3 MAYIS ÜZERİNDEN BİR MİLLİYETÇİLİK MÜTALAASI- Can Mustafa Çebi

Türk ve dünya tarihinin en önemli fikirlerinden biri hiç şüphe yok ki milliyetçiliktir. Daha özelde millet ve milliyetçilik kavramları, hangi teorik altyapıya dayanırsa dayansın toplumsal ve ondan vücut bulan siyasal yaşamı etkileyen önemli unsurlar olarak insanlığın karşısına çıkmaktadır. Türk toplumu da bu olgudan münezzeh değildir. Zira Türk toplumu olarak içinde yaşadığımız siyasal organizasyon bizatihi milliyetçilik fikrinin ve onun pratik uygulamasının neticesidir. Lakin milliyetçilik fikri ve onu temel alan bir eylemler zincirinin neticesi olmak milliyetçilik fikrini bugüne ve yarına aynı irade ve güçle taşımaya yeterli midir?

Bu sorunun cevabını bulmak herkesten evvel kendilerine milliyetçi diyenlerin sorumluluğundadır. Buna mukabil 3 Mayıs Türkçüler Günü özelinden bir ahval-ü-şerait resmetmek iktiza etmektedir. Milliyetçi camiada tarih anlatıcılığı ve veri tarayıcılarımızın bolluğuna mukabil hali hazırda 3 Mayıs gününe bahis olan hadiseler bile tam olarak anlaşılamamıştır. 3 Mayıs günü ortaya çıkan milliyetçi nümayişlere neden olan dava özetle Hüseyin Nihal Atsız ile Sebahattin Ali’yi karşı karşıya getiren davadır. Bu nümayişler sonrasında ve II. Cihan Harbi’nin konjönktürel şartları neticesinde vuku bulan adli süreçler ise Irkçılık-Turancılık davasıdır. Bu iki dava konusu birbiriyle ilintili olmakla beraber dönem Türkçülerinin, toplumsal ve siyasal yaşama ilişkin itirazlarının en kesifleştiği gün olan 3 Mayıs 1944 nümayişleri ile Irkçılık-Turancılık davası arasında ince bir çizgi vardır ve bu çizgi tanım olarak “ince” şeklinde ifade edilse de esasında bilginin sınıflandırılması konusundaki yetersizliği göstermesi bakımından dikkate değer bir çizgidir. Haddi zatında bu çizginin inceliği, milliyetçi camiada bu günün adının dahi netleştirilememesine sebebiyet vermiştir: 3 Mayıs 1944 günü Hüseyin Nihal Atsız ile Sebahattin Ali arasındaki davanın duruşma gününde yaşanan hadiseler ve akabinde o dönem itibarıyla milliyetçilerden pek de hoşlanmadığı vaki olan müesses nizam tarafından ortaya çıkarılan Irkçılık-Turancılık Davası’nın yaşattığı anıların milliyetçi gelenekteki adı Türkçüler Günü olarak mı belirlenecektir yoksa Milliyetçiler Günü olarak mı?

Soru esasında basittir. Hatta önemsizdir de. Neticede zarftan ziyade mazrufa ehemmiyet verenler veyahut bunu bir ayrıntı mesabesinde görenler için malum günün hangi adla anılacağı hususu da ehemmiyet arz etmez. Doğrudur da… Lakin mesele herhangi bir günün herhangi bir adla anılması meselesi değildir. Mesele bir fikrin olmazsa olmazı olan kavram üretme, kavram tanımlama, kavram inşa etme meselesidir. Kavram, epistemolojik anlamıyla –ki bu anlamıyla ele alınmalı- düşüncenin bir bileşeni, anlamın temel birimi ve bilginin en temel öğesi olarak görülen zihinsel tasarım ya da tasavvur olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımdan hareketle kavram inşa etme, üretme ve tanımlama hususunda herhangi bir çaba gösterememek veya kavramlar konusunda bir mutabakatsızlık ortaya koymak düşüncenin bileşenlerinden birinden yoksun olmak, anlamı kaybetmek ve bilginin temelini yok saymak anlamına gelir ki; bilgisiz, anlamsız ve düşüncesiz bir fikrin ne derece fikir hüviyeti kazanabileceği tartışmadan azade bir durumdur. Binaenaleyh bilgi, anlam ve düşüncenin yani kavramın olmayışı veyahut yerli yerine oturtulamayışı konuya muhatap fikir için bir ontolojik yadsıma durumudur.

3 Mayısın ne şekilde anılması hususundan yavaş yavaş sıyrılarak fakat pergelin sivri ucunu bu kavram anarşisi noktası üzerinde bırakarak daireyi biraz genişletelim. Milliyetçiliğin bugünlerinde paradokssal olarak milliyetçiliğin tekelleşmesi problematiği görünmektedir. Bu problematiğin paradoksa neden olan ilk yönü milliyetçiliğin siyasi yapı olarak tekelleşme zaruretidir. Bu zaruret Türkiye özelinde milliyetçiliğin yakın dönemde ortaya çıkardığı en önemli figür olan Alparslan Türkeş’in, milliyetçiliği siyasi hedeflerini esasa almış bir kurumsal örgüt içinde organize etmesiyle dönem içerisinde aşılmıştır. Hatta ideolojiler çağı olarak kabul edilen XX. Yüzyılın reel politik şartlarına uygun olarak zamanına nispetle çok iddialı bir program olan 9 Işık Doktrini ile de milliyetçiliğin sınırları doktriner bir şekilde çizilmiştir. Bu sınır çizme ve iddia koyma ile beraber milliyetçilik Alparslan Türkeş’in yapılandırdığı kurumsal organizasyonların tekeline girmiştir. Binaenaleyh bu ileri atılım ve meydan okuma, milliyetçiliği “Ülkücülük” adında yeni bir kimlik ve tasarımla da buluşturmuştur. Bu buluşturuş ve akabinde devam eden eylemsel süreç milliyetçiliğin Ülkücülük ile eşdeğer bir anlama tekabül etmesi neticesini getirmiştir.

Paradoksa neden olan diğer bir yön ise 9 Işık Doktrinini ve Ülkücü sıfatlandırmasını temel alan milliyetçiliğin ortaya çıkardığı tekelleşmenin ideolojiler çağının aşınması (kastedilen özellikle Soğuk Savaş’ın sonlanmasıdır) ile birlikte “diğer milliyetçilikler” tarafından muhtelif itirazlarla karşılanmasıdır. Yani milliyetçilik doktrinler çağında Ülkücülük olarak doktrine edilme ve tekelleşme zaruretini karşılayabilirken günümüze doğru ve günümüzde, doktrin ve ana kurumsal örgüt dışında milliyetçilik iddiaları hatta Ülkücülük iddiaları daha yüksek sesle dillendirilir hale gelmiştir.
Bilgi, anlam ve düşünce yerine romantik tahayyüller ve şiirsel öyküler etrafında okunmaya başlayan milliyetçilik/ülkücülük bu itirazlara ve iddialara karşı da cevaben sadece Lider-Teşkilat-Doktrin önermesini sunabilmiştir. Bu önerme sunumunun sloganik düzeyde kalması periyodik olarak “bence”ler etrafında kümelenmiş grupların hem milliyetçilik iddiasıyla hem de ana kurumsal organizasyona şerhler düşerek milliyetçiliğin farklı varyantlarını organizasyonel şekilde hayata geçirmeleri neticesini doğurmuştur. Bunun neticesi olarak milliyetçilik; Ülkücülük olarak kodlanmış doktriner yapısıyla milliyetçiliği tekeline almasına itiraz eden bütün yapı ve organizasyonların yanında “diğer” bir milliyetçilik türü olarak işaret edilmeye başlanmıştır. Çünkü Lider-Teşkilat-Doktrin kavramsallaştırmasında teşkilat ve doktrin unsurları önemsizleştirilmiş Ülkücü çerçevedeki milliyetçilik anlayışı sadece Lider kavramına olan sadakate indirgenmiştir. Bunun da nedenleri muhteliftir. Bir takım fikirleri ama özellikle de politik ideallerle pratikleri tutarlı bir yapı içinde sistemleştirme teşebbüsü sonucu olan şey olarak tanımlanan doktrin kavramının Ülkücülük bağlamında karşılığı olan 9 Işık Doktrini değişim ve dönüşümünün çok hızlılaştığı çağlara adapte olamamış daha doğrusu uygulanıp test edilemediği için pratik karşılığı görülememiştir. Dolayısıyla ortada test edilmemiş, doğrulaması veya yanlışlaması yapılamamış, ete kemiğe bürünememiş, bunun neticesi olarak da uygulanabilirliği bilinçaltında şüpheler doğurmuş bir nostaljik metin kalmıştır. Bu durum da doktrini adı var olan fakat kendi ortalıkta olmayan bir hayalet konumuna düşürmüştür. Teşkilat bahsi de yukarıdaki paradokssal duruma içkin olarak “diğer” milliyetçiliklerin ve milliyetçilerin tekelleşme itirazına bilgisel, anlamsal ve düşünsel olarak tatminkar cevap veremediği gerekçesiyle sıkça eleştirilmiştir. Hem tekelleşmeye hem de tekelleşilmiş olsa dahi bu tekelleşmenin hakkı verilemediği yönündeki itirazlarda bu iki kavramdan sekerek direkt Lider kavramına yöneltilmiştir. İki yönlü temel yanlış da bu husustadır. Lider kavramına daha doğrusu kişide somutlaşan lider figürüne yönelik itirazlar veya bunun karşıtı olan savunular en basit ifade ile başlı başına bir sığlık göstergesidir. Binaenaleyh teorik ve pratik alanda milliyetçiliğin, milliyetçiler nazarında istenilen hedeflere ulaşma yönündeki kabiliyeti kalitatif bir olgudur ve bu durum milliyetçilerin toplam kalitesi ile doğrudan ilintilidir.

Her fikir gibi milliyetçilik de içinde bulunduğu toplumsal bağlamdan ayrı değildir. Lokal toplumsal bağlam da onu kuşatan daha genel bir toplumsal bağlamdan ayrı düşünülemez. Bu nedenle her fikir gibi milliyetçilik de pozisyonunu bir ayağı dünyada diğer ayağı içinde bulunduğu toplumda olacak şekilde almalıdır. Lakin günümüz milliyetçiliği tarih anlatıcılığı ve veri tarayıcılığı şeklinde kendini konumlandırmıştır. Sığ politik gündemlerin girdabında sanal mecralarda gündeme ilişkin tavırlar almak kolaycılığıyla varılabilecek hiçbir Kızıl Elma yoktur. Hedeflere ulaşabilme amacıyla teorinin pratiğe aksetmesi yönünde bütün sorumluluğu ana kurumsal organizasyonlara yüklemek de işin kolayına kaçmaktır.
Mesele bilgisel, anlamsal ve düşünsel olarak hareket edip kavramları yerli yerine oturtmak hatta daha ileri gidip yeni kavramsal süreçler inşa edebilmektir. Bunun yolu için klasik mantıkta bulunan bazı terimler bizlere bir ilham kaynağı olabilir. İhtiyacımız olan şey düşünsel çabadır. Bunun için de; ilk olarak sofizm veya mugalata olarak da bilinen safsatalardan uzak durmak gerekir. Diğer bir klasik mantık terimi poetika yani şiirdir. Milliyetçiler için şiir önemlidir fakat şiir ile halledilebilecek hiçbir mesele yoktur. Şiir fikirler için Marx’ın din için kullandığı afyon tanımına karşılık gelmekten başka bir özellik ihtiva etmez. Retorik yani hitabet ise tek yönlü yani monolog özelliği içerdiği için kürsüdekinin muhataplarını ikna etmesi çabasından başka bir şey değildir. Düşünsel bir özelliği yoktur. Diyalektik yani cedel ise meselemizin özüdür. Diyalektik hem iki yönlü olması hasebiyle hem de taraflarına akıl yürütme hususunda katkı sunması nedeniyle sorunları çözme konusunda yegane metod olacaktır. Tabiidir diyalektik demek tartışmak demektir. Sorgulamak, soru sormak ve cevabını bulmak demektir. Zira “Barika-i hakikat, müsadame-i efkardan doğar” diyen Namık Kemal hakikatın göz alıcı bir ışıltıyla parlamasının ancak fikirlerin çatışmasından doğacağını ifade etmiştir. Bu hakikat güneşi de yine klasik mantıkta kendini apodeiktik yani burhan yani tanıtlama olarak ifade etmiştir. Kabul etmek gerekir ki diyalektik safha ve ondan neşvünema edecek apodeiktik safha için kapsamlı bir entelektüel çaba gerekir. Entelektüel çabanın meyvelerini toplayabilmek için de o ağacın özgür bir iklimde yeşermesi gerekmektedir aksi durum hormonlu yani manipüle edilmiş bir mahsül ortaya çıkmasına neden olacaktır ki orda hakikatın ışıltısı yerine karanlığın kör ediciliği var olacaktır. Bu da tercih edilebilir bir yöntemdir fakat bu yöntem neticesi ortaya çıkacak olan kitlesel durum Platon’un mağara metaforunda yansıttığı kişiler tipolojisinden farklı olmayacaktır.

Milliyetçi organizasyonların ontolojik temeli olan disiplinel hiyerarşi ile özgün fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayacak özgürlük ortamının arasındaki gerilimin en makul düzeyde giderilebilmesi de yukarıda bahsettiğim diyalektik anlayışla mümkündür. Ayrıca iletişim çağı olarak da kodlanmış içinde bulunduğumuz zaman diliminde kitleleri ve onu oluşturan bireyleri tek yönlü yani hatabi bir yöntemle yönlendirmek mümkün değildir. Bu yöntemle mümkün olan şey ancak kitleleri uyutmaktır. Uyuyan kitleleri belli bir dönem dahilinde uykularında tutmak olasıdır lakin kitleler birey birey uyanmaya başladığında artık iş işten geçmiş olacaktır. Buna mukabil bahsettiğim hususlar bir fikir anarşisinin doğmasına da neden olmayacak şekilde bilginin yönlendiriciliğinde hayat bulursa gerçek anlamda faydalı olabilir. Aksi durum mevcudun da elden yitirilmesine kapı açar. Binaenaleyh devinime atıf yapan “hareket” eylemini adının merkezine yerleştirmiş bir fikrin düşünsel statikliğin bataklığına saplanması kabul edilemez bir durumdur. Korkulan da yukarıda belirttiğim gibi düşünsel statikliği yeniden yönlendirici ve inşa edici bir devinime döndürebilmek adına mevcudun elden yitirilme ihtimalidir. Çünkü bu devinimi sağlayacak entelektüel kapasitenin olup olmadığı tereddütlü bir bahistir…