Alemdar YALÇIN: GÖKALP’İ ANLAMAK

GÖKALP’İ ANLAMAK

Alemdar YALÇIN

 

Bizim neslimizin bizden öncekilerden farklı bir yönü vardır. Bu da geçmişteki tarihi hâdiselere ve bu hâdiseleri hazırlayan insanlara daha geniş bir perspektiften bakabilmektir. Millî Mücâdele’den önceki yıllarda aydınlarımız savaşlar acılar ve karşılıklarla uğraşmak mecbûriyetinde kalmışlardır. Bazan hâdiseler onların düşünmelerine bile müsaade etmemiştir.

Bugünün aydınları için, bulunmaz bir fırsat olan; rahat ve geniş düşünme fırsatı maalesef yanlış kullanılmaktadır. Yakın tarihimizde siyasî, fikrî ve edebî sahada eser veren devlet adamı veya yazarlarımızı devrin sosyal ve siyasî şartları dışında düşünerek değerlendirmek; bahsettiğimiz yanlışların en belli başlısıdır.

Bugün, geçmişi değerlendirirken mutlak iyilerle, mutlak kötüleri; hainlerle, kahramanları, cennet ve cehennem zıtlığı içinde ayırmak bir zaaf olarak aydınlarımız arasında yayılmıştır. Esasen, ikiyüz yıldır arayış ve çabalayışımızda bu melek ve şeytan tipler yaratma hastalığımızın büyük rolü vardır.

Son yıllarda yukarda sözünü ettiğimiz hatalı değerlendirmeye uğrayan ilim ve fikir adamlarımızdan biri de Gökalp’tir. Bir fikir adamını anlamanın en doğru yolu hiç şüphesiz onun eserlerini devrin şartları ve hâdiseleri içinde değerlendirerek okumaktır. Ancak bâzı traje yorumlardan hareket eden yazarlar veya gruplar onu anlamaya bile gerek duymadan alabildiğine tenkid ediyorlar.

Gökalp’i anlamak demek onu kendi eserlerinden, yaşadığı devrin sosyal ve siyasî şartları içinde okumak demektir. Ölüm yıldönümüne rastlayan şu günlerde de yapılacak en doğru değerlendirme tarzı budur.

Bâzı ilim adamlarımız onun için «sosyal mistik» diyorlar. Bu bir mânâda Gökâlp’i tam olarak târif edebilir. Ancak, Osmanlı devletinin tel tel kavim din ve mezheplere bölündüğü bir zaman dışında «sosyal mistik» sözü ancak bir istihza olabilir. Oysa bu söz dağılan ve parçalanan bir toplumu derin bir vecd ve sevgi içinde millî bir dayanışmaya kavuşturma anlayışı için kullanılınca taşıdığı mânâ da insanda saygı uyandırıyor.

Gökalp’in yetişmesinde muhitinin tesirlerini gözardı edemeyiz. O, muhtelif yazılarında bahsettiği gibi (1) daha çocuk yaşlarından itibâren ailesinden köklü bir İslâm ve bilhassa tasavvuf bilgisi almıştır. Bâzı İslâm düşünürlerinin münakaşaları, Gazali – İbni Rüşd tartışması, Farabi, İbni Sina onun yetişme çağlarının en önemli unsurlarıdır. (2)

Diyarbakır bir yandan köklü bir kültür merkezi durumunda iken, öte yandan da yeni fikirler ve yeni fikirli kimseler için iyi bir limandır. Gökalp’i yetiştiren İsmail Hakkı Bey, Diyarbakır valisi Sırp Paşa Jön Türklerin düşüncelerini benimsemiş kimselerdir. Bilhassa tamamen maddeci bir mantıkla ders anlatan doktor Yorgi’nin tesirinde kaldığını kendisi de söylüyor. Pozitivizmin bütün Avrupa’da moda olduğu bir devirde insanın maddeci bir mantıkla ele alınışı normal olduğu gibi, Gökalp’in de bundan etkilenmesi son derece normaldir. (3)

Henüz rüştiye öğrencisi olan bir çocuğun ruhuna birbirine zıt iki iklimin yerleşmesi büyük fırtınaların kopacağına delâlettir. Nitekim, her ikisi de fertle ilgili bu iki zıt düşünce onun manevî hayata bağlı bakış açısını kökünden yıkmış ve ona bir an için manevî olmayan hayat «vahşet» gibi gelmiştir. Bilâhare Namık Kemâl’den aldığı Vatan ve millet mefhumları onda ilâhiyatsız bir içtimâiyatı doğurmuştur. Bu yöneliş birden bire değildir. Kendi kendine öğrendiği Fransızcası, onu Fransız düşüncesine doğru gittikçe daha derinlemesine bir araştırmaya sevk etmiş, Felsefede Bergson’dan Sokrates’e, sosyolojide Comte’den Durkheim’e uzanmıştır (4).

Gökalp’in ilk şiirleri, bunalım ve iç çatışmadan yeni bir arayışa geçişin tipik örnekleridir. Rasyonalistlerin insanı mlkro-cosmos olarak gören anlayışları onda da görülür:

Ben neyim? hayat makinası

Beni tahrike zemberek lâzım.

Odur ancak hayatıma nâzım;

Zemberek: kâinat makinası (5)

Ferdin kâinat makinasının zembereği ile hareket eden bir makina oluşu, insanın manevî yönlerini bir anda ortadan kaldırıyor. Ve İslâmî düşünce ile çatışıyor. Kuvvetle muhtemeldir ki, fert üzerindeki bu kuvvetli çatışma Gökalp’in «ben» den nefret etmesine sebep olmuş, ferdin yerine cemiyeti seçmesinde önemli rol oynamıştır, Durkheim’i tanıdıktan sonra onu benimsemesinde de bu çatışmanın rolü düşünülebilir. Çünkü Durkheim’in düşüncesinde bir vecd hali, bedeni yok ediş hali var. Bu yok ediş ise; İslâm düşüncesinin tersine, Allah’ta değil cemiyette yokediştir. (6)

Batıdan gelen ve adeta bir sel halinde her tarafı saran pozitivizmin önünde bir müslüman gencinin, ancak böyle bir sentezle tutunabileceğini sanıyoruz, ömrünün en kasvetli ve acılı anlarında bile ümitsizliğe düşmeyen bir insanın intihara teşebbüsü ancak böyle bir ruh buhranı sonucu olsa gerek. Vardığı sentez ve çözüm yolu ise doğrulan ve yanlışlarıyla yine kendisine aittir. Malta mektuplarındaki samimi ifâdelerinde onun problem er karşısındaki tutumunu görüyoruz:

«O zaman her meseleyi kendi kendimce halletmeye, zihnimde doğan her suale kendim bir cevap bulmaya çalıştım. Bu yolda çok zahmetler çektim. Halbuki müşkillerimi soracak bir hoca bulsaydım zihnimi yormayacaktım. Vakıa, bu müşkilleri kendi kafamla hallettiğim için bütün içtihatlarım, bütün tahkiklerim şahsî oldu..» (7).

Batıyı Diyarbakır’da yalnızca fikir plânında tanıyan Gökalp’in, İstanbul’da bu düşüncenin hayat tarzıyla karşılaşması da fikirlerine önemli tesirler bırakmıştır. Batılılaşma anlayışının artık tedâvisi imkânsız bir humma halini aldığı İstanbul’da onun bu tesirden uzak kalması düşünülemezdi.

Gökalp’in bugün anlaşılması gereken en önemli husûsiyeti sosyal meseleler karşısında sistemli bir tahlil ve tasnif kaabiliyetine sahip olmasıdır. Bu husûsiyeti; yazarın hem arkadaşları, hem de muarızları tarafından kabul edilmektedir. Tanzimat aydını elindeki sistem ve değer yargılarını küçümseyip batıdan gelen hâdiseler karşısında şaşkınlık ve teslimiyet göstermiştir. Esâsen geçmişte de bugün de sosyal ve siyâsî hâdiselere belirli bir sistemle bakamamaları bunalımın başlıca sebebidir. Gökalp’in kuru ve sistemsiz bilgiye itibar etmemesinin sebebi işte bu yüzdendir. Ondan alabileceğimiz derslerin başında da bu sistem meselesi gelir.

Gökalp’in eserlerinden almamız gereken bir başka hususta en geniş mânâda derin bir vatan ve millet sevgisidir. Vatan sevgisi kendi ifâdesine göre çocukluk yıllarında babası tarafından verilmiştir. Yine kendi ifâdesine göre Namık Kemal’i ilk defa aile çevresinde tanımış ve sevmiştir. Millet sevgisi hiç şüphesiz Namık Kemal’den kaynaklanmaktadır. Ancak Kemal’deki gibi, millet fikri sınırları belli olmayan bir fenomen değildir. Gökalp’in zihnindeki millet homojen, bir organizma gibi canlı ve mütecanis bir topluluktur. Yazar kendisini bu organizmanın bir uzvu olarak görür. O kadar ki, Malta’dan gönderdiği mektuplarında: «Milletini sevenlerin mukadderatı, milletin mukadderatıyla beraberdir.» (7} diyecek kadar milletle kaynaşmıştır. Ziya Bey’in isabetli fikirlerinde olduğu gibi yanlış fikirlerinde de bu derin millet sevgisinin tesiri vardır. Çünkü çocukluğundan beri gördüğü ve öğrendiği tasavvufi cezbeyi, millet sevgisine tahvil etmiştir. Onun nazarında sosyoloji de, şiir de, sanat ta milletin aydınlık geleceği içindir.

Ziya Gökalp’te yine hem dostları hem muarızları tarafından teslim edilen bir başka husûsiyet, içinde beslediği ve hiç bir zaman yitirmediği ümittir. (8) O memleketin bir gün mutlaka huzura kavuşacağı inancını her zaman ve her vesile ile söylemiş ümidsizliğe kapılmamıştır. Bu ümidin kaynağını araştırmak gerekirse, bu; mutlaka çocukluğunda aldığı güçlü İslâmî terbiyeye bağlanmalıdır. Çünkü inananlara ümitsizliği yasaklayan tek din ve düşünce İslâmiyettir. Nitekim Malta’dan kızına yazdığı mektuplarda bu inanç kendisini göstermektedir.

«Bugünkü ahvale bakıp ta Allah’ın adaletinden şüphe etmemeli, Allah sabırlıdır. İnsanların da sabırlı olmasını ister. Onun kanunu insanları adalete, hürriyete ve mükemmeliyete ulaştırmaktır. O bunu behemehal yapacaktır.» (9)

Yalnız mektuplarında değil’, daha ilk tutukluluk günlerinde; Bekirağa bölüğünde arkadaşlarıyla yaptığı konuşmalarında da bu inancını dile getirmiştir.

Gökalp’ten öğrenmemiz gereken önemli hususlardan bir başkası da fikirlerini sadece düşünce safhasında bırakmayıp, pratiğini de yapmasıdır. O milleti homojen bir unsur olarak telâkki ederken, millete homojenlik kazandıran unsurları aramak için halkın arasına inmiş, onun nabzını tutmuştur. Bu yönüyle devrinin heyecanlı gençleri gibi romantik, ilim adamları gibi çevreye kapalı değil, gerçekçi ve halka açıktır. Çünkü artık dağılması önlenemeyen imparatorluktan «İde kalan toprakların da parçalanmasına mâni olmanın tek yolu millî bünyeyi sağlam ve mütecânis bir hale getirmektir. Bu ise ancak kültür birliğini sağlamakla olur. Kültür, hiçbir zaman aydından halka gitmemiş; halktan aydına doğru gelişerek bütün milleti sarmıştır.

Ziya Gökalp’in esnaf, tüccar ve benzeri iktisâdi sınıflar için yazdığı şiirlerde; halk inançlarından, masallardan faydalanmasının sebebi de yukarıda izah etmeye çalıştığımız husustur:

Yoldaşlık esnafın tatlı zinciri,

Birleşmiş, bir ocak yapmış her biri.

Her eski ocağın vardır bir pîri,

Her pire bin türlü şükranımız var, (10)

Bir yandan batıl itikatlar konusunda hassasiyet gösterirken, diğer yandan halkın temiz ve faydalı inançlarını asrın şartlarına uydurmaya çalışmaktadır.

Ünlü düşünürümüzün ortaya attığı bazı sloganları sanki iktisadî ve sosyal doktrinlerin anahtarı gibi değerlendirenler, bu hususta kısmen haklı olsalar bile, tam mânâsıyla bir doktrin ifâdesi yanlış bir değerlendirme olur. Çünkü çökmekte olan bir cemiyeti kurtarmak isteyenler, hangi doktrine sahip olurlarsa olsunlar; hiçbir zaman fertlerin haklarını aramaya kalkmadan onlardan vazife beklerler. Esâsen vazife de yine fertlerin hak ve menfaatleri içindir.

Gökalp sosyoloji ilmini her ne kadar bir bütün halinde Durkheim’den almışsa da, onu yalnızca ilmî safhada bırakmamış, fikrî bir seviyeye indirerek yazmış ve yaymıştır. Durkheim, malzemesini hazır olarak alırken (11) Gökalp kendi malzemesini kendisi bularak tasnif edip kullanmıştır. Bunu yaparken öne sürdüğü teşhis ve tespitlerde yanılmadığını iddia etmiyoruz. Onun en önemli yönü, şabloncu ve kopye bir sosyoloji nazariyesi yerine: Türk sosyolojisi sahasında yol açması ve bu yolda sabırla yürümesidir. Eğer o, Büyükada Yat Klübünden, mehtap safalarına, Darülfünun’dan, Bekirağa Bölüğü’ne kadar her yerde sosyolojiden bahsetmeseydi (12) sosyoloji ilminin kıymeti bugün yeterince anlaşılmayacaktı. Gökalp, sosyoloji ilmini Darülfünun’un duvarları arkasında anlaşılmaz bir terminoloji silsilesi olarak görmemiş, ona popülarite kazandırmıştır. Cemiyetimizin hemen her meselesine sosyolojinin gelişmeci mantığı ile bakmış ve meselenin çözülmesinde gerekli hususları ele almış, yeni tekliflerde bulunmuştur. Bu tekliflerinin bir çoğu kullanılırken, koyduğu teşhislerin ekseriyeti de halen geçerliliğini korumaktadır. Devrinde Darülfünuna yapılan tayinleri tenkit ederken:

Salâhiyet, mansıp gibi yukardan

 Verilmez, hep ihtisasla alınır. 

Hiç bir âlim nüfuzunu hünkârdan

Almaz, gerçi ondan alır her nazır…

Bir müderris ya ilmiyle teayyün

Eylemiştir. Sizden tayin istemez.

Yahut ilmi etmemişken tebeyyün

Edersiniz tayin, kalır bir çömez… (13)

sözleriyle üniversitenin benimsemediği; elemanın kanun ve tayin yoluyla gönderilmesi yolunun yanlış olduğunu daha o zamandan görmüş ve dile getirmiştir.

Gökalp’in bazı teklif ve tasniflerinde hataların olması son derece normaldir. Asıl normal olmayan bu hatalardan yola çıkarak onu bütün bütün inkâr etmektir. Yazarın içtimai dayanışmada dinî ihmal edişi veya sadece heyecan ve vecd çizgisinde kabul edişi tartışılabilir(14). Nitekim Ourkheim ve Comte gibi dini toplumdan farklı düşünürken, öte yandan da yazdığı ilâhilerle dini heyecanı sosyal bünyeye, hatta çocuk eğitimine sokmuştur.

Hemen bütün makalelerinde, mektuplarında ve sohbetlerinde eski – yeni çatışması üzerinde durmuş, yeni kabul ettirebilmenin, eskiyi inkârla veya aşırı tenkidle mümkün olacağı endişesiyle; Osmanlı hayatını acımasızca tenkid etmiştir. Kendisi temeli Greko-lâtin kültürüne dayalı ama her zaman hristiyan bir medeniyetle terkibe evet derken, Osmanlı’nın Bizans’tan aldığını söylediği bazı güzellikleri, sosyal hayatımızdan tasfiyeyi düşünmüştür.

Yazımızın başında da söylediğimiz gibi Gökalp’i anlamak onun bütün tekliflerini anlamak tartışmak ve geliştirmektir. Yeni nesiller olarak geçmişin kolaycı alışkanlıklarına uyarak Gökalp’i unutturmak veya silip atmak büyük bir tecrübeyi yok sayıp, yeniden sınama – yanılma tekrarına düşmek olur,

Gökalp’i anlamak, bazı peşin hüküm ve yorumların etkisinde kalmadan onun bütün eserlerini tek tek okuyup değerlendirmektir. Yapacağımız işin en doğrusu; Mevlâna’nın tâbiri ile Meram çayının suyunun gözesinden içmektir. Aksi takdirde içine kir ve sabun suyu karışır.

Gökalp’i anlamak demek onun beyin gücünü zorlayarak bulduğu doğruların üzerine yeni doğrular koyarak, ilmî ve fikrî sahada yükselmektir. Bu yükseliş onu ebediyen yaşatmış olur.

________________________________

1— Şapolyo, Enver Behnan, Ziya Gökalp, İttihad ve Terakki ve Meşrutiyet Tarihi,İstanbul 1943, say. 7 v.d.

2— Göksel, Ali Nüzhet, Ziya Gökalp’in hayatı ve Malta Mektupları, İkbal Kt. İstanbul,

3— Ülken, Hilmi Ziya, Ziya Gökalp, Kanaat kt. İstanbul. Sayfa 9 -10.

4— Kösemihal, N. Şazi, Durkheim Sosyolojisi, Remzi Kt. İstanbul, 1971, sayfa.5-6 vd.

5— Göksel, Ali Nüzhet, Ziya Gökalp ve Malta Mektupları, İkbal kUt. İstanbul 1931.

6— Kösemihal, N. Şazi, Durkheim Sosyolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1971. sayfa 5 vd.

7— Göksel, Ali Nüzhet Ziya Gökalp ve Malta Mektupları, İkbal KUt. İstanbul,1931. s. 104.

8— Göksel, Ali Nüzhet, Ziya Gökalp ve Çınar altı, İkbal küt, 1939 sayfa : 57.

9— Göksel, Ali Nüzhet, Ziya Gökalp ve Malta Mektupları, İkbal küt. İstanbul. 1931,s. 113.

10— Tansel, Fevziye Abdullah, Ziya Gökalp Külliyatı, T.T.K. yayınları 1952 sayfa. 137.

11— Durkheim, Emil, Din Hayatının İbtidai şekilleri, çev. H. Cahit, Devlet Kt. 1925.

12— Beyatlı, Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, Fetih cem. Yayınları İstanbul 1976 sayfa. 11 vd.

13— Tansel, Fevziye Abdullah, Ziya Gökalp Külliyat 1. T.T.K. Yayınları İstanbul 1952.

14— Baltacıoğlu, İsmayıl Hakkı, Sosyoloji Konferansları, 1964 . 65 dersyılı, I.Ü. İktisat Fakültesi Yayınları İstanbul 1965. Sayfa 5. vd.

KAYNAK: TÖRE, 13 EKİM 1983, SAYI : 149, s.32-36.