Mustafa KAYABEK: ATSIZ’IN “RUH ADAM” ROMANI

 

BÜYÜK TÜRKÇÜ HÜSEYİN NİHAL ATSIZ‘IN YAZDIĞI BU ROMAN, DÜNYA EDEBİYATININ ZİRVE ESERLERİNDENDİR. OKUDUĞUM ESERLER İÇİNDE EN BEĞENDİĞİM ESER “RUH ADAM” ROMANIDIR.
ANCAK NE ACIDIR Kİ, ATSIZ’IN TÜRKÇÜ OLMASI NEDENİYLE, EDEBİYATLA İLGİLENEN TÜRK VE TÜRKÇÜ DÜŞMANI OLAN BİR TAKIM AYDINLAR BU BAŞARILI ESERİ GÖRMEZDEN GELMEKTEDİR. ATSIZ’IN ESERLERİ YÜZYILLAR GEÇSE DE ESKİMEYECEKTİR.
Yunus Buğra YILMAZ

 

RUH ADAM

-I-

Mustafa Kayabek

Atsız Bey’in son romanı çıktı. Adı: RUH ADAM.
RUH ADAM’da herkes kendisini bir parçacık bulabilir. İyiler, ülkücüler, yürekliler; yurt sevgisini, yurt sevgisine dayanan inandıkları fikirleri karşılık beklemeden tarih teknesinde yoğurup Türklük şuuru ile mayalayanlar, sonra aşk ateşi ile gönül tandırında pişirenler, biraz da sevenler… Sevip karşılık görmeyenler, aşkın bir çift sözünden, peçe örtülesi bir çift gözünden duygulananlar; ülkü uğruna, aşk uğruna sinelerini acılara, kapılarını soruculara açık tutanlar; dünya nimetlerine göz kapayanlar, yeri gelende ölümü baş göz üzre kabul edenler, haklarında verilmiş tutukluluk kararlarını bir elmayı dişler gibi dileyenler, bir elma yanaklı çocuğu kucaklar gibi kucaklayanlar, kucaklayıp bağrına basanlar; yüzbaşı Selim’ in, Ülkü yoldaşı yüzbaşı Şeref’in, evdeşi Ayşe Hoca’nın kişiliğinde kendilerini görebilirler…

Romanda yüzbaşı Selim, yüzbaşı Şeref, Ayşe Hoca gerçek ülkücülüğün ve gerçek ülkücülerde aranan sağlam ahlâk ve karakterin sacayak misali temsilcileridir. Üzerlerine konan her türlü yükü alevler ve dumanlar arasında taşımasını bilen sacayak misali temsilcileri…

Kötüler, ülküden yoksun olanlar, kaypak ve oynak havalarla oynayanlar, yurt sevgisini, inanır göründükleri fikirleri midelerinin derinliğine ve genişliğine göre ölçenler, kafa yapıları kendi beyinlerinin değil de, başka beyinlerin baskısı altında olanlar ve sevgi nedir, aşk nedir bilmeyenler… Gönüllerini ve gözlerini aşka kapalı tutanlar ise Yüzbaşı Selimdi, Yüzbaşı Şerefi, tok sözlü, tok gönüllü ve tok inançlı oldukları için gönül diliyle korkusuzca konuştukları, sonraya söylenecek söz bırakmadıkları, inançlarını
korkusuzca savundukları için sevdikleri meslekten, askerlikten ayıranların, Selim Pusat’ın evdeşi olduğundan Ayşe Hoca’yı hocalık yaptığı okuldan uzaklaştıranların, sonra, Yek (Şeytan) kılığına girerek her olayda insanın karşısına çıkanların kalıplaşmış bedenlerinde şekillenirler. Gözlere, bu gibi kimseler mukavvadan kesilmiş, yahut alçıdan dökülmüş gibi görünürler…

Atsız Beğ’in kaleminde, İyiler iyilikleriyle, kötüler kötülükleriyle ustaca İşlenmiş. Atsız Beğ, RUH ADAM Romanı ile Türk toplumunun ve Türk insanının yapışma uzaktan bir ayna tutmuş. Bu tutuş ustaca olmuş. Atsız Beğ’in elindeki aynadan, elindeki aynanın sırlarından doğan şiir dolu ışıkla, Türk toplumunun ve Türk insanının yapısı ustaca sayfalara vurmuş… Atsız Beğ, elinde tuttuğu aynanın sırlarını gönlündeki odla pişirmiş. Bu sırlardan doğan ışık, Atsız Beğ’in gönlündeki od’un alevlerinden başka bir şey
değildir. Ve bu alevler, Türk toplumunun, Türk insanının yüzünü sayfalar dolusu yalamış yakmış.

Türk toplumu da başka toplumlar gibidir. Türk insanının yapısı da başka insanların yapısı gibidir.
Ruh yönünden geldiği köke, kalıp yönünden günün şartlarla bağlıdır. Her toplumda kalıp, kuvvetini ruhtan alır. O toplumun geldiği kökten alır. Türk toplumu, Türk insanı kalıplaşırken kuvvetini bağlı olduğu kökten aldığı müddetçe; tarihin her çağında heybetli görünmüştür. Kök dallara su verdiği müddetçe, dallar yeşermiş, çiçekleşmiş ve meyveleşmiştir. Kökün dalları besleyemediği zamanlar da olmuştur.
Kökten gelen sular dallara yürürken kökleri saran ayrık otlarının emici hortumlarında zayıfladığı, dallara yeterince canlılık ve yeşillik veremediği günler de
olmuştur. Böyle zamanlarda, böyle günlerde Türk toplumunun, Türk İnsanının dağlarla yarışan heybeti de heybelere girecek kadar küçülmüştür. Eğer hâlâ; Türk
toplumunun, Türk insanının yüzü güz sarılığında, gözü ölü karanlığında ise; bu sarılığın ve bu karanlığın sebebi, kökten gelen hayat dolu suların baharın hayat dolu sularının Türk toplumunun hayat tarlasında yuvalanmış, Türk insanının şah damarına pençelerini geçirmiş ayrık otlan ve asalak otları tarafından emilmesidir. Kökten, zincirlerin bağlıyamıyacağı kuvveti alamıyan Türk toplumu zamanla bütünlüğünü kaybetmiş, tabaka tabaka, kesik kesik, üst yapılı, alt yapılı; aşağı mahalleli, yukarı mahalleli bir toplum haline gelmiştir. Bir yapı olarak, temelleri yosunlanmış, duvarları öz renginden, öz sıvalarından sıyrılmış, saçakları mevsim rüzgârlarından uçuşmuş. mevsim yağmurlarından ulak ıslak olmuştur… Bir çınar olarak öz kabukları soyulmuş, yaprakları dökülmüş, gölge vereme* olmuştur… Bugün, Türk toplumu her toplumdan daha çok. millet olarak temellerini yosunlardan ayıklayacak, köklerini asalak otlarından temizleyecek, duvarlarını sıvayacak, saçaklarını rüzgâr ve yağmurlardan koruyacak sihirli ellere muhtaçtır. Bir
gün bu sihirli eller demir dövecek, kurşun dökecek, silâh tutacak, bayrak tutacak, kazma tutacak, kalem tutacak, doğunun ilk ucundan batının orta ucuna kadar uzanan bir coğrafya sahası üzerinde yaşayan Türk dünyasını köy köy. kent kent, ülke ülke, yeniden yaratacaktır. Bu ellere, bu sihirli ellere Tanrı eli delecek, bu ellerin yaratacağı Türk dünyasına Tanrının gölgesi düzecektir… Çünkü; yaşadıkları ülkelerde çoğu aşağı mahalleli olan Türk insanları; boynu bükük çocukları, solgun yüzlü kızları, çileli kadınlar ve
yorgun erkekleri ile bu sihirli ellerin açacağı günlere. yoksul günlere bolluk, karanlık gecelere aydınlık, aç midelere yiyecek, çıplak vücutlara giyecek ve tutsak gönüllere hürriyet getirecek günlere. Türk ufkundan doğup, Türk ufkundan batan. Türklükle dolu olan günlere el etmektedirler… «Gel» demektedirler.

Her ne kadar şairin biri: İmtiyazsız, «mı/«u kaynaşmış bir kütleyiz” mısrasını yazmışsa da; bu mısra her ne kadar Türk çocuklarının bir kısmına ezberlettirilmişse de, ezberlettirilirse de; ezbere bir mısra olmaktan öteye gitmemiştir… Gidemez… Çünkü; bu mısra, zamanında o şaire tanınmış bir imtiyazın sıcaklığı içerisinde yazılmıştır. Çünkü; Türk toplumu dün olduğu gibi bugün de imtiyazlıdır… Sınıflıdır…
Bölünmüştür… Hür olanları vardır… Esir olanları vardır… Hür olanlarının da arasında yoksulu vardır… Bayı vardır. . Fakat Millet İtibariyle yoksuldur . Yoksulluğu yurt sınırlarını aşmıştır. Yurttan, yuvadan, vatandan etmiştir. Çarığı delik, şalvarı yamalı. gömleğinin yakası kayışlaşmış yağlıdır. Türk milletinin çoğu bu durumdadır. En kötüsü Araplaşmış düşünceler içerisinde milli şuurdan. Türklük şuurundan yoksundur. Gırtlağına kadar nemelâzımcılığın içerisine gömülmüştür… Türk Milleti, öbür dünyayı
beklemeden, bu dünyada sırat köprüsünden geçerken ruh ve ten yoksunluğunun cehennemine düşmüştür.
Türk Milletinin kalabalık hail budur. Bu halin karşısında bazısı beğli, bazısı paşalı, bazısı ağalıdır. Kimisi başına püsküllü fes giyimli, kimisi belinde ipekten kumaş sanmlıdır. Türk insanının yaşayışında dün olduğu gibi bugün de ölçüsüz ayrılıklar vardır…
Bir perişanlık vardır .. Bu perişanlık Türklük şuurunun bağrında yok edici bataklık karanlığındadır. Bu yok edici, bu yutucu bataklığın bir yakasında yoksulluğu yorgunca yaşayanlar, öte yanda baylıgı harman gibi, sönmeden yanan bir ocağın bacadan çıkardığı dumanları boşluğa savurması gibi savuranlar vardır.
Tavanlardan asılan gümüş kandillerin ışığında geceyi gündüze bağlayanların karşısında, dünden arta kalan mumu yarın da idare etmek kaygusunda olanlar  vardır…

Ayrıca, Türk insanı, Türk milletini meydana getiren Türk insanı üzerinde türlü oyunlar oynayan bir oyun tahtası gibidir. Görünmeyen eller, bu tahta üzerinde yüz yıllardan beri oyunlarını oynar durur. Bu oyunlar kalabalık Oğuz halkının, kalabalık Türkmen halkının, kalabalık Özbek. Kırgız. Kazak, Tatar halkının ve bu halkaların meydana getirdiği Türk milletinin tarihi uykusunun sessizliğinde oynanır. Hele… kalabalık Oğuz halkının soydaşlarına, kayınlarına sırtını çevirerek uyuması, bu oyunu bugüne kadar sürdüregelmiştir. Bugüne kadar oyuncu eller ve o ellerin Yek kılığındaki dışı ve İçi kaba keçeden örülmüş yardımcıları kalabalık Oğuz halkına doğru, Türk İnsanına doğru at sürmüşlerdir… At sürmedeler. Şah sürmedeler. Oynanan oyunlara karşı, Oğuz halkının içinden kalkan bazı sihirli eller, bazı bazı sihirli dudaklarıyla: «Dur!» derler. «Yeter artık, bu oyun bitsin! » derler. Fakat, bu sihirli sesler çabuk susturulur. Oyuncular hemen toparlanırlar. Ayrı ayrı görüşte olsalar dahi, kalabalık Oğuz halkından yükselen bu sese karşı, bu sesi susturmak için hemen toparlanırlar… İlk adımı atarlar… İlk adımı atıp bir ağızdan ilk sözü söylerler: «Susun!» derler. «Size ne… Siz kanamayın…» derler. «Oyunumuzu bozmayın!» derler.
«Bakın şurada uyuyan bir halk yığını var, ne güzel uyuyor, bu güzelliği bozmayın, bu halkı uyandırmayın, bu gözleri mahmurlandırmayın!..» derler. Ve sihirli sesler, daha sihirini göstermeden, yankısı, daha karşı dağlara çarpıp geri gelmeden susturulur. Kalabalık Oğuz halkı adına konuşmak isteyenler susturulur. Bu arada, kalabalık Oğuz halkı da tarihi uykusunun örtülerini aralayıp mahmurluğu ile, yorgunluğu ile: «Uyku… Uyumak… Ben… Konuşmak, konuşmuyorum ki… Susayım… Uyku… Uyumak… Ben… Ko… Su » diye sayıklar ve gözlerini tekrar uykuya kapar. Yorganını, uykusunun örtüsünü tekrar üstüne çeker, konuşmaz, görmez, duymaz olur. Gün bilmez, gece bilmez uyur olur Adına konuşanlar da; adına, sihirli ellerini havaya kaldırıp: «Dur!» diyenler de; Türk milleti adına mahkûm edilir, dudaklarına kelepçeler, bileklerine zincirler geçirilir. Kulaklarına dolan son ses dudaklara ve bileklere geçirilen kelepçelerin, madenî sesidir. Duyulan son ses. «dur» diyenlerin arkasından kapanan hapishane kapılarının çıkardığı soğuk sestir. Sonra bir sessizlik kaplar Türk illerini…
Oğuz illerini bir sessizlik kaplar… Gözler görmez, diller konuşmaz, eller kalem tutmaz olur. Uyuyanlar uykusuna, oyuncular da oyunlarına devam ederler…
Oyunlarına devam edip Milletimizin üstüne atlar sürerler Şahlar sürerler. Şairin: «imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz…» sözleri de dudakların bayram süsü olur, bayramların ıslık ıslık soğuyan döküntüsü olur. Dudaklardan ıslık ıslık sokaklara dökülür .

Kalabalık Oğuz halkının arasından çıkıp güçlü ellerini havaya kaldıran ve oyunculara sihirli sesiyle: «Türk Milletinin, Milletimin üzerinde oynadığınız oyunlar yeter artık. Milletimin yakasından ellerinizi çekin artık, oyun tahtalarınızı bozun, dağılın artık!» diyenlerden biri de Atsız Beğ’dir. Sesi sadece kalabalık Oğuz halkını, sadece Anadolu Türklüğünü değil. Bütün Türk dünyasını. Bütün dünya Türklüğünü uykudan uyandıracak sihirliliktedir. Kileri bazı günler sıkılmış bir yumruk, bazı günler açılmış bir tokat halinde Türk düşmanlarının suratlarına inecek güçtedir. Atsız Beğ, yaradılış itibariyle herkesle barışık bir kişidir… Bir er kişidir… Fakat Türklük düşmanları ile barışık değildir Türklük düşmanları İle uğraş halindedir Zaman zaman susturulmak istenmiştir. Milli şuuru. Türklük şuurunu öldürücü, yok edici bir sulh anlayışı İçerisinde zaman zaman susturulmak istenmiştir. Bileklerine zaman zaman kelepçeler vurulmuş. üstüne hapishane kapıları kapanmıştır. Atsız Beğ yılmamıştır, geri dönmemiştir. Onun, konuşmalar adlı yazısı bir üniversite öğretim üyesinin deyimi ile bir risale özelliğini taşıyan yazı. Koçi Beğ risalesine benzetilen yazı ve yazıdan ötürü verilmiş mahkûmiyet kararı Atsız Beğ’in sonu gelmeyen bir uğraş içerisinde olduğunu, bu uğraşın en ön safhalarında Tanrıkut Mete’ye yakışan bir disiplinle döğüştüğünü gösterir.

RUH ADAM, böylesine çileli ve uğraş içerisinde geçen bir hayatın romanıdır. Bu romanda. Atsız Beğ çeşitli yönleri ile Türk insanının aşkını, acısını, bağlılığını, inandığı fikirleri yiğitçe savunuşunu, olaylar karşısındaki dayanıklılığını, şekilce Türkleşen, fakat ruhça Türklükten uzak olanların durumlarını gönlünce, gönlünden akan aşk ırmaklarının suları ile yıkaya yıkaya işlemiş. Romanda, kötülerin kötülüğü, Yüzbaşı Selim’in sınıfta açtığı masum bir tartışması ile çalışmağa başlıyor. Bu çalışma, roman boyunca çeşitli kişilerde Yekçesine sürüp gidiyor. Yüzbaşı Selim’i yargılayanlar, Hoca’nın hocalık yaptığı okulun müdiresi, muavini okuyucuyu İnsanlığından utandırıyor. Cebir hocası günün adamı. Gün adamlığının adına tedbir diyorlar. Tedbirli oturanlardan, tedbirli kalkanlardan ve tedbirli konuşanlardan biri… Korkuyla cesareti karıştıranlardan, ürkeklerden biri cebir hocası… Ayşe Hoca’yı ilk karşılayan, ona dostça elini uzatan okulun emektar kapıcısı, sanki kalabalık Oğuz halkının büyükçe bir parçası, öğretmenler odasına girip Ayşe Hoca’yı korkusuzca selâmlayan kız talebeler ise: Oğuz halkının geleceğinin sanki ışıkları…
Umutları .. Bu yüzden yüzleri gibi yürekli tutumları da güzel olan bu üç kıza Atsız Beğ adlarının dışında ışık kızlar adını vermiş. Roman, yaşadığımız bir devir içerisinde ülkücülerin, karşı koyucuların, suskunların. hayatlarını sıkıntılı, fakat temiz bir şekilde sürdürenlerin, günlükçülerin ve geleceğe ışık tutanların yaşayışlarını sayfalara dökmüş, satırlarda dillendirmiş Atsız Beğ, yetmiş yıllık bir uğraşın öyküsünü yazmış. Türklük uğruna yaptığı uğraşla geçen yetmiş yıllık bir zamana yukarıda da belirttiğimiz gibi ayna ile ışık tutmuş; ışık tutuğu ayna iyi sırlanmış bir ayna. Güçlü bir ayna… Bu ayna sırındaki gücü ruhlar Aleminden akan başlangıcı yok, sonu yok aşk ırmağının köpüklü sularından almış. Görüntüler günlük hayatımızda, yakınımızda, uzağımızda, ama içimizde yaşayan insanların. İnsan şeklinde olan Umanların. İyi ve kötü ruhlun bedenlerinde yaşatan insanların, kâğıtlaşan insanların, mukavvalaşan insanların kafa izleri, gönül izleri, ayak ve el izleri ile dolu. Bu aynadan hayat duvarlarına herkes kendi izini bırakmış. Selim Pusat gibiler Pusatcasına Yüzbaşı Şeref gibiler şerefcesine, Ayşe Hoca gibiler, emekli kapıcı gibiler, ışık kızlar gibiler ışıkcasına; günlük yaşayanlar, vücutlarını ve kafalarını bir macun gibi hayatın iğri ve düzlüğüne göre şekillendirenler, karanlıkta yaşıyanlar. Yek gibi karanlık işler görenler ise karanlıkçasına ve Yekcesine hayat duvarlarına izlerini bırakmışlar…

Gelin başkalarının görüntülerini kendi gözlerine, izlerini kendi ayaklarına, gölgelerini kendi gövdelerine, düşüncelerini kafa yapılarına, duygularını gönüllerine, aşklarını başlarına bırakıp romana dostça, ama tarafsız, gerçek bir dostça göz atalım. Bir göz atıp bakalım Atsız Beğ’in yetmiş yıllık yorgun ve yalnız gönlünden, acılar karşısında yaşarmış gözlerinden sayfalara neler akmış? Neler söylemiş Atsız Beğ? Atsız Beğ’e neler söylemişler?

Atsız Beğ, RUH ADAM Romanının kapılarını eski bir Uygur aşk masalı anahtarı ile açıyor. Anahtar tılsımlı, sihirli, büyülü bir anahtar. Okuyucuyu, daha romanın üzerindeki demir kapılar açılmadan etkisi altına alıyor. Masaldaki Kamlançu ülkesi, o ülkeye gelen bahar, gelen baharla birlikde Tanrıkut Mete’nin ordusunda yüzbaşı olan Burkay’ın gönlüne dolan aşk, bu aşkın yaratıcısı Karluk güzeli Açığma-Kün’ün peçe örtülesi gözleri daha sayfalar sekize, dokuza varmadan okuyucuyu büyülüyor. O büyü ile üç yüz bir sayfayı bitirirseniz romanın zevkine varabilirsiniz.
Okumaya ara verirseniz, yeni başdan: «… KAMLANÇU ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı, ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü, yer yüzü gözüne karanlık oldu.» satırlarından okumaya başlayın. Ve sihirli anahtarla romanın sihirli kapılarını açın. Açın da sihirli bir hava içerisinde kendinizi sayfaların büyüsüne kaptırın.

Atsız Beğ, daha roman çıkmadan bir kaç gün önce bir gün: »Kayabek, RUH ADAM’ı sakın gece okuma» demişti!

Ben aksini diyeceğim. Eğer sizler de KAMLANÇU ülkesinde bir haber gününü düşlerinizde yaşamak istiyorsanız, güzelliğini Beşbalıkta doğan Karluk güzelinin güzelliğinden veya ikibin yıl önceki KAMLANÇU’da dokunmuş bir Hun çadırının nakışlarından alan sevdiğiniz güzeli görmek istiyorsanız. onun peçe örtülesi güzel gözlerinden taşan ışıkla uykusuzluğunuzu yıkamak istiyorsanız RUH ADAM’ı gece okuyun. İster Açığma-Kün’de olsun, ister Gökçen kızda, ister gökçen gözlü Almıla’da olsun; ister ışık kız, İpek kız Güntülü’de, peçe örtülesi gözlere sahip olan, gözlerdeki uykuların konuğu, kirpiklerdeki düşlerin süsü olan her güzelin dağılmış saçlarından, bir tutam istenildiği halde, söz verildiği halde kesilip verilmeyen saçlarından gelen koku KAMLANÇU ülkesini yalayan bahar kokusu gibidir. Ve bahar kokularının açık pencerelerden dolduğu odada geçen uykusuz geceler, bu gecelerde, aşk içerisinde beliren bir sevgilinin hayali önünde kirpiklerin rükûa varıp secdeye kapanması, bu vecd halinin sabaha kadar sürmesi, gönüllerdeki ağrının başa vurması, gönül ve baş ağrıları içerisinde yapılan bir ibadetin güneşi ufuklardan çekip alması, şu ölümlü dünyaya, şu ağlanacak dünyaya değer doğrusu… Şu ölümlü dünyada, şu ağlanacak dünyada insan ömründe bir yol da olsa böyle bir geceden sabaha tırmanış değer doğrusu..

Peçe örtülesi güzel gözlülerin saçlarından kanatlanan bahar kokuları, zaman zaman Atsız Beğ’in açık kalan pencerelerinden karanlık gecelerine de dolmuş.
Gecelerinin karanlığında ışık olmuş, ona sabaha kadar göz kırptırmamış, Delikurt romanını, RUH ADAM romanını Atsız Beğ bu uykusuz gecelerde, bu ışıklı gecelerde, bu şiir kokulu gecelerde yazmış olsa gerek.
Bu hükme, her iki romanı da gönül gözü ile okuyanlar hemen varır. Delikurt romanındaki gözlerinden yeşil ışıklar fışkıran, görenleri, aklını başından alıp tatlı canlarından eden ve bu yüzden Türkmen obasında peçe ile gezmek zorunda kalan Gökçen kızın gözlerindeki yeşil ışığın kaynadığı kaynağın, RUH ADAM romanındaki. Yüzbaşı Burkay’ı ölümünden sonra bile kurtulamıyacağı sonsuz bir acının kuyusunda bırakan Açığma-Kün’ün gözlerinde olduğunu hemen anlar. Açığma-Kün’ün gözlerindeki ışık Burkay’ın yüzündeki acı gibi ölümünden sonra da kaybolmamış ve gözlerden gözlere akarak Gökçen kızın gözlerinde harman olmuş, Gökçen kızdan Güntülü’ye, Güntülü’den Almıla’ya ve başkalarına savrulup gelmiş… Akıp gelmiş… Gelmiş de bu ölümlü dünyada bir hayat noktası, bu çirkin dünyada bir güzel nokta olmuş Burkay’ın aşkı da. kendini bu akıntıya, rüzgârların taşıdığı bu savruntuya kaptırıp yok olmamış. Bir harmandan bir harmana savrulmuş, bir gözden bir göze akmış, bir gönülden bir gönüle sıçramış .. Sıçramış da bu ağlamaklı dünyada gülen, bu çirkin dünyada güzel bir noktada o olmuş. Açığma-Kün’ün peçe örtülesi güzel gözlerindeki ışık gözlerine, Burkay’ın gönlündeki sonsuz aşk da roman okurken gönlünüze dolsun…

Gelin, buraya bu iki noktayı, bu güzel, bu gülen, bu ışıklı iki noktayı, peçe örtülü gözlerinin büyüklüğünde büyüyen, Burkay’ın gönlünü yakan aşkın sıcaklığında kavrulan bu bir çift noktayı koyup RUH ADAM’a açılmış bir pencere olan Uygur masalına geçelim. Bakalım, gözlerimiz neler görür… Uygur masalı kulaklarımıza neler söyler:

Burkay, Tanrıkut Mete’nin ordusunda bir yüzbaşıdır. Tanrıkut Mete’nin zamanını yaşadığı ve Tanrıkut Mete’nin ordusunda subay olduğu için mutludur. Fakat Gök Tanrı ona bu mutluluğu çok görmüştür. Onun gönlünü sınamıştır. Onun gönlünü sınayacak bir oyuna girmiştir. Bir aşk oyununa… Günlerden bir gün, bir bahar günü bu aşk oyununun perdelerini açar ve Yüzbaşı Burkay’ın karşısına gözleri peçe örtülesi gürel bir kız çıkarır. Ve oyun başlar.
Yüzbaşı Burkay’ın gönlüne güzel kızın peçe örtülesi gözlerinden iki damla ışık kayar, Düştüğü yeri yakan iki damla ışık. Aşk ışığı… Aşk odu… Bu ışık, bu od; bu ışıklı od Yüzbaşı Burkay’ın gönlünü tutuşturur, alevleri gözlerini yalar, gözlerindeki perde yanıp kül olur. Dünyaya kapanıp gönlüne açılır. Gönlünde başlayan aşk oyununu seyre koyulur. Bu oyun ilikli bir oyundur, sonu gelmeyen bir oyundur. Burkay’ın gönlünü kızın güzelliği bu oyunu aydınlatır ve Burkay’a durmadan gülümser. Artık bu gülüşler Burkay’ın göz bebeklerine işlemiştir. Artık bu gülüşlerden kurtulup yoktur. Ve artık Yüzbaşı Burkay için her gün ay yüzlü kızı görmek bir ihtiyaç haline gelmiştir. Geceler bu ihtiyaçla sabahı çeker, gündüzler bu ihtiyaçla akşamı içer olmuştur. Sarhoş olan Burkay’ın yönlüdür. Burkay’ın gönlü, birer ejderha gibi büyüyen gecelerde önüne geçilmez arzularla dolup dolup boşalır. Burkay’ın gönlü bir kımız çanağıdır sanki. Gönlüne dolan arzular ise köpürmüş, kabarmış Hun kımızı. Hun kızının gözlerinden boşalan Hun kımızı… Bu kımız köpürdükçe, kabardıkça esrikliği Burkay’ın başına vurur. Esrik Burkay, sabahlan güç eder, ejderhalaşmış gecelerin pençesinden güç kurtulur. Ay yüzlü kızı görmek için her gün, onu ilk defa gördüğü büyük çam ağacının bulunduğu yere gider.

Günlerden bir gün, gözleri peçe örtülesi ay yüzlü kıza yaklaşıp esrik esrik bir çift söz söyler. İki bin yıldan beri sevenlerin gönüllerinden gönüllerine boşalan, dudaklarından dudaklarına konan, kulaklarından kulaklarına dolan bu sözlere biz de kulak verelim. Kulak verip Yüzbaşı Burkay’ın söylediklerini duyalım. Bakalım, Yüzbaşı Burkay neler söylemiş, hangi esrik lâfları etmiş:

“Yüzün aya benziyor. Kaşın yaya benziyor.

Gözlerin yeşil alası. Saçların arslan yelesi.

Yürüyüşün turna gibi. Salınışın suna gibi.

Hangi yerden, kaynaktansın? Hangi boydan, oymaktansın?”

Bu sözleri duyan kız bir şey söylemez Satar ve Yüzbaşı Burkay’a bakar. Yüzbaşı Burkay’ın bu bakışlardan aklı daha da karışır, gönlü daha da tutuşur. Gözleri dünyayı görmez olup dili daha da çözülür. Bu karışan akıldan, bu tutuşan gönülden, bu görmeyen gözlerden bu çözülen dillerden, dinleyenlerin kulaklarına şu sözler dökülür:

“Bakışların ışık mı? Saçların sarmaşık mı?
Yıldız mısın, güneş mi? Alev misin, ateş mi?

“Neden sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun?
Çiçek gibi her bir yanın, Söyle, nedir, adın, sanın?”

Kız söylenenleri duyar. Duyar ama susmakta devam eder. Susar ve suskun bakışları ile Yüzbaşı Burkay’ın gönlüne kor üstüne kor, od üstüne od düşürür. Gönül yandıkça acısı dile vurur. Gönül yandıkça dil konuşur. Yüzbaşı Burkay da öyle olmuş. Gönlü yandıkça acısı dile vurmuş ve acılı acılı konuşmuş:

“Beni niçin üzüyorsun, gözlerini süzüyorsun?

Kirpiklerin paralıyor, bakışların yaralıyor.

Rengin sanki çiçekten. Bilmem hangi çiçekten?

İster darıl, ister kız, Tek adını söyle kız!»

Dil tatlılığı yılanı deliğinden çıkarır derler. Gönül ateşi karları eritir. Burkay’ın sözleri de, dil tatlılığında olmuş. Gönül ateşinde kızarmış. Ve güzel kızın gönlündeki buzları eritmiş. Bu sözler kızın gönlünü yumuşatır, ısıtır, insafa getirir. Gönlü yumuşayan, ısınan, insafa gelen kızın dili çözülür ve konuşur. Duyalım ne konuşur:

“Beşbalık’ta doğdumsa da Karluk kızıyım.

Nice erin yüreğinde saklı sızıyım.

Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür.

Bilen bilir; adım, sanım: Açığma-Kün’dür.

Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana.

Belâm çoktur. Görünmeden dokunur sana.»

Demek kolaydır. Ama; seven er kişi için böyle lâflardan sakınmak, korkuyu, belâyı ve ölümü çağıran aşktan dönmek zordur. Çünkü aşk çoğu hallerde bir çıkmaz sokaktır.

YUNUS BUĞRA YILMAZ BELGELİĞİNDEN
“RUH ADAM”IN YAYINLANDIĞI SÜRE İÇİNDEKİ KAPAK RESİMLERİNİ DE SİZLERLE PAYLAŞTIM.

ÖTÜKEN / AYLIK TÜRKÇÜ DERGİ
KURULUŞ TARİHİ: OCAK 1964
DÖNEM:11 SAYI:6(126)
SAHİBİ : ATSIZ
SORUMLU MÜDÜR: ERDOĞAN SARUHANOĞLU

SAYMAN: İZZET YOLALAN
KAPAK: REFET KÖRÜKLÜ
TARİH: MAYIS 1974  / YAYIN YERİ: İSTANBUL