Siyaset ve Liderlik Okulumuza katkı veren başta değerli öğretim üyelerimiz olmak üzere herkese şükranlarımı sunuyorum.

Sözlerime son verirken hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, sizleri Cenab-ı Allah’a emanet ediyor, yarın idrak edeceğimiz Mevlid Kandilinizi dualarımla birlikte şimdiden kutluyorum.

Sağ olun, var olun.