Can Mustafa ÇEBİ: BİR ZOON POLİTİKON ZARURETLİĞİ

BİR ZOON POLİTİKON ZARURETLİĞİ

Can Mustafa ÇEBİ

“Vatan borcunu mezada çıkaran bireyci-maddeci falan filan zihniyetine karşı, yaşasın milli mukaddesatlarını her şeyin üstünde tutan maneviyatçı-toplumcu Türk milliyetçiliği”. Diyerek sonlandırmışım beş sene evvel yazdığım bir köşe yazısının sonunu. İfadede geçen falan filan ibaresinin yerinde politik bir öğe var. Beş sene sonra meselenin bu politik öğenin temsil etme iddiasında olduğu düşünce biçiminden çok daha grift olduğuna kanaat getirdiğim için kullanmaya gerek duymadım. Yazının konusu bedelli askerlik uygulaması idi ve bende bu uygulamaya karşı kendi Türk milliyetçiliği anlayışım çerçevesinde neyin nasıl olması hususunda bir tavır geliştirmiştim. Tavrımdan ödün verdiğim veya geri adım attığım düşünülmesin, durum; sosyal gerçeklikler ile ideolojik tahayyül ve hedefler arasındaki çelişik pozisyon alıştan ibaret. Yani mesele hayatın seyrüseferi daha doğrusu onunla uyum içerisinde olmak zorunda kalmış insanın seyrüseferi. Bu insanın hangi ideolojik kompartımanda hayat yolculuğunu devam ettirdiğinin bir ehemmiyeti yok, neticede hangi kompartımanda olunursa olunsun toplumsal hayat treninin istikameti belli ve o trenin kondüktörünün adı zaman…!

Aristoteles, Politika adlı eserinde insanı “Zoon politikon” yani toplumsal bir hayvan/canlı diye tanımlar. Avcı-Toplayıcı günlerimizden bu yana insanlar toplu olarak, birbirleriyle dayanışarak ya da çıkar ilişkisi kurarak yaşarlar. Modern zamanlar bu ilişki biçimlerini çeşitli ideolojik adlarla tanımlayıp kendilerine göre idealize ettiler. Kimileri insanın zoon politikonluğunu eşitlikçi ve paylaşımcı bir perspektifte ülküleştirip adına sosyalizm, kimisi tamamen çıkar esası üzerine kurup, bu çıkar esası üzerinden de toplumsal anlamda maksimum fayda elde edileceğini tezinin çıkış noktası yapıp kapitalizmi üretti. Biz organik bir toplum modeli tasavvur ettiğimiz için Gökalp’ten beri dayanışmacılığı yani literatürel karşılığı olarak solidarizmi ilkeleştirdik.

İnsanoğlunun sosyal yaşam hususundaki meziyeti biz insan türünün diğer canlıların önüne geçmesindeki en büyük toplumsal nedendir. Haddi zatında yaşadığı ortam itibarıyla biyolojik olarak insan türünden daha avantajlı canlı toplulukları vardır fakat toplumsallaşma kabiliyeti bakımından da insan türü yeryüzü jangılında diğer bütün canlılara galebe çalarak besin zincirinin en üstüne çıkmıştır. Rekabet sadece insan, hayvan ve bitki türlerinin arasında vuku bulmamıştır. Yeryüzünde rakipsiz kalan insanoğlu rekabetini en ve daha kıyasıya bir şekilde kendi arasına yaymıştır. Neticede insanoğlunun toplumsal alanı da bir rekabet alanıdır. İnsanoğlu asırlardan beri eşitlik, adalet gibi kulağa hoş gelen söylemleri idealize ederek bu yaşam kavgasının en azından adil şartlarda oluşması adına mücadele etmiştir. Hatta insanın oluşturduğu en üst yapı olan devlet mekanizması bunu sağlayabilmek adına oluşturulmuştur desek çok da abartmış olmayız.

Her ne kadar “üşümeyen, acıkmayan, uyumayan, yorulmayan v.b.” bir organizma olduğu hususunda devamlı bir telkine maruz kalsalar da Ülkücüler de üşüyebilen, acıkabilen,uykusu gelebilen hatta yorulabilen bir insan türüdür. Hatta ideolojik olarak millet gerçekliği üzerine bina edilen bir ülkünün mümessilleri olduklarından mütevellit bulundukları pozisyon toplumsal bir duruşa işaret eder. Binaenaleyh Ülkücüler bizzat Aristoteles’in tanımına uyan politik hayvanlardandır, yani Ülkücüler de insandır. Burada; bahsedilen Ülkücü ifadesinin içeriğini doldurmak gerekliliği hasıl olur. Bahsettiğim bu politik hayvan türü dünyayı değiştirebilmek adına kendilerini sıkı bir ideolojik perhize almış, bu perhizi de mümkün mertebe Ülkü Ocakları çatısı altında uygulamaya koymuşlardır. Klasik felsefe metinlerinin kemalat yaşı olarak verdiği kırklı yaşlarından çok çok evvel (tesadüfen veya konjönktür gereği bu çatı altında kısa süreli ikame etmişleri saymıyorum, onlar Ülkücü değil, turist !) bu çatı altında çoğu kere kendi hayatlarına nizam verme noktasında sorumsuzluk gösterip acuna nizam verme hususunda her türlü “çileye” göğüs germeye namzet ve kendini muktedir sanan insanlardır Ülkücüler. Burada da bir parantez hasıl olmuştur ve bu parantez konumuzun nüvesini teşkil eder. Parantezin içeriği “çile” ifadesinden mülhemdir ve Ülkücüler bu çile ifadesine taliplik nazarından bakarlar. Evet, Ülkücüler çileye taliptir veya öyle olması istenir. Neşeye, konfora veya göreceli olsa da en basit şekliyle mutluluğa değil; çileye…! Çekilecek olan bu çile yarınlar içindir. Haddi zatında hiçbir ideolojinin bugüne ait bir vaadi yoktur. Bütün ideolojiler muzafferiyeti yarında saklar. Ve bu muzafferiyetler hiçbir zaman ideolojik bireyin kişisel zaferi olmaz. Binaenaleyh ideolojilerde kolay kolay birey olmaz. Onlar varlıklarını muhakkak birşeye bila kayd-ü şart armağan etmişlerdir. İdeolojik insan, insanlık için, ümmeti için veya Ülkücüler de olduğu gibi milleti için bugün çileye talip olmalıdır ki yarın uğruna kendilerini adadıkları şey muzaffer olsun. Bu muzafferiyeti kendilerinin görmelerine gerek de yoktur. Çünkü onların aklından zafer payı geçmez. Bu hususta en avantajlı olan ideolojik kompartıman din tabanlı yapılardır. Çünkü onların mutlak zaferinin mükafaatı zaten onlara öteki dünyada sonsuza dek zafer kadehinden ab-ı hayat şerbeti olarak sunulacaktır.

Esas itibarıyla çile ifadesi Ülkücüler de fiziksel bir çileye gönderme yapmaz. Temelde bu çile düşünsel bir çiledir. Teoria yaşamının çilesidir. Hakikat arayışının çilesidir. Bu bakımdan Ülkücüler modern dönem dervişleri olarak görülebilir lakin hedeflerin gerçekleşmesi madde dünyasında verilecek mücadele ve çekilecek çileyle doğru orantılı olduğundan “çile” kavramı da çoğunlukla teoriadan yani düşünsel zeminden maddesel zemine iner. İner dedik, çünkü bu bir düşüştür. Hem insanlığın hem de zoon politikon Ülkücünün düşüşü…

Meselemiz post-modern dönem zoon politikonunun maddesel zeminden de düşüşüdür. Toplumcu bir duruşa işaret eden ve hem millet olma, hem de ideolojik pozisyon alış itibarıyla “biz” lik mefhumu içerisinde kendini ifade etmesi öngörülen Ülkücülük post-modern “ben”liğin kalın duvarlarına toslamıştır. Atomize bireyler, yönsüz tahayyüller girdabında hem bizliğin yerine benliği ikame etmeye başlamış hem de çilenin yerini denetimsiz bir neşeye terk etmeye başlamıştır. Büyük anlatıların idealize romans karakterlerinin yerini, feragat ve fedakarlığı bireyler arası rekabete kurban etmiş veya etmek zorunda kalmış profiller almıştır. Ne kadar hazin gelse de almak da zorundandır. Çünkü bu sefer insanlığın seyrüseferidir. Bu yüzden yakın dönemde askerlik sistemi üzerinde yapılan yapısal dönüşümün en önemli parçası olan bedelli askerlik uygulamasına Ülkücü insan profilleri balıklama atlamıştır. Şahsi terennümün Ülkücüleri hala bir idealize romans karakteri olarak görme eğiliminde olduğu için, ne olursa olsun Ülkücülerin bu uygulamaya “çile” talebi nokta-i nazarından meyletmemeleriydi ama onlar da insanlık treninin küçük bir kompartımanında zaman adlı kondüktörün çizdiği istikamette seyir halindelerdi ve ne tabi olarak insanlardı, atomize olmuşlardı ve onlar da düşüyorlardı….

Bireyleşen zoon politikon toplumsallığın sınırını ne kadar zorlayabilir veya toplumsallık hatta toplumcu düşünüş biçimi bu bireyci arzuları ne kadar absorbe edebilir? Ülkücüler bu post-modern dalgaya ideolojik tekerlemelerle ne kadar dayanabilir, dayanmak mümkün değilse bu dalgayı nasıl bir potansiyel enerjiye dönüştürebilir ..?

Evet, benim çilem de bu….