Adnan ŞENEL: Engin Geçtan ve “HAYAT”I

Bir Aydın Portresi ve “HAYAT”

Ş. Adnan Şenel

Yaşadıklarımdan öğrendiğim şey,

ben ve ötekiler diye bir ikilinin olmadığı ve

insanın kendine bir hayat ısmarlayamayacağı oldu.

-Hayat’tan-

 

İspanyol düşünür Ortega Y. Gasset, “Kitlelerin İsyanı” adlı klâsik eserinin bir bölümünde “ihtisas barbarlığı” üzerinde durur. Burada özetle, “uzman”ın, kendine ait olanı, kâinatın minicik köşesini gayet iyi bildiğini; diğerleri­nin temelden cahili olduğunu ileri sürer. Yani, herhangi bir bilim alanı düşünün; bu bilim alanını daha alt bölümlere ayırırsınız; bu alt dalda uzmanlaşırsınız; otorite olursunuz, kimse elinize su dökemez; lâkin, o anabilim daimin kendi­si de değil, ilgi alanınızın -minicik köşenizin- dışındaki bi­limlerden bîhaber; kendi kabuğunuz içinde sıkışır kalırsı­nız. Gasset’in ifadesiyle, “ilimci”sinizdir; ama “kültürlü” değilsinizdir.

Eğitimci olmaları hasebiyle, en çok okuması ve kendi­ni geliştirmesi gereken öğretmenlerimizin, bırakın kitap- dergiyi, gazete bile okumadığı-okuyamadığı ülkemizde, hangi alanda oldukları hiç önemli değil, “bilim adamı” pa­yesi taşıyan akademisyenlerimizin büyük çoğunluğu, Gas- set’in altını çizdiği gibi, “ilimci”dir; ama “kültürlü” değil­dir.. Bu sebeple, ülkemizde çok sayıda “ilimci”ler vardır; “bilim adamları” vardır; “akademisyenler” vardır; ne var ki bunca çokluğa doğru orantılı şekilde “aydın” yoktur.

Bu ters orantılı durum, belki de, Türkiye’nin niçin bilim başta olmak üzere birçok alanda Batı adını verdiğimiz “gelişmiş” dünyanın gerisinde kaldığımızın da ipuçlarını bize verebilir.

Bir kitap tanıtımı ve onun yazarı hakkında bir-iki şey söylemek niyetiyle başladığım bu yazıya böylesine uzun iki uzun paragrafla giriş yapmamın -mazur görürseniz- se­bebi, kitabımızın müellifi Engin Geçtan’ın, yukarıda sözü­nü ettiğimiz “bilim adamları”ndan farklılığını ortaya koy­mak; daha doğrusu bu farklılığın daha iyi anlaşılmasını sağlamak içindi.

Engin Geçtan yazıyor… Çünkü o, sadece esas mes­lek alanı olan psikiyatri-psikolojinin sınırları içinde kalma­mış; ve fakat bu bilim dalını merkez alarak, Türk toplumu- nun ve Türk insanının röntgenini çekmeye çalışmış bir ay­dın…

Geçtan, Türk okurunun, bilhassa da psikolojiyle ilgile­nen kişilerin yakından tanıdığı, takip ettiği bir yazar. Mes­lekî alanda olduğu kadar edebiyat alanında da eserler ve­ren Geçtan, romanlarında da (Dersaadet’te Dans, Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?, Kırmızı Kitap, Kızar­mış Palamut’un Kokusu), meslekî kitaplarında (İnsan Olmak, Varoluş ve Psikiyatri, Kimbilir, Hayat) ele aldığı konuları ve açılımları işlemekte; böylece bir nevi teoriyle pratiği kaynaştırarak, hayata, insana ve topluma dair gerçekçi bir bakış açısı sunabilmektedir.

Hayat, insan ve toplum.. Engin Geçtan bu üç kavram üzerine kuruyor tezlerini ve görüşlerini. Daha doğrusu göz­lemlerini… Özellikle de, birazdan üzerinde duracağımız “Hayat” adlı kitabında… Bundan önceki “Kimbilir” adlı ki­tabının devamı ve biraz da onu tamamlar nitelikteki “Ha­yat”, aslında Geçtan’ın -kendi ifadesiyle- “öğrendiklerini başkalarıyla paylaşma konusunda cömert” bir aydının, okuyucuyla hasbıhâli gibi de görülebilir. O, belki de zor ola­nı yapıyor; “İnsan dünyasını merkez alan bir alanda çalışmış olmamın ve birey olarak yaşadıklarımın ve yaşayama­dıklarımın birikimlerini paylaşmak istedim.”

Yine onun söylediği gibi, “Okunarak öğrenilecek ve ya­şanarak öğrenilecek şeyler var; önemli olan bu ikisinin bi­reşimini oluşturabilmektir. Öyleyse bize düşen, bu kitabı okuyarak öğreneceklerimizle, hayatta karşılaştıklarımızın ve yaşadıklarımızın sentezini oluşturmaktır.

Kitabı okumuş olanlar varsa, eminim ki zaten benim -okumamış olanlar için söyleyeceğim- şu tespitlerime ve düşüncelerime iştirak edeceklerdir: “Hayat”, eğer daha önce Geçtan’ın “Varoluş ve Psikiyatri” ve/veya “Kimbi­lir” adlı kitaplarını okumamış iseniz, sizi biraz şaşırtabilir. Hatta, yazarın görüş, düşünce, gözlem ve yorumları sizde “şok” etkisi de meydana getirebilir. İlk şok etkisini atlattık­tan sonra da kitabı bir solukta sonuna kadar okumaya ka­rar verebilir; kim bilir, daha önce Geçtan’la niçin tanışma­dığınız hususunda hayıflanabilirsiniz.

“Hayat” pınarından birkaç damlacık aktararak, yukarı­daki kanaatlerimi bir nebze de olsa pekiştirmek istiyorum. Hayat’la başlayalım:

“Bazen yanıbaşımızdan geçip giderken nasıl olup da göremediğimiz” hayat “aslında, ayrıntı olarak bakmaya şartlandığımız için göz ardı ettiğimiz yerlerde” diyor Geç­tan ve devam ediyor: “Bence aslolan, hangi şekilde olursa olsun, insanın, olabildiğince, kendisini kendi olarak hisse­debileceği bir hayatı sürdürmeyi gerçekleştirebilmesi. Bir yandan da hayatın bir süreç olduğunu, kendimizi her an kendimiz olarak hissetmemizin mümkün olamayacağını, hayatın inişleri ve çıkışları olduğunu kabul ederek. Kendi­mize başarılı bir hayat ısmarlamaya çalışmanın, kendimiz­den vazgeçme tehlikesini de beraberinde getireceğinin id­rakiyle. Bir şeyi isteyerek ve se­verek yaparken ulaşılacak sonu­cun baskısı zaten yaşanmaz, sonucu düşünerek yaptığımızda ise istek kaygıya dönüşebilir.” s.81

Geçtan diğer kitabı Kimbilir’de daha çok ele aldığı Kuan- tum fiziğine bu kitabında da te­mas ediyor ve kendi düşünce ve bilim dünyasının Kuantum fizi­ğiyle tanıştıktan sonra büyük öl­çüde değiştiğini belirtiyor. “Çağ­daş fiziğin bize sunduğu bu bilgi­ler, evrenin de tek bir bütün oldu­ğunu anlatıyor” diyen yazar, bu görüşten yola çıkarak, klâsik-ge- leneksel bilim anlayışlarını da eleştiriyor: “Vaktiyle bize doğayı başka türlü öğretmişlerdi.

Dün­yadaki varlıklar ikiye ayrılıyordu: Canlılar ve cansızlar.

Canlılar üç kategoride değerlendiriliyordu: İnsanlar, hayvanlar, bitkiler.

Bu­gün bunların geleneksel bilimin yapay bölümlemeleri olduğu artık kabul edildiğine göre, geçmişte kendimi kandırılmış gibi hissediyorum, kendileri de kandırılmış olanlar tarafından.”s.38.

Doğu hayat ve düşünce tarzı ile Batı hayat ve düşün­ce tarzının karşılaştırmalarını yapan Geçtan, aynı şekil­de Batı bilimini de sorguluyor ve meselâ kendi bilim ala­nı olan psikiyatri ve tıp alanıyla ilgili olarak “beden-zihin ayrımı şeklindeki ikili bölümün devam ediyor olması, günümüz tababetinin en ciddi açmazlarından birisidir” Bilimlerin neden-sonuç ilişkileri üzerine inşa edilmesi; kartezyen felsefenin hâlâ bilimleri etkisi altında tutuyor olması; mekanik-materyalist bakış açısının hüküm sürü­yor olması; Geçtan’ın Batı’ya yönelik eleştirilerinin ve tespitlerinin merkezinde bulunuyor.

Batı ile Doğu karşılaştırmasını sık sık yapan yazar “Batı’nın, Doğu dediği dünyayı çözümleme yoluyla anla­yabilmesi bana pek mümkün görünmüyor. Çünkü çözüm­leme lineer mantık izleyen Batılı bir yöntem; Doğulu de­nen dünyalara ise sezerek ve hissederek ulaşılabilir ya da ulaşılamaz” diyor, s.83.

Daha önce de vurgulamaya çalıştım; Geçtan, kendi­sini, bilim alanına hapseden ve “ben böyle de mutluyum” diyen biri değil. Toplumunu, ülkesini ve dünyayı her açıdan gözlemleyen, anlamaya çalışan ve yorumla­yan bir aydın. Bunu yaparken de işe önce “kendi özüne dönmekle” başlanması gerektiğinin idrakinde bir aydın. Bakın bunu onun samimî ifadelerinden açıkça anlıyoruz: “Bir süredir, ülkemin tarihini öğrenme çabamda Batılı kaynaklara başvurmaz oldum, bu arada kendi kaynakla­rımızın sandığımdan daha zengin olduğunu geç kalmış­lık duygusuyla keşfederek.”s.83.

Diğer bir keşif: “Zengin bir birikimimiz var, ama bunu görmezden gelip, alıntılarla, dolayısıyla kendimize uygun olup olmadığını düşünmeden benimsemeye çalıştığımız modellerle yaşayıvermeye çalı­şıyoruz. Yeniyi eskinin üzerine inşa edeceğimiz yerde eskiyi bir kenara atıp yeniyi benimseyiveriyoruz, yeninin altını boş bıra­karak.” s.156.

Tarih bilinciyle ilgili söyle­diklerine hangimiz katılmaz?: “İlkokuldayken Osmanlı İmpa­ratorluğumun tarihimizin ayıbı olarak öğretilmiş olmasını bu­gün yadırgıyorum. Olanları an­latıp değerlendirmeyi genç be­yinlerimize bıraksaydılar, kökle­rimiz hakkında daha gerçekçi izlenimler edinebilir, ‘tarih duyu­muzu’ geliştirebilirdik. Tarih du­yusu bize, dünya olaylarının durumlar değil, sürekli değişik­lik gösteren akışkan süreçler ol­duğu duygusunu yaşatır. Bu duyguyu geliştiremediğimizde, kendimize bakışımızın, yatay bir kesitin sınırlarını aşması mümkün olamıyor. ” s.144.

Osmanlı’yı tarihimizden ve kültürümüzden ayrı tut­ma, koparma ve araya çizgi çekme çabalarını benimse­mediğini belirten Geçtan şöyle devam ediyor: “Bu bana, bazı saptamalarını ilgiyle karşılamış olmama rağmen, koloniyel tavrından ötürü pek de hoşlanmadığım İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin, Osmanlı İmparatorluğu için kullandığı ‘ölü doğmuş bebek’ tanımlamasını hatırlatıyor. Öyleyse büyüklerimiz Kurtuluş Savaşı’nı neyi ve kimi kurtarmak için yaptılar? Güneydeki evimin duvarların­dan birinde on altıncı yüzyılda İngiltere’de basılmış ve ülkemizin o zamanki coğrafyasını gösteren bir haritanın kopyası asılı. Üzerinde Otoman Empire değil, Turkish Empire yazılı.” s.84.

İşte “Hayat”tan birkaç damla… Ama sakın eksik anla­şılmasın; kitapta sadece bunlar değil, hayatın içinden, ha­yata ilişkin birçok konu ele alınıyor. Narsisizm, yabancılaş­ma, obsesif davranışlar, psikoterapi, bilgi çağı, medya te­rörü, televizyon hastalığı, tüketim çılgınlığı, Türk dili gibi konular da Geçtan’ın ilginç ve bir o kadar da değerli yorum imbiğinden geçiyor. Bir misal daha; “internet” ve “sanal alışveriş” ile ilgili olarak: İnternetten kitap ısmarlamak zahmetsiz ve zaman kazandıran bir yol, ama kitapçı dük­kânının kokusunu koklayamadan, kitaplara dokunarak sayfalarını karıştırmadan ya da orada bir dostunuzla kar­şılaşmadan.” s.90.

Unutmadan, kitaptaki Sonsöz’de, 1854’te Kızılderili Şef Seattle’nin, kendisine halkının topraklarını satması teklif edilince yaptığı harika konuşmanın metni yer alıyor.

Bu yazının “son söz”üne gelince: Hayat’ı mümkün­se okuyun; hayatınız değilse de, hayata bakış açınız değişebilir…

Hayat, Metis Yayınları, İstanbul 2002, 167 s.

KAYNAK: Türk Edebiyatı Dergisi, Ocak-2004.