Abdurrahim ÖTKÜR: Tanrı Dağı

Tanrı Dağı

 

Abdurrahim ÖTKÜR

Pek uzaklardan baktım; doğudan, batıdan, güneyden ve kuzeyden… Sen büyüktün; daima büyük göründün, ey dağların dağı!
Bu kadar büyük ve yükseksin; hiçbir şey sana mâni olamazdı. Daima sen vardın…
Büyüklük ve yükseklik sana yaraştığından hatta arşa kadar sen vardın, yani sen varsın.
Her gün serin tan rüzgârı cilvelenip estiğinde Tanrı’nın yeryüzünü aydınlatan parlak güneşi “altın kalkan” gibi görünüp senin yakandan baş çıkarır.

Bu, tıpkı atamız Oğuz Han kalkanının yeryüzünü parlatıp insanlığın gözünü kamaştıran devrini hatırlatır.

Ey mukaddes Türk ocağı Tanrı dağı!
Ey dağların dağı Tanrı dağı! Çok uzun zamanlar önce de bu kadar ulu, bu kadar büyük ve bu kadar yüksektin. Yeryüzünün her bir köşesi güneşin nurunu senden alır.

Ana kucağındaki çocuk ana sütünü emmeyi nasıl arzu ediyorsa insanlık da senin nurunu emmeye o kadar can atar. Onun için de tan nuru saçılırken sen insanlık için sonsuz bir merhamet nuru yağdırırsın. Bu yüzden sana derin sevgi ile bakmayacak göz yoktur…
Fakat “kör” gözler sadece seni görmez, gözetlemez veya benimsemez.
Varlığını unutmak ister. Bunun için de senin geniş ve sıcak koynunda yaşayan ve hatta eski tarihini yazan tanınmış evlatlarını görmezler, tanımazlar, benimsemezler. Daha doğrusu görmeyi, tanımayı asla istemezler…
“Sağır” kulaklar sadece senin “gür ses”ini işitmez, dinlemez. Daha doğrusu duymak istemez… Çünkü korkarlar. Onun için de “gür ses”inin dalgalanışını asla beklemezler.
Senden daima bir sessizlik ve boyun eğme beklerler, bunu isterler…

Ey Türklük ocağı! Seni görmez gözleri büyük bir cahillik ve kötülüklerin kara perdeleri kaplamıştır. Daha doğrusu onlar haktan, insanlıktan, ahlaktan uzaklaşan namussuz,
nursuz gözlerdir.
Senin var oluşun mağrur ve yüksek duruşun onlar için ebedî kaygı, ebedî hasrettir…
Seni ve senin sesini duymaz, duymayı istemez “sağır” kulaklar, korkak ve namertlerin kulağıdır. Sesinin gürleyişi, dalgalanışı onlar için daha ağır korku, kargaşa ve bahtsızlıktır.
Onlar böyle düşünürler. Seni de kendileri gibi kara yürekli ve merhametsiz kabul ederler…
Bunun için de evet seni unutmaya, unutturmaya çalışırlar. Çaresizlikten seni bir defada yutmaya çalışırlar. Fakat bu, o korkak, namertlerin elinden gelecek iş değildir. Onlar
“yanlış kaba vurur”. Çünkü sen “Ural” değilsin; “Kafkas” değilsin veya… değilsin… Sen yegâne bir Tanrı dağı, Türklük ocağısın; Türk destanısın!…

Çareleri yok? Çaresizlikten seni her taraftan kuduz itler gibi kemirip, dişleyip, parçalayıp yutmaya çalışırlar… İşte, birçok izleri var, birçok yaraları var. Anlamadım, yazdığı
defterinin hangi sayfasına böyle yazılmışmış?

Daima sana bakarken benliğimi kaybediyorum. İnce ve derin duygular, sıcak tesiratlar ile gömülüyorum. İçimden çıkan dert kıvılcımlarından düşünceli gözlerim tamamıyla
yaş incileriyle dolar. Hatta inci gibi dökülmeye başlar. Ah, ne kadar feci hâl? Kim seni bu kadar horladı?
Çiğnenen otlakların, harabe köylerin, sararan yaylaların, virane yurtların, dökülen yaprakların, buzlanan ırmaklarından kim sorumlu?
Büyüklüğün, mağrurluğun, ululuğun bir tarafta kaldı. Boynu bükük, çehresi sarı öksüz çocuklar gibi ümitsizce bakarsın! “Tarım-Tarım” gözyaşların ile nelere benzersin!
Bu mahkumluk, bu horlanma ve hakirlikten kim sorumlu?!
Hiç korkma!… Kargaşa ve korkular sana asla yakışmaz. Gözyaşı döküp öksüzler gibi bakmak senin karakterin değildir…
Gördün ya, bugün pek derinden esen tan rüzgârları tarihimin yapraklarını bir bir çevirip batmakta. Bir yeni yaprak açılmakta…
Ah bir yeni yaprak açılmakta…
Bu yaprağın pek uzaklardan sabırsızca beklediği konusu sen idin. Şimdi verdiğin sütün, döktüğün terin güneş nuru gibi parlak ve asil akıbetini göreceksin!
Ürümçi, 1948

***

KAYNAK: Hülya Kasapoğlu Çengel, Çağdaş Türk Edebiyatları-II (Çağdaş Uygur Edebiyatı) , s. 165-166, Anadolu Üniversitesi Yay. 2013.